Varoluşçuluk

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe Akımları kategorisinde mavimor tarafından oluşturulan Varoluşçuluk başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 14,593 kez görüntülenmiş, 20 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe Akımları
Konu Başlığı Varoluşçuluk
Konbuyu başlatan mavimor
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan evrensel-insan

mavimor

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,456
Tepkime puanı
3
Puanları
38
Yaş
44
VAROLUŞÇULUK

Varoluşçuluk (egzistansiyalizm) bireyin deneyimini, ve bu deneyimin tekilliğini ve biricikliğini insan doğasını anlamanın temeli olarak gören bir felsefe akımıdır. Varoluşçuluk, insanın varoluşuyla doğal nesnelere özgü varlık türü arasındaki karşıtlığı büyük bir güçle vurgulayan, iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren bir düşünce okuludur. Bu akım insan özgürlüğüne inanır ve insanların davranışlarından sorumlu olduğunu öne sürer.

Genel Manada Varoluşçuluk

Varoluşçuluk yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıktı. En önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve Maurice Merleau-Ponty olmuştur. Felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce Nietzsche ve Sören Aabye Kierkegaard gibi düşünürler tarafından atılmıştır.

Varoluşçuluğu belirleyen temel özellik ve tavırlar şöyle sıralanabilir:

1) Varoluşçuluk, herşeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel, yani benim ya da senin veya onun varoluşu olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, o insanı mutlak ya da sonsuz bir tözün tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin Tin, Akıl, Zeka, Bilinç, İde ya da Ruh olarak varolduğunu öne süren idealizme karşı çıkar.

2) Akım, varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir problem olduğunu dile getirir ve varlığın anlamına ilişkin bir araştırmaya karşılık gelir. Bu çerçeve içinde, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkan varoluşçuluk, özellikle varoluşun zamansal yapısına ilişkin analiz yoluyla, Varlığın genel anlamıyla ilgili bir öğreti, belli bir ontoloji üzerinde yoğunlaşır.

3) Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, varolanın aralarından bir seçim yapmak durumunda olduğu çeşitli imkanlarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Başka bir deyişle, varoluşçu felsefe, geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de, varoluşun özden önce geldiğini öne sürer; insanın önce varolduğunu daha sonra kendisini tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. Başka bir deyişle varoluşçuluk, insanın dünyaya fırlatılmış bulunduğunu, dolayısıyla kendisini nasıl oluşturursa öyle olacağını; insanın özünü kendisinin belirleyeceğini; bireysel insan varlığının sabit ya da değişmez, özsel bir doğası bulunmadığını öne sürer. Bu bağlamda her tür determinizm ya da zorunlulukçuluğa büyük bir güçle karşı çıkan varoluşçuluk, bireylerin mutlak bir irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu, insanın özgürlüğe mahkum olduğunu ve olduğundan tümüyle farklı biri olabileceğini dile getirir.

4) İnsana özünü oluşturma şansı veren bu imkanlar, onun şeylerle ve başka insanlarla olan ilişkileri tarafından yaratıldığı için, varoluş her zaman dünyadaki bir varlık olmak veya seçimi sınırlayan ya da koşullayan somut ve tarihsel olarak belirlenmiş bir durumda ortaya çıkmak durumundadır. Bu ise, varoluşçuluğun tekbenciliğe ve epistemolojik idealizmle taban tabana zıt bir felsefe akımı olduğu anlamına gelir.

5) Varoluşçuluk, nesneden yola çıkan, varlıkla ilgili nesnel doğrulara ulaşmaya çalışan görüşlere karşı, özneden hareket ve öznel hakikatlerin önemini vurgular. Felsefenin, varlık ve tümeller gibi konularla uğraşıp nesnelliği araması yerine, korkuyu, yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini; hakikatin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler.

6) Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.

7) Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur.
 

chimera

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
9 Mar 2008
Mesajlar
463
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
56
Varoluşçu Filozoflar

Almanya'da 1918 bozgununun hemen ardından, varoluşçuluk felsefesi çiçeklenmeye başladı. Nietzche'nin ve Kierkegaard'ın, bir ölçüde de kötümserlik filozofu Scopenhauer'in (1788 - 1860~ yapıtları bu ülkede yeni felsefeye ilk itkilerini kazandıracak etkinliğe çoktan ulaşmıştı. Dünyamızı dünyaların en kötüsü sayan ve kurtuluşu Buddha'cılar gibi Nirvana yolunda gören Scopenhauer, getirdiği bu öznelci yorumla elbette varoluşçu felsefenin kuruluşuna katkıda bulunacaktı.

Varoluş felsefesi en büyük başarılarına Almanya'da ve Fransa'da ulaştı ve gelişimini birbirinden epeyce ayrı iki yolda sürdürdü: Tanrıtanımazlık yolunda
ve Hıristiyan inançlılığı yolunda. Tanrıtanımaz varoluşçuluğun başlıca temsilcileri Alman Martin Heidegger (1889 - 1976) ile Fransız Jean-Paul
Sartre'dır /dog. 1905). Hıristiyan varoluşçularının başında da Alman Karl Jaspers (dog. 1893) ve Fransız Gabriel Marcel (doğ. 1889) vardır.

Bunların dışında, varoluşçuluğun en önemli filozoflarından biri de Maurice Marleau- Ponty'dir.Maurice Merleau Ponty, bir inançlılık ya da tanrıtanımazlık
tutumu almadan, ılımlı solcu bir dünya görüşü içinde, Husserl olgubiliminden yola çıkarak algı olgusunu inceledi, bu olguyu bütün öbür olguların
temeline yerleştirdi. Şimdi bu filozofların neler getirmek istediklerini kısaca görmeye çalışalım:

HEİDEGGER
Varoluşçuluğun fılozofları klâsik felsefenin izlediği yola uygun bir yol izleyerek, varoluşçu felsefeyi evrensel genişliği olan ve belli bir sistemde
bütünlüğüne kavuşan bir felsefe olarak temellendirmek istemişler, ancak klâsik felsefenin tutumuna karşıt bir tutum alarak, özler araştırmasını bir
yana bırakıp doğrudan doğruya varoluşun alanına girmişler, özleri bu alandan derlemeye yönelmişlerdir. Tanrıtanımaz varoluşçuluğun başlıca temsilcileri
Heidegger ve Sartre da aynı çabanın içindeydi.

Heidegger'e göre, varoluşumuz başlıca iki biçimde dışlaşır: Gerçek varoluş, özgürlük deneyiyle belirgindir, insanın özgür olduğunu duyuşuyla ve böylece
kendi yazgısını kendi eliyle çizmeye kalkışıvla ortaya konur ve bunalım deneyiyle gerçekleştirilir; gerçek olmayan varoluş, insan topluluklarının
varlığında ortaya çıkar, çünkü bu insan toplulukları bunalımdan kaçarlar ve genel görüşlere inanırlar: Burada Heidegger'in gerici dünya görüşü belirir:
insan olmak demek, tam anlamında insan olmak demek, ayrıcalı bir tutum içinde olmak demektir.

Heidegger, gerici tutumunun getirdiği güçlükleri de yaşamıştır, Freiburg-in, Brisgau'da öğrenim gördükten sonra Marburg'da profesör olan /1923) ve bir
süre sonra da Freiburg'da rektörlük görevi alan Heidegger, Nazilere yakınlık gösterdiği için 1945'de üniversitedeki yerinden uzaklaştırıldı, ancak
1952'de yeniden üniversiteye dönebildi. En ünlü yapıtı "Sein und Zeit"i (Varlık ve Zaman ) 1927'de yazmıştı. Heidegger'e göre insan dünyaya bırakılmıştır,
varoluşun ortasına (Dasein). Bu bırakılmışlık onun istediği bir şey değildir, onun yaptığı bir seçimin sonucu değildir.

İnsan, dünyaya bırakılmışlığıyla, ölüme adanmış durumdadır. Yaşamaktadır, öyleyse ölmesi gerekir. Yaşaya yaşaya bitirecektir varoluşunu. Gercekte o her
zaman yaşamak ister ama, bu isteğini hiç mi hiç gerçekleştiremez. Ölümsüzlük yoktur. Var-oluş, yaşam boyunca, yani doğmakla ölmek arasında yer alır.
İnsan bu yaşam içinde hep ileriye doğru atılır, yarınına yönelir, yarınını kurmak ister. Şimdiki Zamanımız, geleceğe açılışımızla, geleceği kurma çabamızla
belirgindir. Bu durum, bir özgürlük deneyini zorunlu kılar. İnsan Kendi varlığını sağlayabilmek için sürekli seçimler yapar yani özgürlüğünü
gerçekleştirir. Özgür olmak, kendini yaratarak kendini aşmak demektir, insan hep bir aşma durumundadır.

Heidegger tanrıtanımazlığını açıkça belirtmez, daha doğrusu tanrıtanımazlığa . sahip çıkmaz. Tanrıtanımazlık onun felsefesinde zorunlu olarak kendini
gösterir. Yalnızca olgusal varoluşu varsayınca, Tanrı'nın varlığı ortadan kalkacaktır. Oysa Sartre tanrıtanımazlığını açıkça belirtir ve temellendirmeye
çalışır.

SARTRE
Felsefesini özellikle "L'etre et le Neant" (Varlık ve Hiçlik) adlı yapıtında açıklayan Sartre'a göre, varoluş olgusundan başka olgu yoktur Varlık'ı
bu varoluş olgusu oluşturur; bu varlık'a temel alan herhangi başka bir varlık'ın varolduğunu düşünemeyiz. Sartre'a göre olgu, varoluşsal gerçekliği
içinde, zihinsel sezgiye açılan şeydir. Filozof, böylece, somutun alanını felsefi araştırmanın alanı olarak belirlemiş, dolayısıyla tam anlamında
gerçekçi bir tutum almıştır. Onda bütün orunlara işte bu temel anlayışa göre çözüm getirilir varoluşsal varlık her şeyi kucaklayacak biçimde her
yerdedir. Tektir ve her şey kapsar. "Buna göre, o hiç bir şeyden gelmez; ne kendinden gelir, çünkü böyle bir şey apaçık saçma olurdu, ne de yaratılma
yoluyla Tanrı'dan gelir, çünkü kendi dışında hiç bir şey yoktur " (F. - J. Thonnard, Precis d'Histoire de la Philosophie) . Bu varoluşsal varlık insana
bulantı duygusu verir; bulantı duygusu, varlık'ı bir "kendinde şey" olarak sezmemizi sağlar.

Böylece, varoluşsal varlık'ı bir "kendinde şey" olarak belirleyen Sartre, insan bilincini de bir "kendi için şey" olarak belirler. Düşünen özne ya da
bilinç, özüne, varlık'ın karşıtı olan hiçlik'le ortaya konur.

Bilinçlenmek demek, tanımak demektir, bilen'i (özne) bilinen'den (nesne) ayırmak demektir. Bilinç, bir boşlukla ayrılır nesneden. Bu anlamda o, olmadığı
şeydir, hiçlik’tir, kendi kendinin hiçlik’idir.

Sartre'a göre, insan, bu dünyada, başkalarıyla, zor da olsa, ilişki içindedir. Her şeyden önce, bir bedenimizin olması, dış dünyayla ilişkimizi olanaklı
kılar. Başkası'yla ilişki; en yetkin biçimde, "başkasının bakışı"yla, . başkasının bakışının bize verdiği "utanma" duygusuyla kurulur. Tek başına olmak
dingin durumda olmaktır. Başkasının varlığı, daha doğrusu başkasının bakışı bizi nesneye indirgemeye.çalışır. Biz de başkasının bakışı karşısında nesneye
indirgenmemeye bakarız. "Cehennemdir başkaları" der Sartre.

JASPERS VE MARCEL
Jaspers'e göre insan bir özgür seçiş içindedir: Kendi yazgısını seçer. Bu yazgı bizim ben'imizi kurmamızı sağlar. Ama bu ben, her zaman, başarısızlığa
adanmıştır. Başarısızlık bizi Aşkınlık'a yani Tanrı'ya yönelten bir etkinliktir: Varoluş dünyası felsefi araştırmanın alanıdır. Felsefede olgubilimsel
içebakış yöntemi geçerlidir. Ancak içebakış deneyimiz hiç de kolay bir deney olmayacak. Çünkü kendimize baktığımızda, uçsuz bucaksız, dipsiz bir
gerçeklikle karşılaşırız. Her şeyin temelinde Tanrı dediğimiz aşkınlık yatar. Tanrı'nın bilgisine insan inançlâ ulaşabilir. Marcel'in bakış açısı
Jaspers'inkine çok yakındır.

İnsan,. onda da, özgürlük deneyleri içinde yazgısını kurar. Varoluşumuzu biz Tanrı'nın varlığını benimsemekle gerçekleştiririz. Her şey Tanrı'nın
varlığıyla açıklanır. Tanrı'nın yüce varoluşu insan aklının kavrayabileceği bir şey değildir. Bizim yazgımız Tanrı'nın varoluşuna bağımlıdır. Tanrı'nın
varoluşunu ancak içedönüşle, hatta içe- kapanışla sezebiliriz. İnsan, düşünsel çabası içinde, sorunlara ve gizlere yönelir. Sorunlar akılla çözülür.
Gizlere yöneliş bir sezgisel yöneliştir. Gizlerin başlıcası da düşünen ben'dir. İçebakış ya da içekapanışta insan nesnellik düzeyini aşar. İnsan, varoluş
deneyi içinde önce ' `ben"ine yönelir, sonra "Tanrı"ya, sonra da "dünya"ya yönelir.

Gabriel Marcel'in felsefesi, sorunları ve bu sorunlara getirilmiş belirli çözümleri olan bir felsefe değil, deyim yerindeyse bir inanç düşüncesidir.
Onda mantıksal göstermelerden çok duygusal belirlemeler ağır basar.

MERLEAU – PONTY
Merleau - Ponty, doğrudan doğruya Husserl'in olgubiliminden yola çıkarak, felsefesini ortaya koyar. Ona göre bir özler araştırması olan olgubilim,
aynı zamanda özleri varoluşa yerleştiren bir felsefedir. Olgubilim'e düsen, tanıtlamaktır açıklamak yada ayrıştırmak değildir.

İnsan, dünyanın basit bir parçası olarak düşünülmemelidir, biyolojinin, toplumbilimin, ruhbilimin basit bir nesnesi olarak ele alınmalıdır. O, her
şeyden önce, dünyayı kendi gözleriyle gören bir varlık- tır. "Ben mutlak kaynak'ım" der Merleau Ponty (Phenomenologie de la Perceptioy. İnsan çevresinden
giderek kurmaz kendini, ama çevresine yönelir. "İnsan dünyadadır ve kendini dünyada tanır." Merleau- Ponty'nin felsefesi Sartre'ın felsefesinden bir
noktada kesinlikle ayrılır: Başkasıyla olan ilişkim, kolay bir ilişki olmasa da, olanaksız bir ilişki değildir. Ben bir dünyada yaşıyorum. Bu dünya
herhangi bir dünya değildir, bir doğal dünya olmaktan çok ötededir, çünkü ben bir "kültür" ortamında doğmuşum, yöremde yalnız ağaçlar ve sular değil,
aynı zamanda bir uygarlığı ortaya koyan nesneler bulmuşum. "Bir kültür nesnesinde ben, adsız bir örtü altında, başkasının akın varlığını bulurum." İlk
kültür nesnesi başkasının bedeni'dir.

Başkasının varoluşu nesnel düşünceyi zorda bırakır. Başkasının bedeni, benim kargımda, anlamla dolu, işaretlerle yazılmış, okunacak bir kitap gibidir.
Başkası cehennem değildir benim için, tersine büyük bir ilişki olanağıdır, büyük bir ilişki alanıdır. Başkasının bedeni, çünkü, bir nesne değildir benim
için, benim bedenim de başkası için bir nesne değildir; benim bedenim de başkasının bedeni de işaretler demek olan davranışlarla kurulmuştur. Başkasının
tutumu beni kendi alanında nesne durumuna indirgemez, benim başkasıyla ilgili algım da başkası- m benim alanımda nesne durumuna indirgemez. Merleau -
Ponty, bu nokta- da, Sartre'ın anlayışına iyice ters düşecek bir görüş açısına yerleşir: Başkası, ikinci bir ben'dir, çünkü onun bedeni benimkiyle avnı
yapıdadır." Bedenimizi parçalan bir arada bir sistem oluşturur başkasının bedeni de benim bedenimle tek bir bütün oluşturmaktadır,.aynı olgunun tersi
ve , yüzüdür bunlar."

Sartre, başkasıyla ilişkiyi olası ama olumsuz bir ilişki ı olarak koymuş, bununla birlikte aşırı solcu bir dünya görüşü içinde insanın ortaklaşmasını,
ortak eylemde bulunmasını bir gerçeklik olarak ileriye sürmüştü. Merleau - Ponty, ben - başkası ilişkisini, görüldüğü gibi, daha olumlu bir yönden,
ben'le başkasının aynı yapıda oluşu yönünden alır.

BIZDE VAROLUŞCULUK
Bizde varoluşçuluk pek etkili olmadı. Ancak varoluşçulukla ilgilenildi, varoluşçu felsefenin değilse de varoluşçu sanatın başlıca yapıtları dilimize
çevrildi. Varoluşçuluğun bizde pek önemli olmamış olmasının başlıca nedeni, Batı Avrupa toplumuyla toplumumuz arasındaki yapı ayrılığı olmalıdır.
Varoluşçuluk felsefede derinlikli, çok zaman çetrefil, zaman zaman ayrıntıda yiten bir öznelciliğe, gelişmiş bir varoluş araştırmasına, sanatta
insanın dünyayla ilişkilerinden doğan açmazlarına, bunalımlarına, özgürleşme tutkularına karşılık olmaya çalışmakla, gelişmiş bir burjuva kültürünün
varlığını gerektiriyordu. Varoluşçuluğun sorunları bir yandan bizim kültür düzeyimizi çok aşan, bir yandan da bizim toplumsal durumumuzla uyuşmayan
sorunlardır. Azgelişmiş ve yoğun bir kültür etkinliği ortaya koyamamış bir toplumda insanın sorunları daha başka yollardan çözümlenmeliydi.

Bizde Marx'cı dünya görüşünün yalan yanlış ve ağır aksak da olsa varoluşçuluktan daha etkili olmuş olması anlamlıdır. Marx'cılık, çünkü, daha çabuk
ve daha somut çözümler sözvermekteydi. Bununla birlikte, bazı genç yazarlarımız (örneğin Demir Özlü) bir ara insan sorunlarına varoluşal çözümler
getirme yollarım aradılar ve özellikle bunaltı sorunu üzerinde durdular. Gerçekte bu zor tutacak bir aşıydı. Varoluşçuluğun getirdiği bilgilerden
düşüncede ve sanatta yararlanılabilirdi ama, doğrudan doğruya varoluşçu bir düşünce ya da sanat kolay olay geliştirilemedi bizde. Bazı hızlı
dönüşümlerin kendini göstermesi ve ilk bakışta bir burjuva devrimine benze- yen bir 27 Mayıs deviniminin gelmesi, bu yazarları varoluşçuluk
yolundan toplumculuk yoluna itti çabucak.

Gene de, varoluşçuluk toplumumuzda belli bir ölçüde etkin olmuştur. Olacaktır. Çünkü her toplum gibi bizim toplumumuzda da öznelci tutumun ,
öznelci bakış açısının bir karşılığı vardır; özellikle çağdaş ruhbilimdeki gelişmeler - varoluşçuluk elbette bu gelişmelerden büyük ölçüde
yararlanmıştır - ister istemez bizde de ilgi uyandırmaktadır. Artık her yerde insan öznel - nesnel, bireysel - toplumsal bütünlüğü içinde ele alınmaktadır.

GENEL BAKIŞ VE SONUÇ
Varoluşçuluk, insanın varoluşsal sorunlarını öznellik düzeyinde tartışan çok yönlü, çok çeşitli bir dünya görüşüdür. Bu dünya görüşü, felsefe
düzeyinde, bir şeyler araştırması anlamı taşır, insanın şeyler dünyasındaki yerini, sorunlarını saptamaya, bu sorunlara çözüm getirmeye çalışır,
sanat alanında da insanın varoluşsal sorunlarına (bunaltı, seçim, ilişki, umutsuzluk, başarısızlık, ölüm, hiçlik, başkası, yalnızlık, aşkınlık v.b.)
açıklık getirmeye yönelir. Varoluşçu felsefe, bu tutumuvla, bir yaşam felsefesi özelliği gösterir, dünya ve insan karşısındaki tutumuyla klasik felsefenin
tutumuna karşıt bir yönde yol alır: Klasik felsefe bir özler araştırmasını amaçlıyordu, varoluşçu felsefe doğrudan doğruya varoluşsa, insanın öznel
bütünlüğüne yönelir ve özleri bu varoluştan giderek belirler.

"Varoluş öz- den önce gelir" ilkesi her varoluşçu filozofun başlıca ilkesi olmuştur. Varoluşçu felsefenin bir öznellik araştırması olarak belirlenmesi.
onun bireyi kendi içine kapalı bir yapı olarak belirlemesi sonucunu doğurmaz. Ben'in varoluşu, dünyanın ve başka ben'lerin varlığını silmez. Ama her şey,
ben'in kişisel varoluşu üzerine temellendirilecektir.

Bugün yürürlükte olan, etkinliğini sürdüren iki büyük felsefe var: Varoluşçuluk felsefesi ve Marx'çılık. Bunlar birbirleriyle pek uyuşmaz görünseler de,
bir bakıma birbirleriyle doğrulanıyorlar, en azından birbirlerinden yararlanıyorlar. Çünkü gerçek insan başarıları, yakınlıklarıyla ya da
karşıtlıklarıyla, deyim yerindeyse birbirlerini dölleyen etkinliklerdir. Öte yandan, ortaklaşan insan, öznelliği olmayan insan değildir. Ancak,
ortaklaşmanın seçim işi olmaktan çıktığı, bir zorunluluk durumuna geldiği bir dünyada Marx'çılık, öznelcilik çemberini aşmâyan, aşmak istemeyen,
aşamaz olan varoluşçuluk karşısında da- ha tutarlı, daha doğru görünüyor. Çünkü bireyselliğimizin yetkinliğini, ancak ve ancak, ortaklaşmamızın
sağlamlığı, yaygınlığı, adaletliliği sağlayacaktır. Marx'çılık gelişimini , tamamlamış kurulmuş, bitmiş bir felsefe değildir. O, tersine, kurulmakta
olan bir felsefedir, süregiden oluşumların, yeni dönüşümlerin, yepyeni yapıların gereklerine göre, kendini yeniden doğrulamak durumunda olan, yani
temellerini yeniden gözden geçirmek ve bu temelleri daha akılsallaştırmak zorunda olan bir felsefedir.

Varoluşçuluk da gelişimini tamamlamış, kurulmuş, bitmiş bir felsefe değildir. Çünkü çağdaş toplumun bunalımlı insanı yaşıyor. "Kurtulmuş insan" bir
tasarıdır ancak. Dünyayı sömürmüş, şişmiş, doymuş, ama doygunluğu ölçüsünde bunalımlara düşmüş, sonunda kendi kendini yemeye başlamış, doygunluğunu
bir bakıma kendi zararına kullanmış bir büyük toplumun açmazlarım karşılayacak bir süre. Ayrıca ve daha önemlisi, o kendini kendi içinde arayan, bu
arayışa yerden göğe kadar hakkı olan insanın gereklerini karşılamaya çalışıyor ne zamandır. Biz bu bunaltıyı yaşamamış olabiliriz, bu bunaltıyı bir
lüks olarak yaşamak istemiş, ya da tümüyle yadsımış ola- biliriz. Ama bunalan insanlar var, bunların bunaltısı gerçektir. Avrupa insanının bunaltısı
üzerine kurulmuş olan bir dünya görüşü, dünyanın başka yerlerindeki insanlara, özellikle şu ya da bu nedenle bunalan insanlara ne diye bir şeyler
söylemesin

Bazı felsefeler bitmez, insan yaşamına ve felsefe tarihine etkin olarak katılır, onlar gerçek dönüşümlerin bildirileridirler.

Aristoteles . Descartes ' her zaman vardır, Marx her zaman varolacaktır. Artık hiç bir temel sorunu onlara götürmeden çözümleyemezsiniz.
Geçmişi onlar kurmuşlardır, bugünü onlar oluştururlar, yarını onlar doğrulayacaklardır. Bu anlamda varoluşçuluk da, genellikle sanıldığının
tersine, geldigeçti bir tutum, bir moda olmaktan öte bir anlam taşıyor. O, belki de, insanın giderek artan ve karmaşıklaşan öznelliğini
(öyle ya, geri zekâlılık diye bir durum olduğunu bile daha yeni öğrendik) bütün boyutlarıyla keşfedişini, Amerika'yı keşfedercesine keşfedişini
karşılıyor. Bugün varoluşçuluğun kaynaklarını felsefe tarihinin derinliklerinde aramamız gerekiyor mu, bilmem. Ama o, bugün, birçok yönünü,
birçok güçlülüğünü, birçok açmazını bunaltısından giderek keşfetmiş, dünyadaki konukluğunun tam anlamında bilincine varmış, başkalarıyla ilişki
kurmakta eksik kalışının acısını çekmiş insanın kendine dönüş çabasını, dışa açılabilmek için kendini bir kere kendi içinde doğrulama çabasını
karşılamaktadır. O, ruhsallığının etkinliğini bir bu dünyalı olarak tüm olanaklarıyla görmüş ve yaşamış insanın kendini arayışını karşılamaktadır.

Afşar Timuçin
 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Ynt: Varoluşçu Filozoflar

Sartre'nin "Varoluşçuluk insancılıktır." sözünden ne anlıyorsunuz?
 

oguz8891

Yeni üye
Yeni Üye
Katılım
7 Ocak 2009
Mesajlar
86
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
2023
Ynt: Varoluşçuluk

fides ' Alıntı:
Sartre'nin "Varoluşçuluk insancılıktır." sözünden ne anlıyorsunuz?

Güzel bir soru sormussunuz.. Öncelikle merhaba siteye yeni üye oldum.. Görüşlerim artık zamanla belli olur..

Sartre varoluşçuluk insancılıktır demeden önce bir cok evre geçirmiştir.. Bu düşünceden hemen önce karamsarlığa düşmüştür.. Yasamamızın nedeni ne, ben kimim değerim ne, iradem var mı özgür müyüm... Bunlara da kendince bir cevap bulmustur..

Söyle özetleyebilirim.. İnsanın bir nedeni yoksa yasamak icin, kendi kendisinin nedeni olmasındandır, şayet yoksa insanın değeri, bu kendi kendisinin değeri olmasındandıri şayet bırakılmıssa insan basıbos bu evrene, bu insanın tüm özgür olmasındandır.. Özgürlüğe cok kafayı takar sonraları, bununla avunur mu gercekten icten mi inanır bilemeyiz, herkesin tereddüte düştüğü irade kavramını benimser.. ama onun için özgürlük bireyin icine kapanısıydı..daha da uzar bu konu..

işte sartre varoluşculuğu şöyle görüyordu, insan önce gelir, özünü sonra olusturur.. özgürdür, tüm insanlar tüm düşünceler.. Özünü sonradan olusturma, özgür olma fikri bir cosku getirir sartreda insancılığa gecis yapar buradan..

tabi sartre cok eleştiriler almıstır, en büyük eleştirilerinden birisini hatta öğrencisinden almıstır..

Sonuc olarak ne anlıyorsunuz demissiniz ya, kendi öz cevabımı vereyim.. İnsancılıktır derken bana göre bireyin ta kendisinden bahsediyor, toplumdan soyut yalnız ama yalnız olduğu kadar özgür, özünü, bütün yollarını kendi belirleyen bir insan ıssız ama irade sahibi..
 
F

faust

Ziyaretçi
Varoluşçuluk


Varoluşçuluk 19. Yüzyılın ikinci yarısında temelleri atılan ve 20.yüzyıl içersinde önemli ölçüde taraftar bulan bir felsefe akımıdır.Bireysel varoluş,özgürlük ve seçim yapabilme kudreti gibi temel varoluşçu esaslar çerçevesinde eser vermiş pek çok yazarın ortak çabalarının bir ürünü gibi görülebilir.Bununla birlikte bu kategoriye dahil edilen pek çok düşünürün, Heidegger örneğinde görüldüğü üzere “varoluşçu” oldukları şeklindeki düşüncelere açıkça karşı çıktıkları da görülmüştür.Varoluşçu yazarlar düşüncelerini açıklarken sistematik bir yöntem takip etmezler.Felsefelerini aforizmalar,meseller,manzum eserler, roman veya tiyatro oyunları gibi sanat eserleri aracılığıyla ortaya koymuşlardır.
Varoluşçuluğun sistematik olamayan yapısı terimin açık bir tanımını yapmaya müsaade etmiyor.Ancak değişik yazarlarca ele alınan temaların birbirine benzer olanları seçildiğinde varoluşçuluğun ana hatları anlaşılabilir.
Bu temalara bakalım:
  1. Bireysel ahlak anlayışı: Varoluşçuluk(existentialism) terimini ortaya koyan ilk filozof Kierkegaard olmuştu. Kierkegaard yazılarında, doğru ve yanlışın ayırt edilebileceği rasyonel (akılcı) ve objektif(tarafsız-nesnel) hiçbir normun olmadığını vurguluyordu. Birey için en yüksek iyi hayatını adayabileceği , uğrunda ölebileceği kendi doğrusunu arayıp bulmaktan geçiyordu. Kierkegaard dini bütün bir Protestan olmasına rağmen Danimarka kilisesi ile savunduğu bireyci ahlak anlayışı ve otorite karşıtı tavrı ile karşı karşıya geldi.Toplum tarafından benimsenen ahlaki normların sıradan bir takipçisi olan birey Kierkegaard’tan sonra Nietzsche tarafından da ağır biçimde eleştirildi. Nietzsche ; "merhamet , yardım ve koşulsuz sevgi" temaları etrafında şekillenen Hıristiyan ve Musevi ahlak anlayışının, "iktidarın" soylu ve kudretli olanların elinden güçsüz ve aciz insanlarca alınmak üzere tasarımlandığını savladı..Nietzsche'nin yapıtlarında “sürü ahlakı” olarak nitelediği Musevi ve Hıristiyan ahlakını acımasızca eleştirildiği görülür
    Fransız filozof J.P. Sartre ise 20. Yüzyılın ikinci yarısında başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinde geçerli “burjuva ahlakına” bireyin kendi doğrusunu bulma, seçme özgürlüğünü kısıtladığı, dürüst ve otantik ilişkiler kurmaya imkan vermediği gerekçesiyle karşı çıkıyordu.
  2. Özgür seçim: Varoluşçuluğun esasları arasında ön sıralarda görünen bir tema özgür seçimdir.İnsan bir boşluğa atılmıştır,çevresi belirsizlikle çevrilidir.Akılcı ve objektif değerlendirme yapabileceği bir dünya değildir burası.Olsa olsa “saçma” bir dünyadır.Ama yine de ölüme kadar,o son nihai noktaya erişinceye kadar yaşamak ve seçmek zorundadır.Seçimleri insana bir “öz” verecektir.İnsan özgür iradesiyle yaptığı seçimler sonucu kendisini yaratacaktır.Sartre’nin ünlü söz “varoluş özden önce gelir” şeklindedir.Bu ifade geleneksel felsefe ile varoluşçu felsefe arasındaki yol ayrımına işaret etmektedir. Geleneksel felsefede öz önce gelir. Geleneksel(Platoncu/idealist) felsefeye göre örneğin bir masanın bir özü vardır. Masa türlü biçimlerde ve türlü maddelerden yapılmış da olsa özünde bir masadır. Zihindeki masa imgesi masa nesnesini önceller.Oysa insan söz konusu olduğunda durum böyle değildir.Birey doğuştanbir öze sahip değildir.Sadece doğumuyla vardır,var olmuştur.Ama zamanla yaptığı seçimler ile yarattığı emsalsiz insan sayesinde özünü kişiliğini bulacak ve kendisini gerçek anlamda yaratacaktır. Özgür seçim mutlak sorumluluğu da beraberinde getirir.Sartre, insanın özgür iradesini kullanamayışını,kendi doğru ve yanlışının peşine düşemeyip toplumun değer yargılarına yaslanan "otantik olmayan" bir yaşam sürüşünü “kötü inanç” olarak nitelendirmiştir.
    Sartre’nin bir süre Freud okuyup oldukça etkilendiğini biliyoruz.Filozofun bir süre sonra Freud ve öğretisinden uzaklaşmasının sebebi Freud’un bilinçdışı belirlenimciliğe verdiği önemdir.Bilinçdışı belirlenimcilikten (determinizm) bahseden psikanaliz,Sartre’nin kuramını üzerine oturttuğu açık bilince ve özgür seçime imkan vermediği için dışlanmış görünüyor.
  3. Öznellik savunusu (subjectivity):Bireyin varoluşu içerisinde diğerlerinden farklılığını ve biricikliğini savunur ; akılcı ,dizgeci yöntemlerle bireysel varoluşun ve onun kendine özgü deneyiminin izah edilemeyeceğini vurgular.
  4. İç daralması(Angst): “İç daralması, kaygı, bunaltı, titreme, ürperti, boğuntu, bulantı ya da can sıkıntısı” şeklindeki terimlerden birisine varoluşçu eserlerde sıklıkla rastlanır. İnsan varoluşundan dolayın belli korku ve kaygılar hisseder.Kierkegaard , Danimarkacadan İngilizceye “dread” sözcüğüyle çevrilen bu korkunun kaynağının bireyin dünyanın kesinlik arz etmeyen (olumsal) tabiatını idrak edişinden geldiğini ve tanrının tam da bu korku yardımıyla her bireyi kendine ait bir değer sistemi ve yol belirlemeye çağırdığını söylemişti. Heidegger tarafından kullanılan Almanca kaygı anlamına gelen “angst” terimi , insanın karşı karşıya bulunduğu “hiçliği” idrak etmesinden ve yaptığı seçimlerin doğruluğu adına başvurabileceği nihai bir referans noktasından yoksun bulunmasından doğan bunaltıyı anlatır.İnsan sürekli karar vermesi gereken durumlarla karşı karşıya gelmektedir.Eğer kararlarını verirken sırtını dayayabileceği bir dayanak noktası yoksa yaşamını şekillendirmenin ağır sorumluluğu altında “bunaltı” yaşaması kaçınılmazdır.Sartre, -varoluşçuluğun fikir babalarından Husserl’in görüngübiliminden aldığı ilhamla- bulantı (nasue) ismindeki romanında doğaya ait tüm varsayımlarını “paranteze” alan bireyin fizik dünyanın belirsizliği ve olumsallığı karşısında yaşadığı derin “bulantı” duygusunu anlatır. Sartre’nin Roquentin’i romanda karşılaştığı dev kestane ağacının kökleri tüm garabeti ve belirsizliği ile gözleri önünde canlandığında şaşırır ve bulantıyla sarsılır. Bu devasa ağacın kökleri bilindik anlamıyla bakılmadığında varoluşun doğasına dair olağandışı bir manzara sunmaktadır.
  5. Usdışı-anlamsız-saçma-belirsiz: Evren varoluşçu yazarlara göre usdışı,anlamsız ve saçmadır.Evrene anlam veren hep insan olmuştur. Varoluşçu literatürde böylesi sözcüklerin sıkça geçmesi , varoluşçuluğun “insanlık durumu hakkında” olumsuz ve kötümser bir görüşe sahip olduğu iddialarına sebeb olmuştur. Sartre , Nietzsche ile birlikte varoluşçuluğun tanrıtanımaz kanadını temsil eder.Buber,Marcel,Pascal ve Kierkegaard farklı mezheplerde de olsalar koyu dindar varoluşçulardır. Saçma,belirsizlik, korku ve kaygı gibi terimlerin sık kullanılması, Nietzsche gibi tanrıtanımaz varoluşçuların nihilistik (hiççi) duruşu de dikkate alındığında varoluşçuluğun yıkıcı bir felsefe olduğunu düşündürmüş ve kimilerince neredeyse bir intihar felsefesi olarak addedilmiştir.Bu tezi çürütmek üzere Sartre yazdığı “Varoluşçuluk Bir Humanizmadır(insancılıktır)” isimli denemesinde, karamsar gibi görünen tüm sözcüklere rağmen insan ve onun deneyimlediği dünyanın varoluşçu çözümlemesinin yalnızca “hümanist” (insancıl) amaçlarla yapıldığının altını çizmeye çalışmıştır.Varoluş insana “kendini nasıl yapmayı istiyorsa öyle yapması için” bir davet sunar.İnsan koşulsuz bir özgürlükle işe koyulurken yaptıklarının tüm sorumluluğunu da üzerine alır.
    Evren akıl ile bağdaşmayan “saçma” bir dizgedir,insanın önünde nihai bir hedef de bulunmaz ancak her şeye rağmen yaşamak durumunda olan insan eylemleri ile sürekli “seçer”.Bu seçimler ister istemez ile insan denen varlığın özünü yaratacaktır.İşte varoluşçuluk Sartre’ye göre , karamsar gibi görünse de insanın karşı karşıya bulunduğu durumu ve varoluşun her tarafına yayılan “saçma”nın içinde barındırdığı yaratıcı hareket noktasını göstermekle hümanist bir yaklaşım sergilemektedir.Fransız yazar Albert Camus (1913-1960) ise Sartre ile pek çok konuda anlaşır görünür.Anlaşamadığı nokta ise Sartre’nin tersine böylesine “saçma” (absurd) bir dünyada başlangıçta bir anlama sahip olmayan insanın sonradan da kendisine özgü bir anlam yaratmasının mümkün olmayacağına ilişkin fikridir.
  6. Fırlatılmışlık, varolmayı unutma ve otantik varoluş hali: Bu söz Alman düşünür Martin Heidegger’e (1889-1976) aittir.İnsan bu dünyaya ne tanrının ne de kendi bilgisi ve isteğiyle gelmiştir.İnsan varoluş nedeninin asla bilemez.Bildiği tek şey bu dünyaya,”hiçliğe” öylesine atılmış, bırakılmış, fırlatılmış olduğudur.Heidegger ünlü eseri “varlık ve zaman” da varoluş ve varlığı birbirinden ayırır.Varoluş çıplak haliyle ne’liği ile orada bulunandır,durandır (das) .İnsan ise sadece orada bulunandan fazla bir şeydir, zamana karşı duran ,ölüm bilgisini taşıyan , oluş içerisinde olandır.(sein) “Dasein” kavramı ile Heidegger insanın bu ikili varoluş halinde dikkati çeker. Varlık ise varolanın arkasında durur, kendisini hissettirir ama asla ele geçirilmez. Varolanın varoluş gerekçesidir. Metafizik hep varlık nedir diye sormuş ama cevap olarak karşısında daima bir varolan bulmuştur.Varlığın ne olduğuna dair soruya Heidegger için verilecek bir cevap yoktur.
    Heidegger “dasein”in varoluşunun en temel karakteri “zamansal” oluşudur. Bu terim kronolojik bir mana ifade etmez. İfade ettiği anlam onun ölümlü oluşudur. “Dasein ” ölümlü olduğu bilgisine sahiptir ve dahası bu durum saf bir bilginin ötesinde şeyler ifade eder. Ölüm onun zamansal varoluşuna dahildir, onun bir parçasıdır.Bir hiçlik üzerine fırlatılmışlık ve ölümlülük farkına varıldığında bunaltı yaratır.Ama bunaltı (anksiyete) sayesinde insan ölümlülüğünü ve boşunalığını idrak eder.Varoluş bunaltısı insanı otantik varoluşuna davet eder.Sınır deneyimlerde ve yaşamsal kararlarda ortaya çıkar.İnsan ya bu çağrıyı duyar ve varoluş gerçeğini hatırlar ya da bir sonraki çağrıya kadar yüzünü çağrıdan çevirir ve dürüst olmayan bir hayat sürdürmeye devam eder.
    Heidegger’e göre ölüm fikri insanı işte böyle korur.O, kendi kişisel ölümümüzün farkında olmanın bizi bir varoluş şeklinden daha yüksek olana geçmeye sevkettiği şeklindeki önemli kavrayışa varmıştı.
    Heidegger dünyada iki türlü temel varoluş şekli bulunduğuna inanır.
    (1)Varolmayı unutma/oyalanma durumu
    Bir kişi varolmayı unutma durumunda yaşıyorsa madde dünyasında yaşayıp kendisini sıradan hayat oyalamalarına kaptırmıştır. Hayat türlü oyalamalarla ona ölümü “sanki” unutturmuştur.Kişinin bu oyalamalar içerisinde düzeyi düşer,kendisini boş gevezeliğe kaptırır,"onların" içinde kaybolur.Kendini sıradan dünyaya,işlerin gidiş şekliyle ilgili kaygılara teslim etmiştir.
    (2)Varolmayı düşünme/otantik varoluş durumunda, insan işlerin gidişine değil,oluşunu idrak eder ve hayran olur.Bu tarzda varolmak devamlı olarak varolduğunun farkında olmak demektir.”Ontolojik tarz” olarak söz edilen bu durumda kişi varolmayı düşünür,sadece varolmanın kırılganlığını değil sorumluluğunu da düşünür.İnsan yalnızca bu ontolojik tarzda kendilik yaratısıyla ilişkide olduğu için kendini değiştirme gücünü de burada kavrayabilir.
    “Dil varlığın evidir”..Bu sözle Heidegger ne demek istemiştir?Heidegger varolanın düşüncesinin varlığa , insanın özüne uzanan bir el olduğunu söyler.Düşünce ise ancak dilin sağladığı bir düzlemde varlığın sesini duyabilir , yazgısını anlar ve onunla bir olabilir.
    Heidegger’in Platon ile başlayan batı metafizik düşüncesine karşı çıktığını ve varolan ile varlık,hakikat ile hakikat olmayan,düşünce ile yaşam arasındaki kopmanın,ayrılığın paltoncu yanlış felsefe geleneğinin bir sonucu olduğunu düşündüğünü ekleyelim.Yunan felsefesinin bir döneminde hakikat varlığın açıklaşması,üzerindeki örtünün çekilmesi idi.Ancak Platon ile birlikte hakikat en yüksek idea olarak kabul edilerek, doğru olanın peşinde gitme, akılcılaşma ve özgürleşme şeklinde alındı.İşte batı metafiziğinin varlığı unutuşu böyle başladı Heideggere’e göre…
Varoluş Terapi
 

faşist

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
25 Kas 2011
Mesajlar
286
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
31
Nietzsche hiçbir zaman nihilits olmadı.Bu zırvayı bırakın artık.Hatta nihilizmi bir bataklığa benzetir.İnsanın bu bataklıktan kurtulması için çözümler üreten bir filozofa nihilist demek sadece gülünçtür.
 
E

evrensel-insan

Ziyaretçi
Nietzsche hiçbir zaman nihilits olmadı.Bu zırvayı bırakın artık.Hatta nihilizmi bir bataklığa benzetir.İnsanın bu bataklıktan kurtulması için çözümler üreten bir filozofa nihilist demek sadece gülünçtür.

Katiliyorum, yalniz onerdigi overman dusuncesi bireyci akilciligin ve super bir karakterin temelidir. Iste nihilizmden bu cikis sorunludur. Bunun icin istersen asagidaki linke bakabilirsin.

http://www.felsefe.net/felsefeye-giris/5416-nihilizmin-evrensel-cikmazi.html
 
P

Pyramos

Ziyaretçi
Kierkegaard ile ilgili bir yüksek lisans tezi..


Sevgili Moderatörüm Evrensen İnsan ben bu linki verdim ama sonradan aklıma geldi forum kurallarını ihmal etmiş olabilir miyim? sizin 2 günü aşkın uzun ve müthiş Moderatörlük bilginzden faydalanmak istiyorum.. durum nedir? ne değildir ? kıh kıh kıh :)
 
P

Pyramos

Ziyaretçi
Sence, etmis olabilir misin? Eger etmissen, bunu neye dayanarak ortaya koyuyorsun? :)

:) kıh kıh :) nasıl bir alaka kurdum bilmiyorum ama şu repliği hatırladım birden..

Bruce Willis'li bir filmdi ...kötü adam , Bruce Willis kendini köşeye sıkıştırınca şöyle dedi:

- silahsız bir adamı vurmayacaksın değil mi?

cevap süper ve ürkütücüydü;

- daha kötülerinide yaptım !

:)

yani ne olcağı belli olmaz sayın Moderatörüm kanunla devletle başım belaya girmesin dedim:)
 
E

evrensel-insan

Ziyaretçi
:) kıh kıh :) nasıl bir alaka kurdum bilmiyorum ama şu repliği hatırladım birden..

Bruce Willis'li bir filmdi ...kötü adam , Bruce Willis kendini köşeye sıkıştırınca şöyle dedi:

- silahsız bir adamı vurmayacaksın değil mi?

cevap süper ve ürkütücüydü;

- daha kötülerinide yaptım !

:)

yani ne olcağı belli olmaz sayın Moderatörüm kanunla devletle başım belaya girmesin dedim:)

Onemli olan camiyi calabilmek degil, kilifini da hazirlayabilmektir. Bunu basaramayanlar da "kendim ettim, kendim buldum" sarkisini soylerler, ya da "kendi dusen aglamaz" atasozunu hatirlarlar. :)
 

Beril

Üye
Yeni Üye
Katılım
12 Eyl 2011
Mesajlar
210
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
Adına doğmak diyorlar ölümün

Var olmak !
Var oluşlar ...Hangi var oluş?
Gerçek var oluşlar özünden,köklerinden uzaklaştırmaz insanı.Bir ağaç köklerinden beslenmediği sürece varoluşunu gerçekleştiremez.Hayatın sesine ses olabilmekse amaç.Ve her canın dileği o yerde olmaksa amaç !Hadi bakalım önce bir soyulup dökülelim yüreğimizin önünde .Kaç kişi başarabilir bunu .O kadar kolay değil...Bu siteye geldiğimden beri bir tek bu cesareti gerek saygın tavırları , gerekse keskin zekası ve kalemiyle başaran Nejdet hocam olmuştur.Hayatın beni layık gördüğü o yüce yolun bayrağını kendisine teslim etmekten onur ve şeref duyarım.Şunu diliyorum sizden.Lütfen çabalarınızın ve emeklerinizin bilinmediği hissine kapılmayın.Biz sizinleyiz.

Saygıyla eğiliyorum Hocam önünüzde
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
çok teşekkür ediyorum. öğretmen/hoca olmak kolay değil. bilge olmayı gerektirir. ben ise, yalın bir öğrenciyim. ancak, tüm öğretmenlerden br isteğim var, "ağaç yaş iken eğilir" ana/ata sözünü değiştirsinler ve desinler ki; "ağaç yaş iken düzeltilir"...

hiç kimse eğilmesin; gün-selini görebilmek için herkesin başı dik olsun isterim.

var-olmak;
ikilik kinini yok etmektedir
ben ile benin barışmasıdır.

saygı ile...
 

Beril

Üye
Yeni Üye
Katılım
12 Eyl 2011
Mesajlar
210
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
tüm öğretmenlerden br isteğim var, "ağaç yaş iken eğilir" ana/ata sözünü değiştirsinler ve desinler ki; "ağaç yaş iken düzeltilir"...



var-olmak;
ikilik kinini yok etmektedir
ben ile benin barışmasıdır.

saygı ile...[/QUOTE]

Sizinle bir şey paylaşmak istiyorum hocam! inanır mısınız bilmem !bu güne kadar ben bişi öğretmedim kimseye.Herkes öğrenmesi gerektiğini öğrendi.Ve kimsenin düzeltileceği kanaatinde de değilim bu yüzden düzeltmedim de :)Ancak şuna inandım çocuk ta olsa her birey saygıya ,sevgiye muhtaç sosyalleşme sürecinde .Ben kendi değerlerimi yaşadım.Çocuklarım da beğendi.Biz birbirimizi var var ettik onlarla.Onlar bana benzemeyi sevdi ben de onlara.Onların beni yaşamasına müsade etmek bana onurdu.Ben bu onuru yıllardır taşırım.Dolayısıyla bir anlamda büyüyemedim yane ne bilge olabildim ne de kabıma sığdım. Ama asla o hatayı yapmadım:.Düzeltmek!Herkes kendine benzemeli kendine.
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
"düzeltmek" olgusunu biçimlendirmek olarak değil, bir duruş olarak tanımlamıştım. "eğmek" peşinen boyun bükmektir.
 

Beril

Üye
Yeni Üye
Katılım
12 Eyl 2011
Mesajlar
210
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
hiç kimse eğilmesin; gün-selini görebilmek için herkesin başı dik olsun isterim.

Ayçiçeklerini ve sümbülleri çok severim.Neden biliyor musunuz.Güneş'in önünde boyunları büyük onların.
Ve hayat hep bir yanı kırık ,boynu bükülmüşün yanında...Ne varki gene elbette başımız diktir de rahat olunuz.

Saygıyla ,Teşekkür Ederim
 

Beril

Üye
Yeni Üye
Katılım
12 Eyl 2011
Mesajlar
210
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
"düzeltmek" olgusunu biçimlendirmek olarak değil, bir duruş olarak tanımlamıştım. "eğmek" peşinen boyun bükmektir.

Duymuşsunuzdur bir türkümüz vardı Ozan 'ın aimi şu an aklıma gelmiyor,af buyurun!Der ki gönülden gönüle bir yol vardır görülmez İşte tertemiz yürekler bu anlamda tam bir bilge!Anlıyorlar,seziyolar,biliyorlar ne yapacaklarını.Kafa tutturuyorum kendime.Kavga ediyorum yaralamadan .Eğitim anlamını o yolda gerçek anlamda yürüyebilenlerle mümkün ne yazıkki!.Siz gerçek anlamda eğitim verildiğine inanıyor musunuz!Hayat karşısındaki duruşumu kanıtlamak veyahutta göstermeye kalksam bir saniye bile o ortamda olmamam gerek.Ki ne sürgünler ne acılar yaşadım Allah bilir
kişiliği gerçekleştirme süreci toptan acı hocam :) acı...
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
konu varoluş idi ancak biraz aştık , forum açan arkadaşımızın bağışlaması dileğimdir, yazdıklarınızdan bir şey geldi aklıma aktarmadan edemeyeceğim. Pir Sultan yakılırken karınca bir damla su ile ona gider. derler ki ona, bu kadar su ile n eyapabilirsin? o da der ki, hiç bir şey yapmamaktan iyidir.
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Varoluşçuluk (Fr. Existentialisme) İnsanın kendi varlığını kendisinin yarattığını ileri süren Heidegger’in öğretisi…Alman düşünürü Martin Heidegger (1899 – 1976), 1927 yılında, Danimarkalı gizemci düşünür, Soeren Kierkegaard’ın (1813 – 1855) gizemci düşüncelerinden faydalanarak Varoluşçuluk öğretisini ortaya atmıştır. Varoluşçuluk öğretisi, insanın kişisel anlamını değerlendirmeye ve yaşama sürecinde kendi yolunu kendi seçmesi gerektiğini yasalaştırmaya çalıştığı için Tanrısız bir alanda bile idealizme eğilimli olanlarca tutulmuş ve hemen bütün dünyaya yayılmıştır. Kısa bir süre içinde iki kampa ayrılmış ve Gabriel Marcel’in (1889 – 1973) önderliğinde tanrıcı varoluşçuluk, Jean Paul Sartre’ın (1905 – 1980) Tanrısız varoluşçuluk adını alarak gelişmeye başlamıştır. Karl Jaspers (1883 – 1969), Lev Chestov (1866 – 1938), Nicholas Bardiaeff (1879 – 1948) gibi düşünürler bu öğretiyi savunmuşlardır. Varoluşçuluk öğretisine göre evrende kendi varlığını kendisi yaratan tek varlık, insandır. İnsandan başka bütün varlıklar, varoluşlarından önce yapılmışlardır. Daha açık bir deyişle, ağaç ağaçlığını kendisi yapmaz, ama insan insanlığını kendisi yapar. Ancak insandır ki kendisini nasıl yaparsa öylece var olur, değerlerini kendi yaratır, yolunu kendi seçer. İnsan yaşamaya başlamadan önce hayat yoktur, hayata anlam veren yaşayan insandır. Yeryüzünde insana yol gösterecek, kendisinden başka, hiçbir şey yoktur. İnsan, kendi kendisini yarattığı için, özgür ve sorumlu olmak zorundadır. Bunaltı, bu sorumluluğu duymaktır. Ama bu bunaltı, insanı eylemden ayırmaz, tersine, eyleme zorlar… Varoluşçuluk, görüldüğü gibi, nesnel varlığı insansal varlığa, insansal varlığı kişisel varlığa, kişisel varlığı da kişisel düşünceye indirgemekte ve zorunlu olarak idealizme varmaktadır. Bu idealizm, Alman düşünürü Fitche’ninki gibi öznel bir idealizmdir. Heidegger’e göre, “evren, ancak içinde insansal varlık bulunduğu oranda vardır”. Öyleyse insanın dünya üstünde belirmesinden önce dünya da yoktu. Kaldı ki bu dünya, varoluşçuluğa göre, insan türünün varlığı ile değil tek tek insanların düşünceleri ile varlaşmaktadır. Bu sonuç da varoluşçuluğu kaçınılmaz olarak tek benciliğe (solipsizm) götürür ve “kendimden başka hiçbir şey yoktur” saçmasına vardırır. Nitekim varoluşçuluğa göre evren, insana karşıdır, mantıksal olarak anlaşılmazdır ve ölüm gibi fizik ötesi bir anlaşılmazlıkla son bulmaktadır. Varoluşçu Jaspers’e göre, “felsefe yapmak, ölmesini öğrenmektir”. Varoluşçuluğun sorumluluk duygusu olarak göstermek istediği bunalım, geçekte bu ölüm korkusunun sonucudur. Bu korkuysa ancak insanı kişisel çıkarlarının ve yaşamının eylemine itebilir, başkaca hiçbir olumlu toplumsal ya da bilimsel eyleme itemez. Varoluşçuluk, her açıdan tipik bir idealist öğretidir. Varoluşçuluğa göre insan, kendisini nasıl yaparsa öyle olur, eş deyişle çiftçi çiftçi olmak istediği için ya da çiftçice düşündüğü için çiftçi olmuştur. Bilim, bu varsayımın tam tersini tanıtlamaktadır; çiftçi çiftçi olduğu için çiftçice düşünür, çiftçice düşündüğü için çiftçi olmuş değildir. İnsan kendisini nasıl isterse öyle yapamaz, karmaşık dış ve iç koşulların zorunluluğuna bağlıdır. İnsanın özgürlüğü, bu zorunluluğun bilgisine erişerek zorunluluğun doğrultusunda gerçekleşir. İnsan, özgürlüğünü varoluşçu anlamda kullanmaya kalkarsa toplumla çatışmaya girer. Nitekim varoluşçular da topluma karşı çıkmakta ve toplumun kişiyi bireyselliğinden yoksun kıldığını ileri sürmektedirler. Oysa insan, toplumsal bir varlıktır ve toplumdan koparılırsa ölüm korkusu ile titremekten başka yapacağı hiçbir şey kalmaz. Kaldı ki insanı toplumdan ayırarak bir başına ele almak, onu, metafizik anlayışa uygun olarak soyutlamaktır. Varoluşçuluk, hangi bakımdan ele alınırsa alınsın, metafizik alanda boy gösteren bir öğreti olmaktan kaçınamamaktadır. Varoluşçuluğun ayırıcı niteliği, kişisel tedirginliği, bu tedirginliğin nedenlerini çözümlemeye çalışacağı yerde, topluma karşı çıkmaya yönelterek gidermek istemesidir. Bu istekse, toplumsal bir anarşi doğurarak kişisel tedirginliği büsbütün arttırmaktan başka hiçbir sonuç sağlayamaz.

Kaynak: Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü,ikinci baskı (1973)


Not: Kitabın basıldığı tarihte hayatta olan filozofların ölüm tarihleri, tarafımdan yazılmıştır.

Not2: Buradan da anlaşılacağı gibi Tanrısız varoluşçuluk, tanrısız ve idealist bir öğretidir. Bu alıntı, http://www.felsefe.net/felsefeye-giris/73914-idealist-ateizm.html#post117854 konulu başlığa karşılık olarak yapılmıştır.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst