Şiir ve Felsefe

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler kategorisinde Laetna tarafından oluşturulan Şiir ve Felsefe başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 6,093 kez görüntülenmiş, 7 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Şiir, Hikaye ve Güzel Sözler
Konu Başlığı Şiir ve Felsefe
Konbuyu başlatan Laetna
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan kalliope

Laetna

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
443
Tepkime puanı
6
Puanları
18
Yaş
34
Şiir ve felsefe, ikiside düşünmeye değecek bir konunun malzemesi.Felsefe şiirle başmamıştır ifadesi hiçe sayılacak bir ifade değildir.Şiirdede felsefe gibi bir gerceği arayış bir gerçege ulaşma arzusu vardır.Varolan bir nesneyi, arayışındaki biçim üzerinden ele alarak nesneyi olduğu gibi göstermekten çok, onu idealindeki biçime soktuğu tarzda bize aktarır.
şiiirde şair bir filozof gibi değildir düşüncesini, bu budur diye acıklamaz.Şair madde üzerinden hatta bir duygu,bir his,bir fikir üzerinden yola çıkarak görülmeyeni, düşünülmeyeni kafasında kurduğu dünya aracığı ile şiire aktarır.
İşte bu arayışta felsefenin payı oldukca büyüktür şair aslında, nesneden yola çıkarak felsefe aracılığı ile o dünya ya ulaşır ve şiir arcılığı ile o dünyadan aldıklarını bize sunar.
Benzetme yapmak gerekirse,yemek olarak ele alalım.şair varolan nesneleri felsefe ile pişirir, düşünce olarak ortaya çıkan yemek şiir aracılığı ile bizlere sunulur.

Şiir en duyulmaz olanın duyulmasını sağlamak, kalbin kapalı gözlerini açmak suretiyle, kalbi olanın saltanatını sürdürmesine yardımcı olmaktır ,bunu yapabilmek içinde felsefeye ihtiyaç duyar.
Kısacası şiir ve felsefe, ruh ve beden gibidir.Eğer felsefe ruh ise şiir bedendir, ikisi bir birinden ayrıldıklarında ikisininde bir hiçten farkı kalmaz, oratada ne bir şiirden nede bir felsefeden söz edemeyiz.
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
Ynt: Şiir ve Felsefe

Edebi eserlerin bir dalı olan şiir şekil ve içerik olarak bir bütünü temsil eder; yaratıcı aklın sentezlediği algılama ve bunu söz ile yeniden yorumlamanın sınırı olduğu söylenemez. Bu bağlamda, genel geçer ölçülerden söz etmek tartışmalara konu olsa bile doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Yazın dili olarak şiir özde diğer anlatım şekillerinden ayrılmak durumundadır. En kısa ve öz olarak ve belki de sözcüklerin en çarpıcı olanlarını anlamlı bir bütünlük oluşturacak şekilde bir araya getirmek şiiri diğer anlatımlardan ayıran en büyük özellik olsa gerek. Hassas bir terazi değildir söz-konusu olan. Aklın sentezlediği, bilgi ve bilinç ile üste çıkarttığı doğru, yanlış ? iyi, kötü ? güzel, çirkin -in toplumsal olarak karşılıklı olarak üretilmesi ve bellek ile aktarılması bir yönden özgür birey ile genel algılama arasında bir çelişki doğururken öte yandan karşılıklı iletişim yolları açık bulundukça yapılacak tartışmalar ile de bir özdeşleşmeyi yaratacaktır ki bu da yeninin sentezlenmesi olarak yer edinecektir. Yer ve zamana göre değişmez evrensel tek doğru söz-konusu olmadığına göre genel ve özel çelişkisi de her zaman var olacaktır. Bireysel farklılaşma zaman zaman çok uç boyutlara bile taşınacak ve gerçek-üstü denilen bir tarzı ortaya koyacaktır. Gerçek-üstü algılama ve yorumlama aslında gerçeğin ve algılanan olgunun düşsel olarak farklılaştırılmasından başka bir şey değildir. Boyutların ve şekillerin görsel zenginliği renk, ışık ve derinlik ile bir araya geldiğinde aynı ve benzer olguların çok farklı görsel zenginliğini ortaya koyabilmektedir. Düşünsel olarak ?olmayanı yaratmak?- ancak olanla ilişkilendirilmek ve benzeştirilmekle mümkün olabilmektedir. Bu da bir yönüyle aslında var olanın farklı boyutta görüntülenmesinden başka bir şey değildir. Bu açıdan şiirde sür-realist ?gerçek-üstü- bir anlatım olabilir mi? Sorusu ile karşılaşmak mümkündür. İlk bakışta bu soruya olumlu yanıt verilebileceği düşünülse de, pek olası görülmemektedir. Her şeyden önce sürekli değişmekle birlikte kullanıla gelen anlatım araçları sözcüklerden yeni ve bilinmeyen sözcükler bulmak gerekir ki böylesi bir anlatımın paylaşılmasının olanaklı olduğunu söylemek olanaklı değildir. Öyle ise şiir bir hayal kurmak ya da düş dünyasını uç noktalarda zorlama sanatı olarak değerlendirilemez. Şiirde anlamlı bir bütünlükten kastedilen ise evrensel genel-geçer bir anlam bütünlüğü elbette değildir. Gerek yazan kişide ve gerekse yorumlayan,paylaşılan ?okuyucu- kişilerde bir anlam, bir duygu , bir düşünce ,bir eleştiri, karşı-eleştiri, yargı, üzüntü, sevinç ve belki de nefret, aç-gözlülük,kin vs. yönlerinden bir çağrışımı içermek durumunda olması şiirdeki anlam bütünlüğünü oluşturan öge olsa gerek. Şairin şiirinde anlatmak istediği, bakışı ve yorumu ile okuyan her kişinin anladığı ve yorumunun çok farklı olması mümkündür. Ancak, her okuyanda yeni bir çağrışım ya da olanı düş dünyasında farklı ve belki de aynı algılama ile ?içselleştirme/öznelleştirme/benzeşme- iz-düşümler yakınlaşıp uzaklaşacaklardır. Şiir paylaşıma açıldığı andan itibaren ayrı bir noktaya düşecek ve şairden bağımsızlaşacaktır. Buna şiirin bağsızlaşması demek olasıdır. İz-düşümler bu bağsızlık sayesinde gelecekteki okuyanları da etkileyen bir unsurdur.
-------------------------adını ben koydum
-------------------------o aldı başını gitti

Şiirle uğraşı bir açıdan bir yaşam biçimidir; ve şiir zaman zaman canlı bir organizma,zaman zaman dışımızdan bize uzanan bir ışık seli, zaman zaman yakalayabildiğimiz ölçeklerde onunla yolculuklara çıktığımız bir soyutlama sanatıdır. Ondaki yaşam dilimini yakalayabildiğimiz ölçüde şiir bir gerçekliktir; gerçekliğin ta kendisi değil tabi ; onun bir uzanımı ve ustaca ise gerçeğe bir uzanımdır. Şiir sanatında ustalık gerçekliği yansıtabilen imgelemeleri yakalayabilmektir. Sanat toplum içindir Tüm sanatsal çalışmalarda sanatçının öznelliği yarattığı sanatına/eserine yansır. Bu öznellik duyumsama boyutudur. Öznel nesnelin uzanımı olduğuna göre gerçekliğin bu iki yanını yeniden nesnele dönmesiyle birlikte ele aldığımızda bir birinden tamamen ayırmak ya da tek düze bir etkimeyi benimsemek idealist bir yaklaşımın ürünü olabilir.

Hiçbir okuyucuda hiçbir duyguyu çağrıştırmayan, güneşsiz ve gölgesiz, yağmursuz ve dolusuz, karsız ve boransız, börtü böceksiz, gülsüz bülbülsüz, insansız ve hayvansız, acısız sevinçsiz, özlemsiz umutsuz, aşksız hasretsiz vs sözcükler yığınını şiir sayabilir miyiz?

paylaşım için teşekkürler sayın Laetna...
 

kalliope

Ordinaryus
Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
727
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Ynt: Şiir ve Felsefe

Şiir… ilk sevdam… daha kalemime düşmeden aklıma düşen, her yazdığımda, her okuduğumda beni esrikliğine alan “güzellik ülkesi”… Okumayı-yazmayı öğrendiğimden beri, bende birikenleri toplayıp toplayıp gönül rahatlığıyla bıraktığım belki de tek liman… Şiirin sesini nerede duyacağınız hiç belli olmaz… Bazen küçük bir çocuğun gözlerinden düşen çaresizlik, bazen bir adamın ellerinde toplanmış emeğin çizgileri ya da bir kadının saçlarında, karanlıkta açmış pamuk tarlası… Şiir; zamansız gelen bir misafir gibidir... Uykudan uyandırır, yolun ortasında kalem-kağıt çıkarttırır...-yaşayan bilir-
Şiir imgelerle bir başka güzeldir... Şair: o imgeler yığınında, gizlenmiş suskunluğunu cam bir şişede suya bırakır… Dışarıdan bakıp “güzelmiş” deyip tekrar suya bırakır bazıları… Ama şiirin güzelliğini, kokusunu, tadını mısraların yüreğine, parmaklarıyla dokununlar bilir… İşte o dokunuşlardır şair ile okuyucuyu göz göze getiren…

Felsefede de şiirde de adeta üçüncü bir gözden bakış vardır... Biri akıl, diğeri duygularla sorgular.
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
Ynt: Şiir ve Felsefe

Kitle iletişim araçlarından özellikle görsel basının hayatın her alanına hızla ve etkin nüfuz etmesiyle birlikte okuma -okul okuma değil tabi- oranındaki düşüklük neredeyse doğru orantılı olarak yükselme eğilimi göstermiştir. Tüketim alışkanlığının körüklenmesi ve bireyin hazır ve yorucu olmayan düşüncelerle oyalanma eğilimi en çok kitap basımını, satışın olumsuz yönden etkilemektedir. Ayrıca baskı ücretleri ve kitap ücretlerinin göreceli olarak yüksekliği de, birlikte düşünüldüğünde okuma oranının hızla düşmesi bir o kadar kaçınılmaz olmaktadır. Bir avrupa ülkesindeki bırakalım Avrupayı Japonya'da uzak doğu ülkelerinde kişi başına düşşen kütüphane sayısı kıyaslanamayacak ölçüde çoktur. Okumak ve okunmak iteniyorsa eğer kitap fiyatları bahane edilmeden kamusal alanda kütüphanelerin fazlalaştırılması ve okuma alışkanlığının müfredat pogramlarında ta ilk öğretim çağlarında başlatılması ile giderilebilir bir paradoks olarak durmaktadır.. Bu olumsuzluktan en çok nasibini alan da şiir edebi eserleri olmaktadır. Sanal dünyanın şiire bu yönden olumlu bir katkısı olduğu görülmektedir.

"başka olmak" bu aynı zamanda kendin olmaktır. aynı sözcüklerle farklı o kadar duygu ve düşünce aktarılabilir ve yaratılabilir ki. Bu, aynı zamanda sonsuz evrende yaratıcı aklın sonsuzlaşmasıdır. Tükeniş olmadığı gibi mükemmel de yoktu. Güzeli aram çabası bir yandan kişisel bir çabanın ürünü gibi kendisini gösterse de bu aslında kültürel bilgi birikimi ile ortaya çıkan kişide somutlaşan toplumsal bir yansımadır. Şiir de bu yansımaların belki de en özelidir.
 

kalliope

Ordinaryus
Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
727
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Ynt: Şiir ve Felsefe

GÖNÜL FİLOZOFU

Türkiye'de bir gönül filozofu var, adı Ahmet İnam. Hakiki filozof. Ayrıca ODTÜ Felsefe Bölümü Başkanı. Üniversitedeyken ondan bir ders almıştım, İstatistik hariç diğer notlarım yüksek olduğu halde, Ahmet hocadan DD'yi (yani 60) zor kurtarmıştım, FF de verse ona kırılmazdım. Sonraları karşılaştığımızda onda 'vicdan azabı' yaratacak kadar tekrarladım bunu, gönül filozofudur, çok bildiği vardır.

Ahmet İnam, 25 yıldır şiirin de felsefenin de yazının da yüzünü güldüren olağanüstü güzellikte yazılar yazıyor. Kitaplarının adını anmak bile, bu yazının yarısını doldurur. Bir de henüz kitaplaşmayan binlerce yazısı var sanırım. Cumhuriyet'in cumartesi günleri verdiği Bilim-Teknik ekinde de yıllardır 'Gönülden Bilime' üstbaşlığıyla yazıyor. TRT-INT kanalında da türküleri yorumluyor. Ekteki yazıları okuyorsanız, köşesindeki küçük resminin de, size hep gülümsediğini hissedersiniz. Ahmet İnam için felsefe bir 'şenbilim'dir. Şiirin içindeki şairi, felsefenin içindeki filozofu hissetmek gibi.
Felsefe-şiir ilişkisi sorunlu bir ilişki olagelmiştir. Usta şair, hocamız Hilmi Yavuz, ki aynı zamanda felsefe hocasıdır, "Şiir, felsefeden çok ideolojiye yakındır" der. Fransız şair Mallarme'nin 'Şiirin fikirlerle değil, sözcüklerle yazıldığı' düşüncesini savunur. Şair ve felsefeci Yücel Kayıran'a göreyse 'felsefi şiir' olanaklıdır ve "Bir varoluş problemi etrafında kurulmuş şiirdir. İnsanın neliği sorununa ışık düşürmekle ilgili bir şiirdir." Bu sorunlu tartışmaya dahil olacak değilim, hem konumuz da, konuğumuz da Ahmet İnam. O da Karl Jaspers'ın 'Felsefe yolda olmaktır' sözünün izinden gidiyor. Diyor ki: "Şiir, şuurlanmaya ve hakikat araştırmasına bizi götürebilir. Hakikatin bir yanı eğer bilimle yakalanacaksa, bir yanı da şiirle yakalanabilir sanırım." Ve önemli bir tartışmaya da 'gönülden' katılıyor: "Şiir, şiire dönüşmüş şairdir. Şiir, şairdir aslında. Ben bunu daha aşırı götürerek felsefe için de söyleyebilirim."

Ahmet İnam'ın 'Şiir Gerçek İçinde Gerçek Şiir İçinde' (S'İmge, 2004) adlı, alt başlığı da 'Tüttürmeler' olan kitabını okuyorum. Şiirden mektuba, doğadan insana ve aşka, bilimden felsefeye, uzunlu-kısalı, Türkçenin doruğa çıktığı, her cümlesi ayrı bir lezzet taşıyan, şaşırtıcı, eğlenceli, fakat sahici ve hakiki tespitlerin yer aldığı bu kitapta, hep 'şen', hep 'gülümseyen' denemeler var. Felsefenin şiiri, şiirin felsefesi bu kadar güzel mi anlatılır şaşkınlığına yol açan şiirsel düzyazıları var. Şiirle felsefeyi bir güzel buluşturuyor Ahmet hoca: "Felsefe derler, bir şiir vardır. Şiir derler, bir felsefe... 'Olamaz bir hanede mihman mihman üstüne' denmiştir. İyi halt edilmiştir. Şiirle felsefe ayrı ayrı hücrelerde inletilmiştir. İnsan kendini yarmıştır, kültürünün baltasıyla. Bu yanım şiir, bu yanım felsefe... Şiirsiz felsefenin soğuk ve soyut yüzünü görünce, evlerimize buyur edemiyoruz. Onunla söyleşip, dertleşemiyoruz. Felsefeyle aramızda giderek açılan uçurum, bir karabasan olarak üstümüze çöküyor. Sevişmelerimizde şiir yok, düşünce. Şiir yaralarımıza cılk yaralar açarak dokunuyor, felsefenin okşayışını henüz duyanımız yok. Sevgilimin yüzüne neden şiirle dokunamıyorum? Neden onunla muhabbetimizde eksik felsefe? İndim yarin bahçesine, şiir dilinde felsefe biter."

Gönül filozofu Ahmet İnam, eskilerin 'Rind' dedikleri, şimdilerde pek bulunmayan has bir adam. Sözcükleri yalnızca şiiri, felsefeyi değil, bizim de gönlümüzü okşuyor, yüzümüzü güldürüyor. Felsefenin nasıl gülümsediğini görmek ve evinize buyur etmek için hemen okuyun. Hem bir gönül filozofuyla da tanışmış olmanın saadetini yaşarsınız. Bu konulara meraklı biraderim Haşmet Babaoğlu'na ise bilhassa tavsiye ederim.
Haydar Ergülen
2 Mart Radikal Gazetesi
 

kalliope

Ordinaryus
Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
727
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Ynt: Şiir ve Felsefe

"SANATSAL ŞİİR TASVİRİ"

"Geçer gider yeryüzünde
En güzel nimetler bile,
Zaman sınırlarını aşan düşüncelerimizle
Yaptığımız etki düşünenlere,
Bir tek o vardır,
O kalır sonsuzluğa…"
Goethe

Sanat, insanın kendisini mükemmel şekilde ispatladığı ve bunu haklılaştırdığı, kısacası kendisini tanrı olarak gördüğü andan itibaren başlar. Her şeyi görünür kılmanın en iyi yoludur sanat. Bütün insanlığa ait olan hayata dair hesaplaşmaların, kavgaların, derinliğin dile getirildiği bir atmosfer, bir komplekstir. Bütün bu oluşlar birçok alt sanat yaratımlarında mevcuttur.
Bunlardan biri de şiirdir. Şiir, bir şey yaratmanın bütün rahatsızlığıyla dolu olan üretken, etkileyici, estetik bir hayat formudur. İşte bu değişken ve bir o kadar da sarsıcı yapı, kendi içerisinde doğayı, insanı, evreni, olguları, umutları, duyguları eleştiren, tasarlayan, yapıp bozan bir felsefi derinlik içerir. Felsefe sanat ilişkisi buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü çıkış yeri olarak şiir, her zaman bir felsefeye ya da bir açmaza gebedir, işin özü olarak; felsefe şiirin, şiir felsefenin gerekçesidir diyebiliriz. Şiir felsefenin kestirme yoludur dersek haksızlık etmiş olmayız herhalde, çünkü bu mükemmel ikili birleşince ortaya en karmaşık biçimlerin en sade hali çıkar. Bu hengame içinde şiir kendi felsefesini içselleştirmek için dili en etkin şekilde kullanır. Biz buna edebiyatta üslup deriz.
Şiir kendi içinde bir sanat eseri meydana getirirken insana ait olan şeyleri kullanır, kısacası uydu görevini üstlenir. Şiir insanın iç görünümüdür. İnsandan uzak bir felsefe olamayacağı gibi insandan uzak bir şiir de mümkün olamaz, olmamalıdır; zaten bu son derece anormal olmaz mıydı? Şiir, felsefi anlatımları, sunumları yukarıda söylendiği gibi en kısa, en öz ve en anlaşılır şekilde sunar hayatımıza. Bu açıdan belki bir karşı duruş olabilir; fakat katiyen bir durumu koruyan bir muhafazakâr tavır ya da ideolojik kimlik sergilemez, ki bizim burada bahsedilen şiir kavramımız sanatsal bir yorumdur, siyasi amaç güden propaganda aracı olan militan şiirlerden bahsetmiyoruz. Şiir, zevklerin, hayatın, arzuların, isteklerin, kaygıların, hüznün, acının, ürpertilerin her türlü irdelenişini içerir, sanatsal şiir tasviri budur.
Şiir, insanın felsefi ilerlemesinin anahtarıdır, çünkü şiir felsefi zaferlerin tetiği olan polemik sanatını da içerisinde bir nimet gibi sunar. Polemikler, fikri gelişmenin, zindeliğin, zihni zenginliğin belirteçleridir. Bütün fikri tartışmalarda kullanılan bu kabiliyet; kurgusal zekâyı ve insanı tatmin eden bir yön barındırır.
"Şiir mekânsal ya da tarihsel bir kaygı duymaksızın her şeyi kendi meşrebince tasarlar durur." En önemli özelliği de budur diyebiliriz. Oyun hamuru gibi her şeye benzeyebilme ve her şey gibi görünebilme yeteneği.
Nesneler kuşkusuz hayatın devamı için gerekli olanlardır. Şiir nesnelerin önemini ve gerekliliğini belirleyerek onlara yeni anlamlar yeni misyonlar yükler. Maddi çevrenin önemsizliği-önemliliği üzerinde kurgusal bir takım nüanslara bakar -ki bunu imge sanatı adı altında kullanır diyebiliriz.
Şiir akli ya da sezgisel olarak kurgulandığından gerçek dünyayı görme şansına/yetisine daha doğrusu kahinliğine sahiptir. Felsefe ile ilintisi de buradan gelir. Soyutlamalarla tatminkâr bir portre çizmez; çünkü şiir ya da sanat bir avuntu makinesi değildir. Şiir akıl oyunları içinde kâh romantiktir, kâh realist… Bu süreç çok kişilikli ve sancılı bir boyuttur. Şiir amaçsızca ve çıkarsızca yola çıkar fakat sonucu hiç de öyle sanıldığı gibi kolay gelmez; bu açıdan ilk başta sonsuzlukla örülmüş bir uğraştır. İşte bütün bu iklim içinde bir tasavvur haritası çizerken şiir, kelimelerin çetin savaşımıyla süslenir, büyülenir. Bahsettiğimiz sonuç kısmı da burada başlamaktadır. Bu sayılanlar belli bir sistematiğin içerisinde kendi kendine olup bitmez. Bu durumda bahsedilen felsefe-şiir etkileşimi ya da dostluğunun bu iklimin altında yattığını söyleyebiliriz.
Sanat fizikli bir şiir, ahlaki bir sistem ya da düzen hayalini yahut kaygısını taşımayarak, başka bir ifadeyle bireysel hazlardan, arzulardan, kaygılardan yola çıkarak örer boşluğu; bu farklı ve üstün insan modeliyle ilintili bir fazdır, ayrıca belirtmek gerekir ki özgür bir ruhla birlikte, ütopik ve gizemli bir yönü de barındırmaktadır. Ülkesel ya da tarihsel kaygılardan kurtulmuş bir özgürlüğün yani gerçek özgürlüğün peşindedir. İnsani seçimin sürekli yapıldığı bir sorunsaldır, kaygılar silsilesidir.
Ve son olarak söylemeliyiz ki, asıl önemli olan kaygımız; şiiri, felsefeyi, sanatı, üstün, düşünen-yaratıcı insan modeli yaratımında kullanmak olmalıdır.
Can Murat Demir
 

kalliope

Ordinaryus
Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
727
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Ynt: Şiir ve Felsefe

felsefi__iir-kapak_jpg__P9UFPb_.jpg


Yücel Kayıran ile Röportaj

Bir ciltte iki kitap. Felsefi Şiir ve Evet Etik. Bu iki kitap neden ayrı ayrı değil de bir arada yayınlandı. Eş zamanlı bir okuma mı gerekiyordu?

Şiir gibi, düzyazı kitapları da şairin veya yazarın yüz yüze geldiği problemin hikâyesini, bu problemin devamlılığını dile getirdikçe önemlidir.

Söylediğiniz gibi, bu kitap her ne kadar birinin adını taşısa da, bir ciltte yer alan iki ayrı kitaptan oluşuyor: Felsefi Şiir ve Evet, Etik. Felsefi Şiir, sadece kendi şiir anlayışımı dile getirdiğim yazılardan değil aynı zamanda Türk şiirinin temel problemleriyle hesaplaşan yazılardan oluşuyor. Evet, Etik ise, Türk şiiri ortamındaki pragmatist ve patronaj zihniyetin eleştirisi ile Türk şiirindeki tutarsızlıklar ile ithal ikameci şiir anlayışlarını irdeleyen yazıları içeriyor. Buna, Türk şiir ortamında yüz yüze geldiğim ve içime sindiremediğim problemlerle hesaplaşma ve bu problemleri aşmaya çalışma çabası da denilebilir. Dolayısıyla, beni felsefi şiir teorisine götüren sürecin başlangıcı Evet, Etik’te yer alıyor. Kuramlar durduk yerde ortaya çıkmaz; gerçeklikte yüz yüze geldiğimiz problemler karşısında, o problemleri aşma çabası sonucunda ortaya çıkar. Bu nedenle, bu iki kitabın aynı zamanda çıkmasını istedim. Yayınevi de tek ciltte basmayı önerdi.

Dünyagörüşü şiiri ile ideolojik şiire karşı felsefi şiiri savunuyorsunuz. İlk iki kavramda ne gibi bir karışıklık söz konusu ki ayrı ayrı kullandınız? Felsefi şiiri inşa ederken öncülünüz sayılabilecek referansınız var mıydı?

Descartes’ın bir sözü vardır. İnsanlar arasındaki anlaşmazlığın nedeni, insanların duygu ve düşüncelerini tam karşılayan kelimeleri kullanmamalarından kaynaklanır, diye. Birçok problemin kaynağında da benzer bir durum söz konusudur. Birçok problem, birbirinden farklı tecrübelerin veya farklı türden olup bitenlerin aynı kavramlarla tanımlanmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Dünyagörüşü, ideoloji ve felsefe kavramları arasında da böyle bir durum söz konusu. Türkiye’nin fikir ortamında olduğu gibi Türk şiir ortamında da her üç kavram birbirinin yerine, yani aynı anlamda kullanılıyordu. Felsefeci kökenli şairler tarafından bile. Felsefeyi, “soyut ya da somut kavramlarla kurulan sistemli bir dünyagörüşü” olarak tanımlamak bunlardan biri. Bu tanım, TDK’nun 1983 tarihli Türkçe Sözlüğündeki dünyagörüşü maddesine de ‘örnek’ olarak yer almaktadır. Şimdi, dünyagörüşü denilen şey ile, ideoloji veya felsefe denilen şey aynı şey değildir ve birbirinden farklı deneyimlere, birbirinden farklı tahayyüllere işaret ederler. Oysa, dünyagörüşü ile felsefe arasındaki ayrım, zaten 60lı yıllarda felsefede yapılmıştır. Dünyagörüşü, kişilerin tecrübeleri sonucunda dünyaya ilişkin, hayatın anlamına, insanların davranışlarına ilişin bir takım düşünceler toplamına varmasıdır. Böyle bir tecrübe, bedenin tecrübesidir. Dünyagörüşü, bendenin yaşadığı tecrübenin bilincidir. Dolayısıyla, bedenin yaşadığı tecrübeyi dile getiren şiir de, dünyagörüşüne dayalı bir şiir oluyor. İkinci yeni şiiri bu türden bir şiirdir örneğin. İdeolojiye gelince.. Tabii ideoloji kavramı, çok daha karmaşık hale getirilmiş bir durumda. Bununla birlikte, ideolojiler, yanılsama oluşturmaya ilişkin tasarımlardır ve her ideoloji bu tasarımlara ilişkin birçok fikir önermelerini dile getirirler. Dünyagörüşlerinde olduğu gibi, ideolojiler de, insanı değil, insan tasarımlarını dile getirirler. İslamcı insan tasarımı, milliyetçi insan tasarımı gibi.. Dolayısıyla, ideolojik şiir de, ideolojik argümanlara göre yazılan ve insanı değil, söz konusu ideolojilerin insan tasarımını dile getiren bir şiirdir. İdeolojik şiirler, aslında dönemsel şiirlerdir. Söz konusu ideolojinin dönemi bittiğinde, o ideolojiye göre yazılmış şiirlerin de dönemi bitmektedir. Bu arada, Marx’ın yapıtlarının, ideolojik bir metin değil, felsefi bir metin olduğunu da geçerken belirtmem gerekir çünkü yaygın olarak tam tersi bilinmektedir.

Felsefi şiire gelince.. Felsefi şiir, insanın varoluş durumuyla ilgili felsefi bir problemi gösteren bir şiirdir. İçinde yaşadığımız çağın koşullarında, siyasette, iktisatta, toplumsal ve bireysel ilişkilerde, pedagojide sözü edilen her türlü gelişmeye rağmen insanın yüz yüze geldiği veya içine sürüklendiği çıkmaz durumu bir problem durumudur. Dolayısıyla, felsefi şiir, insan varlığının, bugün içinde bulunduğu çıkmaz durumunun, şiirin asıl meselesi olduğunu gören bir bilinci dile getirmektedir. Bu poetika, şaire, insanın çağımızdaki varoluş durumuyla ilgili hakikatlerinin keşfini yapmayı yüklemekte ve ona filozofik bir değer atfetmektedir.

Türk şiirinde şimdiye kadar Felsefi Şiir diye adlandırılabilecek bir poetikadan söz edilemez miydi? Bunda, acaba olanı doğru adlandıracak bir felsefe eğitimi eksikliği mi söz konusuydu? İkinci soruda anılan kavramlar arasındaki karışıklık da aynı eksikliğin bir sonucu mu?


Felsefi şiir diye adlandırılan veya adlandırılabilecek bir poetika daha önce yok. Sadece Türk şiirinde değil, felsefi şiirin dile getirdiği problemler bakımından, farklı bir adla da olsa, Batıda da olduğunu sanmıyorum. Ama, benim felsefi şiir olarak tanımladığım şiir anlayışından hareketle bakıldığında, felsefi şiire örnek olabilecek şiirlerden söz edilebilir. Örneğin Yahya Kemal’in Atik-Valde’den İnen Sakakta; Cahit Külebi’nin Tokata Doğru; Zahrad’ın Gece Şarkısı; Melih Cevdet’in Ölü Timur Gökyüzüne Bakıyor, Ahmet Oktay’ın Birahane Longa; Mehmet Taner’in Kuru Ayaza Bıraktın Beni adlı şiirleri bunlardan bazıları.

Felsefe eğitiminin eksikliği meselesine gelince.. Bana göre, felsefe eğitiminin eksikliğinden çok, felsefeyi ideoloji ve dünyagörüşüyle karıştıran bir felsefe eğitimi söz konusu. Çünkü bu türden felsefecilerde, antik Yunan filozoflarına karşı bir soğukluk, bir tür düşmanlık, bir şekilde mevcuttur.

Felsefi şiir poetikanızda, günümüz Türk şiirinin insanı bitirdiğini, dile getirmediğini söylüyorsunuz. (Şiirde) insanı anlatmak ne demektir? İnsanı anlatmanın olanakları sınırlı mı? Bu anlamda “felsefi şiir” bir olanak mı?

Şimdi, insanın nasıl olması gerektiğine ilişkin tasarımları dile getirirseniz, insanı değil insan tasarımlarını anlatmış olursunuz. İnsanın belli bir döneminde yaşadığı bedensel bir arzunun şiirini yazarsanız, insanı değil, insanın o belli bir dönemindeki arzusunu anlatmış olursunuz. Bu meselenin bir yönü.. Diğer yönü ise.. Türk şiiri temelde bir izlek şiiridir. Ancak bu durum son yıllarda oldukça muhafazakâr bir hal almaya başladı. İzlek, bir meselenin sınırlandırılması demektir. Bu teknikle, örneğin, çocukluğunuzla, çocukluğunuzun içerdiği karmaşayla ilgili bir şiir yazamazsınız, ancak çocukluk şiiri yazabilirsiniz. Bu, Bertolt Brecht’in metaforuyla söylersek, bir çam ağacına küp biçimi vermeye benzer. Çam ağacına küp biçimini elbette verirsiniz ama sonuçta çam ağacı diye bir şey kalmaz ortada. İnsanın neliği bir problemle yüz yüze gelme anında görünür hale geliyor. Ancak bir problemle yüz yüze geldiğimizde, sınıfımızdan kaynaklanan eksiklik ve yetersizliklerimiz, ailelerimizden devraldığımız öfkelerimiz, duygusal çelişkilerimiz ortaya çıkıyor ve ruhsal bir karmaşa yaşıyoruz. Birincisi, bu hal, izlek temelli şiirle anlatılabilir bir durum değil. İkincisi, bu hal, herhangi bir ideolojinin sığasına sığdırılabilir bir durum değil. Çünkü problem durumunda, homojen bir ruh durumundan söz edilemez. Her problem, tarihsel, kültürel ve sınıfsal derinliklerini anımsatır bize. Felsefi şiir poetikası, insanın bu durumunu dile getirebilecek bir tahayyül olanağını dile getirmektedir.

Felsefi şiir poetikası bir ‘görme biçimi’ olarak neye, nasıl bakmamızı öneriyor? Batıya dönük mü, Doğuya dönük mü, içeriye dönük mü, hangisi?

Bu, çok önemli bir soru. Özellikle, felsefi şiir poetikasının hesaplaştığı zihniyet problemlerinden birini dile getirmesi bakımından. Doğu ve Batı kavramlarının neden ideolojik kavramlar olduğunu düşünmüyoruz ki? Yaygın Doğu Batı imgeleri, bu kavramları telaffuz edenlerin tecrübesini dile getirmekten çok onların hayali tahayyüllerini dile getirirler. Her iki kavram da ideolojiktir ve her ikisi de kısmi olarak bir tür evrensellik modelini dile getirme iddiasındadır. Dünyayı, dünyanın belli bir bölgesine indirgeyerek oradan açıklamaya çalışırlar. Oysa bu karşıtlığı sözünü ettikleri medeniyetlerin başlangıç aşamasında göremeyiz. Antik İslam felsefesi, bugün Batıyı oluşturan ana kaynaklardan biri olarak kabul edilen antik Yunan felsefesinden doğmuştu. Antik İslam felsefesi ile antik Yunan felsefesi arasında doğu batı çatışması yoktur. Farabi veya İbn-i Sina, duygusal veya düşünsel bakımdan kendilerini Aristoteles’in karşıtı olarak hissetmemişlerdi. Sorun, bugün yaygın olan doğu batı tahayyüllerinde.. Kaldı ki, her iki kavram, bugün, kendi içinde de homojen değil. Ortada bir doğu -batı tahayyülü söz konusu değil ki. Japonların doğusu ile Hintlilerin doğusu aynı değil. Yoksul Müslümanların doğusu ile Dubaili zengin Müslümanların doğusu aynı türden değil. Tersinden söylersek, insanı insan yapan özellikler bakımından, insan, her yerde aynıdır. Üzerindeki ideolojik örtüyü indirdiğimizde, doğu kavramı veya imgesi, bugün, tarihsel düzlemde özne olamamış veya özne olamayan toplumları, yenilmiş insanları dile getirmektedir. Benim için de, doğu kavramı, bu bakımdan vazgeçilmezdir.

Bütün bunların şiirle ilgisi ne diyeceksiniz? Marx’a atıfla söylersem, şairler de, tıpkı eğitimciler gibi, eğitilirler. Türk şiiri de, bugün yaygın olan bu doğu batı ideolojik tahayyülüne göre imge üretmektedir, örneğin gelenek idolüne atıf yaparak. Dolayısıyla, bu şiirler, insanı değil, geleneğin, doğu veya batı tahayyülünün insan tasarımını veya imgesini dile getirmektedirler, bu nedenle de ideolojik şiirdirler. Yani, bizim üzerimize, gelenek imgesinden veya doğu batı imgesinden yapılmış bir gömlek giydirmek istemekte. Biz bu gömleği çıkarıp atıyoruz üzerimizden. Ayrıca, geleneğin veya batılılaşma çabasının bize ne yaptığı da, felsefi şiirin temel sorunlarındandır.

Evet, Etik bölümündeki yazılar, insanlara bir ahlak dersi vermek ya da unuttukları bir şeyi hatırlatmak anlamına da gelebilir mi? Başlık bu olduğuna göre ciddi bir erozyon söz konusu galiba?

Hayır, kesinlikle hayır.. Benim kimseye ahlak dersi vermek gibi ne bir niyetim var ne de sınıfsal bir gücüm. Ders vermek, üst sınıflara, yani efendiye ait bir edimdir öncelikle. Ders verirken, ders verenin, o an haklı olup olmadığının bir değeri yoktur, asıl olan, üsttekinin alttakine haddini bildirmesidir. Ben, hayatında bir defa bir yenilgi görmemiş olanların değil, daima yenilmiş olanların veya yenilme halinde olanların sesi olmayı önemsedim. Fidel Castro’nun, Birleşmiş Milletlerdeki ilk konuşmasını yapmak için Amerika’ya giderken, gazetecilerin “kurşungeçirmez yelek giydiğiniz söyleniyor, doğru mu?” sorusu üzerine verdiği bir yanıt vardır. “Üzerimde daha güçlü bir yelek var” der Castro, “o da ahlak yeleğidir.” Benim de üzerimde, ahlak yeleğinden başka bir yelek yok. Ama ahlak, benim, sadece kendimi başkalarından koruduğum bir yelek değil aynı zamanda başkalarını da kendimden koruduğum bir yelek ahlak.

Benim takip ettiğim kadarıyla Türk edebiyatında kimsenin gönlünü kazanmış bir duruşunuz yok. Hatta sürekli kavga halindesiniz. Mesele nedir? Dolayısıyla Felsefi şiirin meselesi nedir?

Bu konuda özel bir çabam olmadı. Evet, Etik’te, Nietzsche’nin bir sözü epiğraf olarak yer alıyor. Bence mesele orada gizli. Şöyle diyor Nietzsche: “Seni övdükleri sürece şuna her zaman inan ki, henüz kendi yolunda değil, başkalarının yolundasın.”

Şiir enformasyonuna dayalı bilginin üreticileri kimlerdir? Epistemik poetikanın hükmediciliği şiirin bugünkü iktidarını mı işaret ediyor yoksa Türk şiirinin önündeki engelleri mi?

Şiir enformasyonu veya epistemik poetika derken kastettiğim, şiire ilişkin buluş veya keşfi kendisine ait olmayan ama hep başkasının keşifleriyle kendi şiirini sürdürenleri ve başkasının şiirsel söylemiyle şiir yazan şairlerdir. Bu anlayış ve bu anlayışa göre yazılan bu şiir, bugün Türk şiirinin ortalamasını oluşturuyor. Bu bakımdan da, bu şiir, hem Türk şiirinin bugünkü iktidarını temsil ediyor, çünkü iktidar daima ortalamanın beğenisini dile getirir, hem de Türk şiiri önündeki engelleri.

Felsefi şiir poetikasının varlık ve eleştirel başkaldırı nedenlerinin oluşumunda aynı zamanda felsefeci oluşunuzun bir etkisi yok mu? Felsefeci olmadan da aynı şeyleri söylemenin olanakları nelerdi?

Felsefi şiir anlayışının oluşumu, nedensel olarak felsefeci oluşuma bağlanamaz sanırım. Çünkü, felsefi şiir kuramının ortaya çıkışının nedeni, felsefeci olmak ise eğer, felsefi şiirin, benden önce ortaya çıkmış olması gerekirdi. Çünkü, benden önce de felsefeci olan şairler vardı. Dolayısıyla, felsefi şiirin, onlar tarafından kuramlaştırılması gerekirdi. Felsefi şiir gibi bir anlayışın ortaya çıkışı, hadi ben şu eğitimi aldım onu şiir ortamına aktarayım demekle ortaya çıkmaz. Öyle olsaydı, matematik veya Türk dili edebiyatı eğitimi almış şairler de matematik şiiri veya Türk dili edebiyatı şiiri ortaya koyabilirlerdi. Bir anlayışın veya bir kuramın oluşması, gerçeklikte yüz yüze geldiğiniz problemlerle ilgilidir. Bu problemleri ne kadar önemsediğinizle, onların ne kadar sizin canınızı yakmış olmasıyla ilgilidir. Yoksa onları aşacak çabayı bulamazsınız kendinizde. Ama felsefeci oluşumun bana kazandırdıklarını da inkâr edemem kuşkusuz. Felsefe, bana, problem nesnesini görebilmeyi, o nesneyi gözden kaçırmadan tanımlama yapmayı öğretti. Aynı hakikate bağlanmadan oluşan bir dostluğun, kişisel çıkar peşinde koşmaktan daha değerli olduğunu öğretti. Yüz yüze geldiğim problemler karşısında, iğneyle kuyu kazar gibi kaza kaza dağın da aşılabileceğini öğretti. Ama bunlar mizaçla da ilgili şeyler tabii.


KAYNAK ( )
 

kalliope

Ordinaryus
Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
727
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Ynt: Şiir ve Felsefe

Melih Cevdet Anday’ın “Defne Ormanı” eşliğinde
“felsefi şiir” ve felsefenin işlevi üzerine




Defne Ormanı


Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.


Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.


Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir defne ormanı altında.
(Sözcükler, sy. 220, Everest yay.)

Melih Cevdet ANDAY

28 Kasım 2002 tarihinde aramızdan ayrılan Melih Cevdet Anday, bir söyleşisinde, “Şiir” der, “felsefeye bitişir”. “Defne Ormanı” da bu şiirlerden biridir. Her “şiir (…) felsefeye bitiş”mese de, bu “şiir (…) felsefeye bitiş”iktir.

Son yıllarda Yücel Kayıran’ın dillendirip yazıya döktüğü “Felsefi Şiir” yaklaşımı ve söylemi açısından da değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğüm Melih Cevdet Anday’ın 1970 yılında yayımlanan “Göçebe Denizin Üstünde” adlı yapıtında yer alan “Defne Ormanı”nı, ilk kez, Yıldız Silier’in “Özgürlük Yanılsaması” nda okumuştum. Okuduğum an da bende yarattığı ilk çağrışımı, Althusser’i anımsatmak oldu. Althusser ki, felsefenin, “teorideki sınıf savaşı” olduğunu belirten düşünürdür. Belirli bir yer ve zaman koşullarında ortaya konan ve “şu” diye gösterebildiğimiz her felsefi düşünce ve felsefi sistem, açık ya da örtük bir biçimde bu niteliğe sahiptir.

İşte Anday, “Defne Ormanı” şiiriyle, günümüzde bile bunu kavramayan ya da unutan ve bundan dolayı kendinde bir şey olarak felsefeden veyahut da belli bir felsefe dalından kıymet-i harbiyesi kendinden menkul beklentiler içerisine giren felsefecilerin aksine, bu hakikatin altını çizer. Ki “Defne Ormanı” şiiri, edebi değerinin ne olup olmadığı bir yana, salt bu açıdan bile değerli ve önemlidir.

Bundan dolayı bu şiir, yalnızca “felsefi şiir” tartışmaları açısından değil, aynı zamanda felsefenin işlevini düşünmek ve sorgulamak açısından da değerlendirilmeyi gerektiriyor.

Felsefenin amacı yoktur

Amacım, bu yazı bağlamında hem kısaca felsefenin işlevine hem de “felsefi şiir” açısından birkaç noktaya değinmekle sınırlı. Özel olarak Silier ve Kayıran’la (ki Kayıran’a ilişkin daha geniş bir eleştirel değerlendirme yapmış olsam da) polemik ya da tartışma değil elbette (Böylesi bir polemik, en azından benim için, salt o konuya ve soruna hasredilmiş bir yazıyı gerektirir çünkü. Bunu yazıyor olmam da, ileri sürdüğüm düşünceleri savunmayacağım, bunların ardında durmayacağım anlamına gelmiyor yine de.).

Buradan hareketle; öncelikle, “ideolojinin örtüsünü kaldırıp toplumsal gerçekliği anlamamızı sağlayacak kavramsal araçları geliştirmek, çağımız sosyal ve politik felsefesinin en temel görevlerinden biri.” dedikten sonra, “Son sözü Melih Cevdet Anday’a bırakıyorum.” diyerek, sanki söylediklerine bir dayanakmışçasına, hemen ardı sıra “Defne Ormanı” şiirini aktaran Silier’in, bu şiiri yanlış anladığını düşündüğümü de belirtmeden geçmemem gerek. Çünkü yukarıdaki alıntıda Silier’in “sosyal ve politik felsefe”ye biçtiği ne görev ne de “görevlerden biri” ile Anday’ın şiirine içselleştirdiği, belli bir yer ve zamanda felsefi düşünenin düşünce ve söyleminin ürünü olan felsefenin işlevi, görevi ve amacı arasında uzaktan yakından bir ilişki vardır. Dahası, felsefenin kendinde bir şey olarak herhangi bir amacı, işlevi ve görevi de yoktur.

O, yani felsefe, belli kabuller temelinde yapılan düşünme, söyleme ve hatta bunlara bağlı bir biçimde eyleme etkinliklerinin genel adıdır. Bu kabullerin başında da, akla dayalı olmak gelir. Ardı sıra sormaya, sorgulamaya dayalı, eleştirel ve tutarlı bir biçimde genel ve öznel olma, vb. kabuller yer alır. Bu kabuller toplamının, kendinde bir şey olarak bir ya da birden fazla amacı, işlevi ve görevi olduğunu düşünmek, nelik ve gerçeklik ilişkisini unutup yanılsamalı bir kavrayışla hareket etmekten öte bir anlam taşımaz. Çünkü böylesi bir kavrayış, belli bir yer ve zamanda, içerisinde yaşadığı toplumsal ve tarihsel koşullarda, bireysel ve toplumsal/sınıfsal/dinsel/siyasal tercihlerini, olanakları ve olanaksızlıklarını, özlemleri ve isteklerini, kaygıları ve korkularını içeren yaşanmışlıkları eşliğinde felsefi düşünen, söyleyen ve eyleyen insanın, bu etkinliklerinde açık ya da örtük bir biçimde var olan amaç ve işlevi genellikle görmezlikten gelmeye neden olduğu gibi, bazen de yanılsamalı bir biçimde onu felsefenin amacı, işlevi ve görevi olarak algılamaya ve algılatmaya neden olur.

Ne var ki, bu yanılsamalı durum ya da yanılsamalı bilinç hali, yalnızca felsefe ve felsefeciler arasında değil, birçok etkinlik alanında da hükmünü sürdürmektedir. Edebiyat üzerine düşünen, yazan ya da edebiyatçı sıfatını taşıyan birçok insan, kendinde bir şey olarak, genel olarak edebiyatın amacı ve işlevi olduğunu düşünür. Tıpkı bunun gibi, birçok din adamı ya da dindar, dinin amacı olduğunu, siyasetçi siyasetin; bilim adamı bilimin; felsefeci felsefenin amacı olduğunu düşünür, söyler ve yazar. Oysa bu doğru değildir. Çünkü amaç ve işlev, hatta görev ne denli genellik hükmüne büründürülürse büründürülsün, belli bir yerde ve zamanda yaşayan, eyleyen ve söyleyen “şu” diye gösterebildiğimiz insan ya da benzer etkinlikleri benzer düşünce ve kaygılarla gerçekleştiren insan toplulukları ve onların ortaya koydukları ürünler için geçerlidir. Ki bu da çağdan çağa, toplumdan topluma, hatta aynı toplum içerisinde bile, aynı genel etkinliğin şemsiyesi altında sayılan, konumlandırılan/konumlanan kişiden kişiye değişir. Daha ötesi değil… Bundan dolayı, bir genelleme düzeyinde, kendinde bir şey olarak ne edebiyatın ne felsefenin, ne de aşkın ve değişmez kutsallık atfedilmiş, düşsel/düşünsel bir varlıkla temellendirilmiş olan dinin, ne de bilimin, vb. genel etkinlik alanlarının ve adlandırmalarının, aşkın ve değişmez bir amacı, işlevi ve görevi vardır.

Kendini dinamitleyen bir "peotik tasarım" : “Felsefi şiir”

“Felsefi şiir” olur mu olmaz mı tartışmasının, bu tartışma sırasında üretilen, ileri sürülen düşüncelerin değeri ve önemi ne olursa olsun, abesle iştigâl bir tartışma olmaktan öte bir değerinin olmadığını daha baştan belirtmek gerek. Çünkü siyasi, dini ya da ideolojik, vb. şiir ne denli olanaklıysa felsefi şiir de o denli olanaklıdır. Felsefeyi, şiiri, dahası felsefe şiir ilişkisini, hatta edebiyata içselleşen/içselleştirilen felsefeyi ve bunun yanı sıra dışlayıp ötelediklerinizi ne olarak gördüğünüze, nasıl anlamlandırıp nitelediğinize ve tanımladığınıza bağlı bir biçimde olanaklı ya da olanaksız olduğunu, öznel/bireysel düzeyde söyleyebilirsiniz, “felsefi şiir”in. “Olabilirlik ya da olamazlık” tartışmasını gerektirmeyecek kadar basittir bu.

Ne var ki, Kayıran’ın “Felsefi şiir” söylemi için, sorun bu denli basit değildir. Bunun temel nedeni, Kayıran’ın, salt bir “felsefi şiir”, “Olabilir. Olur. Dahası böyle bir şiir var. Hem de, dünya görüşü ve ideolojik şiirin karşıtı olması anlamında…” iddiasının ve “felsefi şiir” nitelemesinin ötesine geçip; bu niteleme ekseninde, bir yandan “kendi şiirime ilişkin” diyerek kendine, tabir-i caizse bir savunma hattı kurması, öte yandan da birbiri ardına eklenen genellik hükmündeki önermeler dizisiyle genel bir “felsefi şiir” retoriği oluşturmasıdır.

Elbetteki her şair, kendi şiirini dilediği gibi niteleyebilir. Buna ilişkin, dilinin döndüğü, düşünsel ufkunun ve birikiminin yettiğince bir poetik tasarım yapabilir. Nitelemesi bağlamında bir retorik oluşturabilir. Kendim çalıyorum kendim söylüyorum, kime ne diyebilir. Kayıran’ın da “Alıngan türe (Horatius) sebep olmak istemem; felsefi şiir, kendi şiirime ilişkin poetik tasarımın ve bu şiirin öznesine ilişkin varlık durumunun teorik tarifinden başka bir şey değildir.” derken yaptığı da budur. Dışarıdan birinin, bu retoriğe ilişkin “doğru” ya da “yanlış”, “olur” ya da “olmaz” demesinin ne hükmü ne de anlamı ve gereği vardır. İlginizi çekerse, merak ederseniz ya da bir bağlamına denk düşerse okur geçersiniz yazılanları. Okuduklarınızın doğruluğu yanlışlığından çok, öncelikle tutarlılığı/tutarsızlığıdır önemli olan.

Okuyanı asıl itiraz etmeye yönelten, düşünsel itirazını, eleştirisini yazılı ya da sözlü olarak dışsallaştırmaya iten de budur. Böylesi bir itiraz, eleştiri, hatta yerli ya da yersiz, doğru ya da yanlış bir reddiye, kalem tutan, ak kağıdın üstüne sözcük düşürüp düşünce beyan eden herkesi bekler. Her kalem kuşanan da buna hazır olmalıdır. Çünkü kalem kuşanmak, kaleminden dökülen her sözcüğün, her önermenin hesabını vermeye hazır olmayı gerektirir. Ki bu, aslında bir gereklilikten öte, etik tutarlılığın gerektirdiği bir sorumluluktan kaynaklanan zorunluluktur. Tabii kişi, “Aleme verir talkını kendisi yutar salkımı” misali, “Etik Etik” deyip de iş tutarlılığa gelince “sırra kadem” basmıyorsa… Benim için de geçerlidir bu.

Eğer Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri üzerine düşünüp yazmaya girişmeseydim, muhtemeldir ki, ben de hiçbir şey yazmayacaktım, Kayıran’ın “Felsefi şiir” nitelemesi ve söylemine ilişkin. Ancak söz konusu şiir bağlamında okuyup araştırırken karşılaştığım, Anday’ın “Şiir de ister istemez felsefeye bitişir” sözü ve bunun yanı sıra Afşar Timuçin’in, edebiyattaki felsefeye ilişkin söylediği “edebiyatlaşmış felsefe” nitelemesi , “felsefi şiir” söylemini anımsamama neden olan bir çağrışım yarattı. Bunun üzerine Kayıran’ın, Hürriyet Gösteri’de yayınlanan “felsefi şiir” bağlamındaki yazılarını yeniden okudum.

Bir kez daha gördüm ve fark ettim ki, Kayıran, “felsefi şiir” söylemine ilişkin, genel olarak, teorik yaklaşım gereği, genellik hükmüne bürünen niteleyen önermelerle derdini anlatmaya çalışıyor. Yer yer de bunlara hem nitelemeye hem de içeriğe dönük belirleme ve tanımlama çabasını gösteren önermeler eşlik ediyor. Ve peşi sıra önermelerini temellendirme ve bunlara ilişkin örnekler sunma çabası. Bu önermelerin hepsini bu yazıya aktarıp sorup sorgulayarak tartışacak değilim. İki önermeyi aktaracağım, esas olarak. Bu önermeleri aktarmadan önce belirtmeliyim ki, Kayıran’ın kendi şiiri temelinde bir peotik tasarım için bile olsa, “felsefi şiir” retoriğini sürdürme doğrultusunda ortaya koyduğu düşünsel çabayı ve yazınsal üretimi takdir etmek gerek. Gelelim önermelere :

Bu önermelerden birincisi, Kayıran’ın “Felsefi şiir nedir, ne değildir” başlığını taşıyan yazısının, “Epistemik değil ontik ıra” ara başlıklı bölümünden. “Felsefi şiir, ontik durumu içermekle ıralanan şiirdir” önermesi ve “Epistemik değil ontik ıra” sözü, Kayıran’ın tüm temellendirme çabasına rağmen, spekülatif ve “ben söyledim oldu” yaklaşım ve anlayışından öte geçmiyor. Çünkü örnekleme ve açıklama girişimleri ne olursa olsun, hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, her şiir epistemik karaktere sahiptir. Ontik olanın, epistemik olanın dolayımından ve anlamlandırılmasından geçmeksizin dilsel, sözel olarak ifade edilmesi mümkün değildir. Aslında Kayıran da farkındadır bunun. Bu farkındalığını, onun, “felsefi şiir bilgi ortaya koyan bir şiirdir, ama bu bilgi (episteme) ontik temelli bir bilgidir, buna içsel episteme de denilebilir” sözünde de fark etmek mümkündür. Kayıran ısrarla “bu bilginin epistemik şiirin içerdiği bilgiden fark”lı olduğu iddiasını sürdürürken, temel dayanağı, epistemik şiirin “epistemesi”nin “ideoloji ve dünyagörüşü gibi enfermasyondan” kaynaklandığıdır. Oysa, aşağıda aktaracağım ikinci önermede değineceğim üzere, bu ayrım, “felsefi şiir” söylemi ve poetikası açısından geçerli, hatta doğru bir dayanak değildir.

Elbetteki bilgi türlerinin, yani Kayıran’ın deyişiyle “episteme” türlerinin, elde edilişlerinden ortaya konuşlarına, öznenin nesneyle kurduğu bağdan biliş ve anlamlandırışına, vb. dek birbirlerinden farklılıkları vardır. Ancak Kayıran’ın unuttuğu ya da kendi “nev’i şahsına münhasır” “felsefi şiir” sözünün büyüsü altında görmezlikten geldiği temel nokta şudur : Her epistemik olanın, ister düşsel düşünsel, isterse gerçek bir varlığa dayansın, hatta isterse ekstrem bir boyutta, yanılsamalı ya da şizofrenik bir bilinç halinin ürettiği varlığın algılanıp anlamlandırılmasına dayansın, isterse ideoloji ve dünya görüşü kaynaklı bir enformasyona dayansın, her daim ontik temelli olduğudur. Bu noktada, şiirin de, edebiyatın neliği gereği, yazılı ya da sözlü olarak, dilden ve sözden başka ifade biçimi yoktur. Dile ve söze dökülen her şey, hangi mantıksal yaklaşımın ve anlayışın içinden gerekçeler getirirseniz getirin, ister genel isterse öznel olsun her daim epistemiktir. Bundan dolayı (epistemik ve ontik olanın ne olup olmadığı, nasıl ayrıştırıldığı ya da ayrıştırılabileceği tartışması bir yana ki bu ayrıştırma bile epistemik olarak yapılır), yalnızca şiir değil, tüm edebiyat epistemik olanla ıralanır. Ancak,”her epistemik olan, aynı zamanda hem ontiktir, hem de ontik temellidir” gibi genel bir önerme kurarsanız ve bunu temellendirirseniz iş değişir ama Kayıran’da da böyle bir şey yok.

Dolayısıyla, başlığından itibaren bu bölüm ve söz konusu önerme, Kayıran’ın “felsefi şiir” söyleminin en zayıf yerlerinden birini oluşturuyor. Çünkü Kayıran, kendi önermesini temellendirmeye, kendi şiirinin poetikasını kurmaya çalışırken, bu önermenin genelliği ekseninde, farkında olmadan, kim bilir ki belki de bile isteye, paradoksal bir biçimde, tüm şiirin, hatta tüm edebiyatın felsefi olduğu anlayışına kapı aralıyor. Tüm paradoksallığına rağmen bu tartışılabilir elbette. Ancak bunun, Kayıran açısından kendini nakzedişten öte değeri yoktur. Çünkü tüm şiirin, dahası tüm edebiyatın felsefi olduğu gibi bir anlayış, “felsefi şiir” nitelemesi, ayrımı ve söylemini, en hafifinden gereksizleştiriverir. Ve o zaman birileri anımsatıverir : Anday söylememiş miydi zaten, “Şiir de ister istemez felsefeye bitişir” diye…

Kayıran’ın söyleminde zayıf olmaktan daha vahim bir başka nokta var. Ki bu da, aktaracağım ikinci önermede kendini göstermektedir. Burada Kayıran, “felsefi şiir Marksist olmakla ıralanır”7 hükmünü veriyor. Bu önermenin taşıdığı hüküm, “felsefi şiir” retoriğini dinamitlemektedir. Çünkü, “Felsefi şiir”in, “dünya görüşü ve ideolojik şiirin karşıtı” olduğunu söyledikten sonra, dönüp bir de onun “Marksist olmakla ıralan”dığını ileri sürmek “kendi bindiği dalı kesmek”tir. Eğer Kayıran, “ıralan”ma halini “Marksist olmak”la değil de, göndergesi ve göstergesiyle, tüm öznelliği ve içselliği temelinde kendi şiiri içerisinde ve salt o şiirin öznesine ilişkin bir şey olarak belirleseydi, kendi retoriğini dinamitlemesinden söz etmek mümkün olmazdı. Çünkü bunu tartışmak, hatta üzerine düşünmek bile, birkaç biyografi, monografi yazarının ya da edebiyat tarihçisinin dışında abesle iştigâl olurdu.

Ne var ki, Kayıran, “felsefi şiir”i ıralayan gösterge olarak, kendisinin ve şiirinin dışında da bir neliğe ve gerçekliğe sahip olan bir şeyi seçmiştir. Bu şey, aslında Marksizm de değil, daha özel haliyle “Marksist”lik ya da daha doğru bir biçimde “Marksist olmak”. Ancak Marksizm’siz Marksist olunamayacağına göre, “felsefi şiir”i “ırala”yanın Marksizm olduğunu da veri almak gerek değerlendirmede.

Hal böyle olunca, öncelikle Marksizm’in ne olduğundan kısaca (yazıyı uzatmamak için elbette) söz etmek gerek : Marksizm, adı üzerinde Karl Marx’ın yaptığı ve ileri sürdüğü, güncel ve tarihsel anlamıyla ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal, felsefi çözümlemeler ve görüşler temelinde ortaya çıkmış olan ve bu düşünceler doğrultusunda düşünen, söyleyen ve eylemeye çalışanlarca savunulan siyasal, ideolojik ve felsefi bir öğretidir. Bu bütünselliği temelinde, onun karakteristik özelliği bir sınıflar savaşımı ve devlet öğretisi olmasıdır. Savunucularına, yani her Marksist’e (bireysel ve örgütsel düzeyde), kendinden başlayarak, insanı, toplumu, dünyayı anlama, anlamlandırma, açıklama ve buradan hareketle değiştirme dönüştürme eylemliliğinde, başta sınıflar savaşımı olmak üzere, siyasal ve ideolojik anlamda temel ve total kabuller sunar. Bu haliyle o, aynı zamanda bir dünya görüşüdür. Bundan dolayı, Marksizm’in siyasal ve ideolojik boyutunu felsefi boyutundan, felsefi boyutunu da diğerlerinden ayırmak mümkün değildir. Ancak bir tane Marksizm yoktur. Aralarındaki tüm farklılıklara rağmen, bunların hepsi de kendisini, şu ya da bu biçimde/oranda Marx’ın düşünceleriyle temellendiren / temellendirmeye çalışan felsefi, ideolojik, siyasal birer türev öğretidir.

Dolayısıyla, Kayıran’ın öznel anlamlandırışı ne olursa olsun, hangi Marksizm’i referans alırsa alsın, bu noktada, “Marksist olmakla ıralan”an, ideolojinin ve dünya görüşünün karşıtı olarak sunulan“felsefi şiir”, kaçınılmaz olarak ideolojik ve siyasal bir şiir olmakla karşı karşıya demektir. Sözün özü : Kayıran, “felsefi şiir”i Marksizm’e, “Marksist olmakla” karakterize olan bir şiire endekslemek ya da indirgemekle, kendi poetik tasarımını ve söylemini hançerlemiştir. Her ne kadar Kayıran, “Marksist ıra derken, vurgulamak istediğim, şairin siyasal bağlanışı veya ideolojik kimliği değil. (…) Felsefi şiir için önemli olan, şiirde konuşan öznenin edimlerini eşitlik ve adalet talebi gibi Marksist değerlere göre gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir.” diyerek, önermesine kendince açıklama getirmeye ve vaziyeti idare etmeye çalışsa da, bu yukarıdaki hükmü değiştirmez. Yalnızca bu değil, aynı zamanda, Kayıran’ın şiirlerinin tek tek çözümlenmesi, incelenmesi de bunu değiştirmez. Çünkü, O, “yapılan içeriksel bir tanımlama da değil, daha çok forma ilişkin bir çerçeve, bir poetika.”dır demekle, bilinçli ya da bilinçsizce, şiirinin içeriğinden hareketle ortaya konulabilecek anlamlandırmalara, çözümlemelere dayalı olası dayanağın da önüne geçmektedir. Zaten bu noktadan sonra da “Şiirde konuşan öznenin edimlerini Marksist değerlere göre gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir” önermesinin hükmü nedir ki…?

“Kölelerini Felsefe veriyordu onlara”

Anday, 22 tekil sözcük ve bir bağlaç kullanarak yazdığı 21 dizeden ve toplam 89 (başlıkla birlikte 91) sözcükten oluşan “Defne Ormanı”nda, bir yandan felsefeyi kimlerin yaptığına, diğer yandan da bunun işlevine işaret etmektedir. Likya’da felsefe yapanlar “köle sahipleri”dir. Çünkü “köle sahipleri ekmek kaygusu çekmiyordu.”der Anday.

Ekmek kaygısı çekenin, ekmek kaygısı peşinde koşan ve çalışanın felsefi düşünmeye ne zamanı ne de olanağı vardır. Felsefi düşünmek, özellikle Anday’ın şiirinde yer alan Likya koşullarında, hatta günümüz de dahil bütün çağlar boyunca, yaşamak için akşam yiyeceği ekmeği bulup bulamama derdiyle dertlenen, günlük maişet derdi içinde koşuşturan insanın yapacağı bir şey değildir.

Köleleri sayesinde, felsefe yapmak için boş zamana sahip olan köle sahiplerine köle kazandıranın felsefe olması kimilerine manidar ve paradoksal gelebilir elbette. Hele hele felsefeyi ve felsefi düşünmeyi yüceltip yere göğe koyamayan, ondan neredeyse ulvi beklentiler içerisinde olanlar için bu manidarlık ve paradoksallık tartışılmaz bile. Ne var ki, bu algılamanın temel nedeni, felsefenin neliği ve gerçekliğini yanılsamalı bir biçimde kavramaktan kaynaklanır. Çünkü nelik ve gerçeklik ilişkisi doğru bir biçimde kurulup kavranmadığı sürece, kendinde bir şey olarak felsefe, sanki her derde çare harc-ı alem bir etkinlikmiş gibi algılanıp anlamlandırılır, dahası başkalarına da böyle sunulur.

Oysa bu yanlıştır. Bunun yanlışlığına, 21 dizelik “Defne Ormanı”nda işaret eder Anday. Felsefeye ilişkin nelik ve gerçeklik düzeyindeki algılama ve anlamlandırma yanılsaması ve yanlışlığına dikkati çekmek gibi bir kaygıyı taşıyıp taşımadığını bilemesem de, Anday’ın bu şiirinde, onun genel olarak ve değişmez bir amacı ve işlevi olmadığı yaklaşımı içselleşmiştir. Örneğin :
“Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara”.
Dizelerinde açığa vurulan, felsefenin, felsefi düşünen ve söyleyene ya da onu kullanana bağlı bir biçimde, kitleleri tahakküm altına alma ve onları egemen olana tabii kılmada nasıl ve ne denli etkili ideolojik bir işleve sahip olduğudur. Buradaki amaç ve işlev ne değişmezdir ne de felsefeye giydirilebilirdir. Çünkü, yanılsamalarla malul bir algılama ve anlamlandırma içerisinde olmayan hiç kimse için bu sonuç, felsefeye ne içsel ne de dışsal bir amaç, işlev ve görev olarak belirlenebilir.

Bir kabuller varlığı olan insan için, felsefenin de neliği temelinde, kabullerinden hareketle genel bir ideoloji olduğunu unutmamak gerek. Gerçekliği söz konusu olduğunda ise, yaygınlık düzeyi ne olursa olsun, “şu” diye gösterebildiğimiz her felsefe, onu ortaya koyanın bireysel, toplumsal, sınıfsal, siyasal ve ideolojik seçişleri ve seçmeyişleri temelinde, felsefi düşünmenin ve bilginin öznelliği gereği, dünya görüşünü de içeren özel birer ideolojidir. İşte, özel anlamda şu ya da bu ideolojiye, siyasal yaklaşıma, eğitim anlayışına, vb.ne temel teşkil edebilen, bu türden felsefedir. Bundan dolayı her tekil ideolojinin, eğitim ve sanat anlayışının açık ya da örtük bir biçimde üzerinde yükseldiği bir felsefe vardır. Her hangi bir felsefenin ileri sürdüğü düşünceler ve ortaya koyduğu bilgiler yaygınlaşıp ya da yaygınlaştırılıp insanların düşünce, söylem ve davranışlarını biçimlendirir kılındığı ölçüde, hem bir dünya görüşü hem de siyasal ve ideolojik olarak bireysel ve toplumsal düzeyde maddi bir güce dönüşür. Böylesi bir felsefi düşünce ve bilgi –ki her bilgi, potansiyel olarak, davranışa dönüşmesi gereken bir değer üretir- var olan düzene başkaldırının da, kitleleri tahakküm altına almanın ve var olanı meşru göstermenin de aracı olabilir.

Anday’ın “Defne Ormanı” şiirinde işaret ettiği felsefe, kitleleri tahakküm altına almanın ve onlara var olanı meşru göstermenin aracı kılınan felsefedir. Amacı, işlevi ve görevi olan, özel olarak bu felsefedir. Keza düzene başkaldırının aracı kılınan felsefe ya da felsefeler için de geçerlidir bunlar. Bu tür felsefe de, tekrar etmek pahasına söylemeliyim ki, tarihsel ve toplumsal koşullar temelinde, her daim zamanın şimdisinde, filozofun ya da felsefi düşünenin kendi çıkarları, sınıfsal/toplumsal/siyasal seçimleri, bireysel istek ve özlemleri doğrultusunda ortaya çıkan, biçimlenen, yaygınlaştırılıp maddi güç kılınarak toplumsallaştırılan bir niteliğe haizdir. Böylesi bir felsefe için, bu aşamadan itibaren, salt felsefe olmaktan söz edilemez. Çünkü o artık, bu aşamayla birlikte “şu” ya da “bu” filozofun öznelliğiyle kaim ‘salt’ bir felsefe olmaktan çıkıp, hem bir dünya görüşüne hem de bir ideolojiye dönüşür.

Sonuç olarak

Buradan hareketle, sonuç olarak şunları belirtmek gerekir :
Öncelikle Silier’in beklentisinin aksine, kendinde bir şey olarak “çağımız sosyal ve politik felsefesinin”, “ideolojinin örtüsünü kaldırıp toplumsal gerçekliği anlamamızı sağlayacak kavramsal araçları geliştirmek” gibi herhangi bir “temel görevi” yoktur. Böylesi bir görev, felsefenin “teorideki sınıf savaşı” olmasına istinaden, ancak ve ancak, toplumsal/sınıfsal/siyasal tercihini, toplumun ezilen sömürülen sınıflarından yana ve var olan düzene de karşı olan felsefeciler için geçerlidir. Bu anlamda Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri Silier’in yaklaşımı için bir dayanak değildir. Çünkü Anday, şiirinde, felsefenin kitleleri tahakküm altına alma ve var olanı meşrulaştırma doğrultusunda işlevsel kılınışının altını çiziyor.

Öte yandan, “Defne Ormanı” Kayıran için “felsefi şiir” midir, bilmiyorum. Çünkü örnek olarak belirttiği “felsefi şiir”ler arasında rastlayamadım. Bu anlamda, Kayıran için “felsefi şiir” sayılmasa bile, Anday’ın bu şiiri, onun kendi deyişiyle hem “felsefeye bitiş”en hem de birçok felsefecinin aksine felsefenin işlevini gerçekliğine uygun ve doğru bir biçimde belirten bir şiirdir. Bu işlevin taşıdığı, ideoloji ve dünya görüşü boyutu, “felsefi şiir”i, dünya görüşünün ve ideolojinin karşıtı olmakla belirleyen Kayıran’ı hem yadsımakta hem de onun felsefeyi neliği ve gerçekliğini gözden kaçırarak yanılsamalı bir biçimde kavradığını göstermektedir. Ki Anday’ın,

“Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.”
dizeleri apaçık göstergesidir bunun. Boşuna denmemiştir, “düşünürün iyisi sanatçı, sanatçının iyisi düşünürdür” (Afşar Timuçin) diye… Anday da bunlardan birisidir işte, her zaman anımsanması, unutulmaması gereken…

Atalay GİRGİN

1 Enver Ercan’ın Melih Cevdet Anday’la söyleşisi Düşün Dergisi, Şubat 1986. İlgilenenler için aktarıyorum ki bu alıntının yer aldığı söyleşide, Anday’ın sözünün tamamı ve bağlamı şudur : Felsefeyi doğuran dildir. Ya da felsefi düşüncenin sınırı, dilin sınırı demektir. Şiir de ister istemez felsefeye bitişir.
2 Özgürlük Yanılsaması, Yıldız Silier, Yordam yayınları, 2006.
3 a. g. e., sy. 33.
4 Yücel Kayıran, Hürriyet Gösteri Dergisi, “Felsefi şiir olabilir mi?” dosyası, sy, 56.
5 Yücel Kayıran, Hürriyet Gösteri Dergisi, Aralık 2005, sy. 87.
6 a. g. y. Sy. 85
7 a. g. y. Sy., 84.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst