- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 13 Ocak 2015
- Mesajlar
- 1,330
- Tepkime puanı
- 258
- Puanları
- 83
- Yaş
- 35
- Konum
- Ankara
- Üniversite Bölümü
- Tarih Öğretmenliği
- Ünvan
- Dr.
İSLAM ALİMLERİNE GÖRE İLMİN YOLLARI VE BİLGİ VASITALARIMIZ
İlmin yollan üçtür:
1-) Havass-ı selime
2-) Haber-i sâdık
3-) Akıl
İşte biz insanlar bu üç şeyden biri vasıtasıyla bir şeyin varlığını, hakikatini anlayabiliriz. Bunlar vasıtasıyla hâsıl olan bilgi, zaruri, kat i bir bilgidir. Çünkü şek ve şüphe ihtimâli yoktur. Bunlarla hâsıl olan bilgi bedihiyyat ile hissiyat gibidir. Şimdi bunları izah edelim.
1-) Hâvass-ı Selime:
Varlığından şüphe olunmayan sağlam hisler, duygu vâsıtalarıdır ki, beştir: Bâsıra (görme), sâmia (işitme), zâika (tatma), lâmise (dokunma), şâmme (koklama) vâsıtaları.
Biz bu vâsıtalarla görülecek bir şeyi görürüz, işitilecek şeyi işitiriz, bir şeyin katı ve yumuşak, acı veya tatlı olduğunu, iyi veya fena koktuğunu anlarız. İşte hârici şeylerin tesirini biz bunlarla idrak ederiz.
2-) Haber i Sâdık:
Vâkı’a mutabık olan bir habere, Haber-i Sâdık denir. Bu da iki kısımdır: Haber-i Mütevâtir, Haber-i Resul.
a-) Haber-i Mütevâtir
Yalan söylemek üzerine birleşmelerini aklın almayacağı birçok kimselerden mürekkep bir cemaatin, birçok insanların söylemiş oldukları şeydir. Bu öyle bir haberdir ki, bundan asla şüphe edilmez.
Meselâ: Bugün görmediğimiz birçok memleketler var ki, biz bunların var olduklarında hiç şüphe etmiyoruz. Çünkü o memleketlerin varlığını bir iki adam değil, birçok fertler haber vermişler ki, onların bu hususta yalan söylemekte ittifak etmiş olmalarını akıl kabul edemez. Bunun içindir ki tevatüren sabit olan bilgiler zaruridir. Böyle olan bir şeye inanıp iman etmemek, zaruri olan bir bilgiyi kabul etmemek, onu söyleyenlerin yalancı olduklarına hükmetmek demektir. Bu ise câiz değildir. İşte Kur ân-ı Kerim in Peygambere ne suretle geldiği ve namazların kaçar rekât oldukları ve daha birçok dini meseleler bize bu suretle vasıl olmuştur. Biz onları tevatüren gelen haberlerle biliyoruz.
Maamâfih, Haber-i Mütevâtir’in zaruri bir bilgi ifade edebilmesi için iki şartın tahakkuk etmiş olması lâzımdır:
I. Verilen haber, hisse veya müşahedeye dayanmalı, delile müstenit olmamalı; yâni haber veren kimseler, haber verdikleri şeyi bizzat gözleriyle görmüş yahut işitmiş veyahut diğer his vâsıtalarından biri ile anlamış olmaları gerektir.
II. Söylenen şey aklen muhal olmayıp mümkünattan olmalıdır. İki kere dört on eder gibi aklen muhal ve mütenakız bir şeyi söylemek, söyleyen ne kadar çok olursa olsun, zaruri bir bilgiyi ifade etmez.
İslâm ilimlerinde bunun çok kıymeti vardır. İslâm uleması İslâmî olan nakilleri yukarıda söylediğimiz usullerle tetkik ederek onları Mütevâtir, Meşhur, Âhâd diye üç kısma ayırmışlar ve her birinin kıymetini buna göre takdir etmişlerdir. İslâm’da bir naklin tevatür derecesini bulabilmesi için sahabe devri olan birinci asır ile Tâbiîn ve Etbâ-i Tâbiîn devirleri olan ikinci ve üçüncü asırlarda, yalan söylemelerini aklın tecviz edemeyeceği bir cemâatin onu haber vermeleri lâzımdır. Peygamberden böyle bir cemâat nakledecek, bundan da yine böyle cemâatler üçüncü asra kadar nakletmiş olacaklardı. Mütevâtir diye, bu derece kuvvetli olan bir habere denir. İşte Kur'ân-ı Kerim’in bütün âyetleri ve Cenâb-ı Hak’dan nasıl tebliğ olunmuş ise Peygamberin huzurunda öylece yazılıp ezber edilmiş olduğu, beş vakit namaz ve onların kaçar rekat oldukları ve daha birçok dinî meseleler bu suretle sabit olmuştur. Bu derece kuvvetli olmayan bir şeye Mütevâtir denemez. Bu derece kuvvetli ve sabit bir şey şüphe yok ki, zaruri bir bilgi husûle getirir ve ona iman ve muktezâsiyle amel etmek farz olur.
Kur’ân-ı Kerîm in Allah kelâmı olduğunda şüphe etmek câiz olmaması ve bunu inkâr etmek küfür olduğu da bundandır. Öğle, İkindi, Yatsı namazlarının farzları dörder rekat; Sabah namazının iki. Akşamın üç rekat olması da yine Sünnet-i Mütevâtire ile sabittir. Bin üç yüz küsur sene evvel Mekke’de Muhammed Aleyhisselâm adlı bir Peygamberin geldiği ne kadar kat i ise bunlar da o kadar kat idir. Onun varlığında şüpheye düşmek câiz olmadığı gibi, Onun tebliğ eylemiş olduğu bu ahkâmdan şüphe etmek de câiz değildir. Her ikisi de tevatüren sabittir. Muhammed Aleyhisselam’ın vücûdunu inkâr edenler - eğer bulunursa - hakkında ne hüküm verilirse, tebliğ eylediği tevatüren sabit olan ahkâmı inkâr edenler hakkında da aynı hükmü vermek lâzım gelir.
b-) Haber-i Resûl
Haber-i Resûl; kendisinin Peygamber olduğu sabit ve mucizelerle kuvvet bulmuş olan bir Peygamberin verdiği haberler, söylediği şeylerdir. Peygamber olduğu sabit olan zâtın geçmişe âit veya gelecek hakkında, her ne suretle olursa olsun, söylemiş olduğu şeyler kat'iyyet ifade eden bir haberdir. Havâss-ı selime veya haber-i mütevâtir ile sabit olan bir şeyde şüphe etmek nasıl câiz değilse, bu da öyledir. Onların oldu dedikleri herhalde olmuş, olacak dedikleri de olacaktır.
3-) Akıl
Mahsusatta, yâni havâs vasıtasıyla bilinecek şeylerde Havâs; mâkulâtda, yâni akıl ile bilinecek şeylerde Akıl; nakil ile bilinecek şeylerde Haber-i Sâdık umdedir. Binâenaleyh, Mahsûsattan olan bir şeyi akıl ile mâkulâttan olan bir şeyi de havâs ile ispat etmeye kalkışmak doğru olmaz. Aklen veya hissen ispat veya inkârı mümkün olmayan şeyler metâlib-i sem’iyyeden olduğu için bunlarda ancak nakli delil, yâni doğru bir muhbirin haberi lâzımdır.
Meselâ: Allah’a iman etmek, metâlib-i akliyyedendir. Bunun içindir ki, her insan Allah-u Teâla’nın varlığını, birliğini aklı ile bulmakla mükelleftir. Bir insan bunları aklı ile bulup ispat edebilir. Fakat ahiret meseleleri, Cennet ve Cehennem ahvâli gibi ahkâm-ı dîniyye, metâlib-i nakliyyedendir. Bunların imkân-ı zâtileri aklen ispat olunabilirse de sübutları ve ne suretle tahakkuk edebilecekleri, peygamber oldukları sâbit olan zâtların verdikleri haberlerle bilinmiştir. Binâenaleyh, burada hâkim olan his ve akıl değil, nakildir; Peygamberin sözüdür. Ahiret meselelerinde Peygamber ne söylemiş ise onu kabul etmek zaruridir. Ahiret ve orada cereyan eden ahkâm, buradakilere benzemeyeceği cihetle, buraya âit kanunlar ve esaslarla onları tahlil etmek ve anlamak mümkün değildir. Onlar hakkında Peygamber nasıl söylemiş ise, o suretle kabul olunur. Tarihî meselelerde hâkim olan da yine nakildir. Binâenaleyh, her meselenin ispat veya inkârında ona âit vâsıta ve delili kullanmak gerektir.
a-) Aklın Hükümleri
Bu münasebetle aklın hükümlerini de beyan etmek muvafık olacaktır. Herhangi bir şey hakkında aklın vereceği hüküm, üçten hâli değildir. Vücub (gereklik), imtinâ' (olamamak), cevaz (olabilme).
I. Vücûb-ı akli
Bir hükmün sübûtu zaruri olup hilafı olamaz ise böyle olan hükme Aklen vâcib denir. (İki, dördün yarısıdır) dediğimiz zaman, bu hüküm zaruri, gerekli olarak sabittir. Başka türlü olamaz. Bu âlemin bir yaratıcısı olmak da böyledir. O da aklen vâcibdir. Şu kadar ki, birinci hüküm bedîhîdir, düşünmeye muhtaç değildir. İkinci hüküm ise herkes için bedîhî olmadığından biraz düşünmeye ve muhakemeye muhtaçtır.
II. Aklen mümteni’
Bir hükmün olmaması zaruri ise, ona aklen mümteni’ ve muhal” denir, hiç olamaz demektir. Dört adedi, on adedinin yarısı olmak, müsellesin dört dili bulunmak, âlemi yaratan Allâhu Teâla’nın bir arkadaşı olmak gibi... Bunların hadd-i zâtında imkân ve ihtimâli olmadığı aklen sabittir. Böyle olan hükümlere Muhal (olamaz) denir.
III.
Bir hükmün olmasında ve olmamasında bir zaruret yoksa böyle olan hükme aklen câiz denir. Havanın durup dururken bulutlanıp yağmur yağması gibi... Bunun olmasında da, olmamasında da bir zaruret yoktur, olabilir.
Bir şeyde ki, izah ettiğimiz şekilde vücub veya imtinâ yoktur, onun olması da olmaması da câizdir. Olamaz gibi sandığımız birçok şeyler vardır ki, onlar hep bu kabil şeylerdir. Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de hep aklen câiz ve olağan şeylerdir. Binâenaleyh, bir şeyin vücûdu ilk bakışta ne kadar garip görünürse görünsün, onu inkâra kalkışmak doğru olmaz. Dünya’da ne garip şeyler vardır ki, her gün olup duruyor. Fakat biz onları her gün gördüğümüz için alelâde bir şey sanıyoruz. Bir damla sudan bu kadar mükemmel bir insan vücûda geldiğini her gün görüp duruyoruz, bu az garip bir şey midir?
Feyz ve İlham Bilgi Kaynağı mıdır?
Delilsiz olarak, yâni bilgi vâsıtalarımızdan birine dayanmayarak kalbe doğan manaya "İlham” denir. Yahut şöyle de deriz : “ilham, feyiz tarikiyle kalbe bir mana ilkaa olunmaktır." Böyle bir şey peygamberden başka, her kime vâki olursa, yalnız kendisi hakkında - Allah tarafından olduğuna yakîn hâsıl etmek şartıyla - bilgi ifade edebilirse de başkalarına bilgi ifade edemez. Çünkü başkaları için ilham, bir delil olamaz. Enbiyaya vuku’ bulan ilham, hem kendilerine, hem de başkalarına delil ve hüccettir. Enbiyadan başkası için ilhamın membaını, kimin tarafından olduğunu, tayin etmek müşkildir. Binâenaleyh bazı mutasavvıfın, “Bize şöyle ilham vâki' oldu, biz bunu keşfen anladık." dedikleri şeyler. Kitap ve Sünnet e muhalif değilse kabul edilebilir. Muhalif ise kabul edilmez. Velev ki o söz, en büyük tanınmış biri tarafından söylenmiş de olsa... Bu hususta tam ölçü, Kitap ile Sünnettir. Bunlara uygun olan alır, aykırı düşeni de sâhibine reddederiz. O gibi şeyleri kabul etmeye borçlu değiliz. Sofiyye feyz ve ilhamı da ilmin sebeplerinden ve belki de en kuvvetli bir sebep olarak kabul ediyorlarsa da her şahsa göre değişebilecek olan bir şey kat'î bir bilgi ifade edemez. Hele başkası hakkında hiç de delil olamaz. Bunun içindir ki ilham esbâb-ı ilimden (ilim yollarından) sayılmamıştır. Ehl-i Sünnet itikadı budur. (Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, s. 27-32)
Bedihiyyat : Delil ve ispatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler.
Umde: İlke, prensip
Mahsusat: Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler.
Son düzenleme: