İslamiyet

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Din Bilimleri kategorisinde fides tarafından oluşturulan İslamiyet başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 15,350 kez görüntülenmiş, 66 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Din Bilimleri
Konu Başlığı İslamiyet
Konbuyu başlatan fides
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan evrensel-insan

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
islam.jpg


İSLAMİYET


Arapça "selem" kökünden alınmış olan islâm, lügatta, "itaat etmek, boyun eğmek, teslim olmak, kötülüklerden salim bulunmak, selamete ulaşmak" vb. anlamlara gelen bir mastardır. islâm Hz. Muhammed (s.a.v)'e Allah tarafından vahiyle bildirilen son ve kâmil dinin adıdır. Bu dine uyanlara Müslüman denir.

Genel manada Müslümanlık Allah'ın varlığına, birliğine O'ndan başka ilâh olmadığına Hz. Muhammed (s.a.v)'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna, O'nun tebliğleriyle temellendirilen sisteme inanmak ve inandıklarını uygulamak yani amel etmek demektir. Bu durumda olan kimseye Müslüman denir. islâm'a bu ad bizzat islamın Kutsal Kitabı Kuranı Kerim de şöyle yer alır: "Allah katında gerçek din islâm'dır." (002) "Allah kimi doğru yola eriştirmeyi dilerse onun kalbini islâm'a açar." (003) "... işte bu gün sizin için dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım, sizin için din olarak islâm'ı beğendim." (004)

Kur'an-ı Kerim'in birçok âyetinde islâm ve o kökten türeyen kelimeler geçmektedir. islam anlayışına göre islâm, Hz. Adem'den itibaren gelen bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlerin adıdır. Bir değişikliğe, tahrif ve sapmalara uğramaksızın orjinal şekliyle kıyamete kadar baki kalacak son dinin Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından bildirilen şekli islâm'dır. Bir ayet-i kerimede, "O, peygamberlerini hidâyet ve hak din ile gönderendir. Çünkü O, bunu diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır. Müşriklerin hoşuna gitmese de" (005) buyurulmuştur.

Herhangi bir kişinin Müslüman olabilmesi için Kelime-i şahadet'i kalben tasdik ve dil ile ikrar etmesi gerekir. Müslümanlığın esasları dörttür:

1- Kitap (Kur'an-ı Kerim),

2- Sünnet (Hz. Peygamber (s.a.v)'in örnek yaşayışı ve sözleri),

3- İcma-i ümmet (Din alimlerinin toplanarak, kitap ve sünnete uygun şekilde, dinî bir konuda karar vermeleri),

4- Kıyas-ı fukaha (Din alimlerinin, daha önceki verilen hükümlerden faydalanarak, yeni çıkan durumlar için kaideler koymaları).

islâm açısından Kelime-i şahadet, kesin kabul ve tasdik ifade eden imanın bir tezahürüdür. Kişi böylece Allah'ı ve peygamberi kabul etmiş demektir. Kur'an-ı Kerim, iman kelimesini bazı ayetlerinde islâm kelimesiyle aynı anlamda kullanmıştır. Bu bakımdan imanın şartlarından biri veya bir kaçını inkâr eden, imandan da islâm'dan da çıkmış olur. islâm, müntesiplerinin dünya ve ahiret saadetini sağlamak için bir takım temel prensipler koymuştur:

1- İtikadî hükümler (inançlarla ilgili),
2- Amelî hükümler (ibadet ve yaşayışlarıyla ilgili),
3- Ahlâkî hükümler (moral değerlerle ilgili).

Müslümanlık, ilâhî dinlerin sonuncusu olarak Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından tebliğ edilmiştir. islâm VII. yüzyılın başlarında Arabistan'da doğmuştur. Bu sırada gerek Arabistan'da gerek dünyanın diğer yörelerinde birçok din mevcuttu. islâm önce Mekke ve Medine'de yayılmış, sonraları Arap yarımadasının diğer bölgelerine girmiştir. Dünyanın birçok ülkelerinde islâm'ın yayılmasında Türklerin büyük rolü olmuştur.

islâm'ın doğuşu sırasında Mekke'de putperestlik hâkimdi. Kabe 360 putun (006) merkezileştiği bir panteon idi. Dini hayatta Allah'tan başka birçok mabutlara Tanrı diye tapıyorlardı. Mabutların başlıcaları, Lat, Menat, Hübel ve Uzza idi. Kabe mukaddes bir ibadethane olmakla beraber Mekke'de ayrıca bir rahip zümresi vardı. Dinî hayat ve ibadetler kabile başkanlarınca idare edilirdi. Kâhinlerin de toplumsal hayatta özel bir yeri vardı. Yine islâm'ın doğuşu sırasında Mekke ve Medine'de az da olsa Yahudi ve Hıristiyan cemaati yaşamakta idi. Bununla beraber o bedevi toplumda Hanif denilen puta tapmayı reddeden Yahudi ve Hıristiyan da olmayan bir zümre yaşamakta idi. O sıralarda dünya genelinde tam bir kargaşa yaşanıyordu. Mevcut dinler insanlara huzur vermek, onları manevi yönden tatmin etmekte yetersiz kalıyordu. işte bu ortamda Arabistan'dan doğan islâm güneşi, karanlıkların giderileceğine dair insanlara ümit vermiştir.

Mekke, yüzyıllardır hem ticaret, hem de din açısından merkezi bir hüviyete sahipti. Araplar genellikle göçebe olmalarına rağmen, Mekke, Medine, Yemen vb, beldeler şehir yaşayışına buyük ölçüde adapte olmuştu. islâm'ın Hz. Muhammed (s.a.v)'e bildirildiği dönemde, Arap toplumunda putlara tapmanın ötesinde (008) insanlar, hurafe ve batıl inançlarla iç içe yaşıyorlar, adeta bütün hayatlarına sihirbazlar ve falcılar yön veriyordu. Araplar arasında puta tapıcılığın tabii bir sonucu olarak "Tağut" denilen tapınaklar da gelişmişti. Kâbe'ye gösterdikleri saygıya benzer tarzda bu tapınaklara da saygı gösteren Araplar, bazı özel günlerinde bu tapınakların önünde kurban keserler, tavaf ederler ve kur'a okları çekerlerdi. Ayrıca Araplar evlerinde de put bulundururlardı. Bunların putları Allah ile kendi aralarında ortak tutmalarına "müşriklik" denir. Her kişinin bir putu vardır. Kişi ancak kabilesini terk ettiği taktirde putunu değiştirirdi. Bunların dışında Araplar arasında yıldızlara ve atalara tapınma inancı da oldukça yaygındı.

Müşriklerin baskı ve zulümlerinden dolayı ilk müslümanlar ibadetlerini gizli yapmışlardır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in islâm tebliğinin ilk üç yılı sonlarında Hz. Ömer'in de Müslüman olmasıyla sayıları kırka ulaşmıştı. Hz. Ömer'in islâm'ı kabulü Müslüman topluma moral kazandırmıştır. Artık bu andan itibaren Müslümanlar hem inançları, hem de ibadetlerini saklamamışlardır.

islâm, nazil olduğundan günümüze kadar bir harfi bile değişmeyen ilâhî kitap Kur'an'a ve O'nun tebliğcisi Hz. Muhammed (s.a.v)'in hadislerine dayanmakta, böylece bütün insanlığa hitap etmektedir. islâm evrensel bir dindir, bir milletin, bir zümrenin veya bir bölgenin dinî değildir.

islâm evrensel olduğu gibi O'nu tebliğ eden peygamber de bütün insanlığa gönderilmiştir: "Habibim seni müjdeci, haberci ve bütün insanların Peygamber'i olmaktan başka bir sıfatla göndermedik. Fakat insanların çoğu bilmezler". (009)

islâm öncelikle fertlerin düzelmesini esas alır. Fertler düzeldiği ölçüde, o toplum da düzelecektir. ideal toplumun teşekkülü de böylece sağlanmış olacaktır. islâm, bütün emir ve yasaklarında dünya-ahiret dengesini en iyi şekilde kurmayı hedef edinmiş bu hedefine de en mükemmel şekilde ulaşmıştır.


İnanç ve İbadet


Eski dilde iman karşılığında kullanılan inanç "inanmak, itimat etmek" anlamına gelir. Din terminolojisinde inanç, "mutlak tasdik" manasındadır." (010) Gerçek manada tasdik dil ile kalbin birleşmesidir; buna erişen kişi de mü'mindir. Dil ile tasdiki kalbiyle pekiştirmeyen kişiye münafık denir. Halk deyimiyle iki yüzlülük halidir. iman, amel ile birleştiği zaman daha da önem kazanır. iman amelle olgunluğa kavuşur. Ameli olmayan kişinin imanı bulunabilir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Sizin iman bakımından en kâmil olanınız, ahlâk bakımından en güzel olanınızdır. (011) Hadis-i şerifleri imanın, ancak amel ile yüceleceğine dikkat çekmektedir.

islâm ilahiyatı ile ilgilenen araştırıcılar, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde geçen iman ve islâm terimlerini ayrı ayrı inceledikleri gibi, iki terimin birbiriyle olan münâsebeti üzerinde de durmuşlardır. Hadd-i zatında iman ile islâm kelimeleri arasında lügat açısından fark bulunmakla beraber, bu daha çok özellik ve genellik yönündedir. iman daha özel, islâm ise daha geneldir. Daha açık bir ifade ile iman tasdik, islâm ise teslimiyet demektir. Bir bakıma tasdikin gerçekleşmesi, teslimiyeti ister istemez akla getirmektedir. Ancak her teslimiyetin tasdik manasında algılanması da mümkün değildir.

Konu genel hatlarıyla ele alındığında islâm ile insanın bir olduğu görülmektedir. islâm nazarında mümin olsun, müslim olsun aynı dinî hükümler uygulanır. Hz. Peygamber (s.a.v) insanları, mümin, kâfir ve münafık olmak üzere üç kısma ayırmıştır. imam-ı Azam'a göre insan ile islâm arasında lügat açısından fark bulunmakla beraber, din bakımından islâmsız iman, imansız islâm mümkün değildir. islâm kelâmcıları iman esaslarını öncelikle ikiye ayırır:

1-icmalî iman (toptan inanma, Kelime-i Tevhid, Kelime-i şahadet),
2-Tafsili iman (Amentü'de ifade edilen hususlara ayrıntılı olarak inanmak),

islâm Dini'nin iman esaslarını Kur'an-ı Kerim bildirmiştir. Amentü denilen imanın altı esasını bir arada Hz. Peygamber (s.a.v) açıklamıştır.


İNANÇ SİSTEMİ

1.1. Allah'a iman


islâm Dini'nin temeli Allah'a inanç esasına dayanır. Bütün ilâhî dinler Allah'a inanmayı temel kabul etmiştir. ilâhî dinler dışındaki diğer bazı dinlerde de Allah'a inanç meselesi prensip olarak mevcuttur. Tarihin her döneminde Allah'a inanmayan fertler bulunmuştur; ama bütün bir toplum asla!

Kur'an-ı Kerim, sayısız âyetinde Allah'a imanın önemini belirtmiştir. Kur'an-ı Kerim insanı, Allah'ın zâtını düşünmekten menederken, O'nun varlığı, birliği, yüce sıfatlarıyla güzel isimlerini düşünmeyi tavsiye etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, "...ancak Allah'ın zatını düşünmeyin. Çünkü buna kudretiniz yetmez" buyurur. Aynı manayı kuvvetlendiren bir diğer hadis-i şerif şöyledir: "Kalbine ne gelirse, Allah ondan başkadır."

islâm'da Allah kavramını en güzel açıklayan âyetlerden bir kısmı ihlâs sûresindedir: "De ki, O, Allah'tır, bir tektir. O Allah'tır, sameddir. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır." (012)

Allah inancı konusunda ölçülü ve dengeli bir mantık sergileyen islâm, O'nun sıfatlarını, başka varlıklara vermediği gibi, yaratılmışların sıfatları da Allah'a atfedilemez. islâm'a göre Allah her yerde hâzır ve nazırdır. şekilden zamandan ve mekândan münezzehtir. O, insanlara şah damarından daha yakındır. Din gününün yegâne sahibi O'dur. Kişinin Allah'a imanı, fıtratının bir gereğidir. Ergenlik çağına gelmiş akıllı kişi, Allah'ın varlığına imanla yükümlüdür. imam-ı Maturidi'ye (852-944) göre, peygamberler tarafından dinî hükümler tebliğ edilmedikçe bu kişiler ahkâm-ı şeriyye ile mükellef tutulmaz. islâm bilginlerine göre Allah'ın varlığı, birliği vahyin irşadı ve kalbin tasdiki ile açıklık kazanır, fakat O yüce varlığın mahiyetini kavrayamayız.


1.2. Meleklere iman


islam inançlarından biri de meleklere imandır. Kur'an-ı Kerim ye hadis-i şerifler melekleri, onların varlık ve misyonlarını bize açıklamıştır.

Melekler, erkeklik ve dişiliği olmayan, yeme-içme vb.den uzak ruhanî ve nuranî varlıklardır. Gözle görülmezler. Evlenmek, çoğalmak, doğmak, ölmek vb. insanlara has davranışlardan uzaktırlar. Daima Allah'ı tesbih ile O'na ibadet ederler; Allah tarafından verilen görevleri yerine getirirler, günah işlemezler, bir imtihana tâbi değildirler. Bu bakımdan günah işlemeye de müsait yaratılmış olan insan, kendini günahlardan koruyabilirse Allah katında meleklerden de üstün olabilir. insanların masumiyet içinde hayat sürebilmeleri, onların melekleşmesini sağlar.

Ayrı ayrı görevlerle mükellef dört büyük melekten (Cebrail, israfil, Mikail, Azrail) başka insanların yaptığı işleri kaydeden Kiramen Kâtibin ile Münker Nekir melekleri de vardır. Melekler gözle görülmeyen varlıklar olmak itibariyle bu tür bir inanç diğer dinlerde de mevcuttur. Muharref ilâhî dinlerden olan Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta meleklere inanılmakla beraber aralarında fark vardır. Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerine nazaran melek, inancını en güzel ve net şekilde açıklayan din islam olmuştur.


1.3. Kitaplara iman


Müslümanlığın iman esaslarından biri de kitaplara imandır. (013) islam'da kitaplara imandan kasıt, dört ilâhî kitapla, onlardan önce yine peygamberlere gönderilen sahifeler (suhuf)dir. (014) Bütün bu kitapları Allah peygamberlerine Cebrail aracılığı ile göndermiştir. ilâhî kitaplara Kütüb-i Münzele ve Kütüb-i Semaviyye de denir.

Kur'an-ı Kerim, ilâhî kitapların muhtevası, hangi peygambere verildiği vb. hususlarda tatminkâr bilgiler vermektedir. Zebur'un ise sadece Hz. Davud'a verildiğini açıklamıştır.


1.4. Peygamberlere iman


islâm'da inanç şartlarından biri olan peygamberlere iman, sadece Kur'an-ı Kerim'de isimleri zikredilen peygamberleri değil, gönderildikleri sabit, fakat isimleri bilinmeyen peygamberleri de kapsar. Peygamberler, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara ulaştıran elçilerdir. Bu bağlamda onlara nebi ve rasul de denir. islâm'a göre peygamberlik Allah'ın seçkin kullarına verdiği bir imtiyaz ve özel görevdir. insan çalışıp çabalamakla peygamber olamaz.

Kur'ân-ı Kerim 25 peygamberi ismen açıklamış, peygamber olup-olmadığı tartışılan üç kişi dışında her topluma peygamberler gönderildiğini bildirmiştir. ilk peygamber Hz. Adem, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) arasında kaç peygamber bulunduğu kesin olarak bilinmemektedir.

Müslümanlar ayırım yapmaksızın bütün peygamberlere inandığı halde, Yahudiler Hz. isa ve Hz. Muhammed (s.a.v)'e, Hristiyanlar ise Hz. Muhammed (s.a.v)'e inanmazlar.

Hristiyanlar da prensip olarak peygamberlere imanı kabul etmişler, ancak bazı istisnalar koymuşlardır. Bundan ayrı olarak yine Hristiyanlar, Hz. isa'nın Havarilerini ve Pavlus'u da peygamber hatta peygamberlerden de üstün sayarlar. Hristiyanlara göre peygamberlik çalışmakla elde edilmez; o ancak Ruhu'l-Kuds'ün bir görevlendirmesiyle olur. Yine Hristiyanlık'ta Hz. isa, "Tanrı'nın Oğlu", diye nitelendirilirken, O'nun havarileri de Hz. isa'nın resulleri sayılmıştır. Hz. isa'ya Mahkeme-i Kübra'nın yöneticisi olarak da inanırlar.


1.5. Ahiret Gününe iman


Allah ve O'nun peygamberi'nin bildirdiklerine inanan, kişi için Ahiret Günü'ne iman zorunludur. Ahiret günü, birinci nefhadan ikinci nefhaya, sonra da cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin cehenneme girmesine kadar geçer zamandır. Diğer bir ifade ile ikinci nefhadan sonra başlayan ve sonsuza kadar uzanan zamandır.

Müslümanların ahirete imanları Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflere dayanmaktadır. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulur:

"Onlar san indirilenlere de, senden evvel indirilenlere de inanırlar. Ahirete ise onlar şüphesiz bir bilgi ve iman beslerler." (016)

Ahiret Günü'ne tam anlamıyla inanan kişi, dünya hayatını da düzene sokmuş, günahlardan ve sapıklıklardan nefsini büyük ölçüde korumuş olur.

Kur'an-ı Kerim, Allah'a imandan sonra çoğu kere Ahiret Günü'ne imanı zikreder. Ahiretin zamanını bilemeden her an o büyük güne hazırlanmak, Müslümanın dünya hayatına bağlanmasını sağladığı gibi, ona sorumluluk da yükler. islâm, Ahiret Günü'nü, ölümü kıyametin vukuunu, sonra neler olacağını, ölümden sonra tekrar dirilmeği, hesaba çekilmeği, ceza ve mükafat görüleceğini vb. ayrıntıları ile açıklamıştır.

Yahudilik ve Hristiyanlık'ta da ölümden sonra dirilme inancı vardır. Yahudilik'te ahiret konusu islâm ve Hristiyanlığa nisbetle fazla işlenmemiş, onlar daha çok dünya hayatına önem vermişlerdir.

Hristiyanlar ise Ahiret Günü'nün hemen geleceği korkusu ile ruhbanlığa sarılmışlardır. Bu konuda da en sağlıklı dengeyi islâm kurmuştur. islâm'a göre "Hiç ölmeyecek gibi dünya için çalışılacak, yarın ölecekmiş gibi ahirete hazırlanılacaktır".

Ahiret Günü'ne iman konusunun Yahudiliğe ne zaman girdiği kesin olarak bilinmemektedir. Zaten Tevrat'da da kıyamet, mahşer, cennet, cehennem hakkında açık bir bilgiye rastlanmamaktadır. Ayrıca bu konudaki inançları da zaman zaman değişikliklere uğramıştır.

incillerden elde edilen bilgilere göre Hz. isa'nın ikinci kez dünyaya gelişiyle kıyamet vuku bulacak, ölüler mezarlarından kalkarak dirilecekler, (017) O da insanları hesaba çekmek üzere adalet kürsüsüne oturacaktır. Yine Hıristiyanlar Hz. isa'nın yakın bir gelecekte yeryüzüne ineceğine, ancak O'ndan önce Deccal'in ortaya çıkacağına inanırlar. Hıristiyanlara göre Allah hükmetme yetkisini Hz. isa'ya vermiştir. Ölümden sonra ruh bedenden ayrılarak dünyadaki durumuna göre sevap veya cezaya çarptırılacaktır. (018) Ölülerin son mükâfatlandırılmasından önce berzah denilen yerde kalacaklardır. Hıristiyan inancında ölümden sonra cennette mutluluk, cehennemde azap görecek olan yalnız ruhtur.


1.6. Kaza ve Kadere iman


islâm'da iman esaslarından biri de kaza ve kadere imandır: Gerçekte bu ifadenin kader ve kazaya iman şeklinde olması daha uygun ise de, Türkçemiz de böyle yerleşmiştir.

Kader, ileride meydana gelecek her şeyin önceden bilinerek Allah tarafından takdir ve tesbit edilmesi, kaza da, bilinen ve tesbit edilen her şeyin zamanı geldiğinde yine Allah tarafından yaratılmasıdır. Kader, Allah'ın ilim sıfatına, kaza da tekvin sıfatına racidir. Ehl-i sünnetin inancı budur.

islâm'a göre Allah'ın küllî iradesi yanında kulun cüz'î bir iradesi vardır. Kul bu iradesini hayra da şerre de yönlendirebilir. iyilik-kötülük, hayır-şer belli olduğuna göre kula düşen görev, aklını kullanarak iyi ve hayır olana yönelmektir. insan, iradesiyle yaptıklarından sorumludur. iradesi dışında olan (hangi ana-babadan, nerede, ne zaman doğacağı, boyu ve renginin ne olacağı vb.) hiçbir şeyden sorumlu değildir. Allah, kişinin hür iradesiyle seçtiği şeyleri, onun seçtiğine uygun şekilde yaratır. Kısaca seçen insan, yaratan Allah'tır. insanın nasıl bir tercihte bulunacağını Allah ezelde bildiği için Levh-i Mahfuz'da bunlar yazılmıştır. "ilim malûma tabidir" cümlesinin anlamı da budur. Bu bakımdan bazı kişilerin sorumluluktan kurtulmak için "ne yapayım, alın yazım bu imiş" tarzındaki itirazlarının geçerliliği yoktur. Kişi, iradesini hayra yönlendirerek çalışacak, iradesi dışındaki sonuçları da tevekkülle karşılayacaktır. insanın hayırlı zannederek bir işi yapmaya yönelmesi, ancak sonucun dileği doğrultusunda olmaması halinde, bu sonucun kendisi için hayırlı olduğuna inanması da onu kalben huzurlu kılar. Bu durumu açıklayan bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Ey müminler, sizin hoşunuza gitmediği halde uhdenize savaş yazıldı. Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken o, sizin için hayırlı olur. Bir şeyi de sevdiğiniz halde o da hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (019)

islâm dışındaki dinlerde net bir şekilde kader anlayışı bulmak mümkün değildir. Hinduizmdeki "karma" inanışı kader olarak yorumlayanlar vardır.

Yahudilik'te alın yazısından çok, olaylar, Tanrı'nın çizdiği belirli bir gayeye göre şekillenir. insanların bu dünyadaki hayatı dine uygun yaşamak ve Tanrı'nın emirlerinden sapmamak temeline oturtulmuştur. Hayır ve şerri yaratan Allah'tır. Hayır mükâfat, şer de ceza içindir. Kulların başına gelen felâketler Tanrı'nın bir çeşit imtihanıdır.

Hıristiyanlar, insan hürriyetini sınırlandırdığı için kader ve kazaya fazla sıcak bakmamışlardır. Onlara göre Allah ancak hayrın yaratıcısıdır. şahit olduğumuz kötülükler Allah'tan değildir. Hayır ve şer Allah'ta birleşemez; çünkü Allah kötülüklerden nefret eder. (020) Bunlardan ayrı olarak Hristiyanlık'ta önemli bir yeri olan "Aslî Suç" (021) 'la kader arasında kurulan tuhaf ilgiye de bakılmalıdır. Burada tartışılan ana mesele, "asli suç olduğu için mi insanlar kötülüğe meylederler, yoksa kötülüğe meylettikleri için mi asli suç vardır?" cümlesinde özetlenebilir.


İBADET

2- ibadet Sistemi


ibadet sisteminden kastedilen, islâm'ın şartlarıdır. Hz, Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: "islâm beş temel üzerine kurulmuştur. Allah'tan başka ibadet olunacak Tanrı bulunmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Rasulü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, hacca gitmek." (022)

Hadis-i şeriften de anlaşılmaktadır ki islâm'ın ilk şartı Allah'a ve O'nun peygamberine şahadettir. islâm'a girmek bu şartlarla olur ve bunlar yerine getirilmedikçe diğerlerini yapmanın hiçbir kıymeti olmaz. Bu ilk şarttan sonra namaz, oruç, hac ve zekât gelir.

Hemen bütün dinlerde ibadet vardır ve inançtan sonra gelir. Arapça'da ibadet "boyun eğmek, itaat etmek, kulluk etmek, tapmak, taat ve takva" mânalarını ifade eder. Genel olarak "Allah'a tapma" olan ibadet terimi, "putlara tapma" (023) için de kullanılır. (024)

Bir başka açıdan ibadet, sonsuz kudret sahibi Allah'a karşı gösterilen tevazu, hürmet, itaat ve ta'zimin en yüksek derecesidir. ibadet yalnız Allah'ın hakkıdır ve yalnız O'nun için yapılır. (025) Kur'an-ı Kerim'de ibadet kavramı genellikle, "Kul olmak, boyun eğerek itaat etmek, ilâh tanımak" vb. manalarda kullanılmıştır; (026) ibadet kalb ve vicdanla hissedilen kulluk şuurunun dıştaki tecellisidir. Bu bakımdan ibadet insanın dinî şuurunu kuvvetlendiren bir cevherdir. şuurla ve hakkına riâyet edilerek yapılan ibadet imanı kuvvetlendirir.

Hemen bütün dinlerde cemaatle yapılan ibadet, ferdî ibâdetten üstün tutulmuştur. ibadet yapılan yere mabed denir. Bazı araştırıcılara göre ilk mabed, tabiatın kendisidir. Bütün dinlerde îman ile âmel arasında daima ilişki kurulmuş; imanını ameli ile bütünleştiren kişi övülmüştür. ibadetin bir parçası olan "dua"yı ibadetten ayırmak her zaman mümkün değildir.

Çoğu zaman ibadetle dua içice bulunmuştur. islâm dışındaki bazı dinlerde ibadet, nadir hallerde aletsiz, bazan da aletli olarak müzikle karışık bir merasim şeklinde uygulanmıştır.

ibadetler bir bütün halinde Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından tek tek uygulanarak müslümanların bu konudaki tereddütleri giderilmiştir. islâm Dini'nde ibadetler üç grupta incelenebilir:

1- Bedenle yapılan ibadetler (namaz, oruç),
2- Malla yapılan ibadetler (zekât, fitre, sadaka),
3- Hem beden hem de malla yapılan ibadet (hac).

islâm'da ibadetin en yüksek derecesi, Allah'a hiçbir menfaat beklemeksizin O'nun Allah olduğu şuuru ile inkıyad ve itaat etmektir. Kâinattaki bütün varlıklar kendi hallerine göre kendi dilleriyle ibadetlerini Allah'a karşı yapmaktadırlar. Allah kullarına güçlerinin yeteceğinden fazlasını yüklememiştir. (027)

Kur'an-ı Kerim'in birçok ayeti, müminleri Allah'a itaate çağırmaktadır (028) islâm'da ibadet hayatın bir parçası olarak algılanmış ve kişinin idrakini geliştirmiştir. (029) ibn Teymiye'ye göre islâm bir bütün olarak Allah'a kulluk etmekten ibarettir. ibadet esnasında ırk ve renk farkı gözetmeyen islâm, bu özelliği ile Allah huzurundaki eşitliği düşünce plânından hayata geçirmiştir.


2.1 Namaz


Namaz, belirli vakitlerde yerine getirilen, kendine hâs hareket, okuyuş ve şartları bulunan bir ibadettir. Farz oluşu Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir. Bir ayet-i kerimede,"Çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.'' (030) buyurulur. Hz. Peygamber (s.a.v)'de bir hadis-i şeriflerinde, "Allah her Müslüman erkek ve kadına her gün ve gecede beş vakit namazı farz kılmıştır" buyurur.

Ergenlik çağına gelmiş, aklı başında olan kadın-erkek bütün Müslümanlar üzerine farz kılınmış beş vakit namazın dışında, cuma namazı da yalnız erkeklere farzdır. Yılda iki bayram (ramazan, kurban) namazı vacib, cenaze namazı ise farz-ı kifaye'dir. Beş vakit namaz Miraç Gecesi'nde farz kılınmıştır. Namaz mümini fenalıklardan ve günah işlemekten korur. Bu sayede mümin, dünyadaki borcunu ödemiş ahiret için sevap kazanmış olur.

Dinin direği, müminin miracı olan namaz, islâm'ın bütün şartlarını toplayan ve kulu aracısız Allah'a ulaştıran bir ibadettir.

Namazın altısı daha başlamadan, altısı da namazla birlikte yerine getirilen on iki farzı diğer hiçbir dinde bulunmayan bu en mükemmel ibadetin bir diğer özelliğini teşkil etmektedir. Diğer dinlerdeki ibadetlerin hiçbirinde namazdaki disiplini görmek mümkün değildir. Namazın beş ayrı vakitte farz kılınışı, müminin bütün gün belli aralıklarla kendini kontrol etmesini sağlar. Kulun, günahlarından pişmanlık duyarak af dilemesi, Allah'ın huzurunda olduğunu idrak etmesinin en güzel vasıtası yine namazdır.


2.2 Oruç


islâm'ın beş şartından biri de yılda bir ay ramazanda oruç tutmaktır. Oruç, Medine'de hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır. Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, sizden evvelkilere yazıldığı gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı. Ta ki korunasınız". (031)

Oruç niyet ederek tan yeri ağarmaya başladığı andan ta akşam güneşi batıncaya kadar yeme-içme ve cinsel ilişkiden uzak kalmak, suretiyle eda edilen bir ibadettir. Büyük ölçüde bedenî bir ibadet olan orucun sayılmayacak kadar çok sıhhî faydaları da vardır. Bugün tıbben de sabit olduğu üzere, birçok bedenî hastalıkların tedavisi ancak oruçla yani perhizle mümkün olmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Oruç tutun ki sıhhat bulasınız" hadis-i şerifleri de buna işaret etmektedir. Oruç sayesinde, yeme içme açısından zengin-fakir ayırımı büyük ölçüde giderilmektedir. Dinî bir görevi yerine getirmek gayesiyle tutulan oruç, aynı zamanda iradeyi kuvvetlendirir. Açlığa, susuzluğa dayanma, gücü verir. Oruç sayesinde Müslüman haramları daha fazla terkederek helâlleri arar. Ramazanı takibeden aylarda da daha disiplinli ibadet etme alışkanlığını kazanır.

islâmın oruç ibadetinde, diğer bazı dinlerin oruca benzer ibadetlerinden mevcut olan perhiz belirli gıdaların dışında bir şey yememe, iki gün geceli-gündüzlü aç kalma vb. haller yoktur. Oruç, tamamen müminin yemek ve ruhî disiplinini sağlamayı hedef almıştır. Yahudilik ve Hristiyanlık'ta Hz. Musa ile Hz, isa'nın uygulamalarından kalma 40 güne kadar varan ve perhizi esas alan bir anlayış islâm'ın orucunda görülmez. Müslümanlıktaki oruçta nefse eziyet yerine onu olgunlaştırmak esastır.


2.3 Hac


Hac, bedenî ve malî gücü yerinde, akıllı, ergenlik çağına gelmiş hür müslümana ömründe bir kere olmak üzere farzdır. Bu şartlan taşıyan müslüman, belirli zamanda, ihramlı vaziyette Arafat'ta vakfe ve Kabe'yi tavaf ederek hac ibadetini yerine getirmiş olur. Bu farzların dışında haccın vacip ve sünnetleri de vardır. Yukarıda sayılan şartlar kendinde bulunan müslüman bir takım bahanelerle haccı geciktirmeyerek ilk fırsatta eda etmeye çalışmalıdır.

Hac, dünyanın her tarafındaki müslümanları yılın belli günlerinde biraraya toplayan büyük bir ibadettir. içtimaî mevkiî ne olursa olsun, bütün hacı adaylarının kefene benzeyen ihram içinde boyunlarını bükerek "Lebbeyk" (Buyur Rabbim) yakarışlarıyla Allah'ın huzurunda bulunma gayretleri Hacca ayrı bir manevî hava verir. Hac sayesinde dünyanın dört bir yanındaki müslümanlar aynı makamlarda toplanarak âdeta büyük bir şûra meydana getirmiş olurlar. Birbirleriyle dertleşmek, konuşmak, problemlerine çareler bulmak imkânını elde ederler. islâm kardeşliğinin güzel bir dayanışmasını gerçekleştirmiş olurlar.


2.4 Zekât


Malî bir ibadet olan zekât, Kur'an-ı Kerim'de çeşitli isimlerle namazla birlikte 37 ayetle zikredilmiştir. Zekât dinen zengin sayılan müslümanın, bir yıl dolduran 80.18 gr. altın, 561 gr. gümüş, bunların karşılığı para, döviz veya ticarî eşyasının 1/40'ini fakirlere vermesidir. Kur'an-ı Kerim, zekât verilmesi gerekenleri sekiz sınıfta toplamıştır. Zekât, akıllı, ergenlik çağına gelmiş, hür, nisab miktarı servete sahip ve bu malın üzerinden de bir yıl geçmiş olan müslümanlara farzdır.

Zekât, sosyal dayanışmayı sağlayan, müslümanlar arasındaki birlik ve sevgiyi kuvvetlendiren malî bir ibadettir. Fakirlerin zenginler üzerindeki haklarıdır. Kitap, sünnet ve icma ile sabit olmuş bir farzdır.

Lügatte "temizlik, büyümek ve çoğalmak" anlamlarına gelen zekât, bu manalara uygun olarak veren kişinin malını temizlemekte ve artarak çoğalmasını sağlamaktadır.

Zekâtın en büyük fonksiyonlarından biri de cemiyetlerdeki sınıf farklılaşmalarını gidermesi, zenginlerle fakirler arasında bir orta sınıfın oluşmasını sağlayarak, aşırı uçların teşekkülünü önlemesidir.

islâm'ın zekâtla getirdiği zorunlu ödemenin bir benzerinin, diğer dinlerin hiçbirinde bu derece şümullü görmek mümkün değildir. işte bundan dolayıdır ki, müslüman toplumlarında farklı gelir gruplarındaki insanlar arasında daima sevgi ve saygı ortamı yaşatılabilmiştir.

2.5- Kelime-i şahadet

islâm'ın beş temel üzerine bina edildiğini açıklayan hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere, bu beşinci esas "şahadet" cümlesini yani "Allah'tan başka ilâh olmadığını, Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasulü olduğunu" söylemektir. Bu kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmek suretiyle gerçekleşir.

islâm'dan başka bir dinden islâm'a girmek (ihtida) isteyen her kişinin, ilk söylemesi gereken cümle de budur.


Mukaddes Kitabı


islâm'ın kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim'dir. (032) O bir vahiy eseri olduğunu (033) bizzat açıklar. Kur'an Hz. Muhammed (s.a.v)'in kalbine (034 Ruhu'l-Emîn (035) Ruhu'l-Kuds (036) vasıtasıyla ramazan'da nazil olmaya başlamıştır. (037) Kur'an-ı Kerim 114 sûre ve 6000 küsur ayetten meydana gelmiştir. Mekke ve Medine'de nazil olmuştur. (038 Dört unsuru vardır: 1- Lafız olması, 2- Arapça olması, 3- Hz. Muhammed (s.a.v)'e inzal edilmiş olması, 4- Hz. Peygamber (s.a.v)'den bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olması. Bu dört unsurdan biri eksik olunca Kur'an olamaz. (039)

Dinler Tarihçilerinin de ittifakla belirttikleri üzere mukaddes ve ilâhî kitap olan Kur'ar, Allah'ın kadîm ve ezelî kelâmıdır. Bunda melek ve peygamber sadece birer vasıtadır.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Allah'tan vahiy suretiyle nakletmiş olduğu ayetler, o zaman da binlerce sahabe tarafından ezberlenerek vahiy kâtipleri tarafından yazılmış ve böylece tevatür yoluyla nakledilmiştir. Otuz cüzden oluşan Kur'an-ı Kerim'in her cüzü dörder "hizb"e ayrılmıştır. Kur'an-ı Kerim azar azar nazil olarak 22 yıl 2 ay 22 günde tamamlanmıştır. (040)

Nazil oluşu Hz. Peygamber (s.a.v) daha hayatta iken tamamlanan Kur'an-ı Kerim'in tertibi de yine O'nun tarafından vahye dayanılarak yapılmıştır. Bu tertibe göre Hz. Ebu Bekir Kur'an'ı bir cilt haline getirmiş, Hz. Osman'da o nüshayı çoğaltarak önemli merkezlere göndermiştir. (041) Kur'an'ın muhafazası, "Kur'an'ı biz indirdik, O'nun koruyucuları da şüphesiz ki biziz" (042) ayeti gereğince Allah'ın garantisindedir.

Kur'an, kendinden Önceki ilâhî kitapların mahiyetinden bahseden, dinler arasındaki çelişkileri gideren bir ilâhî kitaptır. (043) Hz. Peygamber, (s.a.v)'in en büyük mucizesi olan Kur'an, Kitab-ı Mukaddes'in bazı peygamberlere iftira atmasına karşın, onlara isnad edilen iftiraları kesinlikle reddetmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de çeşitli vesilelerle en çok âdı geçen ilâhî kitap yine Kur'an'dır. (044) Kur'an, Kur'an'dan başka Furkân, Kitab-ı Mübin, Mushaf kelimeleriyle de anılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm anlaşılması için Arapça olarak gönderilmiş, (045) çelişki ve ihtilâflârdan korunmuştur. (046)

ilâhî kitaplar içinde üslûbunun akıcılığı ve dile kolay gelişinden dolayı ezberlenmesi de en kolay kitap Kur'an-ı Kerim'dir. (47) O, kesin bilgi için tek kaynaktır. (48) Doğru ile eğriyi ayıran (049) ve doğruluk isteyenler için bir öğüttür. (050) Açıklamaları genellikle özlü olan Kur'an, geçmişte cereyan etmiş hadiselerin, nerede ve nasıl olduğundan çok, niçin vukua geldiğine dikkat çekerek, doğabilecek kötü sonuçlar için insanları tedbir almaya yöneltmiştir.


Mezhepleri


Mezhep kelimesi Arapça'da gitmek anlamındaki "zehab" kökünden gelir. Bu kelime ile "gidilecek yol, gidilecek yer" kastedilmiş olur. islâm'ın zuhurundan günümüze kadar birçok mezhep doğmuş, gelişmiş, zamanın geçmesiyle bazıları kaybolup gitmişlerdir. Mecazi olarak mezhep, görüş kanaat, inanç ve doktrin" demektir. Türkçe'de, itikadî, amelî, siyasî ve fıkhi ekollerin hepsi "Mezhep" kelimesiyle karşılanmıştır.

Dinler ve Mezhepler Tarihi ile ilgili ilk dönem kaynak eserlerde "Fırka" ve "Nıhle" kelimeleri, mezhep kavramını da içine alacak tarzda kullanılmıştır.

Mezhep kavramının doğmasında en büyük etken, dinin yorumu konusundadır. Bu manada batıl dinlerin bile mezhepleri olmuştur. Mezheplerin çıkış sebeplerini, 1-iç sebepler, 2- Dış sebepler olarak iki ana noktada toplamak mümkündür.

Mezhep vakıası, dinî yoruma elverişli, aynı konudaki aksi bir yorumla çatıştığı zaman daha belirgin bir hal almıştır.

islâm Dini'nde mezhepler, 1- itikadî, 2- Fıkhî, 3- Siyasî olmak üzere üçe ayrılmaktadır. şu noktayı da belirtmeliyiz ki, mezhep sahibi olan imam ve müçtehidler hiçbir zaman, "Biz bir mezhep kuruyoruz, bize uyun, bizim mezhebimizi kabul edin" dememişlerdir. Kendilerine bir dinî mesele sorulduğunda cevap vermişler, o cevabı kabul eden topluluk o mezhebi oluşturmuştur.

ilâhî dinleri tebliğ eden peygamberlerin yaşadıkları devir bir bakıma tam inanç ve bağlılığın sağlandığı devirdir. Hz. Peygamber (s.a.v)'den sonraki devirlerde zaman geçtikçe din üzerinde birtakım ihtilâflar ortaya çıkmış, çeşitli görüşler tartışılarak, anlaşmazlık ve aykırı görüşler mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Denebilir ki, islâm'da ilk fikir ayrılığı Hz. Peygamber (s.a.v)'in vefatından sonra birtakım siyasî meseleler bahane edilerek çıkmıştır. islâm Dini, büyük ölçüde Hz. Ömer'den itibaren diğer ülkelerde yayılmağa başlayınca, oralardaki insanların farklı inanç ve adetleriyle karşılaşan müslümanlar birtakım problemlerle ilgilenmek zorunda kalmışlardır.

Mezhepler arasındaki farklar bilgi, anlayış, zaman ve mekân değişiklikleriyle orantılı bir gelişme göstermiştir. islâm mezheplerinin ortaya çıkmasındaki âmiller şöyle sıralanabilir:

1- Ölçü ve metod farklılıkları,
2- Hilâfet konusundaki tartışmalar,
3- Müslümanların dahili çekişmeleri,
4- Müslümanların farklı ülke kültürleriyle karşılaşmaları,
5- Yunan felsefesi, Yahudilik, iran ve Hind dinlerine ait düşünce ve inançların müslümanlar arasında yayılması,
6- Cahillerin hüküm ve fetva vermeğe kalkışmaları,
7- ilmin çeşitli branşlarında ihtisas ve derinleşme, elde edilen malzemenin derlenmesi. 8- Ayet ve hadisler ışığında ortaya çıkan durumlara göre yeni hükümler çıkarmak zorunluluğu.
9- Kadıların ekseriyette hak ve adaletten sapmaları.

işte ana hatlarıyla özetlenen bu sebebler öncelikle itikadî ve amelî mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. (051)

itikadî mezhepler de 1- Ehl-i Sünnet, 2- Ehl-i Bid'at şeklinde ikiye ayrılmıştır. Ehl-i Sünnet de kendi içinde, 1- Selefiyye, 2- Maturudiyye, 3-Eş'ariyye diye üçe ayrılır.Ehli Bid’at (Ehli Beyt) mezhebi üyelerinden bazıları farklı inanç ve ibadetlere sahip olduğundan ayrıca ele alınacaktır.

islâm mezhepleri arasında zuhur eden fikir ihtilâfları islâm'ın iman ve ibadet esaslarını inkâr etmemiştir. islâm Tarihi'nde mezhepler arasındaki farklar anlayış, bilgi, üstad, zaman ve mekân farklarından çıkmış, temele inmemiştir. Bütün ehl-i sünnet imamları Allah'ın kitabını, Peygamberin'in sünnetini, sahabenin icmaını ittifakla rehber edinmiş, ayrıca yekdiğerine karşı da saygı ve sevgi hisleriyle dopdolu bulunmuş, zaman zaman bunu açıkça ifade etmiş, hiçbiri diğerini sapıklıkla suçlamamıştır. (052) Bu kısa girişten sonra islâm dünyasının her köşesinde müntesipleri bulunan dört fıkıh (amel) mezhebini özet halinde vermeye çalışacağız.


1- Hanefî Mezhebi


Hanefî Mezhebi'nin kurucusu Ebu Hanife'dir. imam-ı Azam Ebu Hanife diye şöhret bulmuştur. Ebu Hanife Kufe'de (80/699) doğmuş, Bağdat'ta (150/767) vefat etmiştir. imam-ı Azam aslen Türktür. Sahabe devrine yetişmiş tabiîndendir. Kufe'deki büyük fakihlerden okumuştur. Önceleri ticaretle meşgul olmuş, sonra büyük fakihlerden şa'bi'nin teşviki ile ömrünü ilme vermiştir. Önce "Tevhid" ilmini okumuş ve yüksek bir mertebeye ulaşmıştır. Fıkh-ı Ekber ile el-Alim ve'l-Müteallim adlı eserlerini yazarak islâm inancını savunmuştur. Basra'ya kadar giderek orada islâm inancı konusunda tartışmalara katılmıştır.

Ebu Hanife, hocası Hammad'ın ölümü üzerine O'nun yerine geçmiştir. imam-ı Azam, geniş ve sağlam karihası, kuvvetli fikir ve mütalâası, kitap, sünnet ve bunlardaki inceliklere derin vukufu ile temayüz etmiştir. Fıkıh ilminde pek yüksek seçkin bir mevkii vardır. Çok fazla Hacca gittiği rivayet edilir. imam-ı Malik O'nun hakkında, "Ebu Hanife'nin mantığı o kadar kuvvetlidir ki, eğer şu direk altındır derse onu isbat edebilir" demiştir. imam-ı Azam'ın kitap ve sünnetten beşyüzbin mesele ortaya çıkardığı, altmışdört bin fetva verdiği rivayet edilir. O, seçme kırk büyük âlim yetiştirmiştir. imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Muhammed ve imam-ı Züfer bunların en meşhurlarındandır.

Hanefî Mezhebi önce Irak'ta çıkmış, oradan Mısır, Doğu ve Batı'ya yayılmıştır. Irak, şam, Afganistan, Doğu ve Batı Türkistan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli Türkleri ve Balkanlardaki Müslümanların hemen tamamı Hanefî'dir.

Ebu Hanife, islâm Hukuku'nun kurucusudur. O'nun mezhebi en önce takarrür eden, en kuvvetli, en sahih, en açık, kitap, sünnet ve sahabe görüşüne en uygun bir mezheptir.

imam-ı şafiî, "insanlar fıkıhta Ebu Hanife'nin iyalidir" der. O, fıkhı düşünceye yepyeni bir metod getirmiştir. Metodu içtihadın bütün türlerini içine alır. imam-ı Azam metodunu, "Ben Allah'ın kitabıyla hüküm veriyorum. Kitapta bulamazsam Rasûlüllahın sünnetine sarılıyorum. Allah'ın kitabında ve Rasûlü'nün sünnetinde bir hüküm bulamadığım zamanlarda da sahabilerin sözlerine bağlanıyorum" (054) sözleriyle açıklar. Bunlara ilave olarak Ebu Hanife, kıyas, istihsan, icma ve örfe de fetvalarında önem vermiştir. O'nun fıkhında 1- Ticarî bir ruha sahip oluşu, 2- şahsî hürriyeti himaye edişi, belirgin iki vasfı teşkil eder.

Osmanlı imparatorluğu'nun resmî mezhebi Hanefîlik'tir. Mahkemeler ve fetvalar bu mezhebe göre yürütülmüştür. Nitekim bazı ülkelerde Hanefi Mezhebi için Türklerin Mezhebi sözü gelenek haline gelmiştir. Amelde Hanefî Mezhebi'ne bağlı olanlar, itikad konusunda Ebu Mansur Mâturidi'ye uymuşlardır.


2- Maliki Mezhebi


Malikî Mezhebi'nin kurucusu Malik b. Enes'tir. Medine'de (93/711) doğmuş, yine orada (179/765) vefat etmiştir. imam-ı Azam ve imam-ı Yusuf'la görüşmeleri olmuştur. Malikî Mezhebi, Medine'ye gelip gidenler vasıtasıyla Batı'da Endülüs'te yayılmıştır. Bu bölge halkının bedevi mizaçlı olmaları ve Hicazlılara mütemayil bulunmaları Malikî Mezhebi'ni tercihlerinde önemli rol oynamıştır. imam-ı Malik hadis ilminde çok kuvvetli idi. Muvatta adındaki hadis kitabı meşhurdur.

imam-ı Malik, Medine'de Rebiatü'r-Rey'den ilim tahsil etmiş, mezhebini, kitap, sünnet, icma ve kıyas üzerine kurmuştur. O'nun fıkhi görüşlerini Mısır'a intikal ettiren Abdurrahim b. Halit'tir. En çok yayıldığı yer de Yukarı Mısır'dır. Malikî Mezhebi'nin Endülüs'te yayılmasında halkının bedevi olması büyük rol oynamıştır. Malikî Mezhebi, Yemen, Katar, Bahreyn ve Sudan'da yaygındır. (055)

imam-Malik ile ilim tahsili yolunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak evini bile satmıştır. O'na göre ilim iki kısma ayrılır:

1- Bütün insanlara anlatılan mevzularla ilgili olan bilgiler.
2- Seçkin kişilere özgü olan bilgiler.

imam Malik, hadis-i şeriflerin yanında sadece sahabi ve tabiîlerin fıkhını öğrenmekle yetinmemiş, aynı zamanda rey'e dayanan fıkha da yönelmiştir. Hocaları genellikle,

1- Fıkıh ve re'y üstadları,
2- Hadis ve rivayet üstadlarıdır

imam Malik, ancak meydana gelmiş meseleler hakkında fetva verir, muhtemel problemler hakkında görüş bildirmekten çekinirdi. Bilmediği bir mesele için "Bilmiyorum" demeyi prensip edinmişti. Fetva konusunda çabuk cevap vermezdi. O'na göre işlerin en hayırlısı sünnet, en kötüsü de uydurma ve bidatlardır. O'na göre birinci kaynak Kur'an, ikinci kaynak sünnettir. O, Kıyas'ı da kabul etmiştir. En meşhur eseri bir hadis ve fıkıh kitabı olan Muvatta'dır. Öğrencisi Abdullah b. Vehb, O'ndan dinlediği ders ve takrirleri toplayarak Mücalesat adında bir kitap meydana getirmiştir.


3- Şafıî Mezhebi


Şafiî Mezhebini imam-ı Muhammed b. idris eş-şafiî kurmuştur. imam-ı şafiî Gazze (150/767)'de doğmuş, Mısır (204/819)'da ölmüştür. Üstün akıl sahibi, şiir ve lügatte gayet kuvvetli büyük bir müctehid idi. Mekke'ye götürülmüş, oradaki büyük âlimlerden okumuş ve yirmi yaşında iken fetva vermeye başlamıştır. Ayrıca yine burada hadis tahsil etmiştir. imam-ı şafiî, imam-ı Azam'ın öğrencisi olan imam-ı Muhammed'in meclislerinde bulunmuştur. En meşhur eserleri er-Risale ve el-Üm'dür.

şafiî Mezhebi ilk olarak Irak'ta yayılamamıştır. Çünkü irak'ta Hanefî bilginleri çoktur. Sonra Irak'tan Mısır'a gidince mezhebi orada yayılmıştır. O zamanlar Mısır'da şafiî çapında büyük fakih yoktur. Bu sayılan ülkeler dışında şafiîlik Horasan, şam ve Yemen'in bazı bölgelerinde yayılmıştır. Fatımîler devrinde Mısır'da sönmeye yüz tutan şafiî Mezhebi'ni Selahaddin-i Eyyûbî yeniden ihya etmiştir. Mısır ve Arabistan halkının çoğu şafiî'dir. imam şafiî, başlangıçta Malikî etbaından sayılırdı. Çünkü O, mezhebini imam-ı Malik'ten almıştır.

Fakir bir hayat süren şafiî'ye, ömrünün sonuna doğru beytü'l-mâl'dan tahsisat bağlanmıştır. O, imam-ı Muhammed'ten yalnız rey ve kıyas fıkhını tahsil etmekle yetinmemiş, Iraklılarca meşhur olan rivayetleri de öğrenmiştir. şafiî Mezhebi'nde tahriç de büyük bir yer tutmaktadır. Kuvvetli hafızası yanında şafiî'nin hazır cevaplığı da bilinmektedir. O, hocası imam Malik gibi keskin bir görüş sahibidir.

şafiî'nin döneminde çeşitli fikirler ve birbirine zıt mezheplerle, temellerini Mu'tezile'nin attğı ilm-i Kelâm'da doğmuştur. imam-ı şafiî tesbit ettiği usul-i fıkıh kaidelerini iki maksatla kullanmıştır:

1-Bu kaideler sağlam görüşleri tanımak için bir ölçüdür.
2-Yeni hükümler çıkarılırken bu kaideler küllî bir kanun olarak ele alınacaktır.

Genellikle kabul edildiğine göre şafiî Mezhebi'nin yayılması; 1- Bağdat, 2-Mısır olmak üzere iki devreye ayrılır.


4- Hanbelî Mezhebi


Ahmed b. Hanbel, Bağdat (164/780)'da doğmuş, orada (241/855) vefat etmiş büyük müctehidlerden biridir. (057) O'nun, hadis ve fıkıhta hocası imam Ebu Yusuftur. Bağdat'a geldiğinde Ahmed b. Hanbel ile görüşen imam şafiî O'nun hakkında, "Bağdat'ta bundan efdal, bundan daha fakih ve âlim bir kimse görmedim" demiştir. En meşhur eseri Müsned'tir. O, sözlerinin yazılmasını istememesine rağmen, söz ve fetvalarından otuz ciltlik bir eser meydana getirilmiştir. Kendine has bir ictihad tekniği vardır. O'nun metodu daha çok imam şafiî'ye benzemektedir. Diğerlerine nazaran Hanbelî Mezhebi'nin mensubu o kadar çok değildir. Önceleri Bağdat'ta Hanbeliler çoğunlukta iken Hülâgu'nun istilâsından sonra azalmışlardır. Günümüzde Suriye, Irak ve Necid, az sayıda da olsa Katar ve Bahreyn'de Hanbelî vardır.

Ahmed b. Hanbel küçük yaşında ilim tahsili için şam, Hicaz ve Yemen'e gitmiş, Bağdat'ta bulunduğu sürece imam şafiî'den ayrılmamıştır. Mezhebini şu temeller üzerine kurmuştur:

1-Fetva, kitap ve sünnet'e istinat etmelidir.
2-Sahabenin fetvalarına bakmalıdır.
3-Bir konu hakkında mürsel ve zayıf hadisi bertaraf eden bir şey olmadığı zaman mürsel ve zayıf hadis alınmalıdır.
4-Aksi bir söz veya icma bulunmayan sahabi fetvasıyla amel edilmelidir.


Ahmed b. Hanbel, hakkında nass yahut seleften eser bulunmayan bir meselede fetva vermeği hoş görmeyerek bunu önleme konusunda çok titiz davranmıştır.

Ahmed b. Hanbel, hadisi muhaddislerden tahsil etmek için Bağdat, Basra, Kufe, Mekke ve Medine ile yetinmeyerek Yemen'e dahi gitmiştir. Rivayet ilmi O'nu fıkha ulaştırmıştır. Verdiği fetvaların yazılarak nakledilmesini yasaklamış, "yazılması gereken din ilmi ancak kitap ve sünnettir" demiştir. Hayatında, daima kıt kanaat geçinen başkasına muhtaç olmamak için daima çalışan Ahmed b. Hanbel, şu hususlara çok özen göstermiştir:

1-Devlet memuru olmak.
2-Vali veya halifenin ihsanını kabul etmek.


Ahmed b. Hanbel'in fıkhı hakkında münakaşaya girişenler, O'na şu noktalarda itiraz etmişlerdir:

1-Rivayeti fetvaya tercih etmiştir.
2- Fetvalarının yazılmasını yasaklamıştır.

3-ihtilâfa düşen sahabilerin görüşlerini ayrı ayrı kabul etmiştir.

4- Bilginlerden çoğu, bazı fıkhî meseleleri O'na nisbet etmede şüpheye düşmüşlerdir.


Diğer mezhep imamları gibi Ahmed b. Hanbel de kitap ve sünnetten faydalanarak Müslümanların dinî meselelerini çözmekle uğraşmıştır. (058)


Açıklama ve Kaynaklar


(002) Âl-i imrân, 19.
(003) En'âm, 125.
(004) Mâide, 3.
(005) Saf, 9.
(006) Bu sayı o zamanki Arap kabilelerini göstermektedir.
(007) O zamanlar Bizans, Necran ve Habeşistan'da Hristiyanlık, Sasanilerde Mecusilik, Yemen, Taif ve Medine'de Yahudilik dinleri hakimdi.
(008) Putlar genellikle taş, tahta ve madenden yapılırdı. insan şeklinde madenden yapılan puta "sanem", taştan ve ağaçtan yapılanına da "vesen" denirdi.
(009) Sebe', 28
(010) Tasdik üç aşamada incelenir: 1. Kalb. 2. Dil, 3. Fiil.
(011) Ebu Davud, Sünhe, 14.
(010) Tasdik üç aşamada incelenir: 1. Kalb. 2. Dil, 3. Fiil.
(011) Ebu Davud, Sünhe, 14.
(012) Ayrıca bkz. Bakara, 225; Nisa, 87; Mâide, 73; Tâhâ, 8; isrâ, 39.
(013) Bkz. Bakara, 285.
(014) Dört büyük kitap: 1- Tevrat (Hz. Musa), 2- Zebur (Hz. Davud), 3- incil (Hz. isa), 4- Kur'an (Hz. Muhammed (s.a.v)'e verilmiştir. Suhuf da, 1-10 sahife (Hz. Adem), 2-50 sahife (Hz. şid), 3- 30 sahife (Hz. idris), 4-10 sahife (Hz. ibrahim)'e verilmiştir. Bu sahifeler büyük bir ihtimâlle tablet, levha ve çeşitli malzemelerden yapılmış cisimlere kaydedilmiştir.
(016) Bakara, 4. Ayrıca bkz. Âl-i imran, 22.
(017) Bkz. Matta, XXV, 17-29.
(018) Bkz. Matta, XXV, 46.
(019) Bakara, 216.
(020) ibranilere Mektup, l, 9, Vahiy, IV,11.
(021) Asli Suç, Hz. Adem ile Hz. Havva'nın, Allah'ın yasakladığı meyveden yemeleri sonucu cennetten çıkarılmaları ve işledikleri bu günahın bütün insanlığa şamil olması şeklindeki Hristiyan inancı.
(022) Bu hadis-i şerifi Buhari ve Müslim ibn Ömer'den rivayet etmişlerdir. Müslim Tercümesi, A. Davudoğlu, (1912-1983 ist. 1977,1, 152.
(023) Bkz. Yûnus, 30; Kehf, 110; Meryem, 66.
(024) Bkz. Meryem,85; Ahkâf,5.
(025) Bkz. Nahl,36.
(026) Bkz. Mü'minûn, 45-47; şuarâ, 22; Bakara, 172; Mâide, 60; Nahl, 36.
(027) Bkz. Bakara, 286.
(028) Bkz. Bakara, 21,172; Mâide, 76; Hûd, 2,109; Hicr, 99; Tâhâ, 14; Yûsuf, 40; Zâriyât, 36.
(029) Muhammed el-Mübarek, Nizamü'l-islâm, Cidde, 1977, s,130.
(030) Nisa, 103.
(031) Bakara, 183. Ayrıca bkz. Bakara, 184, 185, 187, 196; Nisa, 92; Mâide, 89, 95; Tevbe, 112; Meryem, 26; Ahzâb, 35.
(032) O'na bu ismi bizzat Kur'an vermiştir. Bkz. Bakara, 185.
(033) Bkz. şuarâ, 192; Zümer, 4.
(034) Bkz. Muhammed, 2.
(035) Bkz. şuarâ, 192,193.
(036) Bkz.Nahl, 102.
(037) Bkz. Bakara, 185.
(038) Mekke'de 93, Medine'de 21 sure nazil olmuştur.
(039) A.Hamdi Akseki, islâm Dini, s. 79.
(040) i.Hakkı izmirli, Tarih-i Kur'an, ist. 1956, s.9
. (041) Bu şehirler Mekke, Medine, Kufe, Basra, şam, Mısır, Yemen ve Hadramut'tur.
(042) Hicr, 9.
(043) Bkz. Nahl, 63, 64.
(044) Kur'an-ı Kerim'de açıkça Kur'an kelimesi 44 ayrı sûrede ve 70 ayette geçmektedir.
(045) Bkz. Tâhâ, 113; Zuhruf, 3; Yûsuf, 2; Fussilet, 1-4.
(046) Bkz. Zümer, 28.
(047) Bkz. Kıyâme, 17, 18.
(048) Bkz. Hakka, 51.
(049) Bkz. Tarık, 13,14; Enfâl, 29; Neml, 1.
(050) Bkz. Tekvîr, 27,28; Kehf, 54.
(051) Hayrettin Karaman, islâm Hukukunda Mezhepler, ist. 1971, s. 14.
(052) H. Karaman, a.g.e., s. 16.
(053) Bu mezheplere bağlı kişiler inanç hususunda Maturidi ve Eş'arî diye iki büyük kola ayrılırlar.
(054) Muhammed Ebu Zehra, islâmda Fıkhî Mezhepler Tarihi, (çev. Abdulkadir şener), Ank. 1968, II, 170.
(055) Abdurrahman el-Ceziri, Kitabu'l-Fıkh ala'l-Mezahibi'l-Erbaa, (çev. Hasan Ege), Ank., 1971, 1,41.
(056) imam-ı şafiî Mısır'da şu eserleri yazmıştır: 1- el-Ümm, 2- Kitabu's-Sünen, 3- el-Emaliu'l-Kübra, 4- el-imlau's-Sağir.
(057) Hanbel, babasının değil, dedesinin adıdır.
(058) Muhammed Ebu Zehra, a.g.e., III, 179.
 

Fairy

Üye
Yeni Üye
Katılım
6 Nis 2009
Mesajlar
111
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
2023
Ynt: İslamiyet

Eğer müslümanlık , hristiyanlığı küçümsüyorsa bunu yapmakla binlerce kez haklıdır. Çünkü müslümanlık insana değer verir..
F.Nietzsche
 

chimera

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
9 Mar 2008
Mesajlar
463
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
56
Ynt: İslamiyet

Kuşkusuzki Nietzsche burada bilimden-felsefeden uzaklaşmamış bir müslümanlıkdan bahsederken,bahsi statükocu kilise ideolojisine bir eleştirisidir.Übermensch ve İnsan-ı Kâmil olayı..
 

birebir

Üye
Yeni Üye
Katılım
8 Şub 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
İslamiyet,parantez içinde sünnilik denmiş bu doğru bir yaklaşım değil..ayrıca

''Namaz, belirli vakitlerde yerine getirilen, kendine hâs hareket, okuyuş ve şartları bulunan bir ibadettir. Farz oluşu Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir. ''denmiş ne yazık ki bu ifade eksik değil fakat yanlıştır.
 

Mühendis

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
3 Eki 2009
Mesajlar
271
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
67
''İslamiyet,parantez içinde sünnilik denmiş bu doğru bir yaklaşım değil..''

Hassasiyetiniz doğrultusunda düzeltme yapılmıştır.Teşekkür ederiz.
 
M

monaliza

Ziyaretçi
İslamiyet,parantez içinde sünnilik denmiş bu doğru bir yaklaşım değil..ayrıca

''Namaz, belirli vakitlerde yerine getirilen, kendine hâs hareket, okuyuş ve şartları bulunan bir ibadettir. Farz oluşu Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir. ''denmiş ne yazık ki bu ifade eksik değil fakat yanlıştır.

"BİLİYORSAN KONUŞ ALİM SANSINLAR,BİLMİYORSAN SUS ADAM SANSINLAR" anlamında bir söz vardır,görülüyor ki;bu sözü hiç duymamışsınız.

İslamiyeti kabulleniş; Kelime-i Şehadet ile gerçekleşir. Hz.Muhammed(S.A.V)'in Allah'ın elçisi ve son peygamberi olduğunu kabullenmektir. Bunu böyle kabul edenlere de MÜSLÜMAN("SÜNNİ") denir. Hz.Muhammed'i son peygamber kabul etmeyen İslamiyeti kabul etmiyor demektir. Nasıl yanlış bir yaklaşım olduğunu anlayabilmiş değilim.

Ayrıca;
''Namaz, belirli vakitlerde yerine getirilen, kendine hâs hareket, okuyuş ve şartları bulunan bir ibadettir. Farz oluşu Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir." Ve aynen böyledir. Bu işler şakaya gelmez birebir. İnanır veya inanmazsınız. Ancak Müslümanların temel inanç ve ibadetlerine keyfiyetinizle atıflarda bulunamazsınız. Kastiniz yoksa eğer..
 

birebir

Üye
Yeni Üye
Katılım
8 Şub 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Monaliza yazdı;

''İslamiyeti kabulleniş; Kelime-i Şehadet ile gerçekleşir. Hz.Muhammed(S.A.V)'in Allah'ın elçisi ve son peygamberi olduğunu kabullenmektir. Bunu böyle kabul edenlere de "SÜNNİ" denir. Hz.Muhammed'i son peygamber kabul etmeyenb İslamiyeti kabul etmiyor demektir. Nasıl yanlış bir yaklaşım olduğunu anlayabilmiş değilim.''

Merhaba Monaliza,

Ben nereden nasıl başlayacağımı bilemiyorum,siz sorun bende biliyorsam cevap veririm,bilmiyorsam bilmediğimi söylerim.
Bu arada elbet İslamı kabulleniş Elçilerin tümüne inanmaktır ve bu arada belirteyim,hiçbir kastım yok.Selamlar
 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
İslamiyet,parantez içinde sünnilik denmiş bu doğru bir yaklaşım değil..ayrıca ''Namaz, belirli vakitlerde yerine getirilen, kendine hâs hareket, okuyuş ve şartları bulunan bir ibadettir. Farz oluşu Kur'an, sünnet ve icma ile sabittir. ''denmiş ne yazık ki bu ifade eksik değil fakat yanlıştır.
Pardon ama eleştirini açıkladın da ben mi görmeden silinmiş?Neye göre yanlış?Doğrusu ne olmalıydı?Sence de bir açıklama yapman gerekmiyor mu en azından birileri de birşeyler öğrenmiş olurdu(En azından kendim için)?
Konu felsefe.org'dan alınmış olup sitede paylaşıma benim tarafımdan açılmıştır.İslamiyet, sünnilik esasına göre açıklanmış.Rahatsız olunan durum ne anlamadım.Aynı zamanda İslamiyete "alevilik" esaslı bakış açısı da var.Lütfen eleştirinizde açıklayıcı olur musunuz?!Ben de bir şeyler anlamak istiyorum!
 

Mühendis

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
3 Eki 2009
Mesajlar
271
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
67
Sevgili Fides ,


Paylaşıma sunduğunuz yazı, sizinde söylediğiniz üzere ( ‘’İslamiyet, Sünnilik esasına göre açıklanmış’’) şeklindedir.
Burada ,Birebir arkadaşın eleştirilerinden birisi ; paylaşıma sunduğunuz yazının başlığına (İslamiyet(Sünnilik) ) idi.


Hepimiz biliyoruz ki;
İslamiyet , Sünni,Şii,Alevi ve hatta Mutezile ( felsefi görüş olarak ta nitelenmekte) anlayış/esaslarına/….. göre yorumlanmakta.


Başlığın,bu anlayışlara göre örneğin;
İslamiyet (Sünni,Şii,Alevi) veya (Sünni esaslara göre(özellikle bu yazı için)) gibi yazılmasının daha doğru olacağından hareketle (gereksiz polemiklere meydan vermemek için); size haber vermeden ,başlığın parantez içersindeki Sünnilik kısmını kaldırarak (yazınızın devamında da diğer anlayışları da aktaracağınızı düşünerek ) genel bir başlık haline getirdim.



 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Mühendis açıklaman için teşekkür ederim.Ama eleştirim geçerliliğini koruyor.Bir şeye karşı çıkınca nedenleriyle açıklamak ve alternatifler geliştirmek daha sağlıklı bir iletişimi beraberinde getirir."Nedenler" ve "çünküler/sonuçlar"i özellikle belirtmeliyiz.Yoksa karşımızdakine kendimizi nasıl ifade edeceğiz?
Dinleri spesifik olarak ele aldım.Eleştirilerin,yorumların/paylaşımların bu şekilde konu sapmalarına, özellikle mezhep ve kültürel inanışlarda daldan dala atlamalara neden olmayacağını düşündüm/düşünüyorum.
 

birebir

Üye
Yeni Üye
Katılım
8 Şub 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Merhaba Fides,

dediniz ki;!Ben de bir şeyler anlamak istiyorum!

Şimdi bir düşünün,bu islam alemi neden hala birçok alanda geri kalmışlar diye..neden insan haklarında neden özgürlüklerde neden bilim ve teknolojide geriyiz ve neden hala insanları toprağa gömerek öldürüyoruz Kuranda olmayan Hükümler gereğince ve neden bu kadar konumumuzdan eminiz?
Felsefe öyle muhteşemdir ki,insanım diyen kişi ancak onunla yücelir,felsefe düşünmek aramaktır,peki neden müslümanım diyenler bu büyük değerden uzaklar?
Şimdi size bir örnek vereyim,

Fil suresini bilirsiniz ve hikayesinide..ebrehe ekonomik şartların dahada düzelmesi için kabeyi yıkmak ister ve fillerle kabe üzerine yürür..

şimdi az düşündüğünüzde yani felsefe yaptığınızda yani gerçeği aradığınızda gözünüze bazı anormallikler çarpar..Filler o sıcak çölü asla geçemezler ayaklarının tabanı ve bünyeleri buna izin vermez..geçmiş olabilirler mi?elbette hayır çünkü fil çöl hayvanı değildir yeşillik arar oysa çölde yeşillik bulunmaz,düşünün ki bu filler orduyal beraber hareket ediyorlar..akla uygun mu?elbet değil..buradan çıkardığımız sonuç nedir?Fil suresinin kabeyi yıkmak için geldikleri söylenenlerle uzak yakın ilgisi yoktur ve devam edelim,elçiden sonra zalim haccac mekkede katliam yapmıştır hatta kabenin içersine sığınanları bile kabeyi mancınıkla taşlatarak öldürmüş kabeyede önemli ölçüde zarar vermiştir..görüyorsunuz,fil sahibi olduğu söylenen kabe yıkıcılarla bu zalim haccanın ne farkı var..Bunları neden anlattım?Çünkü düşünmek tek başınıza da olanız sizi elbet bir doğrunun kenarına götürür...

Nietzche'ye bir bakınız,onun Hristiyanlığı sorgulayışına..insanlarda yaptığı tahribata ve asıl itibarıyla onların kurumlarıyla olan kavgasına da..O hurafeye sömürüye bu bağlamda bir dik duruş sergilemişti oysa Hristiyan veya hahamların bu bozgunculukları sizce,biz islamız diyenlerde de meydana gelmemiş miydi?Elbet geldi..eğer gelmeseydi,İslam gibi yüksek ve yüce değerlere sahip bir dinin mensupları,dünya önünde hiç bu kadar alt bir değerde olurlar mıydı?İnsan denen varlık o kadar haris ve habis bir yapıya sahip ki,malı kendisini ebediyyen kurtaracak sanmaktadır işte bu sebeple dinde bozunuma sebep olmakta ve işte bu sebeple aşağıların aşağısı bir seviyeye inmektedir.

Bakınız Kuranın Bakara suresi 2. ayetine..orada yüce Allah ne söylüyor?

''İşte sana o Kitap! Kuşku,çelişme, tutarsızlık yok onda. Bir kılavuzdur o, korunup sakınanlar için. ''

Gördünüz mü?..bir kitap ki içinde hiçbir çelişki ve saçmalık yoktur yani ona tam olarak güvenebilirsiniz ve devam ile bu kitap korunup sakınanlar için bir klavuzdur..yani bu kitap,kendisini muhattap alanları muhattap kabul eder,kendisine değer vermeyenlere vereceği hiçbir şey yoktur..öyleyse bu kitap insanlar içinden yalnız ve yalnız İNANDIM diyecekler için gelmiştir..bunu kabul ettik,peki sorun nerede?

Sorun aklı işletmemekte..akılla ilgili şu ayetlerden bazılarına bakar mısınız?

O küfre sapanların durumu, bağırıp çağırma dışında bir şeyi işitmeyen varlıklara haykıranın durumuna benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden akıllarını işletemezler onlar.Bakara 171.

Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun!" dendiğinde: "Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler!...Bakara 170

Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıllarını/gönüllerini işletenler için çok ibretler vardır.Ali İmran 190.

De ki: "Pisin çokluğu seni hayrete düşürse de pisle temiz bir olmaz. O halde, ey akıl ve gönül sahipleri! Allah'tan korkun ki kurtuluşa erebilesiniz."Maide 100.

Çünkü yeryüzünde debelenenlerin Allah katında en kötüsü, akıllarını işletmeyen sağır-dilsizlerdir.Enfal 122.

İçlerinde sana kulak verenler de vardır. Peki, sağırlara sen mi işittireceksin? Hele bir de akıllarını kullanmıyorlarsa!.Yunus 42.

Daha epey ayet vardı akılla alakalı şimdilik bu kadarı yeter..Allah aklınızı kullanın işletin diyor hatta körü körüne atalarınıza geçmişin size getirdiği değerlere gözü kapalı onay vermeyin diyor.

Felsefe mi?yani bilgiyi aramak mı?Felsefenin babası sakın ilk elçiler olmasınlar?

İbrahim peygamber güneşe aya ve yıldızlara baktı ve sonra dedi ki bunlar benim Rabbim olamazlar çünkü ben batanları sevmem..ve İbrahim Peygamber içinde yaşadığı şehrin ibadethanesine girip oradaki putları kırdıktan sonra yakalandığında onlara şunu dedi..

Dediler: sen mi yaptın bunu ilâhlarımıza ya İbrahim.Enfal 62
Dedi ki: “Hayır! Bunu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa, onlara sorun bakalım!” 63
Bunun üzerine vicdanlarına müracaat ettiler de dediler: doğrusu siz haksızsınız 64
Sonra eski inanç ve inatlarına döndüler ve, “Andolsun, bunların konuşmayacağını sen de bilirsin” dediler. 65
İbrahim, şöyle dedi: “Öyle ise siz, (hâlâ) Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapacaksınız?” 66
“Yazıklar olsun, size de; Allah’ı bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” 67

İbrahim peygamber sorguluyor ve sonra diğerlerine diyor ki;Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz..ve sonra diğerleri,bir an için gerçeği DÜŞÜNEREK fark ediyorlar ama ne yazık geleneğin geçmişin ve sistemin hatta çoğunluğun verdiği güvenle tekrar eski düşüncesizliklerine dönüyorlar..

Bunları neden anlattım..çünkü felsefe bilgiyi arama ve bulma eylemi ise ve bir kişi bunu kendine vasıf edinmişse o kişi hayatındaki tüm değerleri de sorgulamak zorundadır..
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Birebir Kur-an'dan ayetler teker teker alinip burda bu denmis burda bu denmis seklinde yorumlar yapmak saglikli degildir. Ayetler hakkinda yorum yapabilmek icin o ayetin hangi donem ve neye binaen indigini bilmek gerekir. Islam tarihini iyi bilmek gerekir, hadisleri iyi bilmek gerekir. Cogu din alimleri ayetleri aciklarken hadisler ile destekler. Her ayetin indigi donem goz onunde bulundurulur. Kuran'in bir ayetinde Allah kafirleri oldurmeyin derken baska bir ayetinde Kafirleri oldurun der ama bu Kuran'da celiski vardir anlami tasimaz. Fil suresinden bahsedip arkasindan hikayesini bilirsiniz demek zaten bu konudaki eksikliginizi gostermektedir. Kuranda hikaye yazmaz. Lutfen cumlelerimizi daha secici ve agdali kelimeler secerek kullanalim.
 

birebir

Üye
Yeni Üye
Katılım
8 Şub 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
''Cogu din alimleri ayetleri aciklarken hadisler ile destekler. Her ayetin indigi donem goz onunde bulundurulur.''

Merhaba Major,

siz tam olarak aslında şunu diyorsunuz..

Bu Kuranı tek başına anlamak olanaksızdır ve bunun için hadislere,tarihe ihtiyacımız vardır.

Söylenen bu yani Kuran tek başına bir klavuz olamaz,olabilmesi için ek elemanlara ihtiyaç vardır.

Ben size ne olduğunu söyleyeyim.Kuranı anlamak için ön yargısız yaklaşmak yeterlidir,sizin hadis yani ek kaynak dediğiniz bilgiler sağlıklı değildir.Bu dediğimi boş verelim,bakalım Kuran kendisi için ne söylüyor,buyrun..

Bilgiden yoksun olanlar dedi ki: "Allah bizimle konuşsaydı yahut bize bir mucize gelseydi ya! ..." Onlardan öncekiler de aynen onların dediği gibi demişti. Kalpleri birbirine benzemiştir. Biz ayetleri, gerçeği apaçık bilmek isteyenler için iyiden iyiye açıklamışızdır.Bakara 118.

Ey insanlar! Size Rabbinizden apaçık, çok parlak ve güçlü bir kanıt gelmiştir. Biz size, herşeyi açık seçik gösteren bir ışık gönderdik.Nisa 174.

Elif, Lâm, Râ. O apaçık, apaydınlık Kitap'ın ayetleridir bunlar.Yusuf 1.

Daha çok ayet var ancak şimdilik bunlar yeterli sanıyorum..ve siz hadis demiştiniz,buyrun aşağıdaki ayetlere,

Allah'tır O, ilah yoktur O'ndan başka. Hakkında hiçbir kuşku bulunmayan kıyamet gününde, hepinizi muhakkak bir araya toplayacaktır. hadis/söz bakımından, Allah'tan daha sadık kim olabilir?Nisa 87.

Yemin olsun ki, resullerin hikâyelerinde, aklını ve gönlünü çalıştıranlar için bir ibret vardır. Bu Kur'an, uydurulacak bir hadis/bir söz değildir; aksine o, önündekini tasdikleyici, her şeyi ayrıntılı kılıcıdır. İnanan bir topluluk için de bir kılavuz ve bir rahmettir.Yusuf 111.

İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz. Hal böyle iken Allah'tan ve onun ayetlerinden sonra hangi hadise/söze inanıyorlar?!.Casiye 6.

Artık bundan sonra hangi hadise/söze iman edecekler?.Mürselat 50.

Kuranın tek kaynak oluşuna atıftır bu ayetler isterseniz son olarak birde şu ayete bakınız..

"Çünkü Biz, gerçekten de onlara, inanacak bir toplum için bir doğru yol, içinde bilgiye dayalı ayrıntılı açıklamalarda bulunduğumuz bir kitap ulaştırdık". Araf 52.

Daha vardı ancak bu yeterli sanırım.Allah bu kitabın detaylandırıldığını yani iyice açıklandığını bildirmektedir.Hadis adı altında binlerce yahudi uydurmasını nasıl kaynak olarak kabul edebiliriz.Kaldı ki dikkat ettiniz mi bilemiyorum ,şurada yusuf 111 de ne deniyordu?''

aklını ve gönlünü çalıştıranlar için bir ibret vardır''

aklı ve gönlü çalıştırmak nedir?neden Allah sürekli ''şu yere göğe bakın araştırın akledin ve anlayın diyor?

Sevgili Major,

Düşünüyorum diyen adamların dogmaları olmaz,onlar aklederek sonuca varırlar.Teşekkürler.
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Benim tam olarak dedigim orada yaziyor. Sizin bana benim tam anlatmak istedigim aslinda su dediginiz sunlar sizin benim anlattigimdan anladiginiz. Burada Turkce yaziyoruz ve anlasmakta gucluk cekiyoruz. Kaldiki bundan kac sene once indirilen bir kitabi anlamak elbette zor olacaktir. Keza arapcadan turkceye ceviri yapilirken bile bir kelimenin anlamini tam cevirebilmek icin hadisleri, islam tarihini arastiran tevsirciler bulunmaktadir. Kuran anlasilmasi zor bir kitap degildir. Ama sigda degildir. Ayetleri alip yazdiginiza gore kurani okumussunuz ve fil suresinide Ehrebe'nin ekonomisinin bozulup filleri collerde yurutup kabeyi yikmaya geldiginden bahsetmissiniz. Ve felsefe yapip dusunulunce fillerin col hayvani olmadigina kanaat getirip boyle birseyin yani fil suresinin yalan olduguna varmissiniz. Simdi siz bir filden yola cikarak bir ayeti ve dolayisi ile bir sureyi ve dolayisi ile Kuran-i Kerim'i yalanladiniz. O halde kitabi, sureyi, ayeti birakalim size fillerden bahsedeyim ben cunku bilgi eksikliginiz burdan basliyor. Filler hortumlular takiminda olan bir ailedir ve asya ile afrika filleri olmak uzere ikiye ayrilirlar. Afrika filleride savana ve orman fili olarak ikiye ayrilir. Savana filleri kurak ve col olan bolgelerde yasamaktadirlar. Bu fillerin omuz yuksekligi 4 metredir. Yani bilmiyorum biliyor musunuz bu fil suresi hikayesinde cok kaba tabir lakin sizin dilinizle yaziyorum Mamud gecer. Mamud'un da cok buyuk bir fil oldugu soylenir.
 

birebir

Üye
Yeni Üye
Katılım
8 Şub 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
''Ehrebe'nin ekonomisinin bozulup filleri collerde yurutup kabeyi yikmaya geldiginden bahsetmissiniz. Ve felsefe yapip dusunulunce fillerin col hayvani olmadigina kanaat getirip boyle birseyin yani fil suresinin yalan olduguna varmissiniz.'' Major yazdı.

Sayın Major asla ve asla Fil suresinin yalan olduğunu bu yaşıma kadar ne söyledim nede duydum..kesinlikle yanlış anlamışsınız,benim fil suresi hakkındaki yorumum şudur;Fil vakası kesinlikle gerçekleşmiştir ve Allah zamanın ve yeryüzünün bri yerlerinde böyle bir kavim veya orduyu yok etmiştir.Benim katılamadığım nokta;Fil suresinin Kabeyi yıkmak için gelen Ebrehe için indiği söylemidir..sebeplerini de yukarıda söylemiştim zaten.Evet felsefe yaptım ancak ayet üzerinde değil ayete sebep gösterilen ve bize ulaşan hikaye hakkında.. selamlar.
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Olayın milattan sonra cereyan ettiği kesindir. Ancak kaç tarihinde meydana geldiği hakkında farklı rivayetler vardır. Şöyle ki :
1-Hüseyin Heykel Paşa, M.S. 570 yılında meydana geldiğini kaydetmiştir. Bu zatın heyetşinas (astronomi bilgini) olduğunu ve bu dalda iyi bir uzman sayıldığını dikkate alanlar, 670 tarihine ağırlık vermişlerdir.
2-Tirmizi'nin tespit ettiği sahih rivayete göre : Resulullah (AS.) Efendimiz Fil Yılında doğmuştur. Böylece bu tespitle (a) maddesindeki tespit birleşmektedir. Nitekim Kays bin Muharrime şöyle demiştir : “Ben ve Resulüllah (A.S.) Efendimiz Fil Yılı’nda doğduk”
3-Siyerci ve müfessir ibn Kesir de olayı özetlerken şöyle demiştir; “Şüphesiz Eshab-ı Fil olayı, Resulüllah (A.S) Efendimiz'in bi'setinden yana harikulade bir oluş (ve Onun gelmesine) bir tavtia (uygunluk ve vasat arz eden) bir olaydır. Çünkü en meşhur tespitlere göre, Resulüllah (A.S.) Efendimiz bu olayın meydana geldiği yıl doğmuştur.”
4-Ebu Nuaym ve Beyhaki'nin yaptığı rivayete göre, İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir: “Resulullah (A.S.) Efendimiz Fil Yılı'nda doğmuştur.”. Tefsirde rivayet yolunu saçan İbn Cerir ise, bu hususta herhangi bir rivayete yer vermemiştir.
Naklettiğimiz ; rivayetlerin hemen hepsi Fil Olayı'nın M.S. 570 veya 571 yılında meydana geldiğine ve aynı yılda Hz. Muhammed'in (A.S.) doğduğuna delalet etmektedir.
Müfessir Alaaddin Ali ise bu konuyla ilgili farklı rivayetleri şöyle sıralamaktadır :
1-Bazısına göre, Peygamber (A.S.) Efendimizin doğumundan 40 yıl önce meydana gelmiştir. Diğer bir kısmına göre, 23 yıl önce gerçekleşmiştir.
2-Siyer ve tarihçilerin çoğuna göre, sözü edilen olay Resulülah'ın (A.S.) doğduğu yıl meydana gelmiştir(5). Müfessir Kurtubi'nin tespitine göre, birinci görüş Mukatil'e; ikinci görüş Kelbi ve Ubeyd b. Umeyr'e göredir. Ayrıca Kurtubi, Resulüllah (A.S.) Efendimiz'in “Ben Fil Yılı'nda doğdum” mealindeki hadisini delil gösterip fil olayının Hz. Muhammed'in (A.S.) doğduğu yılda cereyan ettiği görüşünü belirtmiştir.
Nitekim yapılan rivayetlere göre, bu olaya şahit olup Ebrehe ordusunda yer alan filleri sevk vs idare edenlerden iki adamın gözlerini kaybetmiş halde Mekke'de perişan bir vaziyette yaşadıklarını gören bir çok kimse olmuştur. Yaşının küçüklüğüne rağmen Hz. Ayşe'nin (R.A.) da o iki ama adamı gördüğü söylenir.

Alinti yaptim. Bu arada yanlis anlasilma icin ozur dilerim. Saatin ilerlemesinden kaynakli olsa gerek.
 

birebir

Üye
Yeni Üye
Katılım
8 Şub 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Teşekkürler,şimdi verdiğiniz alıntıdaki bazı noktalara değinmek istiyorum.

Hüseyin Heykel paşa M.S 570 yılını işaret etmiştir.Tirmizi,İbn Kesir,Ebu Nuaym Fil olayının Elçi zamanında olduğu söylerlerken dikkatimi çekti şu ifade,İbn Cerir'in bu konuda bir görüşü yoktur ve kaldı ki alıntıda İbn Cerir için ''Tefsirde rivayet yolunu açan''olarak bir özelliği de var ve ayrıca bu olayın elçinin doğduğu gün,elçiden 23 yıl evvel ve 40 yıl evvel olduğu bilgisi de verilmiş.

Ve alıntıdaki şu ifade;'Yaşının küçüklüğüne rağmen Hz. Ayşe'nin (R.A.) da o iki ama adamı gördüğü söylenir.''

Peygamberimiz rivayetlere göre 25 yaşında Hatice anamızla evlendi bu evlilik 20 yıl sürdü ve daha sonraları o zamanlar 9 yaşında olduğu rivayet edilen Aişe anamızla evlendi.Bu duruma göre yukarıda olan Aişe anamızın o olayda ama olan adamları görmüş olmasının imkanı yok ve asıl dikkat edilecek nokta,bir vaka anlatılıyor ancak rivayetler birbirine tamamen zıt durumdalar ve elbet çoğunluk bir görüşe odaklanıyor o zaman ortaya şu soru çıkıyor?Çoğunluk her zaman haklı mıdır?

Sayın Major görüyorsunuz,hadis,olaylar ve rivayetlerin içerisine dalındığında ortaya böyle bir karmaşa çıkmaktadır ve aslında burada göz ardı edilen noktalardan biride Yahudi kavminin bu dine olan düşmanlıkları ve zararlarıdır.Birçok yahudi müslüman kisvesi altında kendi inançlarını İslama sokmuşlardır.Bir örnek vereyim,bilirsiniz bu her yerde her zaman anlatılır,namazın miraçta vakitlerinin bildirilmesi ve nasıllığı hakkında.Çok kısaca şöyledir olay,

''Sonra altıncı semaya geldik.

Sonra o kadar yükseğe çıkarıldım ki orada mukadderatı yazan kalemlerin sesini işitir oldum.


Sonra üzerime elli vakit namaz farz kılındı. Döndüm. Musa aleyhisselâma gelince, bana:
-Ne oldu? diye sordu.
-Üzerime elli vakit namaz farz kılındı, dedim.
Musa aleyhisselâm:
-Ben insanları senden daha iyi bilirim, israil Oğulları ile çok uğraştım. Senin ümmetinin bu elli vakit namaza gücü yetmez. Rabbine dön ve bu namazları azaltmasını niyaz et! dedi.
Döndüm. Niyazda bulundum. Allahü Teâlâ bunları kırka indirdi. Sonra yine Musa aleyhisselâma geldim. Aynı şeyi söyledi. Döndüm. Allahü Teâlâ namazları otuza indirdi. Yine aynı şey tekrarlandı. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları yirmiye indirdi. Yine aynı şey oldu. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları ona indirdi. Yine Musa aleyhisselâma geldim, aynı şeyi söyledi. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları beş vakte indirdi. Yine Musa aleyhisselâma geldim.
-Ne yaptın? dedi.
-Allah namaz vakitlerini beş vakte indirdi, dedim. Musa aleyhisselâm yine gidip, daha da indirmesi için Allah'a niyaz etmemi söyledi ise de ben:
-Hayır, razı oldum, dedim.
Bunun üzerine Allah tarafından bir nida geldi. Farzım kesinleşmiştir. Kullarıma gereken kolaylığı yaptım. Her iyi amel karşılığında da on sevab vereceğim. ''



Burada namazın farz kılınışı anlatılmaktadır burada dikkat çeken nokta şudur;

1-Musa peygamber,Hz Muhammed'den daha akıllı olarak gösterilmektedir.(biz asla elçiler arasında bir ayrım yapmayız)
2-Bu hikayede Peygamber Allah ile pazarlığa oturtulmuştur.

Tevrata bazı ekleri kendi fikirleriyle yazanlar,bu Allah katındandır diyerek,o kitapta haşa Allahı güreş bile tutturmuşlardır,Allahı haşa kuluyla güreş tutturan bozuk zihniyetin elbette Elçiyi Allah ile pazarlığa oturtmasına da şaşmamalıdır.Bu hikayede aslında sorulacak epey sorular vardır ancak sanırım bu yeterlidir.

Benim miraç hakkında inanışım Kuranidir,Allah eçiyi,bazı ayetleri bazı yerleri bazı durumları göstermek için miraca yükselttiğini Kuranda söylemişse buna imanım tamdır ancak mesnetsiz rivayetlere kesinlikle karşı çıkmakta imanın gereğidir.Bir elçiyi o zamana kadar namaz kılmıyor olarak gösteren zihniyetin cehaleti de ortaya gayet net çıkmaktadır,dolayısıyla rivayetlerin aslında,gerçek adına bir bağlayıcılıkları yoktur.

Genel olarak ilk namaz ifadesi hangi ayette geçmektedir?

(9-10) O kimseyi gördün mü ki, men ediyordu? Bir kulu namaz kıldığı vakit. Alak suresi.

Demek ki namaz ifadesi ilk surenin 10.ayetinde geçmekteyken namazın farz kılındığı söylenen sure İsra suresi ve 1.ayettir ve iniş sırasına göre İsra suresi 50.sıradadır.Gördüğünüz gibi bir namazın farz edilişi ve vakitleri hakkında tarafımıza sunulan anlatılar çelişkilerle doludur.İşte ben bu nedenle Kuranın tek kaynak olduğunu söylemiştim.

Ve akla şu soruda elbet geliyor,Alak 10.ayette geçen namaz nedir?Alak 10 a kadar elçiye bir namaz nasıl kılınırın tarifi verilmemişken elçinin elbet anlayacağı şekilde bir namaz ifadesi nasıl açıklanabilir?Hayatınızda ilk kez duyduğunuz bir kavramın ne olduğunu bilmeniz imkansız ancak tahmin edebilirsiniz,peki elçi burada kendisine söylenen namaz kelimesinin gerçekte ne anlama geldiğini biliyorsa o zaman neden İsra 50 ye konu olan namazın farzıyyeti ve 50 vakit namaz,sanki elçinin ilk kez şahit olduğu gibi anlatılıyor kaldı ki namazın nasıl kılınacağını Cebrail meleğin o zaman zarfında peygambere öğrettiği de söylenmişken?

Elçiye Alak 9 ve 10.ayetlerde söylenen şudur;

Baksana o engelleyene, 9
salat etmekte olan bir kulu! 10
abden iza salla..

salat,salli,yusalli,musalli,salate,salla ve türevleri arapçada aynı kelimeyi ifade ederler elbet özne ve nesneye göre hal alırlar ve buradaki ''salla''kelimesi yani esas itibariyle salat kelimesinin Türkçe karşılıkları destek verdiğinde,adil davrandığında,koruyup kolladığında ve türevleri..çünkü ayetlerin içinde geçen bu kelime yerine göre o anlamları üstlenmektedir.

Salat kelimesinin her geçtiği yerlere geleneksel anlayış, hemen namaz anlamını vermişlerdir fakat burada yapılan esas hata şudur;geleneksel anlayış kuranda geçen salat kelimesine sadece TEK BİR ANLAM vermiştir ve bu anlamda namazdır,dilediğiniz meali açıp kontrol edebilirsiniz,göreceksiniz ki kesinlikle tüm salat kelimelerine,geçtiği her yerde namazdan başka bir anlam verilmemiştir.Oysa Kuranın kendisi,onların bu anlamlandırmasını yanlışlamaktadır.

Şimdi dikkat ediniz şu aşağıdaki ayete,

Diyanet meali.

Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin. Ahzap 56.Ayet.

İnnellahe ve melaiketehu yusallune alen nebiyy, ya eyyuhellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslima. Ahzap 56.

ve birde Muhammed Esed'in aynı ayete verdiği anlama bakalım.

Allah ve melekleri, şüphesiz, Peygamberi kutsarlar: (o halde) ey iman etmiş olanlar, siz de o'nu kutsayın ve kendinizi (o'nun rehberliğine) tam bir teslimiyetle terk edin!

Aradaki farkı gördünüz dağlar kadar,niçin?

Çünkü diyanetin mealinde dikkat ederseniz salat kelimesi aynen korunmuştur,geleneksel anlayış salat kelimesine namazdan başka anlam vermediği için ahzap 56.ayette geçen salat kelimelerini olduğu gibi bırakmak zorunda kalmışlardır.Eğer Kuranın her salat kelimesinin geçtiği yerdeki gibi ahzap 56.ayette de geçen salat kelimesine namaz denseydi,değil anlamın bozulması tevhidi bile zedeler bir cümle ortaya çıkacaktı ve işte bu sebepledir ki %99.99 mealde bu salat kelimesine dokunulamamış ve olduğu gibi bırakılmıştır ancak ne yazık ki ona da bir kılıf bulunmuştur,şöyle ki;Bir inanan ömürde bir sefer Elçiye salevat getirirse bu ahzap 56.ayetin emrini yerine getirmiş olur denmiştir.

Bu Kuranın ana direği olan bir kelimeyi, tek anlama düşürme zulmünden ziyade, aslında gerçeğin anlaşılamaması ve önüne DİN ADAMLARINCA bir set çekilmiş olması zulmünü doğurur.Oysa Muhammed Esed bunu fark etmiş ve en azından orada yakın bir anlam vermeye çalışmıştır.Görülüyor ki Kuranın anlaşılmasındaki en büyük problem,çoğunluğun sorgusuz kabulü onayı ve buna duyulan güvenle ortaya konan ÖN YARGI'dır.Ön yargılar bir çeşit dogmadırlar, aslında bu Kuranı meallendirmede baştan bir yanılgıdır.

Ahzap 56.ayette aslında söylenen şudur;

''Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi desteklerler/korurlar. Ey iman edenler! Siz de ona destek olun/koruyun/kollayın ve tam bir itaatle ona boyun eğin.''
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Ben neyi savunup, ne anlatmak istediginizi kavrayamadim. Hadislerin ve rivayetlerin kesinligi tartisilabilinir. Zayif hadisler vardir, uydurma hadisler vardir. Hadisler bile sahit gosterilerek cogu yerde alintilanir. Ben din alimi degilim. Sizin girmis oldugunuz arastirma, yapilmasi gereken bir arastirmadir, dogrudur hadislerin yalan oldugu yada rivayetlerin uydurma oldugu fakat tekrarliyorum saglam bilgi ve donanima sahip olmazsaniz bu tur arastirmalar sizi celiskiye sokacaktir. Keza okudugum uzre bu tur bir yanilgi icerisindesiniz. Ornegin mirac olayini anlatmissiniz ve bu olayda Hz. Musa'nin Hz. Muhammed'den daha akilli oldugunu cikartmissiniz ve ayet gosterip boyle birseyin olamayacagini soylemeye calismissiniz. Burada savundugunuz nedir? Ayrica yukarida yazmis oldugunuz diyalogta Hz. Musa'nin daha akilli oldugunu nasil cikarttiniz? Diyelim ki oyle gosterilmek isteniyor? Diyelim ki bunu yahudiler uydurdu. Diyelim ki bu mirac hususu rivayet edilen sekilde degil. 17:93 Ya da altın bir evin olmalı, veya göğe yükselmelisin. Yükselsen bile okuyacağımız bir kitabi üzerimize indirmedikçe ona inanmayız." De ki: "Rabbim yücedir. Ben elçi olan bir insandan başka bir şey miyim ki." 52:38 Yoksa, üzerine çıkıp vahiy dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse, dinleyenleri açık bir delil getirsin. 40:36-37 Firavun: "Ey Haman! Bana bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın Tanrısını görürüm. Doğrusu ben, onu yalancı sanıyorum" dedi. Firavun'a, kötü işi böylece güzel gösterildi ve doğru yoldan alı kondu. Firavun'un hilesi elbette boşa gidecekti. 6:35 Eğer yüz çevirip gitmeleri sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa, yerin içinde bir delik yahut gökte bir merdiven ara da onlara bir mucize getir. Allah dileseydi onları doğru ve güzelde birleştirirdi. Artık cahillerden olma. 2:144 Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoşnut olacağın kıbleye seni elbette çevireceğiz. Artık yüzünü Mescidi Haram yönüne çevir; bulunduğunuz yerde yüzlerinizi o yöne çevirin. Doğrusu Kitap verilenler, bunun Rab'lerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından gafil değildir. 70:1-3 Birisi, yüksek derecelere sahip olan Allah katından, inkarcılara gelecek ve savunulması imkansız olacak azabı soruyor. 70:4 Melekler ve Cebrail miktarı elli bin yıl olan o derecelere bir günde yükselirler.
Buyrun madem hadislere ve rivayetlere inanmiyorsunuz o halde Kuran'da yazilanlardan birseyler cikartin. Ayrica dikkatimi ceken husus ikidir Hz. Muhammed'e kilinan mucizelerden dem vurmaniz. Mirac ve Fil olayi peygamber efendimizin mucizelerinden sayilmaktadir? Supheniz neye binaen anlamis degilim acikcasi.
 

birebir

Üye
Yeni Üye
Katılım
8 Şub 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Merhaba,

Şimdi sayın Mühendisin bir tespiti vardı,şöyleydi;

''Paylaşımların sentezini doğru yapmıyoruz''

Aynen yapılanda budur,bu olmadığı için iki tarafta birbirini anlamıyor,peki ama neden insanlar paylaşımın sentezini doğru yapmazlar?

Şimdi şunu düşünüyorum,sizler felsefecileri seversiniz eserlerini okursunuz ki bende buna dahilim,peki onların izlediği yolu niçin kendinize hor görürsünüz?

Nietzche neden kendini deccal olarak ifade etti mücadelesi ve amacı neydi?Dini mi yıkmak..?Asla.

Tam olarak söylemek istediğim şudur;bizlere ÖN YARGILI OLMADIĞIMIZ sürece apaçık bir kitap indirildiği Allah tarafından söylenmiştir,Kitabı doğru anlamanın tek kuralı budur,kitapla aramıza konan mesafeler,o kendini beğenmiş din adamlarının işlerindendir.Selam ile.
 

birebir

Üye
Yeni Üye
Katılım
8 Şub 2010
Mesajlar
115
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Arabistan Yarımadası’nın kuzeyinde, Ürdün’de, kayalıklara oyulmuş antik bir kent bulunmaktadır. Tarih öncesi dönemlerde gözde bir yerleşim alanı olan bu şehir, günümüzde dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilmektedir. Petra Antik Kenti... Petra Antik Kenti, dünyanın en ünlü destinasyonlarından biri olarak tarih ve kültür turlarından hoşlananlara unutamayacakları bir gezi vadediyor.

Petra, M.Ö. 1. - 2. yüzyıl civarında Nebatiler tarafından kumtaşı kayalıklar oyularak inşa edilmiştir. Bu Arap imparatorluğu, pembe, kırmızı, turuncu ve sarı renkli sarp kayalıkları öyle güzel şekillendirmişlerdir ki buradaki yapıları görenler gözlerine inanamazlar, hayretler içinde bu “gül renkli şehri” izlemeye koyulurlar. Petra, Ürdün’ün en gözde turistik destinasyonu, dünyanın ise en önemli kültürel miraslarından biridir. Batı dünyasının bu şehri keşfetmesi oldukça geç bir tarihe, 1812 yılına dayanır. 12. yüzyılda Haçlılar Petra’dan ayrılmış ve 19. yüzyıla kadar, şehir, sadece Bedeviler ile yerel halkın bildiği ve ziyaret ettiği bir bölge olarak varlığını sürdürmüştür. Petra’nın dünyaca tanınmasını sağlayan kişi ise şehri 1812 yılında keşfeden İsviçreli gezgin Johann Ludwig Burckhardt’tır.




tpod.html


spaceball.gif


petra-elephant-rock-500.jpg


petra08watertun3.jpg


400px-Elephant_Head_Column_Head.jpg


Petra ile mekke arasında yaklaşık 1100 km vardır.Petra, Lut Gölü’nün kuzeyinde eski bir yerleşim alanı.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst