Vahdet-i Vücut

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Din Bilimleri kategorisinde fides tarafından oluşturulan Vahdet-i Vücut başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 9,858 kez görüntülenmiş, 37 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Din Bilimleri
Konu Başlığı Vahdet-i Vücut
Konbuyu başlatan fides
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan ls2

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Oldukça derin bir konu din,felsefe,sosyoloji,edebiyat hatta müzik... gibi konuların da içinde olduğu bir konu.
Konuyu bazı Vahdet-i Vucutçular’ı da değineceğim/değineceğiz. Nasıl başlamış nasıl gelmiş dünyada kimlerden hangi ülkelerin inanışlarından, hangi ülkelerin felsefesinden, hangi filozoflardan etkilenmiş, nelere karşı gelmişler, neleri savunmuşlar ... diye bir çok sorunun cevabını bulmaya ve eleştirisini yapmaya çalışarak gideceğiz.
Bu konuyu merak edenler için ön bilgi olacağını umuyorum.Özellikle vurgulamak istiyorum bu konu içinde “felsefe” barındıran bir konu olacak.
Yeri geldiğinde kaynak, tarih eleştireceğiz, yeri geldiğinde bazı sufileri eleştireceğiz.

Konunun sonuna bazı linkler vereceğim. Konuyu öğrenmek isteyen arkadaşların o linkleri de takip etmesini öneririm. Zaman harcamanıza değecek diye düşünüyorum.
 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Varlık birliği
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Atla: kullan, ara
Varlık birliği ya da Vahdet-i Vücud, tasavvuf düşüncesinde, yaratanla yaradılanın tek kaynaktan geldiğini ve "bir" olduğunu savunan görüştür.
Künt'ü, Kenz inancı Gizli bir Hazine idim bilinmeyi istedim yani dünyadaki bütün varlıkların ve tüm evrenin Tanrı'nın yansımaları olduğu anlamını taşır, İnsanların Allah'tan gelip yine Allah'a dönüşleridir. Nefsini terbiye eden insan oğlu Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarından geçer ve en sonunda Hak ile Hak olur. Seyyid Nesimi ve Hallac-ı Mansur'un kendilerini ölüme götüren "En-el Hak" sözü, bu inancın yansımasıdır. Dönemlerinde, bu Evliyalar, dinden çıkmakla sapkınlıkla ve şirkle suçlanmış ve anlaşılamamışlardır. Hallac-ı Mansur, ölüm anında şu sözleri söylemiş ve Allah'tan katillerini bağışlamasını dilemiştir: Ya Rabbi canımı alan bu kullarını bağışla; çünkü onlar senin bana gösterdiğin sırlarından haberdar değiller, senin bana gösterdikerini onlar göremezler bilemezler. Bu inancın en büyük temsilcileri Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi büyük İslam düşünürleridir.
"Vahdet-i vücud" tabiri bu öğretinin en büyük sözcüsü olan Muhyiddin İbn Arabi'nin eserlerinde bu kelimeler ile adlandırılmaz. İfadeyi ilk kullanan, İbn Arabi'nin öğrencisi Sadreddin Konevi'dir.

Varlık
Felsefi anlamda "varlık" üzerine yapılan tartışmalar, İslamiyet'in doğuşundan çok sonra, özellikle Yunan felsefesiyle gerçekleşen temaslar sonucunda ortaya çıkmıştır. İslam coğrafyasında özgün bir epistemoloji ve terminoloji geliştiren kelamcılar, filozoflar ve sufiler, varlık konusunda kimi zaman birbirine yaklaşan, kimi zaman da sert tartışmalara varacak kadar ayrımlaşan görüşler öne sürmüşlerdir. Tanrı'nın varlığı "varlık" yönünden bakıldığında "tek" ise bu durumda onun varlığı dışındaki diğer tüm varlıkların varlığı hangi anlamda bir "varlık"tır sorusu kafaları meşgul etmiş, bazı filozoflar Tanrı'nın varlığını "Mutlak varlık", diğer tüm yaratılmışları ise var olup olmama açısından mutlaklık taşımadığı için "Mümkün varlık" şeklinde tanımlayan bir ayrım yapmışlar ve aralarında bazı farklılıklar olsa da kelamcılar ve filozoflar bu ayrımı zihin dışında, ontolojik bir ayırım olarak algılamışlardır.
Vahdet-i vücud taraftarı sufiler ise bu ayırımın zihni bir ayırım olduğu, esasında varlığa bu şekilde bir ayrım getirilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar varlık birliği düşüncesinde Tanrı ve kullar arasında Tanrı'nın "Tanrılığı" kulun "yaratılmışlığı" korunuyor olsa da bir kısım istisnaları bir kenara bırakacak olursak özellikle fıkıh, hadis, tefsir gibi dinî ilimler alanındaki bilginler bu anlayışın yaratıcı ile kul arasındaki farkı ortadan kaldıracak ve tüm dinî emir ve yasaklara kayıtsızlığa sevk edecek bir sapkınlığa yol açacağı endişesine kapılmışlardır.
Varlık tek ve mutlağın varlığından ibarettir ancak tıpkı güneşin çeşitli aynalardaki yansıması gibi çokluk olarak görülür. Varlığın tezahürü de bir gerçekliğe sahiptir dolayısıyla evrenin de bir gerçekliği vardır. Çokluk ile birlik arasında mahiyet farkı vardır. Işığın tekliği renklerin çokluğu benzetmesinde olduğu gibi her ikisi de gerçektir ancak gerçekten bilenler çeşitli renklerin varlığını ışıktan aldığını da bilmekle birlikte renklerin varlığını da onaylarlar. Herşey varlığın içinde yer aldığından evreni inkar varlığı da inkar anlamına geleceğinden evreni inkar etmek mümkün değildir. [1].
Terminoloji
Sûfilere göre kendiliğinden var olan (kaimun bizatihi) varlık (vücûd) birdir; o da Hakk Teâlâ'nın varlığıdır. Bu varlık ezelidir; çoğalma, bölünme, değişme, yenilenme kabul etmez. Ancak Hak, zatı itibariyle değil; sıfat ve fiilleri itibariyle bütün suret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve asla değişikliğe uğramaksızın tezâhür ve tecellî etmektedir. İçinde farklılıklar ve değişme barındıran tüm evren ve içindeki canlı ve cansız her unsur, ancak O'nun varlığı ile ayakta durmaktadır. Vahdet-i vücut, Panteizm'deki gibi tek hakikatin parçalandığını ve sadece içkinliğini savunmaz. Materyalist panteizm veya monizm gibi ilk ilke ile evrendeki her şey arasında maddî bir bütünlüğü tasavvur etmez ve savunmaz.
Tarihte varlık birliği
İbn Arabi'den önce bazı mutasavvıfların varlıkta Allah'tan başka birşey olmadığına ilişkin ifadeleri vardır. Maruf el-Kerhi (ö.815-816) kelime-i şehadeti "Vücûdda Allah'tan başka hiçbirşey yok" tarzında ifade eden ilk kişi olduğu söylenir. Hâce Abdullah el-Ensâri (ö.1089) ise kendisine tevhidin ne olduğu sorulduğunda "Yalnızca Allah! Başka bir şey yok!" (Allah bes! Bâkî heves!) diye yanıt vermiştir. Büyük İslam alimi Gazali'nin de benzeri deyişleri vardır. O, Mişkâtu'l-Envar adlı eserinde "Arifler, mecazın en aşağı noktasından hakikatın zirvesine yükseldikleri ve miraclarını tamamladıkları zaman vücutta Allah'tan başka birşey olmadığını aynî müşâhede ile gördüler." demekte aynı şekilde meşhur eseri İhyâ-u Ulumiddin Din'de "Vücûd'da Allah'tan başka birşey yoktur...Vücûd yalnızca Gerçek Bir'e aittir" demektedir. [2] Buradaki "Vücûd" terimiyle kastedilen herhangi bir sıfatla nitelendirilmeyen felsefenin de üzerinde durduğu mutlak Varlıktır.
Muhyiddin İbn Arabi ve vahdet-i vücut ekolünün tarihteki tesirlerinin en çok görüldüğü coğrafya, Anadolu olmuştur. Endülüs'te doğup büyüyen Muhyiddin Arabi, Anadolu'da yaptığı seyahatler esnasında; Konya, Kayseri, Malatya, Sivas ve Aksaray gibi şehirlerde bulunmuş, oranın bilginleriyle görüşmüş, öğrenciler yetiştirmiştir. Bunların arasında en ünlüsü ve hocasının görüşlerini yaptığı şerhler ve izahlarla, gelecekteki nesillere taşıyan kişi Sadreddin Konevî'dir. Annesiyle yaptığı evlilik sebebiyle aynı zamanda Muhyiddin Arabi'nin üvey evladı da olan Konevî, yazdığı çok sayıda eserle, vahdet-i vücut düşüncesinin de ilk sistematik izahını yapan kişidir.
Osmanlılarda, İznik'te ilk medreseyi kuran ve ilk Şeyhülislam olan Molla Fenarî'nin, Muhyiddin Arabi'nin "Fusûs" adlı eserinin de şarihi bir Ekber olması sebebiyle, vahdet-i vücuda karşı, Osmanlı topraklarında uzun süre doğrudan eleştiri yapılamamış; hatta İbn-i Arabi'ye karşıtlığıyla bilinen Şeyhülislam Çivizâde Mehmed Efendi görevinden azledilmiştir. Bu dönemde Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'in emriyle İbn Arabi'ye yöneltilen itirazların cevaplandırıldığı Farsça bir kitap dahi kaleme alınmıştır. Ancak 17. yüzyıldan sonra bu durum değişmeye ve Vahdet-i vücud'a yönelik eleştiriler artmaya başlamıştır.
Vahdet-i Vücud görüşünü benimseyen, onun üzerine yorumları bulunan diğer bazı sufiler şunlardır:
1. Fahreddin Iraki (1213-1289)
2. Aziz Nesefi (v.1300?)
3. Sadeddin Fergani (v. 699/1300)
4. Mahmud Şebüsteri (1288-1340)
5. Abdürrezzak Kaşani (v.1329)
6. Abdülkerim el-Cili (1366-1424)
7. Şah Nimetullah Veli (1330–1431)
8. Abdurrahman Cami (1414-1492)
9. Abulvehhab Şarani (1493-1565)
10. Abdülaziz Debbağ (v.1717)
11. Abdülgani Nablusi (1641–1731)
12. Şah Veliullah Dehlevi (1703–1762)
13. Ahmed İbn Acibe (1747-1809)
14. Emir Abdülkadir (1808–1883)
Sadreddin Konevî'den itibaren günümüze kadar 7 asır boyunca İbn Arabî ekolünü Osmanlı Türkiye'sinde devam ettiren kişilerden bazıları:
1. Dâvûd-i Kayserî (v. 751/1350): Konevî'nin talebelerinden Kemaleddin Kâşânî'nin talebesidir.
2. Molla Fenârî (v. 834/1430): Babası Konevî'nin halifelerindendir.
3. Muhammed Kutbuddin İznikî (v. 855/1450): Molla Fenârî'nin talebesidir.
4. Yazıcızâde Muhammed Efendi (v. 855/1451): Muhammediye isimli meşhur eserin müellifidir.
5. Cemal Halvetî (Çelebi Halife, v. 912/1506): İbn Arabî'nin iki beytini şerh etmiştir.
6. İdris Bitlisî (v. 926/1520).
7. Sofyalı Bâli Efendi (v. 960/1552): Füsûs şârihi.
8. Üftâde Muhammed Muhyiddîn (v. 968/1580): Bursalı ve Celvetiye Tarikatı büyüklerindendir.
9. Aziz Mahmud Hüdâyi (v. 1038/1629): Üftâde Hazretlerinin talebesidir.
10. Nureddin Musliheddin Mustafa Efendi (981/1578).
11. İsmail Ankaravî (v. 1041/1631): Meşhur Mesnevî şârihidir.
12. Abdullah Bosnevi (v. 1046/1636): Füsus şârihidir.
13. Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi (v. 1655):
14. Sarı Abdullah Efendi (v. 1071/1660).
15. Karabaş Veli (Ali Alâeddin Atvel, v. 1097/1685).
16. Atpazarî Osman Fazlı İlâhî (v. 1102/1690).
17. Niyâzî-i Mısrî (v. 1105/1693): En yaygın ve meşhur tasavvufî divanın sahibidir.
18. İsmail Hakkı Bursevî (v. 1137/1724).
19. Nasuhî Mehmet Efendi (v. 1130/1717).
20. Köstendilli Süleyman Şeyhi (1750-1820?).
21. Abdullah Salâhî-i Uşşâkî (v. 1196/1781).
22. Safranbolulu Mehmed Emin Halvetî (v. 1283/1867).
23. Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin (v. 1299/1881).
24. Muhammed Nuru'l-Arabi (v. 1305/1887).
25. Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî (v. 1311/1893): Tercüme-i Cânibü'l-Garbi fî Halli Müşkilâti İbn Arabî adlı bir eseri vardır.
26. Ahmed Amiş Efendi (1807-1920)
27. Salahaddin Yiğitoğlu (v. 1937).
28. Ahmet Avni Konuk (v. 1938).
Eleştiriler
Vahdet-i vücut felsefesini savunanların en önemli temsilcisi Yunus Emre'dir[3].
Vahdet-i vücut konusu, İslam topraklarında asırlardır tartışılan ve tarafların kimi zaman birbirlerini cahillikle, sapkınlıkla (zındık, mülhid gibi) ve dinden çıkmakla suçladıkları çok tartışmalı konulardan biri olmuştur. Aralarında İbn Teymiye[4], Mustafa Sabri Efendi, önemli fakih ve şeyhülislamların da bulunduğu bu grup vahdet-i vücudu kıyasıya eleştirmişlerdir. Her ne kadar bu öğretinin kaynağı veya sözcüleri sufiler olmakla birlikte 14. yüzyıl sufilerinden Alâuddevle Simnânî kelamcı Sadettin Taftazani, 17. yüzyıl sufilerinden İmam-ı Rabbani gibi sufiler de vahdet-i vücudu eleştirmişlerdir.
Aralarında sufi ve selefilerin de bulunduğu bazı müslümanlar vahdet-i vücut ve panteizm arasında karşılaştırmalar yaparak ikisi arasındaki benzerliklere dikkat çekmişlerdir. Diğer bazı müslüman bilgin ve sufiler ise her iki kavramın birbirlerinden tümüyle ayrı anlamlar taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir.
Bazı selefi yazarlar vahdet-i vücut anlayışını, onun Hindu felsefesiyle etkileşime giren Arapların üretimi olduğunu ileri sürerek eleştirmektedirler. Bazı selefiler, Kabala ile benzerlikler üzerinde de durmaktadırlar.
İmam-ı Rabbani (Ahmed Sirhindi/Müceddid-i Elf-i Sani) gibi önde gelen bazı sufi büyükleri de vahdet-i vücudun, sufinin mistik yolculuğunda (seyr-i süluk) karşılaştığı ve Hak'kın varlığında kendi varlığını yok olmuş görerek sadece tek bir varlık olduğunu zannettiği bir hal olduğunu ancak bu halin daha üstün makamlarda aşıldığını dolayısıyla da sufinin yaşadığı en üstün makam olarak görülmemesi gerektiğini söylerek eleştirmiştir. İmam-ı Rabbani, Vahdet-i vücut kavramına karşı vahdet-i şuhut kavramını getirmiştir. Rabbani, evrenin mevcudiyeti ile mutlak varlık (Vucud-u Mutlak) arasında kesin bir ayırım yapılması gerektiğini özellikle belirtir.
Sufiler bu eleştirileri hem bazı ayet ve hadisleri kullanarak hem de vahdet-i vücudun Panteizm gibi bazı felsefi ekollerden farklarını ortaya koyarak yanıtlamaya çalışmışlardır. Bazıları da vahdet-i vücut için sadece içkinliği vurgulayan Panteizm değil, hem içkin hem aşkınlığı içeren Panenteizm tabirinin kullanımının daha doğru olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Vahdet-i vücut ile ilgili müstakil bir eser sahibi olan İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946) eserinde, vahdet-i vücutta, panteizmin aksine, Tanrı'nın evrenin bütünü, toplamı olmadığı, sadece evrenin ayrı bir vücuda (varlığa) sahip olmayıp Hakkın vücuduyla ayakta durduğu (kaimliği), evrenin varlık (vücud) itibariyle Hak'kın aynı ise de eşyanın zat, hususiyet ve belirtileri (taayyünleri) itibariyle Hakkın eşyadan ayrı olduğunu söyler. Tanrı'nın dışındaki her şey yani eşya, varlığını Hakkın varlığına borçludur ve bir an bile ona muhtaç olmaktan azade değildir. Yani evren panteizmde olduğu gibi bizatihi mutlaklık taşımamakta ve Hak'kın varlığı aleme ihtiyaç duymamaktadır. Ertuğrul bununla ilgili olarak Muhyiddin Arabi'nin Fütuhat-ı Mekkiyye'nin 371. babındaki şu ifadesini de aktarmaktadır: "Allah, Allahtır, alemin mevcut olması veya olmaması eşittir" (Ertuğrul: s.83-84) Ertuğrul'a göre vahdet-i vücut anlayışının pek çok dinî, ahlakî ve irfanî faydaları vardır. Bunlardan bazıları; vahdet-i vücut murakabesine devam edilerek, Allah'a ulaşmanın kolay ve kestirme yol oluşu, kişinin kendisinde müstakil bir varlık görmeyişinden ötürü riya, gurur ve kibirden uzak kalabilmesi, tüm yaratılmışlara Hak'kın tecelli aynaları olarak bakıldığında onlara daha iyilikseverce yaklaşılacağı, hakiki tevhid anlayışı ile gizli şirkten uzak kalınacağı olarak sayılabilir.
Vahdet-i vücut ile ilgili Panteizmle de ilişkili olan itirazlar arasında evrenin (alemin) ezeliliği (kadimliği) bahsi geçmektedir. Vahdet-i vücudu savunanlar, alemin Allah'ın ezeli ilminde bulunması sebebiyle ezeli olduğu ancak harici varlığı itibariyle ezeli olmadığı (hadis) yönünde savunma getirmişlerdir. Füsus şarihlerinden olan Ahmed Avni Konuk, konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: Kevn-i câmi olan, insân-ı kâmil sûretiyle hâdistir ve hakîkat-ı rûhiyyesiyle ezelîdir.
Ayrıca Bakınız
• Panenteizm
• Ekberilik
• İbn Arabi
• Davud el-Kayseri
• Vahdet-i Şuhud
Kaynakça
1. ^ Mahmut Erol Kılıç, "İbnu'l-Arabi", DİA, c.xx, s.507
2. ^ Mahmut Ay, "Kuran'ın Tasavvufi Yorumu, İnsan Yay. 2011, s.403-403
3. ^ Bakınız
4. ^ Bakınız
Kaynaklar
• Ahmed Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem tercüme ve Şerhi, haz. Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı, İstanbul, 1994
• İsmail Fenni Ertuğrul - Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1991
• Mustafa Kara - Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 2004
• Mustafa Tahralı - Muhyiddin İbn Arabi ve Türkiye'ye Tesirleri
• Şeyh Mekki Efendi ve Ahmed Neylî Efendi - İbn Arabi Müdafası, İstanbul,2004
• Sufi metaphysics/Wikipedia

Kaynak: Vikipedi
 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Alevilik’te Vahdet-i Vücut

"Etkilendiği ve beslendiği kaynakların çeşitliliği sonucu Bektaşi ve Alevi inancının efsane ve ritüellerle dolu dış kabuğunun ardında, gelmiş geçmiş bütün manevi öğreti ve yaratılış efsanelerinin ana motifleriyle özünü buluruz. Yani Bektaşi ve Alevi inancı çok özel ve yerel gibi gözükse de temelde evrensel bir din anlayışıdır.
(videoda cem ayininde dede Dertli Divani on iki hizmetlileri meydana çağırır) Görüldüğü gibi daha başlangıcında “on iki” gibi evrensel bir sayıyla karşılaştık. Hıristiyanlığın on iki havarisi, Museviliğin on iki kabilesi, on iki olimposlu Tanrı, Herkülün on iki işi, on iki burç gibi…
Nedir bu sırrı sır eden ve aslında tek bir nurdan olupta Allah Muhammed Ali olan?

Vahdeti vücut teorisinde Kâinatın yaratılışı, Mutlağın, Hakkın tecellisine dayanır. Hak, ağma makamının dipsiz karanlığı içinde gizli bir hazineyken kendi içine döner, özünün ihtişamını seyreder, bu özü sever ve aşk saçar. Bu kusursuz hazinenin bilinmesini ister ve görünür olmak için ışır, ışık olur. Bu ışık “İlahi Bilinç”tir, yani ilahi kelam… İşte bu ilahi bilinç ya da nur olan Allah, içinde çokluğun gölgesinin dahi olmadığı Tektir. Ancak görünmezin görünür olması yani yaratılış için ikiliğin, şekil verenle şekil verilecek bir şeyin olması gerekir. İşte Allah’ta algılanamaz olan kendi nurunun üzerine düşürdüğü gölgeden önce şekil verilecek pasif bir cevher olan "külli nefsi" yaratır. Külli nefs Hakkın zahire çıkmış aşk, hayat ve beden verme gücüdür. Hakkın bilinmesini istediği gizli hazinesinde ki potansiyel fikir ve varlıkların görünüş alanına çıkıp hayat bulacağı bir çeşit rahim ya da tecelli yeridir. Bir tecelli yeri olarak külli nefs karanlığın giysisi içinde boşluğun şeklindedir. Bir çeşit ayna ya da bir fotoğraf negatifi gibi de düşünebileceğimiz külli nefs, Allah’ın kendinden üflediği nefes vasıtasıyla üzerine düşen ruhu yani “İlahi Bilinci” bozup çarpıtmadan olduğu gibi yansıtır. Bütün dinlerde nefes ile ruh arasında bir bağlantı vardır. Bu durumda Külli nefs Allah’tan gelen nefes vasıtasıyla maddeye bağlanmış ruh ya da bilinç demektir. Zaten Arapçada dişi bir sözcük olan nefste nefesten gelir. Kısacası külli nefs bedenlenmiş ruhtur, ruh bedendir, Bektaşilikte ki can bedendir. Külli nefs, Allah’tan gelen nefes vasıtasıyla yansıttığı ilahi bilince bu kusursuz surete aşk ve hayat olan kendi cevherini de giydirir. Bu oluşum külli akıl, hakikat nuru ya da insanı kâmil gibi adlar alır. Külli nefs bir bakıma Allah’ın gizli hazineyi görünür kılmak için şekil vereceği kil gibidir. Kile şekil verecek eller ise Allah’ın kusursuz bir sureti olan “Saf Bilinçtir”. Kil biçim alırken nasıl elle kil artık birbirinden ayrılmaz ise maddi evrenin yaratılışında mitolojilerde dişi kabul edilen yaratma yani beden ve hayat verme gücüyle eril kabul edilen şekil verme ve tasarlama enerjisi de artık külli akılda birbirlerinden ayrılmazlar. Evrende görünen her şey bu iki zıt kutbun yani aktifle pasifin, dişi ile erkeğin o sonu gelmez dansıyla dokunmuştur. Bunun en somut anlatımını Çinlilerin yin yang sembolünde buluruz.

Pasif aktifi, aktifte pasifi ya da erkek kadının tabiatını, kadında erkeğin tabiatını içerir. Onlar aynı paranın iki yüzü gibidirler. Özetle yaratılışın aktif ilkesi olan Allah pasif ilkesi olan külli nefs ve bu aktif ile pasifi cem etmiş olan külli akıl aslında Hakkın değişik tezahürlerinden başka bir şey olmayan aynı nurdur. Hakkın isim ve sıfatlarını ya da gizli hazinesini tezahür ettirecek olan yaratılış ilkeleridir. İşte bu üç yaratılış ilkesi Bektaşi ve Alevi inancında Allah-Muhammed-Ali birliği adını alırken Hıristiyanlıkta Baba-Oğul-Ruhul Kudüs, Musevi kabalasında Taç-Kraliçe-Kral, Hint kültüründe Brahma-Vişnu-Şiva, eski Mısır’da Osiris-İsis-Horus isimlerini alır. Hak kendine duyduğu aşk nedeniyle bilinmek isteyip tecelli ederken külli nefsin hayat ve beden verme gücü külli akıl saf bilinç vasıtası ile harekete geçer. Böylece külli nefs tıpkı aynı ışığın farklı renklere bürünmesi ya da suyun konduğu değişik kapların biçimini alması gibi Hakkın aynı suretini farklı beden ve kılıflarla örterek Mutlağın çehresini her şeyden gizler. Böylece zaten sır olan Hakkı daha da sır eder. İşte bu üçlemenin Muhammed ve Ali’si tarihi kişilikleriyle peygamber olan Hz Muhammed ve onun damadı ve amcasının oğlu olan Ali değil; insanın ve evrenin yaratılışını anlatan sembollerdir. Hakkı renk renk çeşit çeşit beden ve kılıflarla örtüp gizleyen külli nefs, mitolojilerin ana tanrıça şeklinde tasvir ettiği yaratma enerjisidir. Bu saf hayat enerjisi asla değişmez, azalmaz ve yok olmaz. Bu enerji çeşitli şekil ve formlara girerek gezegenler sistemini ve dünyamızda ki hayatı oluşturur.”

[video=youtube;IOVS9L6Pyz0]http://www.youtube.com/watch?v=IOVS9L6Pyz0&feature=player_embedded[/video]
 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
İbn Arabi

“Vahdet-i vücûd” (varlığın birliği), İbnü’l-Arabî’nin (ö.638/1240) tasavvufi
düşüncesinin temelini oluşturur. Kendisi bu ismi kavram olarak kullanmamıştır.
Onu bir kavrama yakın manada ilk kez kullanan Sadreddin Konevî
(ö.673/1274) ve talebesi Saîdüddin el-Fergânî (ö.699/1300)’dir.



İbn Arabi:
İslam teolojisinin (ve aynı zamanda monoteist dinlerin teolojilerinin de) temelinde
Tanrı’nın zamanda başlangıcının ve sonunun olmaması ve fenomenel dünyanın sonradan
olma bir varlığa sahip olduğu klasik bir görüş olarak yer alsa da, İbn Arabi varlığın
başlangıcı ile ilgili olarak farklı bir sav ortaya koymaktadır. Tanrı’nın öncesiz ve sonrasız
olması, İbn Arabi’ye göre görülen dış dünyanın da öncesizliğini gerektirmektedir. Çünkü
Tanrısal özün tekliği, sadece Tanrılığın tekliği değil, varoluşun da tekliğidir. Varlık ve
Tanrı’nın birlenmesi31 varlığın kaynağına yönelik yaşamsal sorunu açığa
kavuşturmaktadır: Tanrı’nın öncesizliği ve sonrasızlığı, kendisini fenomenel dünyanın (elalem),
veya “Tanrı’nın dışındakilerin” (ma sivahu) öncesiz ve sonrasız olmasıyla
pekiştirecek kadar aşkın ve içkindir. Öyle ki, “yaratma” (el-halk) eylemi, ki Tanrı’ya
Tanrılığın atfedilmesini neden olabilecek en belirgin nitelik olmalıdır, Tanrı için bir
“yokluktan var etme” (ex nihilo) formunda söz konusu olamaz, o sadece, ileride
detaylandırılacağı gibi, kendi özünde olanı (fi zatihi) açığa vurmaktadır.
“Ben Peygamberden – Tanrının selamı ve
rahmeti onun üzerine olsun – iki kap dolusu ilim öğrendim. Bunlardan birisini sizlere
anlattım. Eğer diğerini anlatmış olsaydım benim kafamı keserdiniz”90. Hiç kuşku yok ki
İbn Arabi, bu bilginin, halkın (el avam) inancının temeli olan eşsiz ve benzersiz Tanrının,
nasıl “Öyle bir zatı ulularım ki o, kendini eşyada göstermiştir, öyle ki o eşya onun
aynıdır”91

İbn Arabi bir başka sınıflandırmasında insanları arifler, arif olmayanlar ve cahiller
olarak üç kategoriye ayırır. Aslında bu, arifler kategorisinin iki alt kategoriye
ayrılmasıdır. Bu sınıflandırmaya göre arif, ‘Tanrı’yı, Tanrı’dan, Tanrı’da ve Tanrı’nın
gözü ile görendir’. Arif olmayan kişi ise ‘Tanrı’yı, Tanrı’dan, Tanrı’da ve kendi gözü ile
görendir’. Cahil ise Tanrı’yı ne Tanrı’dan, ne de Tanrı’da görebilen, ancak onu
ötedünyada kendi gözü ile görebileceğini uman kişidir.96
Arif Tanrı’nın varlığında erimiş
durumdadır ve Tanrı’yı yine Tanrı’nın görüşü ile görür. Bir başka ifade ile gören, onun
gözünden kendisini gören Tanrı’dan başkası değildir. Böyle bilen bir kişi, varoluştaki
Tanrısal hayatın her anına tanıktır. Arif olmayan kişi ise, Tanrı’yı Tanrı’da ve Tanrı’dan
görmekte ise de, Tanrı’yı gördüğü göz Tanrı’nın değil kendi gözüdür. Bu yüzden bu kişi
Tanrı’dan perdelenmiştir çükü kendi benliğinin izin verdiği ve gözünün yetisi nispetinde
Tanrı’yı bilmektedir ki bu eksik ve deforme bir biliştir. Cahil ise Tanrı’yı bilme
bakımından en fazla sınıra sahip olandır. Böyle bir cahil, Tanrı’ya sadece sahip olduğu
dinsel görüş ya da dünya görüşü altında ibadet eder ve onu sınırlar. Tanrı’ya ibadet
etmenin tüm şekillerini reddeder. Bu anlamda bir pagan gözüken bir arif, böyle gözüken
bir sözde Müslüman’dan üstün bir bilişe sahiptir.

İbn Arabi için tektanrıcılık, çoktanrıcılık, ateşe, suya, aya, güneşe tapma,
insana tapma ve sonsuz sayıda din, aslında evrensel dinden başka bir şey değildir. Bütün
inançlar aslında Tanrı hakkında sahip olunan bir inançtır ve ne şekilde ibadet edilirse
edilsin aslında Tanrı bütün ibadetlerin nesnesinde bulunmaktadır.102 Bir çoktanrıcının
taptığı put eğer Tanrı’nın nesne olarak görünüşü ise, neden bu kişi sahte bir inanış ve
asılsız bir dinde olsun? Ya da Tanrı’yı mutlak bir tenzih ile soyutlayan bir kişinin inancı
neden ayrıcalıklı sayılsın? İbadet edilen her şey Tanrı’nın bir belirme ve görünme yeri ise
ve aslında Tanrı’dan başka ibadet edilen yoksa, herkes kendisi için çizilen varoluş
yolunda gereğince ilerlemektedir. İnsanlar sayısınca yine insanlara ait din adı altında
belirlenmiş inançlar vardır ve bunların her biri, bütün inançları kapsayan , hatta
inananların da özü olan Tanrı’nın belirmeleri ve tecellileridir. Ancak İbn Arabi’nin burada
bir şartı vardır ki her bir inanç sahibi, kendi inancının Gerçek’in sadece bir yönü olduğunu
bilmeli ve Gerçek’i, yani Tanrı’yı asla kendi inancı ile sınırlandırmamalıdır. Çünkü
örneğin putlar ve şekiller, özlerinde, diğer bütün fenomenler gibi boşturlar.


Bu anlamda İbn
Arabi’nin sistemi, göreceli alem-Tanrı dualizmini açıklamaya çalışan, insanın
Tanrıyı bilişini öne çıkaran, ancak özde her şeyi tek varlık olan Tanrı’nın ‘kendisi’
olarak gören mutlak bir monist düşüncedir.


İbn Arabi Hakkında kısa alıntılar.


 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Tenzihten bahsedersen Tanrı’yı sınırlamış olursun,
Teşbihten bahsedersen O’nu belirlemiş olursun.
Fakat her ikisini de öne sürersen doğru yolu izlemiş olursun,
Ve sen bilgide bir yol gösterici ve bir üstat olursun.
İki ilkenin varlığını ileri süren çoktanrıcı,
Ve Birliği savunan birlik adamı olur.
(Tanrı ile alemi) yan yana getirirsen teşbihten sakın,
Birliği ileri sürersen tenzihten sakın.
Sen O değilsin, hayır, daha doğrusu sen O’sun ve sen O’nu
Varlıkların özünde mutlak ve sınırlı görürsün48 (ibn Arabi)




"ruhum ne ondan önce vardı, ne ondan ayrı bir sırrın kemâlidir
ruhum onun, o dışımdaki âlemin bende akseden hayâlidir.
ve aslından en uzak ve aslına en yakın hayâl
bana ışığı vuran yârimin cemâlidir..."

nâzım hikmet/pirayeme rubailer/ nâzım ile pirâye
 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Aşağıda bazı sorular olacak arkadaşlar böylelikle konuya katılabilir. Konu hakkında pek bilgisi olmayan arkadaşlar yararlı linkler köşesinden faydalanıp gene katkıda sağlanabilir.

Bazı Sorular(Sınav değil elbette )


*İbn Arabi’nin Vahdet-i Vücut’a etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
*Aşkınlık ve içkinlik nedir?
*İbn Arabi’nin Yeni Plotoncu olarak tanımlanmasını nasıl buluyorsunuz?
*Vahdet-i Vücutta ‘monist – düalist” ayrımını nasıl buluyorsunuz?
*Fenomenler, Bir’e ulaşabilir mi?
*İbn Arabi’nin yoktan var olmayı ret etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
*Hallac ve İbn Arabi bakış açısındaki farklılık nedir?
*İbn Arabi ‘yi din felsefesinde nerede buluyorsunuz?(Panteizm,panenteizm,deizm,agnostisizm... vs)
*Vahdet-i Vucutta “varlık”(ontoloji) nasıl ifade edilmiştir?
*Vahdet-i vücut ile vahdetçilik aynı mıdır?
*Panteizm ile Vahdet-i Vucut aynı mıdır? Aynı ise benzerlikleri nedir?Farklı ise farklılık gösteren yerleri nelerdir?
*Vahdet-i Vucut ile Panenteizm arasında bağ var mıdır?
*Aleviliğin Vahdet-i Vücut’a bakış açısı nedir?
*Vahdet-i Vücut Tanrının yokluğunun ifade edilmesi midir? Kutsal kitaplardaki Tanrı ile Vahdet-i Vücut çelişmekte midir?
*Pagancı bir görüşü mü savunur?
*Vahdet-i Vucut Hindistandaki dini inanışlardan etkilenmiş midir? Olmuşsa ne derecede ?
*Veda inancı ile arasında bağ var mıdır?
*Hallac’ı Mansur’un ve Vahdet-i Vücutçuların “sır “ kavramından ne anlaşılmalı?Alevilikteki “Sır” kavramı ile bağı var mıdır?
*İbnu Teymiyye, İbnu'l-Esîr’in Hallac’ı Mansur hakkındaki görüşlerini nasıl buluyorsunuz?
*Hurrifilik ve Vahdet-i Vücut anlayışı aynı mıdır?
*Spinoza ve İbn Arabi arasında ne gibi benzerlikler vardır?
*Vahdet-i Vücut'un Öz’e bakışı nasıldır?
*Vahdet-i Vücut'un diğer inanışlara bakış açısı nedir?
*Helenistik dönemden etkilenmiş midir?



Birbiriyle ilişkili sorular olduğu gibi bağımsız sorular da var.Konuya sadece bazı merak edilen tartışılan sorulardan başladım.Tabii ki genişletilebilir. Sorular cevaplanılarak katkı sağlanabilir. Ya da anlaşılmayan merak edilen kısımlar sorulabilir.


Keyifli okumalar diliyorum.
 

sakal

Kahin
Yeni Üye
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
2,000
Tepkime puanı
1
Puanları
38
kendimi bir ney dinletisinde hissettim.Tasavvuf tadında bir yazı olmuş.Teşekkürederim emeğinize.Benimki sadece merak.bazı notlar aldım benimde bazı sorularım olacak.Yalnız kendimi mesnevideki fil hikayesinde anlatılan körlere benzettim.umarım doğruya ulaşırım.sağolun.
 

glsezinrs

Kahin
Yeni Üye
Katılım
12 Ara 2010
Mesajlar
1,358
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Aşağıda bazı sorular olacak arkadaşlar böylelikle konuya katılabilir. Konu hakkında pek bilgisi olmayan arkadaşlar yararlı linkler köşesinden faydalanıp gene katkıda sağlanabilir.


*Fenomenler, Bir’e ulaşabilir mi?

Bu soru ilkçağ düşünürleri tarafından da sorulmuş ve Arkhe arayışını gündeme getirmişti.Verilen cevapları biliyoruz..Bir kısmı soyuta, bir kısmı da maddeye indirgenen monizme götürür.Aristoteles, madde+form savıyla daha uzlaşmacı bir düalizmi savunarak idealizmden ,dolayısıyla Platon'dan ayrılır.Ama her ne olursa olsun konu yine ontolojide ve kaçınılmaz olarak metafizikte düğümlenecektir.Bu, bir cevap olmadı elbette..Cevaplar öznel olacak.Birlik ve çokluk, kendileri zaten karmaşık kavramlar (felsefi anlamda)..Zor bir sınav sorusu..*:)
 
E

evrensel-insan

Ziyaretçi
Aşağıda bazı sorular olacak arkadaşlar böylelikle konuya katılabilir. Konu hakkında pek bilgisi olmayan arkadaşlar yararlı linkler köşesinden faydalanıp gene katkıda sağlanabilir.

Bazı Sorular(Sınav değil elbette )
*Fenomenler, Bir’e ulaşabilir mi?

Istenirse aklin kendine dogrulayarak gerceklestirdigi varliksal, ontolojik ve teolojik temelli metafizik olarak olabilir. Yalniz bu bilimsel ve bilissel degildir. Ayrica olgu da degildir.

Cunku bilimsel olarak fenomenin ne oldugu degill; onun gozlemi ortaya konur.
 

üşenen adam

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
1 Haz 2012
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
74
Vah dedirten vücut, bakımsız bir vücuttur. Vücut sahibinin gelir düzeyiyle kekonomik düzeniyle veya kapitalizmle ilişkisiyle alakası yoktur.
Kişi fakir de olabilir, varsıl ama boşverici bananeci bir karaktere de sahip olabilir, "Para bende istediğimi yerim istemediğimi yemem.. Örneğin tatsız tuzsuz aynen demokrasiye benzeyen o brokoliyi peygamber gelse yediremez bana.." şeklinde bir tutuma da sahip olabilir pekala.
Vah dedirten vücut, sıska cılız 1 barfiks çekemez sıklette olabildiği gibi, bedenin 3/4 ünü içeren bir göbeğe de sahip olabilir.
Özellikle kadınlarda bel ve koltukaltı katlarıyla katmanlarıyla kendini gösterir. Katlar binalardaki gibi dikine olmayıp dalgalar halinde yeryüzüne inmek içün çırpınırlar. Vah dedirten vucut sahipleri....
Ne.. Vahdeti Vücut mu.. Hımm.. yok.. hayır.. onu bilmiyorum işte..
 
P

Pyramos

Ziyaretçi
Bana ağır geldi..anlamadım..konuyla ilgili daha önceden bilgisi olmayan birine de ağır geleceğinin göstergesi bu bence.. ana hatları kendi anladığın biçimde ve kendi ifadelerinle bir öz/özet geçseydin iyiydi Fides.:)yardım olarak tabi..kolay bişi yok bu hayatta orasını biliyoruz:)
 

sakal

Kahin
Yeni Üye
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
2,000
Tepkime puanı
1
Puanları
38
Bir girdap gibi beni içine çeken nedir?varlık içinde yok oluyorum sanki.İşin felsefesinde değilim özün özüne inmek istiyorum.Yunus'da Mevlana'da kayboluyorum.nefsimin açlığını giderebiliyorum ama ruhumunki evrene aşeriyor...kendime bir Şems arıyorum.sorumda yok yorumumda..sevgiyle kalın.
 

glsezinrs

Kahin
Yeni Üye
Katılım
12 Ara 2010
Mesajlar
1,358
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
*Vahdet-i Vucut ile Panenteizm arasında bağ var mıdır?

Her ikisinin de ortak yanı, evrenin tanrısal bir südur olduğunda birleşmeleridir.(Farabi de yaradılışın, faal akılın (tanrının) taşması ve fenomene dönüşmesi sonucu olduğunu savunmuştur.)Ayrıldıkları nokta: panenteizm, panteizmin yaratan/yaratılan özdeşliğini yeterli bulmaz, yaratıcının fenomende zuhur etmekle kalmadığını, ayrıca fenomenin üstünde/dışında/bağımsız niteliklere de sahip olduğunu, dolayısıyla hem aşkın hem içkin olduğunu savunur.Yani fenomen+numen'dir diyelim..İbn-i Arabi panenteisttir.
 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Bana ağır geldi..anlamadım..konuyla ilgili daha önceden bilgisi olmayan birine de ağır geleceğinin göstergesi bu bence.. ana hatları kendi anladığın biçimde ve kendi ifadelerinle bir öz/özet geçseydin iyiydi Fides.:)yardım olarak tabi..kolay bişi yok bu hayatta orasını biliyoruz:)

"Ya Hallac tasavvuf nedir?" dedi.
"Kemter makamı budur ki görürsün".
"Ala makamı nedir?"
"Sana ondan sormaya yol yoktur."




Zaten çok kapsamlı sorulardan da anlaşıldığı üzre. Bu konu Vahdet-i Vücutçular incelenmeden pek anlaşılacağını sanmıyorum. Benim anlatımım tavşan suyunun suyu olacak. Bir kaç cümleyle anlatmaya kalkarsam sorduğum sorulardan çoğuna cevap olmayacak belki ama seninle farklı bir yöntem uygulayabiliriz.
Öncelikli bir kaynak vereyim oradan bayağı kapsamlı şekilde bir şeyler öğrenebilirsin. Dili basit anlaşılır düzeyde. Felsefe Yüksek Lisans tezi.(hatta yazıcıdan çıkartabileceğin bir PDF. Word'e ekleyip düzenlersen çok daha az sayfa alır ama keyifle okuyacağını düşünüyorum. Anlayamazsan da dert etme. İbn Arabi'yi anlamak zordur. Ama bakış açısını anlamış olacaksın) Kaynağı eleştirebilirsin tabi. İçindeki bazı konular:

BÖLÜM I. İbn Arabi’nin Kaynakları, Kendi Sisteminin İslam
Temelli Vahdet-i Vücut ve İslam Dışı Panteizm Sistemleri
Arasındaki Yeri……………………….………………………………….9
BÖLÜM II. Varlık ve Tanrı Arasındaki Genel İlişki ………………….20
1. Varlığın Kendisi Olarak Tanrı………………………………24
2. Aşkın ve İçkin Tanrı………………………………………….30
2.1 Aşkın Tanrı ve Tanrı’nın Benzemezliği (Tenzih)……….….31
2.2 İçkin Tanrı ve Tanrı’nın Benzerliği (Teşbih) ………………37
BÖLÜM III. Varoluştaki Tanrısal Hayat……………………………….42
1. Tanrısal İsimler ve Bunların Fenomenler
Dünyası ile Özsel İlişkisi ….. ………………………………..44
2. Varlık veya Tanrısal Bulunuşun Evreleri …..………….……54
3. Sabit Arketipler (A’yan es-Sabite) ……………………..……58
BÖLÜM IV. Yaratılış ve İnsanın Varoluşu …………………………….67
1.Yaratan ve Yaratılan Arasındaki Karşılıklı İlişki…….………67
2. Sonsuz Yaratılış ………………..………………………….…..69
3. İnsanın Varoluşu ………………………………………….…..72
3.1 Varoluş ve Aşk.…………………………………………….83
3.2 Dinlerin Birliği .…………………………………………….88
3.3 İyilik ve Kötülük Sorunu …………………………..……….93

Kaynak:


Bir kelimenin açıklamasını yapalım :

Fenafillah, "Ölmeden önce ölmek" anlamına gelir. Tasavvuf inancına göre, evrende gerçekte Allah'ın varlığından başka ebedi olan gerçek varlık yoktur; varlıklar onu gösteren birer aynadır. İnsan, er ya da geç Allah'a geri dönecektir. Bir Vahdet-i Vucut kavramıdır. Nefsin arzularından geçip varlığını Allah için görmektir. Kul bu makamlarda kendinden ve sıfatlarından fani olarak Hakk'ın sıfatlarıyla beka bulur. Fena fi-llah şeklinde yazılır. Damlanın okyanusa düşmesi misali Allah'ın zatında ruhun yok olması gibidir. Savaşırken yeni bir ruh verilerek devam etmenin ilk adımıdır. Tasavvuftaki en son mertebe olan salah makamının kapısıdır.
Kaynak: Vikipedi


Bu sadece nerden başlayabilirsin diye verdiğim kaynaklardan biraz daha detaylı olanıydı. Ama elbette kendimce anlatmaya çalışırım.Ama unutma ki bu tanımda da görüş birliği yok. Ama bence Vahdet-i Vücut:
*Hak ile hakk olmaktır. (Tanrı aşkla yaratmıştır, tanrı insanda mevcuttur.)
*Bir olmaktır.
*Yok olmaktır.
*Erimektir.
*Eşitliktir.
*Öz'e ulaşmaktır.Öz'e değer vermektir.
*Mütevaziliktir.
*İnsan-ı kamil/arif olmaktır.
*Aşık olmaktır.
*Sırra ermektir.



Bunları sadece ana başlıklar olarak düşün. Ama gene de sana anlatırken senin yolundan gideceğim. Sen, aşk adamısın ya aşk'tan başlayalım. Vahdet-i Vücut’a göre gerçek ve tek aşk Tanrıya duyulan aşktır ve bizler Tanrının yansımalarıyız yer yüzünde yaşayan... Bu yüzden “insan” merkezli bir anlayıştır. “İnsan”ın önemi oldukça büyüktür ve bunu din,ırk vs ayrımı gözetmeden yaparlar...
Neyse Aşkı benden değil de onlardan görelim:


*Katletmek üzere onu alıp götürdüler, çevresinde yüzbin kişi toplandı. Gözünü hepsinin üzerinde dolaştırarak, 'hak! hak! ene'l-hak' diyordu. Derler ki, bu sırada dervişin birisi ona, 'aşk nedir' diye sordu: 'aşkin ne olduğunu bugün, yarın ve öbür gün göreceksin' dedi. o gün katlettiler, ertesi gün ateşe atıp yaktılar. Üçüncü günse külünü rüzgara verdiler..." (Hallac-Mansur)


*"Dirseklerine kadar niçin süründün?" dediler.
"Aşk abdesti aldım ki, aşk namazının iki rekati dürüst değildir ta ki aşık-ı biçare, kendi kanıyla abdest almayınca."




Bir de İbn Arabi’den Aşk’ı dinleyelim mi? Benim Dinim “Aşk”tır diyor.


[video=youtube;1aPA7lpVYQg]http://www.youtube.com/watch?v=1aPA7lpVYQg]İbn Arabi - Aşk'tır Benim Dinim / Amina Alaoui - YouTube[/video]


Hallac-ı Mansur biraz daha heyecanlıdır. Ondaki aşk öyle bir hale gelir ki saklayamaz “En-el Hakk” der ve sırını açığa vurur.Sırrını ifşa etmesiyle idam edilir ve bu oldukça trajiktir .( “Biz Hallac'a sırrımızdan bir sır gösterdik. Onu ifşa eyledi. Her kim sultanlar sırrını ifşa eyleye cezası budur.” ) Ölümü şu düzende olduğu söylenir:


I. Burnunun kesilmesi,
2. Kamçılan'ması,
3. Vücudunun parçalanması,
4. Darağacına asılması,
5. Teşhir olunması,
6. Kafasının uçurulması,
7. Cesedinin yakılması,
8. Vücud küllerinin bir minareden rüzgara savrulması veya
nehre atılması.



Hallac’ın Hocalarının da Sünni olduğu, sünni eğitimi almış olduğu o kültürle büyüdüğü bilinir. Ama Alevi öğretisinde oldukça saygı duyulan biridir. Hz.Ali’den sonra en çok sahiplenilen kişi ve Alevi-Bektaşi inancının kemiğidir.
Bildiğim kadarıyla Yezidiler için de önemli ve saygı duyulan biri.
Hallac, dünyadaki diğer dinleri araştırmak için yollara düşer.(Hindistan gibi)
Hallac bir çok molla(?) arkadaşlarını ve çevresini eleştirmiştir islamiyeti yorumlayışını. Lafını sakınmazmış hani.Hatta daha fazla arkadaşlarına mahçup(!) olmamak için şehir bile değiştirir. Hallac’ın dine bakış açısını ondan görelim:

“bütün dinler bir ağacın dalları gibi aynı gövdeye bağlıdır, amaçları ve felsefesi aynıdır ve hepsi Tanrıya aynı yakınlıktadır...”

"kabe, mekke'de değil, insanın kendisinde, kalbindedir."



Böyle der Hallac. Bir de oldukça mütevazi,halkçı birisidir. Döneminin yöneticileri keyif çatarken halk; hak ve hukuktan yoksun sefalet içindedir .O da yoksullardan kölelerden yana olmuştur. Ve şöyle der:

“Tevekkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha müstahak olan birisinin bulunduğunu bildiğin zaman, yemek yememendir.”

Zaten bir çok kişi de etkilemiştir. Nesimi, Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedreddin vs. Gibi.

İbn Arabi daha çok ayetleri Vahdet-i Vücut anlayışına yorumlamıştır. Mesela : “Ona ruhumdan üfledim.” gibi ve daha bir çok ayet .

Bir de şöyle bir sözü var: “ Su, kabının rengini alır.” (biraz düşünme payı vereyim bu söz üzerine)

Arif insan “Hakkın suretini ve âlemin suretini kendinde toplar.” der. O da insanı merkeze koyar . Ateist, teist, panteist,panenteist, agnostik vs önemli değildir. Öyle ki insana yaratılışı/özü gereği “kötü” demez, sadece onun davranışına “kötü” der.Yoktan var etmeye de karşı çıkar. DininTanrının insanlara tek varlık olduğunu gösterme amaçlı olduğunu söyler.



Bir de diğer Vahdet-i Vücutçu Şeyh Bedrettin’de kısa alıntı yapayım:

Bedrettin, hemen her şeyin insanlar arasında ortak, paylaşabilir ve mubah olmasını bir eşitlik ilkesi olarak görmüştür. Osmanlı toprağında yaşayan halklar arasında, din farkının kaldırılmasını ve Müslüman olmayanların da ülke topraklarından yararlanması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede "bir toprak reformu ve buna koşut olarak dinsel bir reform" yapılmasını savunmuştur. Bedrettin her ne kadar dini bilimler okumuş olsa da, kendisi daha çok toplumun ekonomik ve sosyal yönüyle ilgilenmiştir. Öbür dünya yerine bu dünyaya yönelmiştir. Her şeyin insanda bulunduğunu, doğa ile insanın bütünlüğünü vurgularken, emeğin doğayla ilişkilerini açıklamaya çalışmıştır. Bu nedenle üretim-tüketim sorunlarıyla da yakından ilgilenmiştir. “Tanrı malı, Padişah malı” düşüncesine de karşı çıkmıştır. “yarin yanağından gayrı her şey ortak” tezini geliştirmiştir. Böylece Şeyh Bedrettin’de, üretim araçlarının mülkiyeti açısından, çok ciddi bir sosyalist düşünce anlayışının filizlenmiş olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bedreddin’e göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Bedreddin bu bağlamda derki “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.”

Ona göre insan, özellikleri bakımından Tanrıdan bir parçadır. İnsanların yaradılışında tanrı bir yönüyle kendisini örneklemiştir. İnsanların tanrının güzelliklerini, iyiliklerini taşımaları gayet doğaldır, ve bunda hiç bir sakınca aranmamalıdır. İnsan yaradılışında, diğer varlıklardan üstün tutulmuştur. Bu nedenle insanoğlu düşünce gücü ve yetenekleri bakımından Tanrı’nın kendisine aktardığı üstün niteliklerin değerini bilmelidir, ona göre davranmalıdır.

Bedrettin akıl konusunda başka bir yaklaşım getirerek, aklın tanrıyı kavrayamayacağını ileri sürer. “Tanrı’nın kavranması aklın sınırlarını aşar. İnsanın akıl gücü Tanrının büyüklüğünü, kudretini kavramak için yeterli değildir. “

“Tanrı’nın varlığı tüm evreni tamamlar. Evrenin varlığı yine Tanrı ile varoluşundandır. İbadetin koşulu ve kuralı yoktur. Tanrı her türlü ibadeti kabul eder.”

http://www.felsefe.net/kimdir/1434-seyh-bedrettin-kimdir.html


Bir de bir türkü ekleyeyim. Daha doğrusu Nazımın şiiri Z.Livaneli yorumuyla




Şimdilik bu kadar devam ederim sonra . Bir toparlama cümlesi yaparsak Vahdet-i Vucud’u savunanlar dini hoşgörülü,halkçı/eşitlikçidir.


Not: Konu ilerledikçe farklı görüşleri de dile getiririz.
 
P

Pyramos

Ziyaretçi
Emeklerin için; minnet,şükran,thanks,danken,gracias Fides:) verdiğin linkteki yüksek lisan tezini indirdim, fırsat buldukça bakmaya çalışacağım. İnsanlardan birşeyler istemek genelde en son seçeneğimdir, aslında o satırları yazarken o amaçta değildim ama bir daha okuyunca öyle anlaşılıyor. (ibn Arabiyi anlamaya çalışırken abandone olmuş olmalıyım:)) yük olmuşsam kusura bakmayınız. yüksek nezaketiniz için bir kez daha teşekkürler.
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Bu mevlevilerde vahdettin vucutcu mu?
 

sakal

Kahin
Yeni Üye
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
2,000
Tepkime puanı
1
Puanları
38
Su; kabının rengini değil şeklini alır.
 

sakal

Kahin
Yeni Üye
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
2,000
Tepkime puanı
1
Puanları
38
54. sayfa 68 numaralı dipnot.söz zannedersem İbn-i Arabi'nin değil.
 

sakal

Kahin
Yeni Üye
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
2,000
Tepkime puanı
1
Puanları
38
Şimdi buldum.bu söz Cüneyd-i Bağdadiye aitmiş.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst