Özdemir İnce

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Köşe Yazıları kategorisinde Ferdinand Bardamu tarafından oluşturulan Özdemir İnce başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 3,218 kez görüntülenmiş, 19 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Köşe Yazıları
Konu Başlığı Özdemir İnce
Konbuyu başlatan Ferdinand Bardamu
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan birazdahaderinmavi

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

Özdemir İnce'nin Marks'ın "Din halkın afyonudur" ifadesine ilişkin yazısı.

 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

""Kanıtlamakla kalmamış, bir de “Bediüzzaman’ın Hz.Resulullah gibi bir şahsiyete dayanması, onu Kürtçü, bölücü, devlet ve ordu düşmanı şeklinde tasvir edenlerin duvarlarını yıkacağı ümidindeyim” demiş.

Akla bak, Hz.Muhammed’in soyundan gelenler neden Kürtçü, bölücü, devlet ve ordu düşmanı olmasınlar? Said Nursî’nin özel tarihinde bu illetlerin hepsi var. Demek ki şerbetli değilmiş.""

Tamamı >>>>>
 

birazdahaderinmavi

Kahin
Yeni Üye
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,442
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
59
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

bir insan, kendi emeğiyle ürettikleri,yarattıklarıyla değer kazanır, yücelir ; falancanın ya da filancanın soyundan geliyor olmakla değil... asalet ya da soyluluk, köleci ve feodal üretim tarzlarından kalma (kalıntı) değerlerdendir; ve üstelik kapitalist üretim ilişkileriyle çelişik olduğundan, bu tür ''değerlerden'' medet ummak boşunadır...
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

"""Demek ki neymiş? 1299 yılında kurulan Osmanlı devletinin bir özel tarihi olduğu ancak şu beğenilmeyen Batı ve Gâvur taklitçisi Tanzimat aydını sayesinde başlamış. Osmanlı denen hanedan ve teb’ası taa 1839’a kadar kendisinin farkında bile olmamış. Tamı tamına 540 yıl, 540 yıl!"""

Tamamı>>>>>
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

""Cumhuriyet karşıtları, İslâmcılar, İkinci Cumhuriyetçiler ve bunların sözcüleri olan naylon tarihçiler Osmanlı devletinin yıkılmasını; “Kavm-i Necip” Arapların bağımsızlık peşine düşmelerini, Ermeni ayaklanmalarını ve bu arada akla gelebilecek her türlü melaneti İttihat ve Terakki’ye bağlarlar:

İttihat ve Terakki Türk milliyetçisi (belki de ırkçısı) bir siyaset (!) gütmüş; Asker siyasete karıştığı için Osmanlı Balkan Savaşları’nda yenilip toprak kaybetmiş ve ardından I. Dünya Savaşı’na girmiş; falan fıstık...""



İki gün önce yayınlanan (07 Ocak tarihli) yazıdır.
 

sakal

Kahin
Yeni Üye
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
2,000
Tepkime puanı
1
Puanları
38
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

James Fınn'e bende sormak istrerdim,mostar köprüsünü ve göremediği hicaz demiryolunu da romalılar ve ingiliz kanemicileri mi yaptı diye..zannedersem bu zat araplarla türkleri karıştırmış olmalı..
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

""Siyasal İslamcılar siyasetten arınıp Cami’ye çekilmedikçe İslam dünyasının gelişmesi, kendisinin ve dünyanın huzura ermesi olanaksızdır. Ancak, önlerindeki olumlu örneklere karşın bu gerçeği Türkiye mürtecileri de görmedi, göremiyor. Bu kafayla giden askere, alamıyor tezkere!""



08 Ocak 2013 tarihli yazıdır.
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

""İslâmcı, liberal ve İkinci Cumhuriyetçi çevreler başta Araplarınki olmak üzere Osmanlı milletlerinin milliyetçiliğinin İttihat ve Terakki’nin Türkçülüğüne tepki olarak doğduğunu ileri sürerler. Bu insanların doğum ve ölüm tarihlerini aklımızda tutalım ve Osmanlı milletlerinin milliyetçiliklerinin önemli tarihlerini hatırlayalım:""



09 Ocak 2013 tarihli yazıdır.
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

Akp Niçin İktidarda? (1)
23 Ocak 2012

Mümkün olsa da bu yazım, “Anayasayı AKP Engelliyor” (21.12.2012), “Ne Vesayet ne de Hacr” (27.12.2012) başlıklı yazılarımın devamı olarak okunabilse. Birçok yazımda ve özellikle bu iki yazımda “Dinin Vesayeti”nden söz etmiştim. Bu yazılarda, askerî vesayete karşı olanların dinin vesayetinin farkına bile varmadıkları gerçeğine dikkat çekmek istiyordum. Belki de, dinin vesayeti altında yaşamak “sağcı solcular”a bile doğal geliyordu. Oysa “Vesayet”in olduğu yerde ne demokrasi vardır ne de özgürlük!

İslâmcılar ve AKP, demokrasi ve özgürlük aşkı için değil, İslâm’ın vesayetini yeniden kurmak ve sağlamlaştırmak için askerî vesayete karşıydılar. Dinin vesayetini engellediği için laikliğe karşıydılar.

AKP’yi iktidara getiren ve on yıldır orada tutan dinin vesayetidir. Şimdi, nüfusun yüzde doksan dokuz buçuğunun Müslüman olduğu bir ülkede dinin vesayetinden şikâyet de neyin nesi oluyor, diyenler çıkacaktır. Ama unutmamalı ki, dinin vesayetini özgürce kullanan bir siyasal iktidara karşı hiçbir muhalefet etkili olamaz. Bu nedenle, askerin vesayetine karşı olanlar, başta dininki olmak üzere bütün vesayetlere karşı olmalıdır.

***

Kant ve dinin vesayeti

“Din Vesayeti”ni kendi uydurmam sandığım için çekinerek kullanıyordum. Taner Timur’un “Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu” (Yodam Kitap) adlı çok değerli kitabını okurken, yazarın Kant’tan yaptığı bir alıntıya rastladım:

“Aydınlanma’nın temel noktasını, insanların bizzat kendilerinin sorumlu oldukları vesayet durumundan, özellikle de din konularındaki vesayetten çıkmalarında görüyorum; çünkü dini vesayet tüm vesayetlerin hem az zararlısı hem de en onur kırıcısıdır.” (S.29)

Cumhuriyet, toplumu dinin vesayetinden kurtarıp özgür birey ve vatandaşlar haline getirmek için laikliği seçti. Cumhuriyet’ten önce, Osmanlı döneminde, dinin vesayetini kullanarak toplumu yönlendiren, cebini dolduran ve devlet yönetimini etki altında tutan ulema sınıfı, anında laikliğe karşı çıktı. Laiklik sözcüğünün ağza bile alınmadığı Tanzimat’tan itibaren.

Dinin vesayetine karşı olmak, bu vesayetten kurtulmak, elbette dine karşı olmak, dinden çıkmak anlamına gelmez. Özgür düşünce ve bilim için aklın ve bilincin dinin ipoteğinden, vesayetinden kurtulması gerekir. Bütün dünya halkları dinin vesayetinden kurtuldukları oranda bilim ve uygarlık alanında gelişme gösterdiler. Avrupa ve Kuzey Amerika aydınlanma çağından itibaren dinin vesayetinden kurtulup ilerlemiş ama Güney Amerika bunu başaramadığı için geri kalmıştır.

Müslümanların dünyası da dinin vesayetinden kurtulamadığı, kurtulmak isteyemediği için geri kalmıştır.

İslam dünyasının sanayileşme ve teknoloji karşısında kendine olan nedensiz özgüvenini yitirmesi, Kur’an da yazılı olanların bilimsel gerçeklerle çatışıyor olması, bu dünyayı içine kapanmak zorunda bırakmış ve bu durum akıl dışı bir iddianın doğmasına yol açmış: “Her şey Kur’an da yazılıdır.” Böylece Kur’an; matematik, fizik, kimya, tıp, astronomi, hukuk ve siyasetin temel kitabına dönüştü. Böylece, İslam’ın vesayeti, Musevilik ve Hristiyanlığın vesayetine göre mutlak güç kazandı. Aydınlanma çağında Hristiyanlık vesayet gücünü yitirirken, İslam vesayetini giderek güçlendirdi.

AKP ve İslam’ın vesayeti

Laik Cumhuriyet, çıkardığı devrim yasalarıyla İslam’ın vesayetini bir ölçüde sınırlandırmayı başardı. Bu sınırlı başarı bile Türkiye toplumunu epeyce çağdaşlaştırdı. Hukuk, eğitim ve öğretim dinin vesayetinden kurtulduğu için her alanda toplum ve birey yeni ve gelişmiş bir kimlik ve nitelik kazandı. Ancak toplumun tamamı değil, bir bölümü.

Sözü siyaset alanına getirecek olursak, dinin vesayetinden kurtulmamış toplum kesim ve katmanları AKP’ye oy veriyor; bu vesayetten belli ölçüde kurtulmuş olanlar bu partiye oy vermiyor.

Kendini “Muhafazakar Demokrat” olarak vaftiz eden AKP neyi muhafaza ediyor? Gelenek ve görenekleri mi, örf ve adetleri mi? Bunları muhafaza etmek bir siyasal partinin işi değil. Zaten bu olumlu ve olumsuz değerler bilinçli olarak muhafaza edilemez. Bu türden zihniyet zaten demokratik de değildir. AKP’nin “Muhafazakarlık” ile “Demokrasi”yi yan yana getirmesi tam anlamıyla sınırsız bir demagoloji. AKP, hiçbir şeyi değil, sadece dinin vesayetini muhafaza ediyor. Siyasal ilkesi ve tek silahı bu!

Dinin vesayeti altında nasıl bir demokrasi olacak?

Olmadığı, olamadığı tecrübeyle sabit!

AKP’nin tersine çevirme siyaseti

AKP iktidara geldiğinden bu yana, dinin vesayetinden kurtulmuş kesime karşı tekrar İslamileştirme programı uyguluyor: Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun işlemez hale getirilmesi; imam-hatip okullarının yaygınlaştırılıp klasik liselerin yerime ikame edilmesi; Peygamber’in hayatının, Arapça Kur’an’ın okullara ders programlarına alınması; hastanelerde Kur’an kurslarının açılması; kentlerin, bütün yerleşim yerlerinin, üniversite kampüslerinin, camilerle, okulların mescitlerle doldurulması ve benzeri girişimler bu fesat programının parçaları.

Nesnel tarih ve toplum psikolojisi bilgisinden yoksun oldukları için başbakanları, Kürt sorununu çözümleme yolunda “Biz aynı kıbleye dönen tek bir milletiz. Silahı aradan çekeceğiz, sıkılı yumrukları aradan çekeceğiz. Kardeşçe kucaklaşacağız. Buradan 75 milyona şu hadisi şerifi hatırlatmayı borç biliyorum. Peygamberimiz ‘Müminin mümine bağlılığı, taşları kenetlenmiş bir bina gibidir.’ der İşte biz milletçe böyle olmalıyız.” (Birgün, 16.01.13)

Başbakan, İslam’ın peygamberine atfedilen bu hadisin, hiçbir zaman gerçekleşmediğini kuşkusuz biliyor ama gene de söylüyor.




Kemalistler.org sitesinden alınmıştır.
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

Ekli dosyayı görüntüle 1188

Tarih Cehenneminde Irkçılık
6 Şubat 2013


27 Ocak 2009 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Barak Obama Nasıl Adam Oldu?” başlıklı yazımdan aktarıyorum:

[“Fransız felsefeci Alain Badiou “Le Sciècle” adlı kitabında, ana-babasının kendisine 1932 yılında armağan ettiği bir Larousse sözlüğüne dehşet içinde baktığını yazar. Irklar hiyerarşisi maddesinde bir zenci kafası, goril kafası ile Avrupalı kafasının arasında yer almaktadır.

1932 yılında yayınlanan Fransızca Dictionnaire Larousse’a göre 20 Ocak 2009 günü işbaşı yapan ABD Başkanı Barak Hussein Obama’nın ataları (çok değil 77 yıl önce) henüz insan kabul edilmemekteydiler ve yerleri goril ile beyaz insan arasındaydı...

1932 yılında yayınlanan ABD sözlüklerinde Fransız sözlükleri benzeri şeyler var mıydı, bilemem. Ama 1932 yılında Afro-Amerikalıların toplumsal yerleri Larousse sözlüğünü doğrulamaktaydı.

“Zenci”den “Afro-Amerikalı” tanımına giden ve ulaşan yol bir bakıma hem uzun hem de kısa.

İç Savaşı ve daha sonra Kara Derili hareketlerini bir yana bırakım, Barack Hussein Obama’nın doğduğu (1961) 60’lı yıllarda, beyazların boku daha değerli olduğu için, ataları beyazların girdiği helaya bile girememekteydi. Lokantaları falan bir yana bırakalım...”]

Neden bu alıntı?

Fransız “Le Robert” sözlüğü ırkçılık anlamına gelen “Le Racisme” sözcüğünün, ırk anlamına gelen “Le Race” sözcüğünden 1930 yılında türetildiğini yazıyor. Irkçı anlamına gelen “Raciste” isim ve sıfatı da gene 1930 yılında kullanılmaya başlamış. Yani 1930 yılından önce ne ırkçı, ne ırkçılık sözcüğü var. Bu nedenle insanlar ırkçılığın ayıp bir şey olduğunu henüz bilmiyorlar.

Hitler’in Mein Kampf‘ı 1925 yılında yayınlanmış, ırkçılık ve ırkçı sözcükleri 1930 yılında piyasaya çıkmış ama 1932 yılında yayınlanan Larousse sözlüğünün ırklar hiyerarşisi maddesinde bir zenci kafası, goril kafası ile Avrupalı kafasının arasında yer almakta...

Psikiyatri kliniği

Edebiyat (şiir, roman, öykü) ve sanat (resim, heykel, müzik) yazar ve sanatçılar için bir tür psikiyatri kliniğidir.

Ama “yazmak”, bilim adamları, sosyologlar, tarihçiler, siyasetçiler ve gazeteciler için kesinlikle psikiyatri kliğini olamaz. Olmamalı! Hobi de olamaz.

Ama ve ne yazık ki artık ülkemizde yazma eylemini pskiyatri kliniği yerine koyan zibil gibi tarihçi, sosyolog, siyaset bilimci, gazeteci, liberal allame ve kokmuş solcu var.

Bunlardan biri de Ayşe Hür. Her yazısından bilinç altının hezeyanları fışkırıyor. Yazmadan önce bir intikam konusuna karar veriyor. Sonra, iddiasını kanıtlamak için geçersiz belgeler, zamanaşımına uğramış kanıtlar arıyor. 3 Şubat tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan “Ne Mutlu ‘Türküm diyene’ mi? Ne Mutlu ‘Türk olana’ mı?” başlıklı yazısında Atatürk’ün, Mahmut Esat Bozkurt’un ne korkunç ırkçılar olduğunu kanıtlamaya karar vermiş. Konuşmalardan yaptığı alıntılar 1921, 1923, 1925, 1926, 1930 ve 1932 yıllarına ait. Bu tarihlerin beşi ırkçı ve ırkçılık sözcüklerinin kullanılmaya başlamasından önce, biri iki yıl sonra. 1932 yılında yayınlanan Larousse sözlüğünün zencilere ne muamelesi yaptığını hatırlayalım.

Irkçılık kanıtları

“Üç buçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak yaşıyorduk... O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz.” (Mustafa Kemal, Ekim 1922)

“Bu memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır.” (Mustafa Kemal, 8 Nisan 1923)

“Ey Türk gençliği muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” (Mustafa Kemal, 20 Ekim 1927)

“Kürtler hayatlarında acımanın manasını öğrenememişlerdir. Hunhar, atılgan, vahşi ve yırtıcıdırlar. Çok alçaktırlar.” (Mahmut Esat Bozkurt, 1 Eylül 1930)

***

Ayşe Hür’ün bu yazısından önce, gene aynı gazetenin 27 Ocak 2013 tarihli sayısında yayınlanan “İdraksiz Türk’ten Türk Milleti’ne” başlıklı yazısında alıntı yaptığı Marko Polo 1270’lerde Kürtler hakkında şu gözlemde bulunuyordu:

“In the mountains of this kingdom live the people called Kurds [...] They are lusty fighters and lawless men, very fond of robbing merchants.” (The Travels of Marco Polo, The Penguin Classics, 1959. S.20)

“Il y a enfin une autre manière de gens qui habitent dans le montagne et qui s’appellent Card (Kurdes) , qui sont [...] très mauvaise race qui dépouille volontiers les marchands.” (Les livres de Marco Polo, Le Livre de Poche, Editions Albin Michel, 1955. S.88-89)

“Ve bu krallığın dağlarında Kürt denen insanlar yaşar [...] Cesur ve iyi okçulardır, ama çok kötü insanlardır, tacirleri rahatlıkla soyarlar.” (Marco Polo, Dünyanın Hikaye Edilişi, Harikalar Kitabı 1. Çeviren: Işık Ergüden. S.84)

Bu durumda, adamcağız (Marco Polo) 1270 yılında, bilmeden ırkçılığın atası oluyor.

***

Ayşe Hür’ün bunlar benzeri bir-iki alıntısı daha var. Mustafa Kemal’in, Mahmut Esat Bozkurt’un ağzından çıkan sözleri, bir tarih ve coğrafya ortamına oturtmadan günümüze taşıyor. O yılların ABD’sini, öjenizm (soyarıtımı) uygulayan İsveç’ini, Almanya, İtalya ve İspanyasını hesaba katmadan Mustafa Kemal ve arkadaşlarına utanmadan ırkçı damgasını vuruyor. Bütün yazıları böyledir, sanki intikam almaktadır. Tam anlamıyla patalojik bir durum.

Irkçı Ayşe Hür, gazete yazılarının ömrü 24 saat diye boş umuda kapılmasın. Bütün yazılarım mutlaka kitap olarak yayınlanıyor.


Kaynak: aydinlikgazete.com
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

ozdemirince.jpg


Pkk'yı maaşa bağlamalı (2)
12 Şubat 2013


“PKK’yı Maaşa Bağlamalı (1)” başlıklı yazıyı boşuna Aydınlık’ta aramayın. “PKK’yı Maaşa Bağlamalı”nın birincisi 28 Aralık 2007 günü Hürriyet Gazetesi’nde yayınlandı.

Peki bu yazı neden aklıma geldi? 1 Şubat 2013 tarihli Sözcü Gazetesi’nde bir haber okudum. MHP Genel Başkan Yardımcısı Emin Haluk Ayhan, hükümetin terör politikasını eleştirmiş ve şöyle demiş:

“Hükümet açılım denen rezaleti toplumu kabul ettirme gayretiyle toplum üzerinde psikolojik hareket uygulamaktadır. AKP bağımsız Kürdistan’ı inşa etmeye çalışıyor. Kabine değişikliği de buna hizmet ediyor. AKP, PKK’ya muhtaç hale gelmiştir. Dağda geçen sürelerin askerliğe veya emeklilik sürelerine sayılıp sayılmayacağının müzakere masalarına konu edilip edilmediğini kamuoyuna açıklamamaktadır.”

MHP Genel Başkan Yardımcısı Ayhan’ın demecini değerlendirmeden önce sözünü ettiğim yazıyı okuyalım:

PKK’yı maaşa bağlamalı!

[Adamın geçinmeye gönlü yoksa yedi dereden su getirsen de nafile! Demokratik Kitle Partisi KADEP’in Genel Başkanı Şerafettin Elçi de şu fersudesi çıkmış mantıkla “Mutlu olmak için Türk olmak şart mı ?” diye soruyor. Elbette şart değil, mutlu olmak için adam olmak ve mutluluğu hak etmek yeter!

Kürtçülüğün politik önderlerini, eşraf politikacılarını okudukça, dinledikçe insanın PKK’yı tercih edesi geliyor. Hiç olmazsa elde silah dağa çıkmışlar ve ayrılıkçı programlarını ilan etmişler. Kürtçü mütegalibe ile, gazetecilere tercüman tavsiye edenlerle, beşinci kol gibi çalışan demokrasi mütteahhitleriyle uğraşmak çok daha zor.

Paslar Alçı’dan şutlar Elçi’den

Kürtçü eşrafla uğraşmanın ne ölçüde zor olduğunu anlamak için, Nagehan Alçı’nın Şerafettin Elçi ile yaptığı söyleşiyi okumak yeter (Akşam, 3.12.2007) Alçı top kaldırıyor, Elçi de yaradana sığınıp sallıyor.

[Nagehan Alçı : “Sizce ‘Ne Mutlu Türküm diyene’ şovenist milliyetçiliğinin ürünü mü ?”

Şerafettin Elçi : Müthiş ! Sen niye mutlu olmak için Türk olmak zorundasın ? İnsanın mutlu olması için illa Türk olması şart değil. Vatandaş olması yeterlidir.]

İyi de, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına ‘Türk’ denmez de ‘Eskimo’ mu denir ? Mantığa bak ! Aslına bakarsanız “Türküm diyen” mutlu olabilir, ama “Türk”ün mutlu olması olanaksız. Sorun Kürtçü mütegalibe tarafından “demek” ile “olmak” mastarları arasına sıkıştırılırsa PKK ne silah bırakır ne de teslim olur.

[Nagehan Alçı : Yani ‘Ne mutlu Türkiyeliyim diyene’ desek problem kalkar mı?

Şerafettin Elçi : Tabii kalkar. Mesela Suriye’ye bakalım. Bir Kürt Suriyeliyim demekten gocunmaz. Çünkü Suriyelilik Kürtlüğü inkar etmiyor, bir coğrafya ismi.]

Saçma sapan sorular sorup saçmalamaya hazır Şerafettin Elçi’yi şahlandıran Negahan Alçı sorması gereken en saçma soruyu sormuyor:

“Kürtler Türkiyelidir desek PKK dağdan inip teslim olur mu ?”

Türk ordusu silah mı bıraksın?

Demokrasi müteahhitleri de “Silahlar bırakılmalı !” diyorlar. Peki kim silah bırakacak, PKK ile TSK birlikte mi silah bırakacak? PKK’nın silahsızlanmasına ‘silah bırakmak’ denmez; “silahlarını teslim etmek” denir. Eyleme katılanlar ve katılmayanlar sınıflandırmasını bir yana bırakalım. Anlaşılan bu ayrım fala bakarak, remil atarak yapılacak.

Gelelim alınması gereken sosyal ve ekonomik önlemlere: Bu da kolay! AKP, Osmanlı Sultanı usulü bir af çıkartır; PKK elde silah düzlüğe iner, onları temizleyip yağlar ve bir zulaya kaldırır; AKP hükümeti Vekiller Divanı’ndan PKK’lılar için yeterli kadro ile beraber bir intibak kanunu çıkartır. Buna göre, dağda kaldıkları süre göz önünde tutularak teröristlerin kadro intibakları yapılır ve maaşa bağlanır. Tabii, ayrımcılık yapmamak için AKP belediyeleri, bu PKK’lılara da aynî yardım yapar; onları da horantadan sayıp erzak çuvalları dağıtır. “Sosyal ve ekonomik haklar” dedikleri zaman bu türden işler geliyor aklıma!

Hükümetin eşkiyayı dağdan indirme projesine gelince: PKK yönetimiyle anlaşmadan bu iş nasıl olacak ? Yönetim yerinde durursa bir nefer kadrosu gider yerine başkası gelir. Önemli olan lider kadronun dağdan inmesi. Nasıl indirilecek ?]

Değerlendirme

MHP Milletvekili Ayhan,“Hükümet açılım denen rezaleti topluma kabul ettirme gayretiyle toplum üzerinde psikolojik hareket uygulamaktadır” diyor ama ben buna katılmıyorum. Yazım 6 yıl önce yayınlanmış. O günden bu yana ne yazık ki durum değişmedi. “PKK’yı Maaşa Bağlamalı” işin ve sorunun ironik yanı.

“Türk” sözcüğü Kürtleri temsil eden taraf için aşılmaz bir sorun olarak görünüyor. Ama anayasa ve yasalarda geçen Türk sözcüğü bir ırkını temsil etmiyor. Devletin adıyla ilgili bir “entité” (zatiyet), yani devlet gibi, vatan gibi “bireyliği olan bir varlık gibi düşünülen şey.”

Ancak geçinmeye gönlü olanlar anlar!

Kürt dili, devlet kurmak, yasa çıkarmak, bilim yapmak için yeterli mi değil mi? Buna karar vermek muhataplarına ve üçüncü kişilere düşmez. Bu hak Kürtlerindir. Ancak görüşmeler Gordium’da düğümleniyor. Coğrafi ya da idari Kürt bölgesinde “Anadilde öğretim” üniter devlet anlayışıyla bağdaşmaz. Kürtler ayrılmak istemiyorlarsa anadilde öğretim (tedrisat) taleplerinden vaz geçmek zorundalar. Bu tarz öğretim ancak federasyonda ve doğal olarak ayrı bir devlette mümkün. Üniter devlette Kürtçe öğretim (tedrisat) nasıl yapılabilir? (Kürtçe elbette öğretilebilir.) Bu sorunu çözmek AKP Hükümeti’ne düşer. Bitirken şunu söylemek istiyorum: Herkes, CHP Milletvekili Prof.Dr. Birgül Ayman Güler’in “Türk ulusuyla Kürt milleyeti eşit olamaz” cümlesini diline dolamış, ver yansın ediyor. Ama bu cümlenin, aynı zamanda, “Türk ulusuyla Türk milliyeti eşit olamaz” anlamına da geldiğini hiç aklına getirmiyor.


Kaynak: aydinlikgazete.com
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

ozdemirince.jpg


ULUSALCILIK MİLLİYETÇİLİK DEĞİLDİR
(13 Şubat 2013)

Sözlüklerde “ulus” sözcüğünün eşanlamlısı olarak “millet” diye yazar. İkisinin de Fransızca ve İngilizce karşılığı “nation” sözcüğüdür. Bu bağlamda benim için bir sorun yok.

Benim için sorun “milliyetçilik” anlamına gelen “nasyonalizm” (“nationalisme”) sözcüğünde. Çünkü Nasyonalizm (milliyetçilik) sözcüğü, Alman Nasyonal Sosyalist Partisi (NAZİ) yüzünden çok kirlendi. Bu nedenle milliyetçilik sözcüğünü kullanamam.

Türkiye’deki ırkçı Pantürkist ve Turancılık akımlarının irredantist (irrédentiste) politikaları yüzünden Milliyetçi sözcüğünü kullanamam. (İrredantizm: Yurt dışında kalmış soydaşların yaşadığı toprakları anayurda katma doktrini.)

Sözcükler anlam değiştirir

Bütün dillerde sözcükler anlam değiştirir, yan anlamlar yaratır. O zaman sözcüklerin içeriği de değişir. Türkçeden üç örnek verelim:

1.Beğeni: Türk Dil Kurumu’nun sözlüklerini açıp bakacak olursanız, karşılık olarak “zevk” sözcüğünü bulursunuz. Ama dil bilincine sahip birkaç edebiyatçı dışında “beğeni” sözcüğü “beğenilmek”, “takdir edilmek” anlamında kullanılıyor. Ben beğeni sözcüğünü kullandığım zaman yanına parantez içinde “zevk” diye yazıyorum.

2.Söylem: Bu dilbilimle ilgili sözcüğün yabancı dillerde karşılıkları şöyle: “Diskurs” (Almanca), “Discours” (Fransızca), “Discourse” (İngilizce), “Discourso” (İtalyanca).

Bu sözcük başlangıçta, dilbilimciler ve poetika yazarları tarafından bu anlamlarda kullanılıyordu. Ama enteller (intelektüeller değil), siyasetçiler, gazeteciler ve televizyoncular “söz, konuşma, laf” anlamında kullanmaya başladılar. Geçen yüzyılın en büyük düşünürlerinin başında gelen Mikhail Bakhtin’e göre: “Söylem” toplumsal bir olgudur. “Toplumsal öbeklerin, kuşakların, dönemlerin özel bir bilgi ya da iletişim alanında kullandıkları özel dile söylem denir.” Edebiyat alanında “üslup“ anlamına da gelir. Siyasetçilerin “Söz, konuşma ve laf” anlamında kullandığı “söylem” ile aralarında hiçbir ilişki yoktur.

3.Gerçekleştirmek: Bu fiil artık “yapmak” fiili yerine kullanılıyor. Ama, sözlüklerde birden fazla karşılığı var: “Gerçekleşmesini sağlamak, gerçek durumuna getirmek, ortaya koymak, uygulamak, yapmak.” “Yapmak” fiilinin bu yazıya sığmayacak kadar çok anlamı var. Gazeteciler, yazarlar, editörler bir sözlük açıp baksınlar.

“Toplantı” yapılır, gerçekleştirilmez. “Maç” yapılır ama gerçekleştirilmez. Yakında “Annem dolma yaptı” yerine “Annem dolma gerçekleştirdi” diyecekler. Derin sığlık, “Yapmak” fiilini dilimizden kaldırdı.

Bu türden onlarca örnek verilebilir. Dünyanın her yerinde “dil”i (lisanı) televizyoncular ve spor yazarları ve spikerleri bozarlar. Bizde siyasetçiler ve edebiyatçılar da geri durmuyorlar. Ayrıca siyasetçilerimizin yüzde 99’u Türkçe konuşmayı beceremiyor.

Gelelim Ulusalcılık’a

Bu yazının CHP’nin ulusalcı kanadıyla, İşçi Partisi’nin ulusalcılığıyla, ulusalcı gençlerle herhangi bir ilişkisi yok. Amaç: “Néologisme” (yeni sözcük) evresini çoktan geçip artık sözlüklere girme düzeyine gelen “ulusalcı”, “ulusalcılık” sözcüklerinin haklarını savurmak ve konuya bir açıklık getirmek.

Tahsin Saraç’ın Fransızca-Türkçe Sözlük’ünde “la Nation”un (1270) anlamı şöyle (sözcülerin yanındaki, parantez içindeki sayılar, kullanıma giriş tarihlerini gösteriyor):

1.Ulus, millet, halk: La nation turque: Türk milleti, Türk ulusu. 2.Kamu, toplum, topluluk.

“La nation” sözcüğünden türeyen sözcükler:

1.National (1550): Ulusal, milli. 2.Nationaliser (1842) : Millileştirmek, ulusallaştırmak. 3.la Nationalisation (1845): Millileştirme, ulusallaştırma (eylemi). 4.La Nationalité (1808): Ulus topluluğu, ulusal özellik, uyrukluk

Buraya kadar iyi, tehlike bundan sonra başlıyor:

1.National-socialisme: Nazilik, Hitlercilik, Nasyonal Sosyalizm. 2.National-socialiste: Nazi, Hitlerci, Nasyonal Sosyalist. 3.Nationaliste (1830): Milliyetçi, uluscu. 4.Nationalisme (1798): Milliyetçilik, ulusculuk.

Bütün dünyada ilk 4 sözcük sıkıntısızca kullanılıyor ama ikinci 4 sözcük son derece tehlikeli. Ancak iki grupta da sözcüklerin ırkçılıkla, etnik ayrımcılıkla hiçbir ilişkileri yok. Ama Nazilerin yaptıkları ırkçılığa giriyor. 1930 yılında ortaya çıkan Irkçılık başka bir sözcük: Rasist (Raciste, ırkçı), Rasizm (Racisme, ırkçılık). Irkçılık yasak ama milliyetçilik, ulusculuk yasak değil.

Ulusalcı ve Ulusalcılık’ın anlamı

Milliyetle ilgili sözcükler meşrutiyetlerden itibaren Türkçeye girdiler. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna, Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna kadar bu sözcüklerle ilgili bir sorun yoktu ama o tarihten sonra “Nasyonalist” ve “Nasyonalizm” sözcükleri aforoz edildi. Ama dikkat ederseniz “Ulusalcı” ve “Ulusalcılık”‘ın Fransızca karşılıkları yok.

Bu iki sözcük benim için hangi anlamları kapsıyor bakınız: Aydınlanmacı, sol, toplumcu, sosyal adaletçi, eşitlikçi, demokrat, cumhuriyetçi, laik, devrimci ve evrimci, dinin, askerin ve her türlü vesayetin karşıtı, sömürü karşıtı, çağdaş devletçi, antikapitalist, antiemperyalist, antirasist, feminst, antihomofobik, antiseksist...

“Ulusalcı” ve “Ulusalcılık” sözcükleri, dilimizdeki anlamlarıyla yakında başka dillere de girecek, dilciler kendi dillerinde yeni sözcük türetecekler.

Milliyetçi ve milliyetçilik, ulusalcı ve ulusalcılığın sahip olduğu anlamlardan neredeyse hiçbirine sahip değil. Laik, cumhuriyetçi, demokrat olmayan bol miktarda milliyetçi var. Ayrıca Türkiye milliyetçileri, tam anlamıyla laik, cumhuriyetçi ve demokrat değiller. Düşünsenize, R. T. Erdoğan, milliyetçi olduğunu söylüyor ve ulusalcılardan nefret ediyor. Bu kadarı yetmez mi?


Kaynak: aydinlikgazete.com
 

birazdahaderinmavi

Kahin
Yeni Üye
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,442
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
59
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

o. akbal, 'önce ekmekler bozuldu' diyor... kendisine hak vermekle birlikte, 'aynı anda kavramlar da bozulmaya başlamıştı' diye de ekliyorum...
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Cevap: Özdemir İnce (Aydınlık)

Ekli dosyayı görüntüle 1217

ÖZDEMİR İNCE/ Mahmut Esat Bey neden Bozkurt? (2)
(6 Mart 2013)

Mahmut Esat Bozkurt’un bütün öz yaşam öykülerinde her zaman şöyle bir cümle vardır: 1919’da yurdun işgali üzerine derhal İsviçre’den ayrılıp arkadaşları Şükrü ve Kazım Nuri Bey’lerle Anadolu’ya dönüp Kuşadası bölgesinde Kuvvayı Milliye’yi kurarak efelerle birlikte Milli Mücadele’ye katılmıştır.

Ama İsviçre-Kuşadası yolculuğunun sinematografik öyküsünü pek az insan bilir. Şimdi onu anlatalım:

Napoli’den Kuşadası’na

Yunan ayaklanmasında Mora’dan muhacir olan Hacı Mahmutzade’nin torunu Mahmut Esat ile arkadaşı Saraçoğlu Şükrü, İsviçre’den Napoli’ye trenle gelmişlerdir. Ancak Napoli’den Türkiye’deki İtalyan işgal kuvvetlerine silah götüren Lucciri adlı şilebe gizlice girerler, ambara gizlenirler. Şilep Ege sularına girerken şöyle bir telgraf ulaşır Roma’ya: “Lucciri gemisinde kaçak iki Türk, Mahmut Esat ve Şükrü isimli iki jöntürktür. Müşterek menfaatlarimiz açısından ne pahasına olursa olsun karaya çıkmaları mutlaka engellenmelidir. İmza: Venizelos.” Aynı saatlerde Paris’te Konferans Başkanı Clemenceau da bir başka telgrafı açıyordu: “Mahmut Esat ve Şükrü iki nüfuzlu jöntürktür, karaya çıkmaları behemehal engellenmelidir.”

Gizlice ve özgürce karaya çıkmaları engellendi. İtalyan işgal kuvvetleri askerleri arasında, Kuşadası’nda karaya elleri kelepçeli olarak çıktılar. Bekledikleri başlarına gelmedi. Kuşadası’ndaki komutan, Luca adlı teğmen Milliciler’in bir nedenden dolayı dostuydu. Onlara yardım etmekteydi.

Kaçak yolcuları İstanbul hükümeti adına teslim almaya gelen Kaymakam da Milliciler’e yakınlık duyuyordu. Öykünün bu bölümünde, Mahmut Esat ve Şükrü, nöbetçilerin gafletinden yararlanarak nezaretten kaçmış olurlar.

Mahmut Esat ertesi gün Cidal (Direniş) Cephesi’ne katıldı, müfreze komutanı oldu ve Yunan’a karşı çarpıştı. Millet Meclisi, kurtuluştan sonra bu genç hukuk doktorunun silahlı hizmetlerini unutmayacak, onu kırmızı yeşil şeritli istiklal madalyasıyla milis yüzbaşısı olarak ödüllendirecektir.

Lotus-Bozkurt davası

2 Ağustos 1926 günü gece yarısına doğru İstanbul’a gitmekte olan Fransız yolcu gemisi Lotus ile Bozkurt adlı kömür yüklü Türk gemisi, Midilli adası dolaylarında çarpışır. İkiye parçalanan Bozkurt gemisi batar ve gemide bulunan 8 Türk vatandaşı boğularak ölür.

Bundan sonrasını özetleyeceğim: İstanbul’a gelen Lotus’un yardımcı kaptanı Demons ile Bozkurt’un kaptanı Hasan Bey tutuklanır.

Görülen davanın sonunda yardımcı kaptan 80 gün hapis ve 22 lira para cezasına; Hasan Bey ise biraz daha fazla cezaya çarptırılır.

Türk mahkemesinin verdiği bu karar Fransa’yı fena halde öfkelendirmiş ve bu devlet diplomatik girişimlerde bulunmuştur. Amaç davanın Fransız mahkemelerinde görülmesini sağlamaktır.

Bu girişimler üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, 2 Eylül 1926 tarihinde, yargı yetkisi konusundaki uyuşmazlığın La Haye Adalet Divanı’na götürülmesi teklifini reddetmeyeceğini açıklamıştır. Davanın bu bölümü epeyce uzun. Fransa, yetkinin kendi mahkemelerinde olduğunu iddia etmekte ve Türk tarafından tazminat talep etmektedir.

Mahmut Esat Bey 23 Kasım 1924’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı’dır. Bir gece, Mustafa Kemal Paşa ve genç Adalet Bakanı dava üzerinde baş başa çalışmaktadırlar. Mahmut Esat Bey, Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle der:

“Paşam, izin verin Lahey Divanı’na gidelim. Kim haklı kim haksız orada belli olsun. İzin verirseniz davamızı orada ben savunayım. Fransızların istediğini yapar da bunları salıverirsek Fransız’ın karşısında boyun eğmiş olacağız. Halbuki Lahey’de kaybetsek dahi uluslararası bir mahkemenin hükmüne uymak büyüklüğünü göstermiş oluruz. İzin verin Lahey’e gidelim. Ben orada savunmayı üstleneyim. Eminim kazanacağız... Kaybedersem geri dönmeyeceğim Paşam.”

Mustafa Kemal Paşa’nın cevabı: “Güle güle git! Kazanacaksın. Kazanmasan da bu millet seni gene bağrına basacaktır Mahmut. Müsterih ol!”

Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey’in yanındaki güçlü heyet ile bindiği tren Avrupa’ya doğru yol alırken, Türk gazeteleri onun demecini yayınlıyordu:

“Kapitülasyonlara alışık olanlar bilmelidir ki Türk devleti esir devletleri alakadar eden en küçük bir ananenin iddiasına muvafakat edemez. BİZ HAKKIMIZI MÜDAFAA EDİYORUZ!”

***

Lahey Adalet Divanı’nın kararının birinci maddesi şöyledir:

“2 Ağustos 1926 tarihinde Fransız Lotus gemisi ile Türk Bozkurt gemisi arasında meydana gelen çarpışma sonucunda ve Fransız gemisinin İstanbul’a ulaşmasının ardından Türk kanunlarına göre Lotus gemisinde nöbetçi kaptan olan Demons aleyhinde Bozkurt yolcularından sekiz Türk vatandaşının ölümü dolayısıyla ceza tatbikatı yapmakla Türkiye, 24 Temmuz 1923 tarihli İkamet ve Yargı Yetkisi Hakkındaki Lozan Sözleşmesi’nin 15.maddesine ve uluslararası hukuk ilkelerine aykırı hareket etmemiştir.”

Bozkurt-Lotus davası Uluslararası Hukuk kitaplarında başlangıç dava olarak ele alınmaktadır. Bu karar ile Osmanlı’yı inim inim inleten kapitülasyonların önü uygulamada da kesinlikle kapanmıştır.

Mora Muhaciri Hacı Mahmutzade’nin torunu Mahmut Esat Bey’in soyadı işte bu görkemli hukuk zaferinden dolayı Bozkurt’tur.

Zibidi tayfasının diline doladığı Bozkurt soyadını Mahmut Esat Bey’e Tarih ve Hukuk adına Mustafa Kemal Paşa vermiştir.

Mahmut Esat Bozkurt’u yeterince takdim ettiğimi, en azından hakkında merak uyandırdığımı sanıyorum. Şimdi sıra bu yiğit insana atılan iftiraların suratına tükürmeye geldi.

NOTA BENE:

Merak edenlere, Mucize Özünal’ın “Mahmut Esat Bozkurt, Kalpak ve Kartal” (Tudem Yayınları) adlı belgesel romanını salık veririm. Ben çok bilgilendim ve yararlandım.



Kaynak: aydinlikgazete.com
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
ozdemirince.jpg


Akademik sefalet üzerine (1)



15 Şubat 2013 tarihli, “Cehaletin Rönesansı” adlı yazıma şöyle başlamıştım.

“Bu adamlarda kele sürülecek akıl yok. Yobazlardan sö**z ediyorum ama kimi profesörcüler, çürümüş solcular ve gazete yazıcıları daha iyi durumda değil!”

CHP Milletvekili Birgül Ayman Güler gayet doğru ve haklı olarak “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” dedi. Sonra bu cümlenin ne anlama geldiğini bir güzel açıkladı. Ben de, kalın kafalılar anlasın diye “Türlü” yemeği metaforuyla anlattım vaziyeti. Aradan bunca zaman geçmesine karşın hâlâ, “Türk ulusu ile Kürt milletinin eşit olmadığı”nı söylediğini yazan kalemşorlar var. Yahu “Milliyet” nerede “Millet” nerede?

Böylesine körlük ve bönlük ancak cehaletin Rönesans dönemlerinde olur.

***

Prof.Dr. Birgül Ayman Güler’in konuşmasını fırsat bilip CHP ve ulusalcılar üzerine sefere çıkan Başbakan, bir uyarı almış olmalı ki:“Mardin Kızıltepe’de bir ifade kullandım. Aynı ifadeyi bugün İstanbul’da da söylüyorum: Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına almış bir iktidarız [...] Kızıltepe’de ayaklarımın altındadır’ dediğim milliyetçilik, etnik kökene dayalı milliyetçiliktir, ırkçılıktır, kafatasçılıktır.” (Milliyet, 24.02.13) dedi.

***

Hızını alamayan Başbakan Erdoğan, CHP’nin, Cumhuriyet’in kurucularının ve özellikle Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ne mel’un ırkçılar olduğunu kanıtlamak amacıyla, bu kez, eline (galiba) Türk Antropoloji Enstitüsü tarafından yayınlanan bir kitap alıp kafatası fotoğrafları gösterdi. Güya Cumhuriyet, Anadolu ve Trakya’dan binlerce kafatası toplattırıp ölçerek Türk ırkçılığı yapıyormuş.

Bu zırvaya, A. M. Celâl Şengör, 1 Mart 2013 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, hak ettiği cevabı görkemli bir bilimsel şiddetle verdi.

İktidar ve akademiya


Türkiye medyasının kültür ve akıl düzeyi belli, ortalamanın çok altında. Özellikle de düzeyleri sıfırın altında gezinen “tutma” köşemenler. Adamdan sayılmadıkları, gelecekte hesap verecekleri herhangi bir standart enstitüsü bulunmadığı için geçelim bunları.

Üniversite millet, ulus, milliyet, etnisite, ırk, ırkçılık, antropoloji, etnografya gibi, akademinin ders, seminer ve doktora alanlarına giren bu konularda nasıl susabilir?

Bu memlekette YÖK ve üniversitelerarası kurul yok mu? Otorite olması gerektiği bilgi alanında neden susuyor? Başbakan ve iktidarından korktukları için mi? Bence Başbakan’ın horozlandığı konularda, medrese hocalarına benzeyen üniversite öğretim üyelerimiz de en azından onun kadar bilgisiz.

İnsan, utanır, bu konularda ciddi bir kitap bulur okur, internete bakar. Tıpkı benim yaptığım gibi. Beyin bilgi salgılamaz. Akü gibi dolduracaksın.

Yabancı “Etni” sözcüğünün ve türevlerinin (etnik, etnisite) geldiği yer Grekçe “ethnos” sözcüğü. Ancak bu sözcük siyasal bir gösterge değildir. Günümüzde grup, tür, ırk, kabile kavramlarını kapsamamakta ve içermemektedir. Yani ve özetle, günümüzde, etniklik, etnisite ile ulus ve millet arasında herhangi bir anlamdaşlık ilişkisi bulunmamaktadır.

Suavi Aydın’ın “Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Üzerine” (Özgür Üniversite Yayınları) adlı kitabından anlamlı ve kapsamlı bir alıntı yapıp bu konuyu kapatacağım:

“Ulus büyüklüğünde bir tek kimlik referansının ve bu büyüklükte türdeş, dayanışmacı ve ahenkli bir toplumsal örgütlenmenin hayatta karşılığı yoktur. Böyle bir karşılık olmadığı içindir ki, Aydınlanma felsefesi ‘toplumsal sözleşme’ kuramına yönelmiştir.” (s.66)

Ulus kavramının varsayımsal olması biraz kafa karıştırabilir ama yazar, bereket versin, toplumsal sözleşmeye atıfta bulunuyor.

Kayıtlı plak

Yeni Şafak (07.03.13) gazetesi, kendi tanımlamasıyla “Anayasa Hukuku Uzmanı”, Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Serap Yazıcı ile yapılan bir söyleşi yayınladı. Konu hazırlanmakta olan sivil (!) anayasa. Prof.Dr. Yazıcı’nın yazıları ve konuşmaları güven vermez. Nesnellik ve esneklikten uzak görünür. Sanki CD’ye kayıtlı bir tarzda konuşur.

Bu konuşmasında da aynı tavrı buluyoruz. Sadece bir tek ilginç görüşü var: “Anayasa’da vatandaşlık tanımına gerek yok” diyor. Böyle bir şey mümkün mü? Örnekleri varsa kuşkusuz mümkündür. Bu durumda, Anayasa uzmanı olduğuna göre, vatandaşlık tanımının yer almadığı anayasalardan bazılarını saymalı ki meslektaşlarının, ilgililerin ve ben fakir gibilerin inceleme fırsatı olsun. Ama, bir üniversite öğretim üyesine yakışacak şekilde konuşmuyor.

Kimliği ve niteliği belli gazete “Yeni anayasada ‘değiştirilmez’ denilen maddeler olmalı mı?” diye soruyor. Prof.Dr. Serap Yazıcı şöyle cevap veriyor: “Sadece 1. Madde’de yer alan devlet şeklinin Cumhuriyet olduğunu düzenleyen hükme değişmezlik izafe etmek yeterlidir.”

Böylece “laiklik” ilkesinin yer aldığı 2. Madde çöp tenekesini boylamış oluyor.

Mevcut anayasanın ilk üç maddesine benzer maddeler Fransa Anayasası’nın 89. Maddesi’nde yer alıyor:

“Ülkenin toprak bütünlüğünü hedef alan hiçbir değişiklik dava konusu yapılamaz” diyor yani “Ülkenin toprak bütünlüğünü hedef alan hiçbir değişiklik yapılamaz ve önerilemez” demek istiyor.

89. Madde’nin son fıkrası da şöyle: “Rejimin cumhuriyet şekli değiştirilemez.”

Şimdi bizim açıkgözler, “laiklik” ilkesi değiştirilmez maddelerde yer almıyor diye göbek atabilirler. Atsınlar! Ama kazın ayağı öyle değil. “Rejimin Cumhuriyet şekli”nin nitelikleri Fransız Anayasası’nın 1. Maddesi’nde yazıyor:

“Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyettir.”

Haydi kaldırın bakalım bu maddeyi. Bu maddeyi kimse kaldıramaz ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk üç maddesinin hiçbir insanoğlu kaldıramaz. Velev ki karşı devrimci, yeni bir 31 Mart darbesi olmasın, TBMM’yi dağıtıp, anayasayı ilga etmesin.

(Devam edecek.)
Kaynak:aydinlikgazete.com
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
ozdemirince.jpg

Akademik sefalet üzerine (2)
7 Mart 2013 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nin Prof.Dr. Serap Yazıcı ile yaptığı söyleşiye devam ediyoruz:

Gazete adına Burcu Bulut soruyor: “Anadilde eğitim konusunda uzlaşma olabilir mi?”

Her soruya ağzında hazır bir cevap bulunan Prof.Dr. Serap Yazıcı konuşuyor: “Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında. Ama tabii böyle bir hakkın anayasada zikredilmesiyle doğrudan çözüm bulunamaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olması gerçeğinden vazgeçecek değiliz. Anadilde eğitim iki toplumlu bir ülke yaratmaz, tam tersine bütünleşmeyi sağlar.”

Prof.Dr. Serap Yazıcı’ya olan borcumuzu ödemeden önce, 11 Eylül 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bu konuda yazdığım yazıyı birlikte okuyalım. Aynı yazıyı “Direnen Cumhuriyet” (Destek Yayınları, S.294) adlı kitabımda da okuyabilirsiniz:

Kürtçülük sorununun tersi ve yüzü (7)

İşe ayrılıktan başlamak: Biri siyaset araştırmaları koordinatörü, öteki araştırma direktörü olan iki zat Zaman Gazetesi’nde (04.09.09) “Kürtler, Türkleri ayrı bir devlet kurmak istemediklerine ikna edemiyorlar” diye bir başlık atmışlar. Bu türden örnekleri çoğaltabiliriz.

“İdraksız Türkleri” bir yana bırakın, tekil bir vatandaş olarak ben bile neye inanacağımı şaşırmış durumdayım. Bunun nedenini şimdi arz edeceğim:

***

Demokratik Toplum Partisi (DTP) Milletvekili Aysel Tuğluk diyor ki:

“Tek devlet, tek bayrak, bunlarla bir sorunumuz yok. Ama içindeki halkların barıştırılması ve onların haklarının güven altına alınması gerekir. Eğer bu süreç de tıkanırsa, o zaman başka seçenekler de tartışılır. Kürtler de ayrılığı tartışmaya başlayabilir.” (Milliyet, 02.09.09)

Aynı Aysel Tuğluk, Ruşen Çakır’a açıklama yapıyor: “Tuğluk bana bu tesbitin bir ‘tehdit’ gibi sunulmasından çok üzüldüğünü belirtip şöyle devam etti: ‘Bu bir öngörüdür ve halen aynı fikirdeyim. Bu seçenek politik Kürt kitlesinin gündemindedir. Tartışılmaktadır. Yanlış bulunabilir, gerçekçi değerlendirilmeyebilir ama bir seçenek olarak yedekte tutulmaktadır.” (Vatan,04.09.09)

Bayan Tuğluk’un dediğine bakılırsa, Cumhurbaşkanı Gül bile bu türden bir konuşma yapmış.

Kürtçülük cephesinde “ayrılıkçı” avına çıkılmasına gerek yok. Bayan Tuğluk, bu seçeneğin politik Kürt kitlesinin gündeminde olduğunu söylüyor.

***

Öte yandan, Zaman Gazetesi’ne göre, CHP Genel Başkanı Baykal’ın da aralarında bulunduğu, okulda Kürt dilinde eğitime karşı çıkanlar için “sivri zekâlı” deyimini kullanan Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk başka türlü konuşuyor:

“Yine bazı sivri zekâlılar çıktı ve ‘Eğitim, kültür ve dil hakkı verirsek Türkiye bölünür’ dedi. Emin olun ki Kürtler Türkiye’yi bölmez.” (Zaman, 04.09.09)

O sivri zekâlıların önde gideni benim, okullarda anadilde eğitim-öğretimin ülkeyi böleceğini 2000 yılından bu yana yazıyorum. Ama “Eğitim, kültür ve dil hakkı verirsek Türkiye bölünür” demedim. Böyle konuşanı duymadım, yazanı okumadım. Ahmet Türk doğru konuşmuyor. Ahmet Türk’e bir sorum var: Elbette bir torunu vardır. Bu torun anaokulunu, orta ve liseyi, hukuk fakültesini Kürt dilinde okusa, nerede iş bulup çalışacak ? Yargıç ya da avukat olsa yargı dili Kürtçe olmadan ne yapacak ? O zaman yargı dili de Kürtçe olsun diye tutturacak. Bütün meslekler için de durum aynı. Torunu tıp fakültesini üniter devlette Kürtçe mi okuyacak? Eğitim dili Kürtçe olursa, üniter yapı sona erer. Bu konuda iyice düşünmeli!

***

Görüyorsunuz: Bir DTP’li ayrılık olasılığından söz ediyor. Bir başkası böyle bir olasılığın olmadığını söylüyor. (“Bir”i bin ve on bin, yüz bin olarak da düşünebiliriz!) İdrakli ve idraksiz insanlar kime inanacak?

Bence görüşmeler açık arttırma yöntemiyle değil, açık eksiltme yöntemiyle yapılmalı. Görüşmelere ayrı devlet maddesinden başlayarak, konfederal devlet, federal devlet, özerk devlet ve üniter devlet maddelerine geçmeli. Üniter devlet dışındaki olasalıkta, kuşkusuz, Batı’da yaşayan Kürt kökenli, Doğu’da yaşayan Kürt kökenli olmayan T.C vatandaşlarının durumu da tartışma konusu olacaktır.

3 yıl 6 ay 18 gün sonra

Okuduğunuz yazının yayınlanmasından günümüze kadar 3 yıl 6 ay 18 gün geçmiş. 2000 yılından bu yana hemen hemen aynı şeyleri tekrarlıyorum.

Örneğin 09.08.2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde şunları yazmışım:

“KİMSE bir şey öğrenmiyor: Kopenhag Kriterleri’nin açıklanmasından bu yana yazıyorum: Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri anadilde öğretimi değil, fakat anadilin özgürce öğrenilmesinin önündeki yasal engellerin kaldırılmasını istiyor.”

Bizim elimizde, anadil konusunda sadece Kopenhag Kriterleri var. Orada, bütün tedrisatın, (öğretimin) anadili devletin resmi dilinden başka bir dil olması durumunda, bu dilde (örneğin Kürtçede) yapılması gibi bir hak bulunmuyor. Ama, Kopenhag Kriterleri, o anadilin (örneğin Kürtçenin) özgürce öğrenilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır, diyor.

***

“Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında” diyen Prof.Dr. Serap Yazıcı bu iddiasını neye göre yapıyor? Bu sadece kendi düşüncesi mi, yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı herhangi bir uluslararası sözleşmede mi yer alıyor?

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”ne ve “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi”ne baktım: Prof.Dr. Serap Yazıcı’nın dediği gibi “Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında” yer almıyor. Kendisinden özellikle rica ediyorum: Bu hak adını andığım uluslararası iki temel belgede yer almıyorsa, dayandığı belge ve kaynağı lütfen açıklasın; Kürtleri boş yere umutlandırmasın.

Açıklamazsa, yazımın başlığı haklı olur!

(Devam ediyor.)
Kaynak: aydinlikgazete.com
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Etnik yapı denen şey nedir?
Gazetelerin yazdığı gibi: CHP Milletvekili Prof.Dr. Birgül Ayman Güler’in “Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’ ve ‘bağımsızcılık’ diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” sözleri önce TBMM’yi, ardından Türkiye’yi sarstı.

Vikipedi’ye baktım. “Boşnak asıllı Türk” olduğunu özenle belirtmiş.

“Birgül Ayman Güler (d. 1 Haziran 1961, Bergama, İzmir), Boşnak asıllı Türk akademisyen, yazar ve siyasetçi. 2002 yılında Yönetim Bilimi alanında Profesörlük ünvanı aldı. Yayınlanmış çok sayıda kitabı ve makalesi bulunmaktadır. 24. Dönem İzmir Milletvekili olarak TBMM’ye girdi.”

***

Daha sonraki tartışmalarda, Birgül Ayman Güler’in bir akademisyen olduğunu belirterek terminolojiyi doğru kullandığını söylediğini anımsayalım.

Evet, Birgül Ayman Güler yüzde yüz haklıdır ve onu ırkçılıkla, ayrımcılıkla suçlayanların tamamı cahildir, fitneci ve fesatçıdır.

Okuyup yazalım

Ali Tayyar Önder’in “Türkiye’nin Etnik Yapısı” (Fark Yayınları) adlı bir kitabı var. Oradan okuyup yazalım:

“Etniklik birçok farklı ölçüde tanımlanabilen esnek bir kavramdır. Genel olarak, benimsedikleri soy (köken), dil, din ve sahip oldukları kültür itibariyle diğer gruplardan farklı olan gruplar etnik olarak nitelenir. Etnik kimlik, temelde, kültürel bir olgudur. Dolayısıyla, kültürün temel ögeleri olarak, dil ve dini inanç etnikliğin dışa dönük önemli göstergeleridir. Ancak etnik kimliği belirlemede dil ve din birlikte önem taşıyabileceği gibi, ayrı ayrı da önem taşıyabilirler. Türkiye’de etnik gruplarda din ortak inançtır. Dolayısıyla ayırıcı nitelik dil farklılığıdır.” (s.1)

“Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da birçok yörede aşiret mensubiyeti, Türk, Kürt ya da Arap olmaktan önce gelir.”(s.2)

“Etnik kimlik, temelde, başta dil ve dinî inanç olmak üzere, töre, gelenek, ortak değerler gibi kültürel ögelerin belirdiği bir olgudur. Dolayısıyla etnik kimliğin genetik, biyolojik, ırkî bir temelde tanımlanması bilimsel gerçekliğe aykırıdır.” (s.2)

“Toplumsal alanda etnik grup kimliği iki farklı “bakış”a bağlı olarak farklı tanımlanabilir:

a) Emik Bakış: Bir grubun kendi kimliği ile ilgili kendi tanımıdır. Kendini ‘ne’, ‘kim’ olarak gördüğüdür. Emik bakışta etnikliğin ölçütü tamamen grubun kendi kabulüdür.

Doğu Anadolu’da kendini Kürt olarak tanımlayan unsurun, İstanbul’da yaşayan bölümünün bir kısmı, köken bilincine rağmen kendini Türk olarak tanımlamaktadır.

Etnik değerlendirmede bilimsel olarak geçerli olan kimlik tanımı emik bakışa dayalı kimlik tanımı ve bu tanımla belirlenen etnik grup nüfus ve sayılarıdır.” S.3,4)

b) Etik Bakış: Dışardaki bir grubun bir başka grubu tanımlamasıdır. Örneğin, Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu çok yanlış olarak, bütün Doğu Karadenizlileri Laz, doğuluların büyük bir bölümünü Kürt, Nusayrileri Arap olarak tanımlar.

Etik bakış, genelde, bilimsel temelden uzak, genelleme şeklinde kaba bir görüştür. Bu nedenle emik bakış kadar geçerli ölçülere dayanmaz. Dolayısıyla ülkenin etnik yapısının değerlendirilmesinde geçerli bir ölçüt değildir.” (s.5)

“Karadeniz bölgesi halkının Rize, Pazar, Arhavi, Hopa yöresi dışında ‘Laz’lığı kabul etmediklerini ve ‘Laz’ olmadıklarını ortaya koymuşlardır [...] Zazaları inceleyen ciddi bütün bilim adamlarının ortak görüşü Zazacanın Kürtçenin bir lehçesi olmadığı yolundadır. Bu görüşü paylaşanlar arasında Kürdolojinin babası kabul edilen Prof. V. Minorsky vardır.”(s.6)

Kimlikler

1. Üst Kimlik: Çoğu kez yanlış tanımlamakta ve kavram kargaşasına yol açmaktadır. Etnolojik olarak üst kimlik, aynı kökene sahip alt grupların ana kimliğidir. Bu anlamda Türklük; Kırgızlar, Özbekler, Kazaklar, Azeriler, Türkmenler, Yakutlar, Gagavuzlar vb. için üst kimliktir.

Ayrıca üst kimlik, bazı durumlarda, aynı coğrafyayı paylaşan, benzer kültüre sahip, tarihi paylaşımları olan, aynı kaderi yaşamış olan grupların temsili kimliği olarak da tanımlanır. Örneğin Çerkezlik, her biri farklı kökene ve dile sahip Adigeler, Abhazlar, Çeçenler, Ubikler, Ossetler, Dağıstanlılar, vs. gibi Kuzey Kafkasya topluluklarının üst kimliğidir.” (s.9)

2. Siyasi Anlamda Üst Kimlik: Farklı etnik gruplara mensup kişilerin, vatandaşlık bilinciyle benimsedikleri temsili ulusal kimliktir. Bu kimlik genelde, ülkenin kurucu egemen unsurunun kimliğidir. TC Anayasası’nın 66. Maddesi’nde de ulusal kimlik ‘Türk’ olarak bu anlamda tanımlanmıştır. Bu tanımda esas alınan ölçüt etniklik değil vatandaşlıktır.” (s.10)

3. Asli Kimlik: Kişinin özgür iradesiyle bilinçli olarak duyumsadığı, özümsediği kimliğin, kökeni ne olursa olsun, o kişi için bir üst kimlik değil, asli kimliğidir. (s.10)

***

Bilim böyle diyor: Ana Üst Kimlik ile Siyasi Üst Kimlik’in, ilgili bütün etnik kimlikleri kapsayıp içerdiklerini söylüyor. “Türk” ana üst kimliği ile “Türk” siyasi üst kimliği Türkiye’de yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bütün etnik kimlikleri içermekte ve kapsamaktadır.

Bilimsel olarak, “Kürt” etnik kimliğinin yeni anayasada “Türk” üst kimlikleriyle birlikte, eşit olarak anılması mümkün değildir! Çünkü bir üst kimlik değildir!

NOTA BENE: BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş siyasal zerafetten yoksun bir insan. Bildiri imzalayan 300 aydını, bildirilerini Hakkâri meydanında okumaya davet etmiş. “Sıkıysa” anlamında... Türkiye Cumhuriyeti’nin verdiği kimlik ve pasaportta “Türk” yazar. 300’ler de kendisine “sıkıysa bunu değiştir” diyebilir.
Kaynak: aydinlikgazete.com
 

birazdahaderinmavi

Kahin
Yeni Üye
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,442
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
59
ÖZDEMİR İNCE/ "Bir on altıncı asır vezirinin serveti ne idi?"

Perşembe, 26 Aralık 2013 04:23





Bu yazıyı aylar önce planlamıştım. Siyasetname adlı şiir kitabıma da giren "Vezirin Serveti"ni Reşat Ekrem Koçu'nun Osmanlı Tarihinin Panaroması adlı kitabından aktarmıştım, 80'lerin başında. Amacım, Prof. Dr. Ahmet Mumcu'nun Osmanlı Devletinde Rüşvet (Özellikle Adlî Rüşvet) adlı muhteşem kitabından hareketle, günümüzün rüşvet, irtikap ve ihalelerinin ahlaki kaynaklarını sergilemekti. Ne var ki irinli yara elini çabuk tutup patlatı ve ortalığı cerahat kokusu kapladı.

Bunda da bir hayır vardır deyip başlayalım:

***

["Müverrih Peçevili İbrahim Efendi, on altıncı asırdaki Türk azamet, şevket ve servetinden bir misal olmak üzere Sadrazam Rüstem Paşa'nın tereke defterinden alarak şu baş döndüren rakamları veriyor:

Her biri imzalı ve imzasız kıymetli bir hattat elinden çıkmış 8000 mushafı şerif; Her biri en namlı hattatların imzasını taşıyan cildleri pırlantalı 130 mushafı şerif; El yazması 5000 kitab ihtiva eden bir kütüphane; 179 nefer köle; 2900 baş cins at; 1160 baş katır; 80,000 sarıklık tülbend; 780,000 altın; Kıymetli kumaşlardan yapılmış 5000 hil'at; 1100 adet altın üsküf;

2000 zırh; 600 gümüş eğer; 500 elmaslı altın eğer; 130 çift altın üzengi; 860 adet kabzaları elmaslı kılıç; 1500 gümüş tuğulga (miğre); 1000 gümüş şeşber; 33 parça gayet kıymetli elmas; 1000 yük külçe gümüş; Anadolu'da ve Rumeli'nde 1000 çiftlik; Anadolu'da ve Rumeli'nde 467 çark değirmen;

Peçevili, Paşa'nın saraylarının ve çiftlik binalarının kıymetli döşemesi, dayaması, paha biçilmez halılar ve kilimler, binlerce top kıymetli kumaşlar, altın ve gümüş mutfak ve yemek takımları, kıymetli Çin, Japon, Türk porselen takımları;fildişinden, altından, elmaslı satranç takımları, altın ve gümüş şamdanlar ve "tuhaf ve tefarik" adı altında toplanan sair kıymetli eşya için "hesaba tutulmamıştır!" diyor. Bütün bunlarla beraber Rüstem Paşa'nın bıraktığı servet 50 milyon altını buluyordu.

Rüstem Paşa'nın aslı Hırvat idi; Osmanlı sarayına memleketinden bir devşirme oğlan olarak, belki de yalnayak getirilmişti!"] (Age.S.304)

***

["Hâdım Süleyman Paşa, Mısır valisi iken bir Hind denizi seferine çıkmış, Güçerat sahillerine kadar gitmiş idi. Ne miras bıraktığı bilinmiyor: yalnız yanında daima bin nefer tuvana ve şehbaz muhafız kölesi bilindiğinden bahsediliyor, bu bin delikanlıya en kıymetli kumaşlardan esvaplar kestirir, bellerine mücevherli altın kemerler bağlatır imiş... Hind seferinden dönüşünde gaza ganimeti olarak devlet hazinesine kilidlerine kurşun dökülmüş 300 sandık dolusu altın ve elmas göndermiş. Tabiî koca paşanın kendi hissesine ne ayırdığını soran olmamış..."] (Age.S.305)

***

"Rüstem Paşa, yaklaşık 1500 yılında Hırvat asıllı Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak Saraybosna yakınlarında bir köyde doğmuştu. Genç yaşta İstanbul'a getirilip devşirilen Rüstem Paşa Enderun'da eğitim gördü. Enderundan rikâb ağalığı ile çıktı. 1526 Mohaç Muharebesi'ne silahdar olarak katıldı. Bu seferden döndükten sonra birinci imrahor görevine tayin edildi. Üstün yetenekleri dolayısıyla Sultan Süleyman'ın gözüne girdi. Üçüncü vezir iken 26 Kasım 1539'da Şehzade Cihangir ve Şehzade Bayezid'in sünnet düğününde Kanûnî Sultan Süleyman'ın kızı Mihrimah Sultan ile evlendi. Bu nedenle 'damat' sıfatıyla anılır.

Padişaha damat olması söz konusu olunca Rüstem Paşa'yı çekemeyen rakipleri onun cüzzamlı olduğu dedikodusunu yaymışlardı. Bunun üzerine hassa hekimlerinden Mehmet Halife, bu söylentinin gerçek olup olmadığını araştırmak için paşayı muayeneden geçirdi. Muayene sırasında gömleğinde bir bit bulundu. O günlerdeki tip bilgisine ve halk inanışına göre bir cüzamlının üzerinde bit barınamaz olduğu kabul edilmekteydi. Gömleğindeki bit, cüzzamlı olmadığına delil olarak kabul edilerek evlenmesine izin verildi. Kısa dönemde devlet hazinenin doldurulmasına önem vermiş, bunun uzun dönemde nelere sebep olacağını düşünememiştir. Örneğin önce hass-ı hümayun ve sonra diğer hasları iltizam suretiyle işletmesi hazineye büyük gelir sağlamıştır; ama bu, toprakları işleten mültezimlerin toprakların verimliğini artırmak hatta aynı seviyede tutmak için yatırım yapmamalarına ve böylece zamanla tarım topraklarınin verimliğinin kaybolmasına neden olmuştur. İltizam satışlarında bir rüşvet şekli olan komisyon verilmesinin yaygınlaşması; hazineyi doldurmak için bahşiş, peşkeş vb. isimler takılan bir çeşit rüşvet alıp ve verilmesi usul haline getirmiştir. Bu türlü yolsuz kazanç kazanma ile kendi şahsi servetini de büyük miktarlara yükseltmiştir. Bu yolsuz kazancın yaygınlaşıp alışılır görenek haline girmesi, devlet kademesinde rüşvetin yaygınlaştırılması Osmanlı İmparatorluğu'nun içine bozulma tohumlarını atmıştır." (Wikipedi)

***

Muhteşem Süleyman'ın damadı Damat Rüstem Paşa'nın hayatı Osmanlı, devlet düzeni ile bürokrasisinin sefaletine tanıklık etmektedir. 50 milyon altınlık bir servet günümüzde kaç para etmektedir acaba? Bir hayır sahibi çıksa da terekesinden çıkan malların da tutarını bir hesap etse?

Damat Rüstem Paşa ile Mihrimah Sultan'nın çocukları oldu mu, o kadar servete ne oldu? Kitaplar ne oldu? Günümüzde yaşayan akrabaları var mı? Osmanlı İmparatorluğu'nda Kuruluş Dönemi 11,Yükseliş Dönemi 24, Duraklama Dönemi 54, Gerileme Dönemi 54 ve Çöküş Dönemi 74 olmak üzere toplam 217 sadrazam görev almıştır. Bunlardan kaçının ailesi günümüzde devam etmektedir?
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst