Morfogenetik Alanlar

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Biyoloji kategorisinde phi tarafından oluşturulan Morfogenetik Alanlar başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 5,739 kez görüntülenmiş, 12 yorum ve 1 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Biyoloji
Konu Başlığı Morfogenetik Alanlar
Konbuyu başlatan phi
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Nejdet Evren

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Morfogenetik alanlar teorisi, insan şuurunun nasıl bir paylaşım alanında olduğunu tanımlamak için kullanılabilir. Dolayısıyla morfogenetik alanlar, şu anda belli bir noktada bulunan insanlığın zamanla şuurlarında çarpıcı bir kolektif değişim yaşayacak oluşlarında önemli bir role sahiptir. Bu kolektif değişim, değişim için gereken minimum kütleye (kritik kütleye) erişildiğinde gerçekleşecektir, ya da başka bir deyişle dünya üzerinde ruhsal olarak uyanmış belli bir sayıda varlığa erişildiğinde bu gerçekleşecektir.
 

seyrialemir

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
29 Eyl 2013
Mesajlar
258
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Çağdaş psikiyatrinin babası olan Carl Gustav Jung, anlamlı rastlantıları açıklayabilmek için eşzamanlılık teorisini ortaya koymuştu. Ona göre kendisini deneyimleyen bireyler bir psikolojik sürece giriyor ve bu bağlantıları farkında olmadan fakat kendi bilinçleriyle yaratıyorlardı. Fikirlerinin vaftiz babası olarak gördüğü Schopenhauer’dan oldukça etkilenmiş olan Jung, tesadüf diye bir şeyin varlığını reddetmeye kesin kararlıydı. Eşzamanlılık bir bakıma evrensel bir yardım kurumu gibi çalışıyor, bireyin yürüyeceği yolları belirleyen olumlu işaretler veriyordu.

O zamanlarda kuantum sıçramaya henüz maruz kalmamış olan fizik, Descartes geometrisinin üç boyutlu uzayında tamamen sabit ve sarsılmaz görünüyordu. Fakat birkaç yıl içinde bilim dünyası temellerinden sarsıldı, işgal ettiğimiz uzay eğilip büküldü ve hatta ‘kurtçuk delikleri’ ile doldu. Kuantum fiziğinin ortaya çıkışıyla birlikte, fizikçi Wolfrang Pauli ile gerçekleştirdiği çalışmaları sonucunda Jung, eşzamanlılık adını verdiği bu rastlantıların bilinç ve maddeyi kapsayan fenomenler olduğunu açıklamaya koyuldu. Özetle aradığı, bilimin sırtını döndüğü telepati, sezgi, öngörü gibi parapsikolojik durumların mantıklı açıklamasıydı.
1920′lerde Albert Einstein ile yediği bir akşam yemeği esnasında aklına birden ‘eşzamanlılık’ fikrinin geldiği söylenir. Belki de benzer fenomenlerin cevaplarını dış evrende arayan Einstein’la birlikteyken bunu bulmuş olması yine bir ‘anlamlı tesadüf’ olabilir. Kendilerine meydan okuyan en yüksek zirveye tırmanmaya kalkışmış olan bu iki adam, aslında aynı soruya farklı açılardan yaklaşmayı seçmişlerdi. Yemek masasındaki Jung ve Einstein görüntüsünü biraz karikatürize edecek olursak, Jung’ın kafasının üzerinde 220 voltluk bir ampülün bir anda ‘çling’ diye yandığını ve nedensellikten bağımsız olan kuantum bağlantıları farkettiğini söyleyebiliriz. Özetle, fiziğin de benzer sorular sorduğunu anlayan Jung, kuantum mekaniğinin temelini oluşturan olasılık faktöründen çok etkilemişti. Belki o zamanlar bu teorileri bilim dünyasında ciddiye alınmamış olabilir ancak günümüzde kuantum fiziğinin vardığı noktada kozmos ve insan bilinci arasında çok güçlü bağlar olduğunu farkeden bilim adamları Jung’ın eşzamanlılık görüşünü yeniden gözden geçirmeye başladılar.
Psişik varlığımızın en azından bir parçasının, uzay ve zamanın rölativitesi tarafından tanımlandığına ınanıyorum. Bu rölativite, öyle görünüyor ki, bilince olan mesafeyle orantılı olarak, bir mutlak zamansızlık ve uzaysızlık durumuna kadar artmaktadır. Eşzamanlılık, psişik ve psikofiziksel olaylar arasındaki zaman ve anlamın paralelliğini düzenler. Bilimsel bilgi şu ana kadar bunları ortak bir prensibe indirgeyememiştir. - Carl Gustav Jung
Kuantum fiziğinin kurucularından olan Niels Bohr’a göre, bir atomaltı parçacığı gözlemcinin önünde var oluyorsa, o zaman gözlemlenmediği zamanki niteliklerinden söz etmenin anlamı yoktu. O yıllarda henüz çok acemi olan bu yeni fiziğin tuttuğu yoldan hiç memnun olmayan Einstein, Bohr’un görüşüne özellikle karşı çıkıyordu. Çünkü bu fikir kuantum fiziğinin diğer bulguları ile birleştirildiğinde, atom altı parçacıklar arasında, bir biçimde, karşılıklı bir bağlantı olduğuna işaret ediyordu. Einstein ise böyle bir olasılığa kesinlikle inanmıyordu. Bu durum günümüzde Einstein-Podolsky-Rosen paradoksu ya da kısaca EPR paradoks olarak bilinir. EPR paradoksa göre; evrende A alanında yaşanan bir durum, B alanında da yansıma yaratıyor fakat bunun nedeni bilinmiyordu. Yani Bohr’un açtığı kapıdan geçmeyi reddeden Einstein, bu paradoksa farklı bir yaklaşım arıyordu. Daha sonra Heisenberg gelerek her şeyi daha da karmaşık bir yapıya taşıdı -ki günümüzde EPR paradoksun içinden bir türlü çıkamayan kuantum fiziği tekrar Bohr’un evren algısına dönme yaklaşımı sergilemeye başlamıştır.
İkinci nesil kuantum fizikçilerinden olan David Bohm ise ‘Holografik Düzen’ adlı teorisini ortaya koyarak, Jung’ın nedensellikten tamamen bağımsız olan eşzamanlılık görüşünün evrenin bütününde var olduğunu söylüyordu. Kozmik boyutlarda ele alınan Bohm teorisine göre; bir gezegen, bir canlı organizma veya bir atomda, evrendeki tüm bilgi küçültülmüş bir versiyonuyla bulunmaktaydı. Modern bilim için alışılmışın çok dışında olan bu düşünce, aslında tasavvuf felsefesinin de, Mısır Hermetizmi’nin de temellerini oluşturuyordu. Hermetik bilgiler “Yukarıda ne varsa, aşağıda da aynısı var” der.
Benzer bir algıyla, Nietzsche de gerçeğin dairesel olduğunu söylüyor ve makrokozmos ile mikrokozmosun birbirine karşılıklı bağlı olduğunu anlatıyordu. O, bu iki terimi dünya ve insan olarak kullanmıştı ama günümüzde mikro sınırlarımız atomaltı parçacıklara, makro sınırlarımız ise henüz bütününü göremediğimiz evrenlere işaret ediyor.

Rupert Sheldrake
Bilinen tarihimiz boyunca etrafından dolaşılmış olan ama bilimsel anlamda ilk kez tohumları Jung tarafından ekilen eşzamanlılık, daha sonraları kuantum fiziğinin de işaret ettiği üzere, evrenin her bir parçasının birbiriyle ilişkili oluşu ile birleşince, konu ünlü biyokimya profesörü Rupert Sheldrake’in de ilgisini çekmişti. Sheldrake, farklı organizmaların kendi karakteristik gelişimlerine özel ilgi duyan bir bilim adamıydı ve hayatını morfogenetik; yani organizmalardaki karakteristik özelliklerin oluşumunu araştırmaya adadı. Lyall Watsan’ın bir projesi olan The Hundredth Monkey – Yüzüncü Maymun isimli teoride Sheldrake’in çalışmaları Macaca Fuscata denilen bir maymun türü üzerinde yapılan 30 yıllık bilimsel bir araştırma projesi kullanılarak anlatılır; Bir adada patatesleri yıkayarak yemeyi öğrenen maymun topluluğundaki maymun sayısı belirli bir sınırı aştığı anda, farklı adalardaki maymunların da patatesleri yıkayarak yedikleri gözlenmiştir. Sonuç olarak, bu adalar boyunca uzanan bir tür morfogenetik yapının varlığı nedeniyle maymunların aralarında iletişim kurdukları ileri sürülmüştür. Bu duruma “Kritik Kütle” de deniyor.
Herhangi biri, bir konuda farkındalık yaşadığında, başka insanların da aynı konuda farkındalık yaşama olasılığı artmaktadır.
- Rupert Sheldrake
Dr. Sheldrake’e göre; evrende bir olay sürekli tekrarlandığında morfik bir alan oluşuyor ve bu alanla kurulan rezonans aynı durumun başka yerlerde de tekrarlanma olasılığını arttırıyor. Yani bir davranış modeli bir kere ortaya çıktığında değişim başlıyor, yeterince uzun süre tekrar edildiğinde ise bunun morfik rezonansı tüm türü etkiliyor. Teorinin önemli noktası şudur; morfik rezonansın bir kez yayılmaya başlaması, tüm evrende yayılması demektir. Yani herhangi bir yerde yaşanan bir morfik alan, anında tüm evrende kıpırdanmaya başlayacaktır. Böylece kuantum fiziğinde EPR paradoksu adını alan durum, biyoloji bilimi tarafından cevaplanmış, A alanındaki değişimin B alanında neden etkisini gösterdiği açıklanmıştır.

Sheldrake, hayvanlarla sahipleri arasındaki telepatik ilişkiden yola çıkarak, organizmalarda meydana gelen karakteristik biçimlerin bir tür holistik alan tarafından kontrol edildiğini söyler. Ona göre morfik alan doğanın bir alışkanlığıydı ve bu durumun zihinsel faaliyetleri de etkilediğine inanıyordu. Kolektif bilincin varlığını işaret eden bu teori, aynı zamanda tüm soruların başlangıcı olan eşzamanlılık ile de bağlantı kuruyor ve Jung’ın düşüncelerine daha bilimsel bir yaklaşım getiriyordu. Üstelik morfegenetik alanlar sadece canlı organizmalara özgü değildi, kristaller de bu yaklaşımı sergiliyorlardı. Neticede bu alanlar bilinç ve hatırlama yeteneği ile yakından ilişkili olduğu için kristallerin de bilgiyi muhafaza eden bir yapıları olduğu düşünülüyor. Zaten fizikçiler genelde bir örneği çürütmek istiyorlarsa hemen kristalleri öne atar ve canlı olmadıkları halde kristallerde de görülen bir durumun iyi bir teori olmayacağını savunurlar. Oysa Sheldrake haricinde hiç kimse kuantum alanlarında tamamen canlı organizmalarla eşdeğer verilere sahip olan bu kristallerde, henüz kavrayamadığımız bir tuhaflık olabileceğini düşünmemiştir.
Morfik rezonans bize açıkça şunu söyler; tohumu bir kere ekilen bir bilgi, algı ya da süreç, kolektif bilince kaydedilir ve evrenin başka bir yerinde eşzamanlı olarak var olabilir. Bu duruma en güzel örneği yine bilim dünyasında yaşanmış şaşırtıcı bir hikaye ile verebiliriz. 17. yüzyılda Isaac Newton İngiltere’de, C.W. Leibnitz ise aynı anda Almanya’da brbirlerinden habersiz bir şekilde yeni bir hesaplama motoru geliştirmeye çalışıyorlardı. Aslında üzerinde çalıştıkları şey birebir aynıydı ve her ikisi de çalışmalarını eşdeğer sonuçlarla yayınladılar. Ama günümüzde Leibnitz’in yöntemini kullanıyor, Newton’a güveniyoruz. Benzer bir durum Nikola Tesla ve Edison arasında da yaşanmış, hatta eşzamanlılık yasasının öngördüğü üzere, benzer faktörler birbirlerini çekerek bu iki adamı aynı çatı altında çalışmaya kadar itmişti.
1991′de Amerika’da başlayan ve 12 yıl süren, Global Consciousness Project – Küresel Bilinç Projesi’nde, dünyanın dört bir yanında bilgisayarları aracılığıyla 7/24 çalışan insanlar bir hayli ilginç verilere ulaştılar ve morfik alanların öngördüğü gibi tek hedefte toplanabilen, küresel bir bilinç oluşturulabileceğini kanıtladılar. Morfik alanlarla çevrili insanlar ortak etki alanı ile birleşebiliyorlardı. Yani tıpkı yarasaların veya balıkların manyetik alanları algılayabiliyor olmaları gibi, insanlar da zihinleri aracılığıyla genel bir manyetik rezonans alanından bilgi algılayabiliyorlardı. Daha sonraları kuantum fizikçisi John Hagelin’in de açıkladığı üzere; geniş kitlelerce yapılan meditasyonlar esnasında yaratılan kolektif bilinç, gerçek anlamıyla çok büyük bir yaratım gücüne de sahipti.

Gerçekten bir şey bir kez öğrenildiğinde, bilinç tetikleniyor ve daha sonra bir başka kişi tarafından daha çabuk öğreniliyor. İşin garibi, Sheldrake’in teorisiyle ‘eşzamanlı’ olarak Terence Mckenna da, zamana karşı sınanmış binlerce yıllık bir bir pragmatizme dayanan Timewave Zero teorisini üretmişti. Zihnini kimya, kozmoloji, felsefe, bilinç, psikoloji ve dilbilim alanlarının her birinde uzmanlaşabilecek kadar geliştirmiş olan McKenna, algılarını geleceğe çevirmiş olan yakın arkadaşı Sheldrake’in aksine, geçmişin yığınlarının arasında geleceğin anahtarını bulmuştu. Paleolitik Şamanizm döneminden devraldığı bilgileri hiper uzaya kadar bağdaştırabilen bir adam olan McKenna’nın teorileri ile morfik alan çalışması birleştiğinde ise ortaya şöyle bir durum çıkıyordu; Bilincin evrimini gitgide daha da büyüterek, tetikleyerek ve hızla yayarak yepyeni bir noktaya götürüyoruz. Zihnimizin, bir radyo alıcısı gibi duyu organlarının haricindeki frekansları da algılayabildiği sonucuna varıyoruz. Hatta deyim yerindeyse, sanki paralel evrenlere dokunuyor, oradan çekip aldığımız bilgiyle kolektif bir gerçeklik yaratıyoruz.
Üstüne bir de McKenna’nın öngördüğü gibi 2012 sonunda insan bilincinde büyük bir algı değişikliği olursa, yani sıfır noktasına yaklaşıyorsak, zihnin evriminin şanlı yolculuğuna da bizzat şahit olabileceğiz demektir.
Halüsinasyona yol açan maddeler bir tür dış-feromon olarak işlev görüyorsa, primatlar ile halüsinojen bitkiler arasındaki bu dinamik ortak yaşam, aslında bir türden diğerine bilgi aktarımı anlamına gelir.
-Terence McKenna
Yazar /Tuna Ermen
 

seyrialemir

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
29 Eyl 2013
Mesajlar
258
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Oldukca ilgimi ceken bir alan, tesekkür ederim Phi.
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
vay be.
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Hangi bilgilerin anlayamadim?
 

Viladinur ruhi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
23 Nis 2021
Mesajlar
5
Tepkime puanı
0
Puanları
1
Konum
Kuşadası
Üniversite Bölümü
Turist rehberliği
Çağdaş psikiyatrinin babası olan Carl Gustav Jung, anlamlı rastlantıları açıklayabilmek için eşzamanlılık teorisini ortaya koymuştu. Ona göre kendisini deneyimleyen bireyler bir psikolojik sürece giriyor ve bu bağlantıları farkında olmadan fakat kendi bilinçleriyle yaratıyorlardı. Fikirlerinin vaftiz babası olarak gördüğü Schopenhauer’dan oldukça etkilenmiş olan Jung, tesadüf diye bir şeyin varlığını reddetmeye kesin kararlıydı. Eşzamanlılık bir bakıma evrensel bir yardım kurumu gibi çalışıyor, bireyin yürüyeceği yolları belirleyen olumlu işaretler veriyordu.

O zamanlarda kuantum sıçramaya henüz maruz kalmamış olan fizik, Descartes geometrisinin üç boyutlu uzayında tamamen sabit ve sarsılmaz görünüyordu. Fakat birkaç yıl içinde bilim dünyası temellerinden sarsıldı, işgal ettiğimiz uzay eğilip büküldü ve hatta ‘kurtçuk delikleri’ ile doldu. Kuantum fiziğinin ortaya çıkışıyla birlikte, fizikçi Wolfrang Pauli ile gerçekleştirdiği çalışmaları sonucunda Jung, eşzamanlılık adını verdiği bu rastlantıların bilinç ve maddeyi kapsayan fenomenler olduğunu açıklamaya koyuldu. Özetle aradığı, bilimin sırtını döndüğü telepati, sezgi, öngörü gibi parapsikolojik durumların mantıklı açıklamasıydı.
1920′lerde Albert Einstein ile yediği bir akşam yemeği esnasında aklına birden ‘eşzamanlılık’ fikrinin geldiği söylenir. Belki de benzer fenomenlerin cevaplarını dış evrende arayan Einstein’la birlikteyken bunu bulmuş olması yine bir ‘anlamlı tesadüf’ olabilir. Kendilerine meydan okuyan en yüksek zirveye tırmanmaya kalkışmış olan bu iki adam, aslında aynı soruya farklı açılardan yaklaşmayı seçmişlerdi. Yemek masasındaki Jung ve Einstein görüntüsünü biraz karikatürize edecek olursak, Jung’ın kafasının üzerinde 220 voltluk bir ampülün bir anda ‘çling’ diye yandığını ve nedensellikten bağımsız olan kuantum bağlantıları farkettiğini söyleyebiliriz. Özetle, fiziğin de benzer sorular sorduğunu anlayan Jung, kuantum mekaniğinin temelini oluşturan olasılık faktöründen çok etkilemişti. Belki o zamanlar bu teorileri bilim dünyasında ciddiye alınmamış olabilir ancak günümüzde kuantum fiziğinin vardığı noktada kozmos ve insan bilinci arasında çok güçlü bağlar olduğunu farkeden bilim adamları Jung’ın eşzamanlılık görüşünü yeniden gözden geçirmeye başladılar.
Psişik varlığımızın en azından bir parçasının, uzay ve zamanın rölativitesi tarafından tanımlandığına ınanıyorum. Bu rölativite, öyle görünüyor ki, bilince olan mesafeyle orantılı olarak, bir mutlak zamansızlık ve uzaysızlık durumuna kadar artmaktadır. Eşzamanlılık, psişik ve psikofiziksel olaylar arasındaki zaman ve anlamın paralelliğini düzenler. Bilimsel bilgi şu ana kadar bunları ortak bir prensibe indirgeyememiştir. - Carl Gustav Jung
Kuantum fiziğinin kurucularından olan Niels Bohr’a göre, bir atomaltı parçacığı gözlemcinin önünde var oluyorsa, o zaman gözlemlenmediği zamanki niteliklerinden söz etmenin anlamı yoktu. O yıllarda henüz çok acemi olan bu yeni fiziğin tuttuğu yoldan hiç memnun olmayan Einstein, Bohr’un görüşüne özellikle karşı çıkıyordu. Çünkü bu fikir kuantum fiziğinin diğer bulguları ile birleştirildiğinde, atom altı parçacıklar arasında, bir biçimde, karşılıklı bir bağlantı olduğuna işaret ediyordu. Einstein ise böyle bir olasılığa kesinlikle inanmıyordu. Bu durum günümüzde Einstein-Podolsky-Rosen paradoksu ya da kısaca EPR paradoks olarak bilinir. EPR paradoksa göre; evrende A alanında yaşanan bir durum, B alanında da yansıma yaratıyor fakat bunun nedeni bilinmiyordu. Yani Bohr’un açtığı kapıdan geçmeyi reddeden Einstein, bu paradoksa farklı bir yaklaşım arıyordu. Daha sonra Heisenberg gelerek her şeyi daha da karmaşık bir yapıya taşıdı -ki günümüzde EPR paradoksun içinden bir türlü çıkamayan kuantum fiziği tekrar Bohr’un evren algısına dönme yaklaşımı sergilemeye başlamıştır.
İkinci nesil kuantum fizikçilerinden olan David Bohm ise ‘Holografik Düzen’ adlı teorisini ortaya koyarak, Jung’ın nedensellikten tamamen bağımsız olan eşzamanlılık görüşünün evrenin bütününde var olduğunu söylüyordu. Kozmik boyutlarda ele alınan Bohm teorisine göre; bir gezegen, bir canlı organizma veya bir atomda, evrendeki tüm bilgi küçültülmüş bir versiyonuyla bulunmaktaydı. Modern bilim için alışılmışın çok dışında olan bu düşünce, aslında tasavvuf felsefesinin de, Mısır Hermetizmi’nin de temellerini oluşturuyordu. Hermetik bilgiler “Yukarıda ne varsa, aşağıda da aynısı var” der.
Benzer bir algıyla, Nietzsche de gerçeğin dairesel olduğunu söylüyor ve makrokozmos ile mikrokozmosun birbirine karşılıklı bağlı olduğunu anlatıyordu. O, bu iki terimi dünya ve insan olarak kullanmıştı ama günümüzde mikro sınırlarımız atomaltı parçacıklara, makro sınırlarımız ise henüz bütününü göremediğimiz evrenlere işaret ediyor.

Rupert Sheldrake
Bilinen tarihimiz boyunca etrafından dolaşılmış olan ama bilimsel anlamda ilk kez tohumları Jung tarafından ekilen eşzamanlılık, daha sonraları kuantum fiziğinin de işaret ettiği üzere, evrenin her bir parçasının birbiriyle ilişkili oluşu ile birleşince, konu ünlü biyokimya profesörü Rupert Sheldrake’in de ilgisini çekmişti. Sheldrake, farklı organizmaların kendi karakteristik gelişimlerine özel ilgi duyan bir bilim adamıydı ve hayatını morfogenetik; yani organizmalardaki karakteristik özelliklerin oluşumunu araştırmaya adadı. Lyall Watsan’ın bir projesi olan The Hundredth Monkey – Yüzüncü Maymun isimli teoride Sheldrake’in çalışmaları Macaca Fuscata denilen bir maymun türü üzerinde yapılan 30 yıllık bilimsel bir araştırma projesi kullanılarak anlatılır; Bir adada patatesleri yıkayarak yemeyi öğrenen maymun topluluğundaki maymun sayısı belirli bir sınırı aştığı anda, farklı adalardaki maymunların da patatesleri yıkayarak yedikleri gözlenmiştir. Sonuç olarak, bu adalar boyunca uzanan bir tür morfogenetik yapının varlığı nedeniyle maymunların aralarında iletişim kurdukları ileri sürülmüştür. Bu duruma “Kritik Kütle” de deniyor.
Herhangi biri, bir konuda farkındalık yaşadığında, başka insanların da aynı konuda farkındalık yaşama olasılığı artmaktadır.
- Rupert Sheldrake
Dr. Sheldrake’e göre; evrende bir olay sürekli tekrarlandığında morfik bir alan oluşuyor ve bu alanla kurulan rezonans aynı durumun başka yerlerde de tekrarlanma olasılığını arttırıyor. Yani bir davranış modeli bir kere ortaya çıktığında değişim başlıyor, yeterince uzun süre tekrar edildiğinde ise bunun morfik rezonansı tüm türü etkiliyor. Teorinin önemli noktası şudur; morfik rezonansın bir kez yayılmaya başlaması, tüm evrende yayılması demektir. Yani herhangi bir yerde yaşanan bir morfik alan, anında tüm evrende kıpırdanmaya başlayacaktır. Böylece kuantum fiziğinde EPR paradoksu adını alan durum, biyoloji bilimi tarafından cevaplanmış, A alanındaki değişimin B alanında neden etkisini gösterdiği açıklanmıştır.

Sheldrake, hayvanlarla sahipleri arasındaki telepatik ilişkiden yola çıkarak, organizmalarda meydana gelen karakteristik biçimlerin bir tür holistik alan tarafından kontrol edildiğini söyler. Ona göre morfik alan doğanın bir alışkanlığıydı ve bu durumun zihinsel faaliyetleri de etkilediğine inanıyordu. Kolektif bilincin varlığını işaret eden bu teori, aynı zamanda tüm soruların başlangıcı olan eşzamanlılık ile de bağlantı kuruyor ve Jung’ın düşüncelerine daha bilimsel bir yaklaşım getiriyordu. Üstelik morfegenetik alanlar sadece canlı organizmalara özgü değildi, kristaller de bu yaklaşımı sergiliyorlardı. Neticede bu alanlar bilinç ve hatırlama yeteneği ile yakından ilişkili olduğu için kristallerin de bilgiyi muhafaza eden bir yapıları olduğu düşünülüyor. Zaten fizikçiler genelde bir örneği çürütmek istiyorlarsa hemen kristalleri öne atar ve canlı olmadıkları halde kristallerde de görülen bir durumun iyi bir teori olmayacağını savunurlar. Oysa Sheldrake haricinde hiç kimse kuantum alanlarında tamamen canlı organizmalarla eşdeğer verilere sahip olan bu kristallerde, henüz kavrayamadığımız bir tuhaflık olabileceğini düşünmemiştir.
Morfik rezonans bize açıkça şunu söyler; tohumu bir kere ekilen bir bilgi, algı ya da süreç, kolektif bilince kaydedilir ve evrenin başka bir yerinde eşzamanlı olarak var olabilir. Bu duruma en güzel örneği yine bilim dünyasında yaşanmış şaşırtıcı bir hikaye ile verebiliriz. 17. yüzyılda Isaac Newton İngiltere’de, C.W. Leibnitz ise aynı anda Almanya’da brbirlerinden habersiz bir şekilde yeni bir hesaplama motoru geliştirmeye çalışıyorlardı. Aslında üzerinde çalıştıkları şey birebir aynıydı ve her ikisi de çalışmalarını eşdeğer sonuçlarla yayınladılar. Ama günümüzde Leibnitz’in yöntemini kullanıyor, Newton’a güveniyoruz. Benzer bir durum Nikola Tesla ve Edison arasında da yaşanmış, hatta eşzamanlılık yasasının öngördüğü üzere, benzer faktörler birbirlerini çekerek bu iki adamı aynı çatı altında çalışmaya kadar itmişti.
1991′de Amerika’da başlayan ve 12 yıl süren, Global Consciousness Project – Küresel Bilinç Projesi’nde, dünyanın dört bir yanında bilgisayarları aracılığıyla 7/24 çalışan insanlar bir hayli ilginç verilere ulaştılar ve morfik alanların öngördüğü gibi tek hedefte toplanabilen, küresel bir bilinç oluşturulabileceğini kanıtladılar. Morfik alanlarla çevrili insanlar ortak etki alanı ile birleşebiliyorlardı. Yani tıpkı yarasaların veya balıkların manyetik alanları algılayabiliyor olmaları gibi, insanlar da zihinleri aracılığıyla genel bir manyetik rezonans alanından bilgi algılayabiliyorlardı. Daha sonraları kuantum fizikçisi John Hagelin’in de açıkladığı üzere; geniş kitlelerce yapılan meditasyonlar esnasında yaratılan kolektif bilinç, gerçek anlamıyla çok büyük bir yaratım gücüne de sahipti.

Gerçekten bir şey bir kez öğrenildiğinde, bilinç tetikleniyor ve daha sonra bir başka kişi tarafından daha çabuk öğreniliyor. İşin garibi, Sheldrake’in teorisiyle ‘eşzamanlı’ olarak Terence Mckenna da, zamana karşı sınanmış binlerce yıllık bir bir pragmatizme dayanan Timewave Zero teorisini üretmişti. Zihnini kimya, kozmoloji, felsefe, bilinç, psikoloji ve dilbilim alanlarının her birinde uzmanlaşabilecek kadar geliştirmiş olan McKenna, algılarını geleceğe çevirmiş olan yakın arkadaşı Sheldrake’in aksine, geçmişin yığınlarının arasında geleceğin anahtarını bulmuştu. Paleolitik Şamanizm döneminden devraldığı bilgileri hiper uzaya kadar bağdaştırabilen bir adam olan McKenna’nın teorileri ile morfik alan çalışması birleştiğinde ise ortaya şöyle bir durum çıkıyordu; Bilincin evrimini gitgide daha da büyüterek, tetikleyerek ve hızla yayarak yepyeni bir noktaya götürüyoruz. Zihnimizin, bir radyo alıcısı gibi duyu organlarının haricindeki frekansları da algılayabildiği sonucuna varıyoruz. Hatta deyim yerindeyse, sanki paralel evrenlere dokunuyor, oradan çekip aldığımız bilgiyle kolektif bir gerçeklik yaratıyoruz.
Üstüne bir de McKenna’nın öngördüğü gibi 2012 sonunda insan bilincinde büyük bir algı değişikliği olursa, yani sıfır noktasına yaklaşıyorsak, zihnin evriminin şanlı yolculuğuna da bizzat şahit olabileceğiz demektir.
Halüsinasyona yol açan maddeler bir tür dış-feromon olarak işlev görüyorsa, primatlar ile halüsinojen bitkiler arasındaki bu dinamik ortak yaşam, aslında bir türden diğerine bilgi aktarımı anlamına gelir.
-Terence McKenna
Yazar /Tuna Ermen
Bu bilgilerin kaynaklarını yazar mısınız?
 

Viladinur ruhi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
23 Nis 2021
Mesajlar
5
Tepkime puanı
0
Puanları
1
Konum
Kuşadası
Üniversite Bölümü
Turist rehberliği
Daha fazla bilgiye ihtiyacım var bu morfogenetik ve eşzamanlılık hakkında. Bir kitap yazıyorum ve bu konudan da bahsetmek istiyorum.
 

Viladinur ruhi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
23 Nis 2021
Mesajlar
5
Tepkime puanı
0
Puanları
1
Konum
Kuşadası
Üniversite Bölümü
Turist rehberliği
Çağdaş psikiyatrinin babası olan Carl Gustav Jung, anlamlı rastlantıları açıklayabilmek için eşzamanlılık teorisini ortaya koymuştu. Ona göre kendisini deneyimleyen bireyler bir psikolojik sürece giriyor ve bu bağlantıları farkında olmadan fakat kendi bilinçleriyle yaratıyorlardı. Fikirlerinin vaftiz babası olarak gördüğü Schopenhauer’dan oldukça etkilenmiş olan Jung, tesadüf diye bir şeyin varlığını reddetmeye kesin kararlıydı. Eşzamanlılık bir bakıma evrensel bir yardım kurumu gibi çalışıyor, bireyin yürüyeceği yolları belirleyen olumlu işaretler veriyordu.

O zamanlarda kuantum sıçramaya henüz maruz kalmamış olan fizik, Descartes geometrisinin üç boyutlu uzayında tamamen sabit ve sarsılmaz görünüyordu. Fakat birkaç yıl içinde bilim dünyası temellerinden sarsıldı, işgal ettiğimiz uzay eğilip büküldü ve hatta ‘kurtçuk delikleri’ ile doldu. Kuantum fiziğinin ortaya çıkışıyla birlikte, fizikçi Wolfrang Pauli ile gerçekleştirdiği çalışmaları sonucunda Jung, eşzamanlılık adını verdiği bu rastlantıların bilinç ve maddeyi kapsayan fenomenler olduğunu açıklamaya koyuldu. Özetle aradığı, bilimin sırtını döndüğü telepati, sezgi, öngörü gibi parapsikolojik durumların mantıklı açıklamasıydı.
1920′lerde Albert Einstein ile yediği bir akşam yemeği esnasında aklına birden ‘eşzamanlılık’ fikrinin geldiği söylenir. Belki de benzer fenomenlerin cevaplarını dış evrende arayan Einstein’la birlikteyken bunu bulmuş olması yine bir ‘anlamlı tesadüf’ olabilir. Kendilerine meydan okuyan en yüksek zirveye tırmanmaya kalkışmış olan bu iki adam, aslında aynı soruya farklı açılardan yaklaşmayı seçmişlerdi. Yemek masasındaki Jung ve Einstein görüntüsünü biraz karikatürize edecek olursak, Jung’ın kafasının üzerinde 220 voltluk bir ampülün bir anda ‘çling’ diye yandığını ve nedensellikten bağımsız olan kuantum bağlantıları farkettiğini söyleyebiliriz. Özetle, fiziğin de benzer sorular sorduğunu anlayan Jung, kuantum mekaniğinin temelini oluşturan olasılık faktöründen çok etkilemişti. Belki o zamanlar bu teorileri bilim dünyasında ciddiye alınmamış olabilir ancak günümüzde kuantum fiziğinin vardığı noktada kozmos ve insan bilinci arasında çok güçlü bağlar olduğunu farkeden bilim adamları Jung’ın eşzamanlılık görüşünü yeniden gözden geçirmeye başladılar.
Psişik varlığımızın en azından bir parçasının, uzay ve zamanın rölativitesi tarafından tanımlandığına ınanıyorum. Bu rölativite, öyle görünüyor ki, bilince olan mesafeyle orantılı olarak, bir mutlak zamansızlık ve uzaysızlık durumuna kadar artmaktadır. Eşzamanlılık, psişik ve psikofiziksel olaylar arasındaki zaman ve anlamın paralelliğini düzenler. Bilimsel bilgi şu ana kadar bunları ortak bir prensibe indirgeyememiştir. - Carl Gustav Jung
Kuantum fiziğinin kurucularından olan Niels Bohr’a göre, bir atomaltı parçacığı gözlemcinin önünde var oluyorsa, o zaman gözlemlenmediği zamanki niteliklerinden söz etmenin anlamı yoktu. O yıllarda henüz çok acemi olan bu yeni fiziğin tuttuğu yoldan hiç memnun olmayan Einstein, Bohr’un görüşüne özellikle karşı çıkıyordu. Çünkü bu fikir kuantum fiziğinin diğer bulguları ile birleştirildiğinde, atom altı parçacıklar arasında, bir biçimde, karşılıklı bir bağlantı olduğuna işaret ediyordu. Einstein ise böyle bir olasılığa kesinlikle inanmıyordu. Bu durum günümüzde Einstein-Podolsky-Rosen paradoksu ya da kısaca EPR paradoks olarak bilinir. EPR paradoksa göre; evrende A alanında yaşanan bir durum, B alanında da yansıma yaratıyor fakat bunun nedeni bilinmiyordu. Yani Bohr’un açtığı kapıdan geçmeyi reddeden Einstein, bu paradoksa farklı bir yaklaşım arıyordu. Daha sonra Heisenberg gelerek her şeyi daha da karmaşık bir yapıya taşıdı -ki günümüzde EPR paradoksun içinden bir türlü çıkamayan kuantum fiziği tekrar Bohr’un evren algısına dönme yaklaşımı sergilemeye başlamıştır.
İkinci nesil kuantum fizikçilerinden olan David Bohm ise ‘Holografik Düzen’ adlı teorisini ortaya koyarak, Jung’ın nedensellikten tamamen bağımsız olan eşzamanlılık görüşünün evrenin bütününde var olduğunu söylüyordu. Kozmik boyutlarda ele alınan Bohm teorisine göre; bir gezegen, bir canlı organizma veya bir atomda, evrendeki tüm bilgi küçültülmüş bir versiyonuyla bulunmaktaydı. Modern bilim için alışılmışın çok dışında olan bu düşünce, aslında tasavvuf felsefesinin de, Mısır Hermetizmi’nin de temellerini oluşturuyordu. Hermetik bilgiler “Yukarıda ne varsa, aşağıda da aynısı var” der.
Benzer bir algıyla, Nietzsche de gerçeğin dairesel olduğunu söylüyor ve makrokozmos ile mikrokozmosun birbirine karşılıklı bağlı olduğunu anlatıyordu. O, bu iki terimi dünya ve insan olarak kullanmıştı ama günümüzde mikro sınırlarımız atomaltı parçacıklara, makro sınırlarımız ise henüz bütününü göremediğimiz evrenlere işaret ediyor.

Rupert Sheldrake
Bilinen tarihimiz boyunca etrafından dolaşılmış olan ama bilimsel anlamda ilk kez tohumları Jung tarafından ekilen eşzamanlılık, daha sonraları kuantum fiziğinin de işaret ettiği üzere, evrenin her bir parçasının birbiriyle ilişkili oluşu ile birleşince, konu ünlü biyokimya profesörü Rupert Sheldrake’in de ilgisini çekmişti. Sheldrake, farklı organizmaların kendi karakteristik gelişimlerine özel ilgi duyan bir bilim adamıydı ve hayatını morfogenetik; yani organizmalardaki karakteristik özelliklerin oluşumunu araştırmaya adadı. Lyall Watsan’ın bir projesi olan The Hundredth Monkey – Yüzüncü Maymun isimli teoride Sheldrake’in çalışmaları Macaca Fuscata denilen bir maymun türü üzerinde yapılan 30 yıllık bilimsel bir araştırma projesi kullanılarak anlatılır; Bir adada patatesleri yıkayarak yemeyi öğrenen maymun topluluğundaki maymun sayısı belirli bir sınırı aştığı anda, farklı adalardaki maymunların da patatesleri yıkayarak yedikleri gözlenmiştir. Sonuç olarak, bu adalar boyunca uzanan bir tür morfogenetik yapının varlığı nedeniyle maymunların aralarında iletişim kurdukları ileri sürülmüştür. Bu duruma “Kritik Kütle” de deniyor.
Herhangi biri, bir konuda farkındalık yaşadığında, başka insanların da aynı konuda farkındalık yaşama olasılığı artmaktadır.
- Rupert Sheldrake
Dr. Sheldrake’e göre; evrende bir olay sürekli tekrarlandığında morfik bir alan oluşuyor ve bu alanla kurulan rezonans aynı durumun başka yerlerde de tekrarlanma olasılığını arttırıyor. Yani bir davranış modeli bir kere ortaya çıktığında değişim başlıyor, yeterince uzun süre tekrar edildiğinde ise bunun morfik rezonansı tüm türü etkiliyor. Teorinin önemli noktası şudur; morfik rezonansın bir kez yayılmaya başlaması, tüm evrende yayılması demektir. Yani herhangi bir yerde yaşanan bir morfik alan, anında tüm evrende kıpırdanmaya başlayacaktır. Böylece kuantum fiziğinde EPR paradoksu adını alan durum, biyoloji bilimi tarafından cevaplanmış, A alanındaki değişimin B alanında neden etkisini gösterdiği açıklanmıştır.

Sheldrake, hayvanlarla sahipleri arasındaki telepatik ilişkiden yola çıkarak, organizmalarda meydana gelen karakteristik biçimlerin bir tür holistik alan tarafından kontrol edildiğini söyler. Ona göre morfik alan doğanın bir alışkanlığıydı ve bu durumun zihinsel faaliyetleri de etkilediğine inanıyordu. Kolektif bilincin varlığını işaret eden bu teori, aynı zamanda tüm soruların başlangıcı olan eşzamanlılık ile de bağlantı kuruyor ve Jung’ın düşüncelerine daha bilimsel bir yaklaşım getiriyordu. Üstelik morfegenetik alanlar sadece canlı organizmalara özgü değildi, kristaller de bu yaklaşımı sergiliyorlardı. Neticede bu alanlar bilinç ve hatırlama yeteneği ile yakından ilişkili olduğu için kristallerin de bilgiyi muhafaza eden bir yapıları olduğu düşünülüyor. Zaten fizikçiler genelde bir örneği çürütmek istiyorlarsa hemen kristalleri öne atar ve canlı olmadıkları halde kristallerde de görülen bir durumun iyi bir teori olmayacağını savunurlar. Oysa Sheldrake haricinde hiç kimse kuantum alanlarında tamamen canlı organizmalarla eşdeğer verilere sahip olan bu kristallerde, henüz kavrayamadığımız bir tuhaflık olabileceğini düşünmemiştir.
Morfik rezonans bize açıkça şunu söyler; tohumu bir kere ekilen bir bilgi, algı ya da süreç, kolektif bilince kaydedilir ve evrenin başka bir yerinde eşzamanlı olarak var olabilir. Bu duruma en güzel örneği yine bilim dünyasında yaşanmış şaşırtıcı bir hikaye ile verebiliriz. 17. yüzyılda Isaac Newton İngiltere’de, C.W. Leibnitz ise aynı anda Almanya’da brbirlerinden habersiz bir şekilde yeni bir hesaplama motoru geliştirmeye çalışıyorlardı. Aslında üzerinde çalıştıkları şey birebir aynıydı ve her ikisi de çalışmalarını eşdeğer sonuçlarla yayınladılar. Ama günümüzde Leibnitz’in yöntemini kullanıyor, Newton’a güveniyoruz. Benzer bir durum Nikola Tesla ve Edison arasında da yaşanmış, hatta eşzamanlılık yasasının öngördüğü üzere, benzer faktörler birbirlerini çekerek bu iki adamı aynı çatı altında çalışmaya kadar itmişti.
1991′de Amerika’da başlayan ve 12 yıl süren, Global Consciousness Project – Küresel Bilinç Projesi’nde, dünyanın dört bir yanında bilgisayarları aracılığıyla 7/24 çalışan insanlar bir hayli ilginç verilere ulaştılar ve morfik alanların öngördüğü gibi tek hedefte toplanabilen, küresel bir bilinç oluşturulabileceğini kanıtladılar. Morfik alanlarla çevrili insanlar ortak etki alanı ile birleşebiliyorlardı. Yani tıpkı yarasaların veya balıkların manyetik alanları algılayabiliyor olmaları gibi, insanlar da zihinleri aracılığıyla genel bir manyetik rezonans alanından bilgi algılayabiliyorlardı. Daha sonraları kuantum fizikçisi John Hagelin’in de açıkladığı üzere; geniş kitlelerce yapılan meditasyonlar esnasında yaratılan kolektif bilinç, gerçek anlamıyla çok büyük bir yaratım gücüne de sahipti.

Gerçekten bir şey bir kez öğrenildiğinde, bilinç tetikleniyor ve daha sonra bir başka kişi tarafından daha çabuk öğreniliyor. İşin garibi, Sheldrake’in teorisiyle ‘eşzamanlı’ olarak Terence Mckenna da, zamana karşı sınanmış binlerce yıllık bir bir pragmatizme dayanan Timewave Zero teorisini üretmişti. Zihnini kimya, kozmoloji, felsefe, bilinç, psikoloji ve dilbilim alanlarının her birinde uzmanlaşabilecek kadar geliştirmiş olan McKenna, algılarını geleceğe çevirmiş olan yakın arkadaşı Sheldrake’in aksine, geçmişin yığınlarının arasında geleceğin anahtarını bulmuştu. Paleolitik Şamanizm döneminden devraldığı bilgileri hiper uzaya kadar bağdaştırabilen bir adam olan McKenna’nın teorileri ile morfik alan çalışması birleştiğinde ise ortaya şöyle bir durum çıkıyordu; Bilincin evrimini gitgide daha da büyüterek, tetikleyerek ve hızla yayarak yepyeni bir noktaya götürüyoruz. Zihnimizin, bir radyo alıcısı gibi duyu organlarının haricindeki frekansları da algılayabildiği sonucuna varıyoruz. Hatta deyim yerindeyse, sanki paralel evrenlere dokunuyor, oradan çekip aldığımız bilgiyle kolektif bir gerçeklik yaratıyoruz.
Üstüne bir de McKenna’nın öngördüğü gibi 2012 sonunda insan bilincinde büyük bir algı değişikliği olursa, yani sıfır noktasına yaklaşıyorsak, zihnin evriminin şanlı yolculuğuna da bizzat şahit olabileceğiz demektir.
Halüsinasyona yol açan maddeler bir tür dış-feromon olarak işlev görüyorsa, primatlar ile halüsinojen bitkiler arasındaki bu dinamik ortak yaşam, aslında bir türden diğerine bilgi aktarımı anlamına gelir.
-Terence McKenna
Yazar /Tuna Ermen
Kaynaklarınızı yazar mısınız?
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
Morfogenetik alanlar teorisi, insan şuurunun nasıl bir paylaşım alanında olduğunu tanımlamak için kullanılabilir. Dolayısıyla morfogenetik alanlar, şu anda belli bir noktada bulunan insanlığın zamanla şuurlarında çarpıcı bir kolektif değişim yaşayacak oluşlarında önemli bir role sahiptir. Bu kolektif değişim, değişim için gereken minimum kütleye (kritik kütleye) erişildiğinde gerçekleşecektir, ya da başka bir deyişle dünya üzerinde ruhsal olarak uyanmış belli bir sayıda varlığa erişildiğinde bu gerçekleşecektir.
gen havuzunun evrimleşme sürecinde insanlar üzerinde yaratacağı değişlikikler; varlığın kendini sürdürebilmesi için izlemesi gereken ekonomik-kısa yol olarak da tanımlayabilir miyiz?
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst