- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 22 Şub 2009
- Mesajlar
- 426
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 52
Yunus Emre ve Dervişlik:
Yunus Emre’nin dervişliği şairliğinden ayrılmaz. Şiirleri inancının, dünya görüşünün, yaşama üslubunun dile gelmesidir.Hayatını yaparak, hatta belki yaparken şiirini de yapmıştır Yunus. Nice şairler gibi yaşadığı başka, söylediği başka değildir. Bir yolun, bir kavganın sözcüsüdür. Hakkın ve halkın hizmetinde olanların yoldaşıdır. Dervişlik, dinlerin, mezheplerin hatta tarikatların az çok dışında, belli kuralları, kitapları da olmayan bir ahlak okulu, bir insanlık disiplinidir diyebiliriz. Ana ilkesini kendini bilmek ve yenmek diye özetleyebiliriz. Kaynakları Hıristiyan, Yunan ve Hint felsefelerine kadar giden, benzerleri her çağda ve her yerde görülen bu okulun başlıca özelliği yaşanan, uygulanan, gündelik hayatın her yönüne indirilen bir felsefe olmasıdır. Bu bakımdan dervişler çağımızın existentialistlerini –varoluşçularını*- uzaktan andırır. Existentialisme de yaşanmayan, kitaplarda kalan, günün sorunlarıyla ilgilenmeyen kuru akılcı felsefelere ve ahlak öğretilerine karşı bir tepkidir. Dervişler üstüne uydurulan nice masallar da gösteriyor ki, Anadolu’da bir zamanlar kimbilir ne acayip kılıklarla dolaşan, akıllı mı deli mi olduğu kestirilemeyen bu insanlar çevrelerini şaşırtmış, yadırganmış, ayıplanmış, sövülmüş ama er geç, ya da yer yer sevilmiş ve sayılmış insanlardı. Elbet bu okulun da bütün okullar gibi bir moda yönü olmuş, sahtecileri türemiş ve zamanla gerçek niteliği unutulmuştur. Nitekim dervişlik aslında uyduluklara, düşünce ve yaşama kalıplarına, padişaha, hatta Tanrı’ya karşı bir insan diretmesi olduğu halde sonraları, dünyadan elini eteğini çekmiş, ne verirsen ona razı, elde tespih dilde dua, boynu kıldan ince, her kadere boyun eğmiş insanlara maledilmiş. Sıkı bir ahlak disiplinine girip ölüm korkusunu yenen Epikurosçuların* sonradan keyif düşkünü sayılmaları, Yunus’un çağındaki Kalenderilerin bugün kalender sözünün anlattığının tam tersine başlarını vermek pahasına sakallarını kesen insanlar olmaları gibi. Asıl İsa da işkenceye boyun eğen değil bezirganları tapınaktan koğan İsa’dır. Benim bu su götürür, yadırganabilir görüşümden sonra dervişliğin ne olduğunu da önce masallara sonra Yunus’a soralım.
Peygamber Tanrı’nın sevgili kulları olan dervişleri görmek istemiş, toplandıkları eve gitmiş, kapıyı çalmış, açmışlar, kimsin diye sormuşlar kendisine, o da: Peygamberim, demiş. Koca peygamber bu kapıdan sığmaz, güle güle deyip kapıyı yüzüne kapatmışlar. Uzaklaşırken, gökten bir ses: Ya Muhammed, vaz geçme, dön bir daha çal kapılarını, demiş. Peygamber bir daha gitmiş. Kimsin diye sormuşlar dervişler. Bu sefer de ben Tanrı’nın elçisiyim demiş. Öyle ulu kişi buralara sığmaz, hem bizim elçilerle işimiz yok demişler, kapamışlar yine kapıyı. Çaresiz uzaklaşırken, yine bir ses göklerden: Ya Muhammed, dön bir daha dene, demiş. Dönmüş Muhammed, bir daha çalmış kapıyı, açıp sormuşlar yine kimsin diye. Bu sefer Muhammed: Yoksulların hizmetçisi diye karşılık verince kapı sonuna kadar açılmış: Merhaba, hoş geldin, buyur, baş üzre yerin var deyip içeri almışlar. Muhammed aralarına oturmuş ve sormuş dervişlere: Sizler kimsiniz, nesiniz? Bizler kırklarız, birimiz neysek hepimiz oyuz, demiş dervişler. Öyle olduğunuz ne malum, diye sormuş peygamber. Birimizden kan aksa, hepimizden kan akar demişler. Bunu gösterebilmeniz gerek, demiş Muhammed. Bunun üzerine bir derviş bıçağıyla kolunu yarınca hepsinin kollarından kanlar akmaya başlamış. Bu sefer peygamberi imtihan etmek sırası dervişlere gelmiş. Önüne bir üzüm tanesi getirip: Ey yoksulların hizmetçisi, bunu bize bölüştür, demişler. Peygamber şaşırmış kalmış, hey Allah’ım, bir üzüm tanesini kırk yoksula nasıl dağıtırım diye düşünürken, Tanrı Cebrail’e: Tez yetiş, demiş, nurdan bir çanak al cennetten, sevgili Muhammed’ime götür; üzüm tanesini o çanak içinde ezip şerbet yapsın. Muhammed nurdan çanakta üzüm tanesini ezip üstüne su katmış ve dervişlere sunmuş. Dervişler bu şerbetten içip sarhoş olmuşlar ve Muhammed’i de aralarına alıp dönmeğe başlamışlar. Dönerken Muhammed’in başından sarığı düşüp dağılmış. Dervişler bu sarığı almış, kırka bölüp bellerine sarmışlar.
Bu güzel efsane dervişlerin halk gözünde ne saygın bir yeri olduğunu belirtiyor. Derviş masalları bütün bir edebiyatın konusu olmuştur Anadolu’da. Köylerde hala anlatılan bu masallara eski Anadolu efsaneleri de karışır: Kırklar yedi başlı ejderhadan kıral kızlarını kurtarırlar, buna karşılık aldıkları altınları yoksullara dağıtırlar. Altın Post efsanesinde olduğu gibi bir seccade üstüne oturup Karadeniz’i aşarlar; ateşlere atılır, yanmazlar; oturdukları yerden çimenler biter, kazdıkları yerden su çıkar; yüce dağ başlarında dev kartallarla yan yana otururlar, karşılarına çıkan kaplanı bir nara atıp kaçırırlar, bir üfürmeyle denizlerde fırtına koparırlar; vücutları büyür büyür odaları doldurur, parmakları uzar uzar canavarların gözünü oyar.
Bütün bunları nasıl başarır, bu insan üstü gücü nasıl elde eder dervişler? Kendi kendilerini, nefislerini yenerek, küçük kaygı ve çıkarlardan, kinlerden sıyrılarak, ellerin, dillerini ve bellerini dizginleyerek.
alıntı
Yunus Emre’nin dervişliği şairliğinden ayrılmaz. Şiirleri inancının, dünya görüşünün, yaşama üslubunun dile gelmesidir.Hayatını yaparak, hatta belki yaparken şiirini de yapmıştır Yunus. Nice şairler gibi yaşadığı başka, söylediği başka değildir. Bir yolun, bir kavganın sözcüsüdür. Hakkın ve halkın hizmetinde olanların yoldaşıdır. Dervişlik, dinlerin, mezheplerin hatta tarikatların az çok dışında, belli kuralları, kitapları da olmayan bir ahlak okulu, bir insanlık disiplinidir diyebiliriz. Ana ilkesini kendini bilmek ve yenmek diye özetleyebiliriz. Kaynakları Hıristiyan, Yunan ve Hint felsefelerine kadar giden, benzerleri her çağda ve her yerde görülen bu okulun başlıca özelliği yaşanan, uygulanan, gündelik hayatın her yönüne indirilen bir felsefe olmasıdır. Bu bakımdan dervişler çağımızın existentialistlerini –varoluşçularını*- uzaktan andırır. Existentialisme de yaşanmayan, kitaplarda kalan, günün sorunlarıyla ilgilenmeyen kuru akılcı felsefelere ve ahlak öğretilerine karşı bir tepkidir. Dervişler üstüne uydurulan nice masallar da gösteriyor ki, Anadolu’da bir zamanlar kimbilir ne acayip kılıklarla dolaşan, akıllı mı deli mi olduğu kestirilemeyen bu insanlar çevrelerini şaşırtmış, yadırganmış, ayıplanmış, sövülmüş ama er geç, ya da yer yer sevilmiş ve sayılmış insanlardı. Elbet bu okulun da bütün okullar gibi bir moda yönü olmuş, sahtecileri türemiş ve zamanla gerçek niteliği unutulmuştur. Nitekim dervişlik aslında uyduluklara, düşünce ve yaşama kalıplarına, padişaha, hatta Tanrı’ya karşı bir insan diretmesi olduğu halde sonraları, dünyadan elini eteğini çekmiş, ne verirsen ona razı, elde tespih dilde dua, boynu kıldan ince, her kadere boyun eğmiş insanlara maledilmiş. Sıkı bir ahlak disiplinine girip ölüm korkusunu yenen Epikurosçuların* sonradan keyif düşkünü sayılmaları, Yunus’un çağındaki Kalenderilerin bugün kalender sözünün anlattığının tam tersine başlarını vermek pahasına sakallarını kesen insanlar olmaları gibi. Asıl İsa da işkenceye boyun eğen değil bezirganları tapınaktan koğan İsa’dır. Benim bu su götürür, yadırganabilir görüşümden sonra dervişliğin ne olduğunu da önce masallara sonra Yunus’a soralım.
Peygamber Tanrı’nın sevgili kulları olan dervişleri görmek istemiş, toplandıkları eve gitmiş, kapıyı çalmış, açmışlar, kimsin diye sormuşlar kendisine, o da: Peygamberim, demiş. Koca peygamber bu kapıdan sığmaz, güle güle deyip kapıyı yüzüne kapatmışlar. Uzaklaşırken, gökten bir ses: Ya Muhammed, vaz geçme, dön bir daha çal kapılarını, demiş. Peygamber bir daha gitmiş. Kimsin diye sormuşlar dervişler. Bu sefer de ben Tanrı’nın elçisiyim demiş. Öyle ulu kişi buralara sığmaz, hem bizim elçilerle işimiz yok demişler, kapamışlar yine kapıyı. Çaresiz uzaklaşırken, yine bir ses göklerden: Ya Muhammed, dön bir daha dene, demiş. Dönmüş Muhammed, bir daha çalmış kapıyı, açıp sormuşlar yine kimsin diye. Bu sefer Muhammed: Yoksulların hizmetçisi diye karşılık verince kapı sonuna kadar açılmış: Merhaba, hoş geldin, buyur, baş üzre yerin var deyip içeri almışlar. Muhammed aralarına oturmuş ve sormuş dervişlere: Sizler kimsiniz, nesiniz? Bizler kırklarız, birimiz neysek hepimiz oyuz, demiş dervişler. Öyle olduğunuz ne malum, diye sormuş peygamber. Birimizden kan aksa, hepimizden kan akar demişler. Bunu gösterebilmeniz gerek, demiş Muhammed. Bunun üzerine bir derviş bıçağıyla kolunu yarınca hepsinin kollarından kanlar akmaya başlamış. Bu sefer peygamberi imtihan etmek sırası dervişlere gelmiş. Önüne bir üzüm tanesi getirip: Ey yoksulların hizmetçisi, bunu bize bölüştür, demişler. Peygamber şaşırmış kalmış, hey Allah’ım, bir üzüm tanesini kırk yoksula nasıl dağıtırım diye düşünürken, Tanrı Cebrail’e: Tez yetiş, demiş, nurdan bir çanak al cennetten, sevgili Muhammed’ime götür; üzüm tanesini o çanak içinde ezip şerbet yapsın. Muhammed nurdan çanakta üzüm tanesini ezip üstüne su katmış ve dervişlere sunmuş. Dervişler bu şerbetten içip sarhoş olmuşlar ve Muhammed’i de aralarına alıp dönmeğe başlamışlar. Dönerken Muhammed’in başından sarığı düşüp dağılmış. Dervişler bu sarığı almış, kırka bölüp bellerine sarmışlar.
Bu güzel efsane dervişlerin halk gözünde ne saygın bir yeri olduğunu belirtiyor. Derviş masalları bütün bir edebiyatın konusu olmuştur Anadolu’da. Köylerde hala anlatılan bu masallara eski Anadolu efsaneleri de karışır: Kırklar yedi başlı ejderhadan kıral kızlarını kurtarırlar, buna karşılık aldıkları altınları yoksullara dağıtırlar. Altın Post efsanesinde olduğu gibi bir seccade üstüne oturup Karadeniz’i aşarlar; ateşlere atılır, yanmazlar; oturdukları yerden çimenler biter, kazdıkları yerden su çıkar; yüce dağ başlarında dev kartallarla yan yana otururlar, karşılarına çıkan kaplanı bir nara atıp kaçırırlar, bir üfürmeyle denizlerde fırtına koparırlar; vücutları büyür büyür odaları doldurur, parmakları uzar uzar canavarların gözünü oyar.
Bütün bunları nasıl başarır, bu insan üstü gücü nasıl elde eder dervişler? Kendi kendilerini, nefislerini yenerek, küçük kaygı ve çıkarlardan, kinlerden sıyrılarak, ellerin, dillerini ve bellerini dizginleyerek.
alıntı