- Konbuyu başlatan
- #1
Video:
Sorunlu Kürt söylemi
MGK bildirisi, hükümet eliyle askerin 'siyasi alana getirilmesi' gibi bir algıyı özellikle Güneydoğu'da oluşturmaktan başka bir işlev görmedi.
Dünle beraber gitti cancağızım,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Mevlana
Tam bir yıl önce, 4 Ocak 2010’da Cumhurbaşkanı Gül, ‘Yeni Yıl Mesajı’nı Hasan Cemal’le yaptığımız ‘Tecrübe Konuşuyor’ adlı TV programında vermek istemişti. Dakikalar geçiyor, Gül, gazeteci deyişiyle ‘manşetlik’ bir sözü ağzından çıkarmıyordu. Reklam arasına gitmeden önce damdan düşer gibi basit ve yalın bir soru yönelttim kendisine: 2010 içinde Türkiye’de askeri darbe tehlikesi var mı?
Yüzünü belli belirsiz alaycı bir ifade kapladı, “Söz konusu değil, artık böyle şeyler geride kaldı” mealinde cevabını tereddüt geçirmeden verdi. ‘Manşet’ kurtulmuştu.
2010 Gül’ü doğruladı. Ağustosta YAŞ kararları ve aralıkta (cumhuriyet tarihinde bir ‘ilk’ olarak tüm sanıklarını muvazzaf ve emekli askerlerin oluşturduğu 196 kişilik) ‘Balyoz Davası’nın başlaması, ‘askeri darbe ihtimali’ni çok ama çok zayıflattı. Anayasa referandumunun yüzde 58’lik bir halk desteğiyle sonuçlanarak ‘vesayet rejimi’ne esaslı bir ‘hukuk darbesi’ indirmiş olması da cabası.
Bu alanda 2010’a tek gölge düşüren MGK’nin yıl sonundaki ‘tek’ler bildirisi oldu. Demokratik bir tartışma alanına taşınan konulara, bildik türden bir ‘askeri ayar’ verme görüntüsü ortaya çıktı.
Hükümetin buna ihtiyacı yoktu. MGK bildirisinin içeriğini zaten Başbakan güçlü vurgularla dillendirmişti. MGK bildirisi, hükümet eliyle askerin ‘siyasi alana geri getirilmesi’ ve hükümetin pozisyonunu anlamlandırmak için ‘askere de sığınması’ gibi bir algıyı özellikle Türkiye’nin Güneydoğu’sunda oluşturmaktan başka bir işlev görmedi.
‘Kullanım süresi dolan’ söylem
Bildirinin ertesi günü katıldığım bir TV programında yayın kesildi, Diyarbakır’da konuşan Gül’ü dinlemeye başladık. ‘Farklılıklarımızın zenginliklerimiz’ olduğundan söz ediyor, “Burada nasıl Kürtçe konuşuluyorsa, başka yerlerde Arapça konuşan vatandaşlarımız var” diyerek bunları ‘kültür mirasımız’ olarak selamlıyordu; “Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlarıyız” demeyi ihmal etmeden. Programdaki diğer katılımcıya döndüm, “Bu sözlerin kullanım süresi doluyor. 2011 son” dedim. Onayladı.
‘Kürt’ denemezken ‘Kürtçe konuşmak’ bile yasak iken, bir cumhurbaşkanının, başbakanın ağzından bu sözlerin çıkması heyecan verici oldu. Ama artık çıta çok yükseldi. Ülke yöneticilerinin büyük katkısı sayesinde Türkiye’nin ulaştığı gelişme düzeyi, bu basmakalıplaşan cümlelerin çok ötesine geçti.
Gül’ün yılın son iki gününe denk gelen Diyarbakır ziyaretinin en çarpıcı değerlendirmesi, yılın ilk günü, 1 Ocak’ta Dilek Kurban’ın Radikal’deki yazısının şu satırlarında: “Cumhurbaşkanı, Diyarbakır’daki ilk gününde yaptığı konuşmalarda yakın zaman içerisinde anadilinde eğitim, çok dilli kamusal hayat, demokratik özerklik gibi çok ciddi politik talepler üretmiş ve bu talepleri büyük bir siyasi mücadelenin sonucunda geliştirmiş olan bir halkın yaşadığı coğrafyaya gidip bildik devlet memuru tavrı ve söylemini yeniden üretiyor. Tepeden bakan, toplumun zekâsını küçümseyen ve taleplerini hiçe sayan, bildiğinden emin olduğu doğruyu tebliğ eden bildik vasat devlet düsturunu tekrar ediyor.”
AK Parti Grubu’nda ‘Kemalizm’in söylemi
Cumhurbaşkanı’nın ‘mesajı’nı Başbakan da dün partisinin grup toplantısında kendi üslubunda tekrarladı:
“... Afyon’da yola çıkarken (AK Parti’nin 2001’de temellerinin atıldığı toplantı) biz ‘etnik, dinsel, bölgesel milliyetçilik yapmayacağız’ dedik. Tek bayrak, tek vatan, tek devlet dedik. TC üst kimliği altında herkes devlet karşısında eşittir. Azınlıklar bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır. 73 milyonun her bir ferdi birdir, eşitttir.”
Bu ‘söylem’in de 2011’de ‘kullanım süresinin dolması’ muhtemeldir. Hatta, seçim sonrasında dolacak olması kesindir.
‘Etnik, dinsel, bölgesel milliyetçilik’ diye bir kavram da kategori de yok. Bunu ‘etnik milliyetçilik, mezhepçilik, bölgecilik’ diye tercüme etmek daha doğru.
‘Tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ vurgusunu mütemadiyen yapmak ise 1925’in Takrir-i Sükûn Kanunu’nu ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu hatırlatan rejimin ‘tek’çi niteliğini ve ‘tek parti’ dönemini zihinlerde canlandıran bir söyleme yol açıyor.
Aksine bir görüş, aksine bir talep olmadığı halde “Resmi Dil Türkçe’dir” diye her kentte, her kürsüde haykırmanın ise ‘anadilin eğitimi’ ve ‘kamuda çift dillilik’ gibi demokratik ülkelerin normal uygulamasının karşısına dikilmekten başka anlam ifade etmiyor. Bu söylemin Türkiye’ye tercümesi, milyonlarca Kürt için geçerli ve zorunlu temel haklara karşı durma niyetinin ifadesi oluyor.
TC vatandaşları, ‘eşit’ falan değiller. Devlet hizmetinde tek bir gayrimüslim vatandaşımız var mı? Bu nasıl eşitlik?
Anadillerinde eğitim hakkına sahip olmayan milyonlarca vatandaşımız, kendilerini nasıl ‘eşit’ hissedebilirler? Mümkün mü?
Herkes ‘birinci sınıf’ ise ‘ikinci sınıf’ kim? “73 milyonun her bir ferdi birdir, eşittir” söylemi, Kemalist tek parti döneminin “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” şiarını çağrıştırmıyor mu? Devam edeceğiz.
Kürt başka, Kürt kökenli başka
AK Partili '75 Kürt milletvekili' doğal olarak 'Kürt' değiller. Onlar, 'Kürt kökenli' milletvekilleri. Kürt başka, Kürt kökenli olmak başka. Kürt olmaya izin yok.
Devam edeceğiz” diye noktalamıştım bir önceki yazıyı. Muhsin Kızılkaya ile edelim.
Muhsin Kızılkaya, PKK-BDP eksenine bulunabilecek en uzak noktada yer alan bir Kürt aydını. Ama ‘Kürt kimliği’, ‘anadilinin onuru’ söz konusu olunca en önde. Bazı hayati önemde konuları, onun-bunun ‘tezgâhı’ olarak görmemek ve nitelememek gerektiğinin canlı örneği.
Kızılkaya Hakkârili, yıllardır İstanbul’da yaşıyor. Star’ın pazar eki Açık Görüş’te ‘Hani her şeyi konuşacaktık!’ başlıklı yazısını Cumhurbaşkanı başta, tüm devlet yetkililerinin ve özellikle Başbakan başta tüm hükümet ve iktidar partisi üyelerinin okumasında yarar var.
İşin özü
‘İşin özü’ daha basit bir dille ve olanca çarpıcılığıyla ortaya konamazdı. Yazının dikkate getirmek istediğim satırları:
“... Vaktiyle Diyarbakır’da bir televizyon mikrofonu yaşlı bir adama uzatılır, ‘Amca, Kürtler ne istiyor’ diye sorar röportajcı. Yaşlı adam hiç sektirmeden, yüz yıldır anlatamadıysak hata bizde der gibi, ‘Kürtler quzilqurt (zıkkımın kökünü) istiyor’ diye cevap verir gülerek, röportajcı meseleyi hâlâ anlamamış, aval aval bakar adamın yüzüne.
Bir süre sonra ‘Kürtler daha ne istiyor?’ argümanının aslında pek de öyle sağlam bir argüman olmadığı ortaya çıktı. Evet, Kürtler bu memlekette her şey olabiliyorlardı; milletvekili, bakan, başbakan, hatta cumhurbaşkanı da... Bir tek Kürt olamıyorlardı. Kürt olduklarında hiçbir şey olamıyorlardır çünkü. Kendi kimliğinden vazgeçtiğin, Türk kimliğine bürünmekten gocunmadığın, evinde Kürtçe konuşmaktan imtina ettiğin ama yakın akrabalar arasında kulağına çalınan Kürtçe bir sese, bir ezgiye de nostaljik bir tepki vermeye devam ettiğin, kimliğine folklorik birbir malzeme muamelesi yaptığın sürece bu devlet önünde bütün engelleri kaldırıyor, seni istediğin yere getirebiliyordu.
Çünkü ulus yaratma projesini bizzat ulusun kendisi başlatmamıştı, devlet denilen bir aygıt vardı, devlet bir ulus yaratmaya soyunmuştu ve bu ulusu da o memlekette yaşayan birbirinden farklı etnik gruplardan toplamaya başlamıştı. Kendi kimliğinden vazgeçip Türk olmayı kabullenen ‘kim olursa olsun’ başımızın, gözümüzün üzerinde yeri vardı.
Böylece devletimiz, anayasaya da ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür’ tanımını koyup, ‘kanun yoluyla’ Türk olmayı başarabilen ilk devlet oluyordu.
‘Kürt kökenli’ olmak ile ‘kültürel miras’ simetriktir
Bu arada Kürtlerin dili yasaklanmış, kimlikleri inkâr edilmiş, köyleri boşaltılmış, evleri yağmalanmış, hapishanelere doldurulup olmadık işkencelere maruz bırakılmış, sürgüne gönderilmiş kimin umurunda. Şakiler başkaldırıyordu ve cezaları ağırdı. Devlete başkaldıran sonuçlarına da katlanırdı.”
Bu satırlarda aleni ‘ironi’ bir yana, anlatılanlar net bir Türkiye siyaset sahnesi ve siyaset söylemi fotoğrafı da çekmiş oluyor.
Bu ‘fotoğraf karesi’ içinde Başbakan’ın çok övündüğü ve ‘Kürt temsiliyeti’ni BDP’den çekip almak için başvurduğu AK Partili ‘75 Kürt milletvekili’ doğal olarak ‘Kürt’ değiller. Onlar, tartışmasız AK Parti’nin ‘Kürt kökenli’ milletvekilleri.
Siz, hiç üç buçuk yıldır bu ‘75 Kürt’ün bir tanesinin, Meclis kürsüsünden bir tek kez ‘Kürt’ sözcüğünü telaffuz ettiğini, seçmenleri Kürtlerin sorunlarını dile getirdiğini duydunuz mu?
‘Kürt kökenli’ olursanız, böyle bir zorunluluğu hissetmezsiniz.
Kürt başka, Kürt kökenli olmak başka.
Kürt olmaya izin yok; Kürt kökenli olmak ise askeri darbe ürünü 1982 Anayasası’nda yer alan ‘vatandaşlık tanımı’na ve devletin ‘Kemalist ideolojisi’ne göre, esas alınan ‘üst kimlik’in altındaki makbul kimliklerden biri.
‘Üst’ kimliği ister ‘Türk’, ister Başbakan’ın vurguladığınca ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı’ diye ifade edin, alt kimlikleri asimile ederek eşitlemiş olduğu için ‘köken’de hiçbir sorun yok. Her birimiz bir şey ‘kökenliyiz’ zaten, varsın bazılarımız da ‘Kürt kökenli’ oluversin.
Öyle olunca, ‘eğitimde anadilin kullanılması’ diye bir talep de ‘Kürt kökenliler’den gelmez. Gelmesine gerek yoktur. Çünkü, Kürtçe, çeşitli lehçeleriyle zaten evde, sokakta, hatta AK Parti’nin sağladığı demokratik imkânla cezaevindeki tutuklu ve ziyaretçisi arasında da konuşuluyor artık. Devlet televizyonu 24 saat o dilden yayın yaptığına göre, ‘kültür mirası’na sahip çıkılmış oluyor. ‘Kültür zenginliğimiz’ yansıtılmış oluyor.
‘Kürt kökenli’ olmak ile ‘kültürel miras’ ve ‘kültürel zenginlik’ arasında simetrik bir ilişki var.
İnsan hakkı milliyetçilik değildir
Türkiye halkının yaklaşık beşte birini oluşturan, tüm bölgeye yayılmış, bölgenin en kadim insan topluluklarından birine bu şekilde yaklaştığınız anda onu ‘folklorik’ bir öğe haline indirgemiş de oluyorsunuz.
‘Folklor’ zaten ‘kültürel miras’ ve dolayısıyla ‘kültürel zenginliğimiz’ değil midir.
‘Kürt kökenli’ değil de Kürt iseniz, ‘eğitimde anadilin kullanılması’nı en doğal ‘insan hakkı’ olarak istersiniz tabii ki. Buna ‘ırkçılık’ denebilir mi? Bunun ‘milliyetçilik’ ile de ilgisi yoktur. ‘Temel insan hakkı’dır çünkü.
Demokratik bir ülkede, tüm vatandaşlarımızın ‘eşit ve özgür’ olduğu bir toplumda yaşamaktan yanaysak, Kürt değilsek de Kürt olmasak da bu hakka nasıl karşı çıkabiliriz?
Ne hakla?
Devam edeceğiz...
Hizbullah tahliyesi mi rönesansı mı?
Yıl 1995. PKK ile çatışmanın en kanlı dönemlerinden biri. Faili meçhuller ile Güneydoğu’da herhangi bir “kırsal”dan gelen ölüm haberlerinin haddi hesabı yoktu.
Yılın ikinci yarısında güvenlik kuvvetlerinin “saha”da üstünlüğü ele geçirdiği öne sürülüyordu. Sabah gazetesinin genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu, Hasan Cemal ile bana “atlayın bölgeye gidin, izlenimlerinizi yazın” dedi. Salih Memecan bölgeye bizimle birlikte giderek ilk kez ayak basacak ve gözlemlerimizi karikatür olarak çizecek, deneyimli Ramazan Öztürk ise fotoğraflayacaktı. Ve, bu hemen yapılacak ve yayımlanacaktı.
Dört kişilik “Sabah’ın dev kadrosu” diye sunulan bizler, “bölge çıkartması” için alel acele yola koyulduk. Dinç Bilgin’in özel uçağı ile Diyarbakır’a konmak için havalandık. Haber Müdürü rahmetli Ahmet Vardar (Ahmet Abi), biz uçağa giderken, “Herşeyi ayarladım. Ünal sizi helikopterle dolaştıracak. Zaman kazanacaksınız” dedi. Ünal, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan...
Ertesi sabah Diyarbakır Hava Taburu’na gittik. Ünal Erkan’la helikoptere bindik. Önce Cizre, ardından Habur, sonra Silopi ve en son İdil. Her vardığımız yerde bir saatlik yüzeysel gözlemlerle “izlenim” oluşturuyorduk. En olaylı merkezlerden biri olan Cizre, büyük ölçüde göç vermiş, pek olay çıkaracak “ahali” kalmamıştı. Şehrin kontrolü, güvenlik kuvvetleri ile devlete sadık bir korucu aşiretinin eline geçmişti.
Hizbullah mı? Kontrol altında!
Son durağımız İdil de sakindi. Orada beni İstanbul’dan tanıyan eski koruma polislerinden biriyle karşılaştım. “Gel seni gezdireyim” dedi. Grup, bir çay bahçesine gitti, ben, İdil’de görev yapan polis memuruyla esnafı dolaşmaya başladım. Yanımda Olağanüstü Hal Bölge Valisi ve çevresindeki güvenlikçiler olmayınca, “vatandaş” biraz daha serbest konuşabiliyordu. Olay sayısında gerçekten çok azalma olmuştu. Dikkat ettim, azalan eylemlerle ilgili olarak kimse “örgüt”ten yani PKK’den söz etmiyordu. Eylemlerin “Hizbullah”ın işi olduğunu söylüyorlardı.
Diyarbakır’ı dönmek üzere helikopterle havalandığımızda Ünal Erkan, izlenimlerimizi sordu. Devletin sahada duruma hakim olduğunu gözlerimizle gördüğümüzden emindi. Öyleydi de. “Sadece” dedim, “İdil’de sizden ayrı dolaşırken, vatandaşların Hizbullah’dan söz ettiğini duydum...”
Ünal Erkan, kayıtsız bir el hareketiyle “O, kontrol altında” karşılığını verdi.
Hizbullah, kontrol altında... Yani, “devlet”in kontrolü altında. Endişelenmeye mahal yok.
O dönemde bölgede Hizbullah’ın adı “sokaktaki insan” tarafından “Hizbülkontra” diye anılıyordu. “Devlet”in bir uzvu olarak algılanıyordu.
Ne zaman ki, Abdullah Öcalan 1999’da yakalandı ve PKK’nın silahlı mücadelesi durduruldu, ardından “devlet” Hizbullah’ın üzerine çullandı. “Domuz bağı” ile işlenen cinayetleri ortaya çıkartıldı, lideri Hüseyin Velioğlu ölü ele geçirildi. Hizbullah’ın çökertildiği söylendi.
Hizbullah’ın dönüşü
Ve, Hizbullah 10 yıl aradan sonra tekrar ortaya çıktı. “Ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezası istenen tutukluların CMK’nın tutukluluk sürelerine sınırlılık getiren 102. Maddesinin uygulanması sonucu, dışarı çıkmalarıyla değil sadece. Onları halaylar çekerek görkemli biçimde karşılayan yandaşlarının görüntüleriyle.
Kamuoyunun vicdanını yaralayan ve “adalet” duygusunu tarumar eden gelişme, hükümet ile yüksek yargı arasında son yıla damgasını vuran mücadelenin yansımalarından biri, en vahimi.
CMK, 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girdi. 5 ya da 10 yılını dolduran sanıkların tahliyesi söz konusuydu. Söz konusu sınırlama hemen yürürlüğe sokulmamış, önce 1 Nisan 2008’e, sonra da 31 Aralık 2010’a kadar uzatılmıştı. Ocak 2011’de Hizbullah tutuklularının dışarı çıkacağı, dolayısıyla, besbelliydi.
Tahliye edilen tutuklu sayısı 1236. Bu sayının 283’ünün davaları devam ediyor. 953’ü ise mahkum olmuş durumda ve dosyaları Yargıtay’da. Nazlı Ilıcak’ın işaret ettiği gibi Yargıtay, öncelik belirleyip, içinde Hizbullahçıların da bulunduğu 953 dosyayı karara bağlayamaz mıydı?
Dosya yükü bir mazeret değil. Olmadığını Taha Akyol’un dünkü yazısından öğreniyoruz; Yargıtay 6. Ceza Daire Ekim 2010’da harekete geçmiş, elinde bulunan 120 bin dosyası hızla tarayarak tutuklusu bulunan 2000 dosyası ayırarak öncelikle incelemeye almış.
Hrant Dink ve Pınar Selek’e ilişkin Türkiye’nin “utanç belgesi” kararlarının altında imzası olan Yargıtay 9. Daire’nin aynı yolu tutmamış olması manidar değil mi?
Yargıtay Başkanı’nın mesaisinin büyük bölümünün hükümetle polemiğe ayrıldığını görüyoruz. Ama nereden bakarsanız bakın, şu gelinen noktada Yargıtay’ın ikna edici mazereti yok.
BDP’ye karşı Hizbullah mı?
Ama asıl korkutucu olan, bunun bir “ihmal”den öteye olması ihtimali. Acaba Hizbullah yeniden canlandırılmak mı isteniyor?
Türkiye Kürtlerinin dilinde “Hizbulkontra” olan ve 1990’larda bölgedeki olayların seyrine bakıldığında “devletin kontrolünde” bulunduğuna kimsenin şüphesi bulunmayan örgüte, şu seçim yılında, 2011’de yeniden mi hayatiyet kazandırılmak isteniyor acaba?
Salıverilenlere davullu zurnalı, halaylı, tekbirli karşılama törenlerine bakıldığında, Hizbullah’ın bölgede tabanının ve “uyuyan hücreleri”nin bulunduğu anlaşılıyor.
Bölgede, KCK davası ile önü kesilemeyen hatta anadilde eğitim ve çift dillilik tartışmalarıyla alevlenen gelişmelerin önüne “Hizbullah barajı” mı dikilmek isteniyor?
“Dinsizin hakkından imansız gelir” kafasıyla sözde “dindar” Hizbullah, “imansız” BDP’ye mi karşı dikilecek?
Bu yıl içinde bölgeden yeni cinayet haberleri duymayı başlayacak mıyız?
Bu sorular akla haliyle geliyor.
Bu soruları üreten Yargıtay’ın yaklaşımını anladık da, Ak Parti hükümeti Hizbullah’a ilişkin olarak nerede duruyor?
Bu da bir soru...
CENGİZ ÇANDAR//Radikal
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
Sorunlu Kürt söylemi
MGK bildirisi, hükümet eliyle askerin 'siyasi alana getirilmesi' gibi bir algıyı özellikle Güneydoğu'da oluşturmaktan başka bir işlev görmedi.
Dünle beraber gitti cancağızım,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Mevlana
Tam bir yıl önce, 4 Ocak 2010’da Cumhurbaşkanı Gül, ‘Yeni Yıl Mesajı’nı Hasan Cemal’le yaptığımız ‘Tecrübe Konuşuyor’ adlı TV programında vermek istemişti. Dakikalar geçiyor, Gül, gazeteci deyişiyle ‘manşetlik’ bir sözü ağzından çıkarmıyordu. Reklam arasına gitmeden önce damdan düşer gibi basit ve yalın bir soru yönelttim kendisine: 2010 içinde Türkiye’de askeri darbe tehlikesi var mı?
Yüzünü belli belirsiz alaycı bir ifade kapladı, “Söz konusu değil, artık böyle şeyler geride kaldı” mealinde cevabını tereddüt geçirmeden verdi. ‘Manşet’ kurtulmuştu.
2010 Gül’ü doğruladı. Ağustosta YAŞ kararları ve aralıkta (cumhuriyet tarihinde bir ‘ilk’ olarak tüm sanıklarını muvazzaf ve emekli askerlerin oluşturduğu 196 kişilik) ‘Balyoz Davası’nın başlaması, ‘askeri darbe ihtimali’ni çok ama çok zayıflattı. Anayasa referandumunun yüzde 58’lik bir halk desteğiyle sonuçlanarak ‘vesayet rejimi’ne esaslı bir ‘hukuk darbesi’ indirmiş olması da cabası.
Bu alanda 2010’a tek gölge düşüren MGK’nin yıl sonundaki ‘tek’ler bildirisi oldu. Demokratik bir tartışma alanına taşınan konulara, bildik türden bir ‘askeri ayar’ verme görüntüsü ortaya çıktı.
Hükümetin buna ihtiyacı yoktu. MGK bildirisinin içeriğini zaten Başbakan güçlü vurgularla dillendirmişti. MGK bildirisi, hükümet eliyle askerin ‘siyasi alana geri getirilmesi’ ve hükümetin pozisyonunu anlamlandırmak için ‘askere de sığınması’ gibi bir algıyı özellikle Türkiye’nin Güneydoğu’sunda oluşturmaktan başka bir işlev görmedi.
‘Kullanım süresi dolan’ söylem
Bildirinin ertesi günü katıldığım bir TV programında yayın kesildi, Diyarbakır’da konuşan Gül’ü dinlemeye başladık. ‘Farklılıklarımızın zenginliklerimiz’ olduğundan söz ediyor, “Burada nasıl Kürtçe konuşuluyorsa, başka yerlerde Arapça konuşan vatandaşlarımız var” diyerek bunları ‘kültür mirasımız’ olarak selamlıyordu; “Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlarıyız” demeyi ihmal etmeden. Programdaki diğer katılımcıya döndüm, “Bu sözlerin kullanım süresi doluyor. 2011 son” dedim. Onayladı.
‘Kürt’ denemezken ‘Kürtçe konuşmak’ bile yasak iken, bir cumhurbaşkanının, başbakanın ağzından bu sözlerin çıkması heyecan verici oldu. Ama artık çıta çok yükseldi. Ülke yöneticilerinin büyük katkısı sayesinde Türkiye’nin ulaştığı gelişme düzeyi, bu basmakalıplaşan cümlelerin çok ötesine geçti.
Gül’ün yılın son iki gününe denk gelen Diyarbakır ziyaretinin en çarpıcı değerlendirmesi, yılın ilk günü, 1 Ocak’ta Dilek Kurban’ın Radikal’deki yazısının şu satırlarında: “Cumhurbaşkanı, Diyarbakır’daki ilk gününde yaptığı konuşmalarda yakın zaman içerisinde anadilinde eğitim, çok dilli kamusal hayat, demokratik özerklik gibi çok ciddi politik talepler üretmiş ve bu talepleri büyük bir siyasi mücadelenin sonucunda geliştirmiş olan bir halkın yaşadığı coğrafyaya gidip bildik devlet memuru tavrı ve söylemini yeniden üretiyor. Tepeden bakan, toplumun zekâsını küçümseyen ve taleplerini hiçe sayan, bildiğinden emin olduğu doğruyu tebliğ eden bildik vasat devlet düsturunu tekrar ediyor.”
AK Parti Grubu’nda ‘Kemalizm’in söylemi
Cumhurbaşkanı’nın ‘mesajı’nı Başbakan da dün partisinin grup toplantısında kendi üslubunda tekrarladı:
“... Afyon’da yola çıkarken (AK Parti’nin 2001’de temellerinin atıldığı toplantı) biz ‘etnik, dinsel, bölgesel milliyetçilik yapmayacağız’ dedik. Tek bayrak, tek vatan, tek devlet dedik. TC üst kimliği altında herkes devlet karşısında eşittir. Azınlıklar bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır. 73 milyonun her bir ferdi birdir, eşitttir.”
Bu ‘söylem’in de 2011’de ‘kullanım süresinin dolması’ muhtemeldir. Hatta, seçim sonrasında dolacak olması kesindir.
‘Etnik, dinsel, bölgesel milliyetçilik’ diye bir kavram da kategori de yok. Bunu ‘etnik milliyetçilik, mezhepçilik, bölgecilik’ diye tercüme etmek daha doğru.
‘Tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ vurgusunu mütemadiyen yapmak ise 1925’in Takrir-i Sükûn Kanunu’nu ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu hatırlatan rejimin ‘tek’çi niteliğini ve ‘tek parti’ dönemini zihinlerde canlandıran bir söyleme yol açıyor.
Aksine bir görüş, aksine bir talep olmadığı halde “Resmi Dil Türkçe’dir” diye her kentte, her kürsüde haykırmanın ise ‘anadilin eğitimi’ ve ‘kamuda çift dillilik’ gibi demokratik ülkelerin normal uygulamasının karşısına dikilmekten başka anlam ifade etmiyor. Bu söylemin Türkiye’ye tercümesi, milyonlarca Kürt için geçerli ve zorunlu temel haklara karşı durma niyetinin ifadesi oluyor.
TC vatandaşları, ‘eşit’ falan değiller. Devlet hizmetinde tek bir gayrimüslim vatandaşımız var mı? Bu nasıl eşitlik?
Anadillerinde eğitim hakkına sahip olmayan milyonlarca vatandaşımız, kendilerini nasıl ‘eşit’ hissedebilirler? Mümkün mü?
Herkes ‘birinci sınıf’ ise ‘ikinci sınıf’ kim? “73 milyonun her bir ferdi birdir, eşittir” söylemi, Kemalist tek parti döneminin “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” şiarını çağrıştırmıyor mu? Devam edeceğiz.
Kürt başka, Kürt kökenli başka
AK Partili '75 Kürt milletvekili' doğal olarak 'Kürt' değiller. Onlar, 'Kürt kökenli' milletvekilleri. Kürt başka, Kürt kökenli olmak başka. Kürt olmaya izin yok.
Devam edeceğiz” diye noktalamıştım bir önceki yazıyı. Muhsin Kızılkaya ile edelim.
Muhsin Kızılkaya, PKK-BDP eksenine bulunabilecek en uzak noktada yer alan bir Kürt aydını. Ama ‘Kürt kimliği’, ‘anadilinin onuru’ söz konusu olunca en önde. Bazı hayati önemde konuları, onun-bunun ‘tezgâhı’ olarak görmemek ve nitelememek gerektiğinin canlı örneği.
Kızılkaya Hakkârili, yıllardır İstanbul’da yaşıyor. Star’ın pazar eki Açık Görüş’te ‘Hani her şeyi konuşacaktık!’ başlıklı yazısını Cumhurbaşkanı başta, tüm devlet yetkililerinin ve özellikle Başbakan başta tüm hükümet ve iktidar partisi üyelerinin okumasında yarar var.
İşin özü
‘İşin özü’ daha basit bir dille ve olanca çarpıcılığıyla ortaya konamazdı. Yazının dikkate getirmek istediğim satırları:
“... Vaktiyle Diyarbakır’da bir televizyon mikrofonu yaşlı bir adama uzatılır, ‘Amca, Kürtler ne istiyor’ diye sorar röportajcı. Yaşlı adam hiç sektirmeden, yüz yıldır anlatamadıysak hata bizde der gibi, ‘Kürtler quzilqurt (zıkkımın kökünü) istiyor’ diye cevap verir gülerek, röportajcı meseleyi hâlâ anlamamış, aval aval bakar adamın yüzüne.
Bir süre sonra ‘Kürtler daha ne istiyor?’ argümanının aslında pek de öyle sağlam bir argüman olmadığı ortaya çıktı. Evet, Kürtler bu memlekette her şey olabiliyorlardı; milletvekili, bakan, başbakan, hatta cumhurbaşkanı da... Bir tek Kürt olamıyorlardı. Kürt olduklarında hiçbir şey olamıyorlardır çünkü. Kendi kimliğinden vazgeçtiğin, Türk kimliğine bürünmekten gocunmadığın, evinde Kürtçe konuşmaktan imtina ettiğin ama yakın akrabalar arasında kulağına çalınan Kürtçe bir sese, bir ezgiye de nostaljik bir tepki vermeye devam ettiğin, kimliğine folklorik birbir malzeme muamelesi yaptığın sürece bu devlet önünde bütün engelleri kaldırıyor, seni istediğin yere getirebiliyordu.
Çünkü ulus yaratma projesini bizzat ulusun kendisi başlatmamıştı, devlet denilen bir aygıt vardı, devlet bir ulus yaratmaya soyunmuştu ve bu ulusu da o memlekette yaşayan birbirinden farklı etnik gruplardan toplamaya başlamıştı. Kendi kimliğinden vazgeçip Türk olmayı kabullenen ‘kim olursa olsun’ başımızın, gözümüzün üzerinde yeri vardı.
Böylece devletimiz, anayasaya da ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür’ tanımını koyup, ‘kanun yoluyla’ Türk olmayı başarabilen ilk devlet oluyordu.
‘Kürt kökenli’ olmak ile ‘kültürel miras’ simetriktir
Bu arada Kürtlerin dili yasaklanmış, kimlikleri inkâr edilmiş, köyleri boşaltılmış, evleri yağmalanmış, hapishanelere doldurulup olmadık işkencelere maruz bırakılmış, sürgüne gönderilmiş kimin umurunda. Şakiler başkaldırıyordu ve cezaları ağırdı. Devlete başkaldıran sonuçlarına da katlanırdı.”
Bu satırlarda aleni ‘ironi’ bir yana, anlatılanlar net bir Türkiye siyaset sahnesi ve siyaset söylemi fotoğrafı da çekmiş oluyor.
Bu ‘fotoğraf karesi’ içinde Başbakan’ın çok övündüğü ve ‘Kürt temsiliyeti’ni BDP’den çekip almak için başvurduğu AK Partili ‘75 Kürt milletvekili’ doğal olarak ‘Kürt’ değiller. Onlar, tartışmasız AK Parti’nin ‘Kürt kökenli’ milletvekilleri.
Siz, hiç üç buçuk yıldır bu ‘75 Kürt’ün bir tanesinin, Meclis kürsüsünden bir tek kez ‘Kürt’ sözcüğünü telaffuz ettiğini, seçmenleri Kürtlerin sorunlarını dile getirdiğini duydunuz mu?
‘Kürt kökenli’ olursanız, böyle bir zorunluluğu hissetmezsiniz.
Kürt başka, Kürt kökenli olmak başka.
Kürt olmaya izin yok; Kürt kökenli olmak ise askeri darbe ürünü 1982 Anayasası’nda yer alan ‘vatandaşlık tanımı’na ve devletin ‘Kemalist ideolojisi’ne göre, esas alınan ‘üst kimlik’in altındaki makbul kimliklerden biri.
‘Üst’ kimliği ister ‘Türk’, ister Başbakan’ın vurguladığınca ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı’ diye ifade edin, alt kimlikleri asimile ederek eşitlemiş olduğu için ‘köken’de hiçbir sorun yok. Her birimiz bir şey ‘kökenliyiz’ zaten, varsın bazılarımız da ‘Kürt kökenli’ oluversin.
Öyle olunca, ‘eğitimde anadilin kullanılması’ diye bir talep de ‘Kürt kökenliler’den gelmez. Gelmesine gerek yoktur. Çünkü, Kürtçe, çeşitli lehçeleriyle zaten evde, sokakta, hatta AK Parti’nin sağladığı demokratik imkânla cezaevindeki tutuklu ve ziyaretçisi arasında da konuşuluyor artık. Devlet televizyonu 24 saat o dilden yayın yaptığına göre, ‘kültür mirası’na sahip çıkılmış oluyor. ‘Kültür zenginliğimiz’ yansıtılmış oluyor.
‘Kürt kökenli’ olmak ile ‘kültürel miras’ ve ‘kültürel zenginlik’ arasında simetrik bir ilişki var.
İnsan hakkı milliyetçilik değildir
Türkiye halkının yaklaşık beşte birini oluşturan, tüm bölgeye yayılmış, bölgenin en kadim insan topluluklarından birine bu şekilde yaklaştığınız anda onu ‘folklorik’ bir öğe haline indirgemiş de oluyorsunuz.
‘Folklor’ zaten ‘kültürel miras’ ve dolayısıyla ‘kültürel zenginliğimiz’ değil midir.
‘Kürt kökenli’ değil de Kürt iseniz, ‘eğitimde anadilin kullanılması’nı en doğal ‘insan hakkı’ olarak istersiniz tabii ki. Buna ‘ırkçılık’ denebilir mi? Bunun ‘milliyetçilik’ ile de ilgisi yoktur. ‘Temel insan hakkı’dır çünkü.
Demokratik bir ülkede, tüm vatandaşlarımızın ‘eşit ve özgür’ olduğu bir toplumda yaşamaktan yanaysak, Kürt değilsek de Kürt olmasak da bu hakka nasıl karşı çıkabiliriz?
Ne hakla?
Devam edeceğiz...
Hizbullah tahliyesi mi rönesansı mı?
Yıl 1995. PKK ile çatışmanın en kanlı dönemlerinden biri. Faili meçhuller ile Güneydoğu’da herhangi bir “kırsal”dan gelen ölüm haberlerinin haddi hesabı yoktu.
Yılın ikinci yarısında güvenlik kuvvetlerinin “saha”da üstünlüğü ele geçirdiği öne sürülüyordu. Sabah gazetesinin genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu, Hasan Cemal ile bana “atlayın bölgeye gidin, izlenimlerinizi yazın” dedi. Salih Memecan bölgeye bizimle birlikte giderek ilk kez ayak basacak ve gözlemlerimizi karikatür olarak çizecek, deneyimli Ramazan Öztürk ise fotoğraflayacaktı. Ve, bu hemen yapılacak ve yayımlanacaktı.
Dört kişilik “Sabah’ın dev kadrosu” diye sunulan bizler, “bölge çıkartması” için alel acele yola koyulduk. Dinç Bilgin’in özel uçağı ile Diyarbakır’a konmak için havalandık. Haber Müdürü rahmetli Ahmet Vardar (Ahmet Abi), biz uçağa giderken, “Herşeyi ayarladım. Ünal sizi helikopterle dolaştıracak. Zaman kazanacaksınız” dedi. Ünal, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan...
Ertesi sabah Diyarbakır Hava Taburu’na gittik. Ünal Erkan’la helikoptere bindik. Önce Cizre, ardından Habur, sonra Silopi ve en son İdil. Her vardığımız yerde bir saatlik yüzeysel gözlemlerle “izlenim” oluşturuyorduk. En olaylı merkezlerden biri olan Cizre, büyük ölçüde göç vermiş, pek olay çıkaracak “ahali” kalmamıştı. Şehrin kontrolü, güvenlik kuvvetleri ile devlete sadık bir korucu aşiretinin eline geçmişti.
Hizbullah mı? Kontrol altında!
Son durağımız İdil de sakindi. Orada beni İstanbul’dan tanıyan eski koruma polislerinden biriyle karşılaştım. “Gel seni gezdireyim” dedi. Grup, bir çay bahçesine gitti, ben, İdil’de görev yapan polis memuruyla esnafı dolaşmaya başladım. Yanımda Olağanüstü Hal Bölge Valisi ve çevresindeki güvenlikçiler olmayınca, “vatandaş” biraz daha serbest konuşabiliyordu. Olay sayısında gerçekten çok azalma olmuştu. Dikkat ettim, azalan eylemlerle ilgili olarak kimse “örgüt”ten yani PKK’den söz etmiyordu. Eylemlerin “Hizbullah”ın işi olduğunu söylüyorlardı.
Diyarbakır’ı dönmek üzere helikopterle havalandığımızda Ünal Erkan, izlenimlerimizi sordu. Devletin sahada duruma hakim olduğunu gözlerimizle gördüğümüzden emindi. Öyleydi de. “Sadece” dedim, “İdil’de sizden ayrı dolaşırken, vatandaşların Hizbullah’dan söz ettiğini duydum...”
Ünal Erkan, kayıtsız bir el hareketiyle “O, kontrol altında” karşılığını verdi.
Hizbullah, kontrol altında... Yani, “devlet”in kontrolü altında. Endişelenmeye mahal yok.
O dönemde bölgede Hizbullah’ın adı “sokaktaki insan” tarafından “Hizbülkontra” diye anılıyordu. “Devlet”in bir uzvu olarak algılanıyordu.
Ne zaman ki, Abdullah Öcalan 1999’da yakalandı ve PKK’nın silahlı mücadelesi durduruldu, ardından “devlet” Hizbullah’ın üzerine çullandı. “Domuz bağı” ile işlenen cinayetleri ortaya çıkartıldı, lideri Hüseyin Velioğlu ölü ele geçirildi. Hizbullah’ın çökertildiği söylendi.
Hizbullah’ın dönüşü
Ve, Hizbullah 10 yıl aradan sonra tekrar ortaya çıktı. “Ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezası istenen tutukluların CMK’nın tutukluluk sürelerine sınırlılık getiren 102. Maddesinin uygulanması sonucu, dışarı çıkmalarıyla değil sadece. Onları halaylar çekerek görkemli biçimde karşılayan yandaşlarının görüntüleriyle.
Kamuoyunun vicdanını yaralayan ve “adalet” duygusunu tarumar eden gelişme, hükümet ile yüksek yargı arasında son yıla damgasını vuran mücadelenin yansımalarından biri, en vahimi.
CMK, 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girdi. 5 ya da 10 yılını dolduran sanıkların tahliyesi söz konusuydu. Söz konusu sınırlama hemen yürürlüğe sokulmamış, önce 1 Nisan 2008’e, sonra da 31 Aralık 2010’a kadar uzatılmıştı. Ocak 2011’de Hizbullah tutuklularının dışarı çıkacağı, dolayısıyla, besbelliydi.
Tahliye edilen tutuklu sayısı 1236. Bu sayının 283’ünün davaları devam ediyor. 953’ü ise mahkum olmuş durumda ve dosyaları Yargıtay’da. Nazlı Ilıcak’ın işaret ettiği gibi Yargıtay, öncelik belirleyip, içinde Hizbullahçıların da bulunduğu 953 dosyayı karara bağlayamaz mıydı?
Dosya yükü bir mazeret değil. Olmadığını Taha Akyol’un dünkü yazısından öğreniyoruz; Yargıtay 6. Ceza Daire Ekim 2010’da harekete geçmiş, elinde bulunan 120 bin dosyası hızla tarayarak tutuklusu bulunan 2000 dosyası ayırarak öncelikle incelemeye almış.
Hrant Dink ve Pınar Selek’e ilişkin Türkiye’nin “utanç belgesi” kararlarının altında imzası olan Yargıtay 9. Daire’nin aynı yolu tutmamış olması manidar değil mi?
Yargıtay Başkanı’nın mesaisinin büyük bölümünün hükümetle polemiğe ayrıldığını görüyoruz. Ama nereden bakarsanız bakın, şu gelinen noktada Yargıtay’ın ikna edici mazereti yok.
BDP’ye karşı Hizbullah mı?
Ama asıl korkutucu olan, bunun bir “ihmal”den öteye olması ihtimali. Acaba Hizbullah yeniden canlandırılmak mı isteniyor?
Türkiye Kürtlerinin dilinde “Hizbulkontra” olan ve 1990’larda bölgedeki olayların seyrine bakıldığında “devletin kontrolünde” bulunduğuna kimsenin şüphesi bulunmayan örgüte, şu seçim yılında, 2011’de yeniden mi hayatiyet kazandırılmak isteniyor acaba?
Salıverilenlere davullu zurnalı, halaylı, tekbirli karşılama törenlerine bakıldığında, Hizbullah’ın bölgede tabanının ve “uyuyan hücreleri”nin bulunduğu anlaşılıyor.
Bölgede, KCK davası ile önü kesilemeyen hatta anadilde eğitim ve çift dillilik tartışmalarıyla alevlenen gelişmelerin önüne “Hizbullah barajı” mı dikilmek isteniyor?
“Dinsizin hakkından imansız gelir” kafasıyla sözde “dindar” Hizbullah, “imansız” BDP’ye mi karşı dikilecek?
Bu yıl içinde bölgeden yeni cinayet haberleri duymayı başlayacak mıyız?
Bu sorular akla haliyle geliyor.
Bu soruları üreten Yargıtay’ın yaklaşımını anladık da, Ak Parti hükümeti Hizbullah’a ilişkin olarak nerede duruyor?
Bu da bir soru...
CENGİZ ÇANDAR//Radikal