- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 26 Ocak 2014
- Mesajlar
- 49
- Tepkime puanı
- 4
- Puanları
- 8
İslam Dünyası’nda "Kavram Kargaşası" ya da İslami Düşüncenin "Historisizm" Problemi-I
Son dönem gelişen dünya olayları ve özellikle bölgesel
savaşların ve mücadelenin en acımasız
metotlarla yürütüldüğü Ortadoğu ve İslam Coğrafyası’nda
Müslümanların kafa karışıklığına
sebep olan bir “kavramlar karmaşası” yaşanıyor..
Şii..sünni..nusayri..ibadi..yezidi..ezidi..husi(zeydi)..dürzi..
Mezhep..tarikat..cemaat..hizip..parti.. vs..
Müslüman kimliğinden ve bazı temel dini bilgiler ve
dogmalardan başka elinde veri olmayan
hatta mensup olduğu mezhebin sadece adını bilen,o
mezhebin pratiğini taklidi olarak yerine
getiren bir çoğunluk veya “yığın” içinde yaşıyoruz..
Batı Dünyası’nda da var(dı) aynı sorun..
Onlarca mezhep,tarikat,cemaat..
Yıllarca süren savaşlar ve nihayetinde sekülerizmin
sağladığı konformist yaşam ve dini dogmaların
kuşattığı dünyadan kaçış..
Pragmatizme teslim oluş..
Liberalizmin“ikon” olduğu yeni bir deist-ateist karışımı
din..
Bu hengamda içlerinden bazı muhalif sesler ve “öze
dönüş” çağrıları olsa da Yahudiliğin
kendi dini kültlerini koruma,anlama ve yaşatmada
Müslümanlar ve Hıristiyanlara göre daha
bir muhafazakar olduğunu hatta bu uğurda savaşmayı ve
kan dökmeyi göze aldığını biliyoruz..
Peki son zamanlarda Müslümanların birbirlerine,bilenlere
çokça sordukları mezhep,tarikat,cemaat,
hizip ve bu kavramlar içinde tezahür eden dini akım ve
cereyanlara tam ve kamil bir manada cevap
bulabildiklerini söyleyebilir miyiz;
hayır,maalesef..
Yazılı ve görsel medyanın “bilgi bombardımanı”na tuttuğu
Müslüman çoğunluğun bu
kavramların ne epistemolojisini ne de tarihsel seyir ve
gelişmesini(historisizm) bilmedikleri malum..
Kadim “Şiizm”in Sünniliğe ve selefiliğe bakışı veya Sünnilik
ve selefiliğin şiizme bakışı nedir?
Selefilik nedir?
“Vehhabizm”i selefi bir akım olarak görmek ve
değerlendirmek doğru mudur?
Şiizmin asırlardır süregelen kendi iç çekişme ve
ayrımcılığının son asır İran şiizmine ve diğer
farklı coğrafyalardaki Şiiliğe tesirleri nelerdir?
Modern İran’ın siyasal yapısı ve hiyerarşisi içinde şiizmin
fonksiyonu nedir?
İbadilik ,”modern haricilik” olarak algılanabilir mi?..
Tasavvufi tarikatlar ve cemaatlerin Müslüman Coğrafya’da
tesirleri ve son dönem
“tekfirci selefilik”in bu akımlara karşı takındığı sert tavır ve
mücadele..
Sorular..sorular..
Öncelikle “mezheb(p)” kavramının doğru algılanması ve
İslam Ümmeti ve Coğrafyası için
hayatın pratiği ve düşüncenin statikten dinamizme geçişi
açısından zorunlu olduğunu bilmeliyiz..
Modern selefilik olarak ortaya çıkan akımların iddia ettiği
gibi “mezhepler”in gereksiz olduğu
ve Kur’an’ın anlaşılmasının İslam Toplumlarına yön
vereceği düşüncesi hayatın pratiği ve
Kur’an’ın anlaşılma gerçeğinden çok uzaktır..
Muaz b.Cebel hadisinde de müşahede ettiğimiz gibi İslam
Peygamberi(s.a.v) de toplumun idare ve
sevkinde,yeni olaylar ve gelişmeler karşısında “ictihad”
dediğimiz bireysel düşünce egzersiz ve
yorumuna icazet vererek “mezhep” adını verdiğimiz bu
ekollerin oluşmasına zemin hazırlamıştır..
Mezheplerin oluşumunda ağırlık merkezini ibadet-
muamelat-ugubat(ceza hukuku) gibi“fıkhi-hukuki”
mevzular ihtiva etse de “iman-akaid” konularında da
mezheplerin ortaya çıktığını görüyoruz..
İslam Ümmeti içinde “ayrışma-fitne”ye yol açan;
Emeviler ile Abbasiler’in bazı dönemlerinde “Mihne ” adı
verilen,şiddet ve cezalandırmaya
gidecek kadar fikrî münakaşalara yol açan “itikadî”
düşünceler ve ekoller olmuştur;
fıkhî mezhepler değil..
Dolayısıyla bugün de İslam Coğrafyası’nı kuşatan bu
ayrımcı şiddet dalgasının kaynağını fıkhî
ekollerden ziyade “itikadî ekoller” de aramak doğru
olacaktır..
Fıkhî ekollerin tohumu Peygamberimiz döneminde
“ictihad” kapısıyla atılmıştı ama itikadî
mezheplerin ortaya çıkışı ve ivme kazanması
Peygamberimiz sonrasına denk gelmektedir..
Aslında Abdullan b.Ubeyd b.Selul ile başlayan “ayrıştırma-
fitne” faaliyetleri Peygamberimiz ve
Sahabe’nin samimî mücadelesi sayesinde
bastırılmış,”mescid-i dırâr” namıyla maruf olan
fitne merkezlerinin faaliyetleri akîm bırakılmıştır.
İslam Peygamberi’nin vefatından sonra Hz.Ebubekir ve
Hz.Ömer’in Müslüman teb’anın desteğiyle
gösterdikleri dirayetli yönetim ve merkezî siyaset
Hz.Osman’ın başa geçmesiyle za’fiyet göstermeye
başlamış,hanedan-ehli beyt kavgası ve fitnesine sahne
olmuştur..Hz.Osman’ın kendi akraba ve
sülalesinden olan kimi insanları devlet idaresinde
görevlendirmesi ve buna karşı çıkan,hoşnutsuz
olan ehl-i beyte yakın isimlerin itirazları ta o zamanlar
“Emevi-Ehli Beyt” çekişmesinin ilk
kıvılcımlarını atmıştı..Medine’de yaşayan ve tarihten gelen
“fitne-anarşi” ekolünün en büyük
temsilcileri Yahudilerin Abdullah B.Sebe liderliğindeki kaos
çalışmaları Hz.Osman’ın şehadetine
muvaffak olmuş ve İslam Tarihi’ndeki siyasi-itikadi
çekişmelerin-savaşların tohumlarını ekmişti..
Sahabe-i Kiram’ı bile içine çeken ve ayrıştıran bu “fitne
operasyonu” Hz.Ali döneminde alevlenmiş
“iç savaş”a yol açmıştı..
Şia(Ali taraftarlığı) ve karşıtlarının savaşı Hz.Ali’nin şehadeti
ve sonrası
artık tüm İslam Tarihi’ni kapsayacak ve günümüze kadar
uzanacak bir sürecin-ayrışmanın da
mücadelesi ve savaşıydı..
Emeviler ile tırmanışa geçen ve İslam Coğrafyası’nı
kuşatan,tekfirci selefiliğin ataları Hariciler
ve arkasından Vasıl b. Ata gibi önderler aracılığıyla ortaya
çıkıp yayılmaya hatta kimi halifeler
tarafından korunma ve desteğe alınan Mutezile gibi itikadi
hareketler ve mezheplere karşı
“sünnetin müdafaası” olarak İslam Toplumu içinde
reaksiyoner bir akım doğmuştur..
İlginçtir ki Eşarilik akımının kurucusu ve önderi Ebul Hasen
el-Eşari,Mutezile ekolünü terk
ederek muhaddis ve müfessirlerin akaid ile ilgili
yorumlarını derleyip “kelam” ilmi
ve terminolojisi oluşturmuş ve bunu talebeleri vasıtası ile
İslam Coğrafyası’nda yaymaya
ve bir “kelam ekolü” oluşturmaya başlamıştır..
Diğer yandan daha doğuda,Türkistan Coğrafyası’nda
yaşayan İmam Maturidi ise yine
“sünnî” bir metot takip ederek daha sonra adına nispetle
“Maturidilik” olarak anılacak
bir başka bir ekolü ortaya koymuş ve bu iki itikadi akım
özellikle sünnî fıkıh ekollerinin
“akaid” ilminde başlıca tercihleri olmuştur..
Dikkat çeken husus şudur ki,Bağdat ve Hicaz “hadis
ekolleri” ile Kufe’nin “re’y ehli”
Tekfirci selefilik ve Şia’nın aksine akaid ve fıkıh(İslam
Hukuku)da sünnî metodu takip
etmişler ve öğretilerini geniş bir coğrafyaya
yaymışlardır..Hz.Ömer’in hilafetinden sonra
zuhur eden ve Emevi-Abbasi dönemlerinde kendi
görüşlerinin yayılmasına zemin bulan
hatta bazı dönemlerde “resmi ideoloji” statüsü verilen bu
aşırı ve heretik düşünceler
toplumda kaotik bir ortama,kargaşa ve fitneye yol
açmışlardı..
Gerek “akaid-itikad” ve gerekse hukukî olarak temel
umdelerde ve nassların ışığı altında
buluşan “Sünnî Ekoller” bu fitnenin zafiyete uğratılması ve
İslam Toplumu’nun idarî ve
sosyal alanda bir bütünlük arz etmesinde önemli bir
misyon üslendiler..
İlk dönemlerde “ferdî” ve bağımsız olarak ortaya çıkan bu
düşünceler daha sonra gelen
tabiileri ve salikleri sayesinde bir “disiplin” altına alınarak
“mezhepler” olarak karşımıza çıkmışlardır..
Hem devletin kurumsal hem de bireylerin şahsi hukukunu
tanzim etmede “üniter”
birer yapı oldular..İslam’ın aslî kaynaklarının anlaşılması ve
toplumda var olan kimi heretik
düşüncelerin tasfiyesinde başrol oynamışlardır..İslam
Dünyası içinde İran-Horasan,
Irak-Necef ve biraz da Güney Yemen bölgesi dışında kalan
çoğu yerlerde ağırlığı teşkil etmişlerdir..
Bugün İslam Coğrafyası’na “demografik” olarak
baktığımızda Müslüman nüfusun ¾’nün
“Sünnî mezhepler”e mensup olduğunu,sünni nüfus içinde
de “Hanefi Mezhebi”nin yoğunlukta
olduğunu müşahede etmekteyiz..
Bu noktaya gelinmesinde,şüphesiz,özellikle Hz.Osman
dönemi’nde zuhur edip Emevi-Abbasi
dönemlerinde devam eden
Hariciye,Mürcie,Kaderiye,Mutezile ve tabii Şia gibi itikadî
ekollerin şiddete kadar varan yayılmacı metotları,İslam
Toplumu içinde yol açtıkları kaotik inanç ve
düşünceler yumağı ve bu düşünceleri asılar içinde
genişletme politikalarına karşı İslam Toplumu’nun
ilmi ve fikri alanda vermiş oldukları “bütüncül refleks”
etken olmuştur..
Kısaca bu “yayılmacı heretizm” politikasına karşı İslam
Toplu’nun verdiği “bütüncül refleks”in
adıdır Sünni İslam hareketi..
Emevi ve Abbasi dönemlerinden sonra etkisi azalan ve
kaybolmaya yüz tutan bu heretik yapıların
aksine Sünni İslam’ın temsilcileri olan “fıkhi ekoller” daha
güçlenmiş,doğuda Selçuklu ve
Osmanlılar’ın,batıda ise Endülüs Emevileri’nin sayesinde
İslami Düşüncesi’nin en belirgin
karakterleri olmuşlardır..Bu gelişmeye paralel olarak bu
saydığımız yönetimler ve coğrafyalarda
tasavvufi akımlar-tarikatlar,felsefe ve pozitif
bilimler,kültürel ve sanatsal faaliyetler de zengin
bir ivme kazanmış ve kadim İslam Medeniyeti’ne sayısız
hizmetler sunmuşlardır..
Yalnız Osmanlı İmparatorluğu “Tanzimat dönemi”ne kadar
devlet otoritesini koruma ve
toplum içinde doğabilecek fikri anarşiyi önleme adına bazı
bilimsel ve felsefi çalışmalara-akımlara
karşı kademeli bir “sansür” uygulandığını söylemeden
geçersek objektif olamayız..Bu sebepden dolayı
Endülüs Emevileri ve Selçuklu’da gördüğümüz derin fikri
hoşgörü ve serbestisini,bilimsel terakkiyi
Osmanlı’da uzun bir dönem yakalayamadığımız tarihsel bir
hakikat olarak karşımızda durmaktadır..
İtikadi düşünce açısından baktığımızda dört “Sünni ekol”
olarak karakterize ettiğimiz fıkhi-hukuki
hareketlerden Hanefi ekolünün “Maturidi” akaidini,diğer üç
Sünni ekol Şafii,Maliki ve Hanbelilerin
ise “Eş’ari” akaidini benimsediğini görmekteyiz..
Orta ve Güney Irak,İran,Azerbaycan ile Güney Yemen’i
istisna tutarsak Akaid ve fıkıh(hukuk)
arasındaki bu simetri günümüze değin değişmeden
devam edegelmiştir..
Tasavvuf ve tarikatlar boyutundan bakacak olursak da tarihi
seyrin akaid ve fıkıh boyutundan
çok da farklı olmadığını gözlemleriz..Asr-ı Saadet’ten sonra
Emevi ve Abbasi dönemlerinde
“ferdi” bir riyâziyat-nefsi mücahede olarak hoca-talebe ya
da “şeyh-mürid” irtibatı,eğitim-terbiye
metodu ile devam etse de Abbasi dönemi sonlarından
itibaren hem Arap hem de Türkistan
Coğrafyaları’nda bir “ilmi disiplin” olan tarikatlar tarzında
zuhûr etmiştir..
Tabii çok sayıda mutasavvıf-mürşidlerin kendi öğretileri ve
disiplinleri olmuştur..Akaid ve fıkıhta
olduğu gibi kimi zaman“bâtınî öğretiler-hareketler” ortaya
çıkmış,tasavvufa Yunan ve eski
İran-Hind kültleri sirayet ederek onu özünden
saptırmışlardır..Fakat akaid ve fıkıhı,sünnî
öğretiler altında disipline eden ve belli ekoller oluşturan
tarihsel seyir tasavvuf-tarikatları da
“sünnî” bir renge bürüyerek çeşitli adlar altında disipline
etmiştir..Kadirilik,Nakşibendilik,Şazelilik,
Mevlevilik gibi..Hem Endülüs Emevileri hem de Selçuklu ve
Osmanlı dönemlerinde sosyo-kültürel
olarak çok önemli işlevler görmüş,İslamın Müslüman
olmayan veya yeni feth edilen topraklarda
yayılması konusunda öncülük etmişlerdir..Tasavvuf ve
tarikatların en güçlü olduğu coğrafyaların
hatta coğraftanın Orta Asya-Türkistan Coğrafyası olduğunu
söylersek mübalağa etmiş olmayız..
Hatta Selçuklu ve Osmanlı’da tasavvufi öğretilerin vücud
bulması ve yayılması bu coğrafyadan
Anadolu’ya göç eden “Erenler”in etkisi ve onların tekke ve
zaviyeleri sayesinde olmuştur..
İtikadî ve fıkhî ekollerde yaşanan ayrışma ve sapmalar
zaman zaman tasavvufî akımlar içinde de
yaşanmış ve bunun kimi olumsuz yansımaları İslam
Toplumu’nda iç barışı bozmuştur..
Gulât-i şia’nın İsmailiyye ve Karmatîlik kolları,Şeyh
Bedrettin ve Baba İshak isyanları,Bektaşi
kalkışmaları,Bahailik ve Kadıyanilik gibi akımları ilk etapta
sayabiliriz..
Her ne kadar 13. Ve 19. yüzyıllar arasında zaman zaman
İslamî akımlar arasından ayrışmalar
ve sapmalar olmuşsa da bu dönem aralığında İslam
Coğrafyası’nda hakim renk “Sünnî”
düşünce olmuştur..İtikadî olarak Maturidî ve Eş’arÎ; fıkhî
olarak Hanefî,Şafiî,Malikî ve Hanbelî;
tasavvufî olarak Kadirî,Nakşibendî,Şazelî,Mevlevî tarikatleri
“Sünnî İslam Ekolü”nün yüzleri
olarak yer almışlardır..
19.yy’a girdikten sonra ne olmuştur?
Reform ve Rönesans hareketlerinin ardından büyük bir
değişim ve gelişime imza atan Avrupa
yeni ticaret yollarının keşfiyle beraber diğer coğrafyalara
ve zenginliklerine göz dikmiş ve
emperyal bir anlayışla bunları kendi topraklarına aktarmaya
başlamıştı..Bu arada “petrol” adı verilen
çok değerli bir enerji keşfedilmişti ve bu enerjinin büyük
kısmı Osmanlı sınırları içinde kalıyordu..
Sanayi devrimini çeşitli sebeplerle yapamamış olan
Osmanlı’yı sadece askerî güçle yıkmak çok kolay
bir metot değildi ama Osmanlı içinde yaşayan ve özellikle
petrol kaynakları üzerinde oturan
azınlıkları kışkırtmak ve bir “fitne operasyonu” ile içten
çökertmek daha kolay bir strateji olarak
görünüyordu..Zaten hem Doğu’da Ruslar hem Batı’da
Balkanlar hem de Afrika Kuzeyi’nde Avrupa
ile savaşta olan,askerÎ ve ekonomik olarak yıpranmış ve
zayıf düşmüş yorgun Osmanlı’nın
karşısına bu azınlıkları dikmek..
Bunun için sadece onları silahlandırmak yetmiyordu;
Onları asırlardan beri bir arada tutan “inanç-kültür”
bağından koparmak gerekiyordu..
Ülkeler arası “diplomasi” yi asırlardan beri çok iyi bilen ve
yürüten,ajanlık faaliyetlerinin
Duayeni bu ülke için Truva atlarına “Müslüman Brütüs”
bulmak zor değildi..Ve çok geçmeden
buldular;
Muhammed bin Abdilvehhab..
Bu Arap genci klasik İslam düşünceleri ve akımlarından
rahatsız,reformist bir yapılanmadan heyecanla
bahsediyor,mezhepler ve tarikatların bunun önündeki en
büyük engel olduğunu söylüyordu..
Psikolojik harekat ustası İngiliz casus Hempher ve
yardımcısı Sophia için bulunmaz bir cevherdi..
Onlar Muhammed b.Abdilvehhab’a her türlü psikolojik ve
maddÎ desteği sağlıyorlar ve algı
operasyonuna hazır-âmâde olan Necid bedevilerini
etrafında topluyorlardı..Sophia hidayete eriyor ve
Safiye adıyla Muhammed ile izdivaç yapıyordu..Sonra Arap
yarım adasında bitmek tükenmek
bilmeyen isyanlar,Müslümanlar arasında yayılan yeni bir
“tekfir” akımı ya da diğer adıyla
“Çağdaş Hâricilik”..
Böylece Hempher’ın başlattığı bu “İhtilalci! müslümanlık”
kendi halkını ayrıştırmayı ve Osmanlı’dan
koparmayı başarıyordu..Dahası artık Arap yarımadasında
Şia’dan sonra Sünni Müslümanlığa karşı
2.büyük dalga olarak yerini alıyordu..
Şerif Hüseyin ve ailesinin İngilizler tarafından tehcir
edilmesi ile Vehhabi düşüncenin Necid
Çöllerindeki temsilcisi “Suud” ailesine kalıyordu
saltanat..Ve tabii günümüze kadar
uzanan Vehhabi ekolü..
Ortadoğu ve İslam Dünyası’nı öteden beri kendi global
çıkarlarına göre dizayn etmek isteyen
20.yy’ın en önemli “Üst Aklı” İngiltere Pakistan-Bangladeş-
Hindistan ekseninde de boş durmadı
elbette..
Kadim kolonileri olan bu topraklarda Sünni ekole alternatif
bir itikad-tarikat karışımı
Muhalif akım ortaya çıkarmakta gecikmediler..Mirza Gulam
Ahmed adında bir dini otorite
ortaya çıkarak kendine göre “Kadıyanilik” adı altında bir
“inanç felsefesi” kurdu..Yüzbinlerce
mürid-talebe topladı ve İngiliz sermayesi desteği ile
onlarca-yüzlerce okul-medrese açtı..
Daha sonra Pakistan idaresince yasaklanmasına rağmen
bugün bile milyonlarca tâbiisi,okulları
ve yayın organları bulunmaktadır..
Bunlar dışında da zaman zaman bir çok heretik mezhep ya
da tarikat ve cemaatler zuhur etmiştir..
Bahailik,Kenan Rıfai hareketi vs..
21. yy’a girdiğimiz ve yaşadığımız şu dönemde de İslam
Dünyası içinde sayısız tarikat,cemaat
hareketleri görmekteyiz..
Şunu unutmayalım ve altını çizelim ki;
Her ortaya çıkan tarikat-mezhep-cemaat oluşumlarına
mâziden aldığımız dersler ve edindiğimiz
tecrübeler ışığında “ihtiyat”la yaklaşmak ve ele almak
zorundayız..Bin dört yüz yıllık İslam Medeniyeti
ve öğretileri ışığı altında hareket etmemiz tüm bu akımlara
karşı “turnusol” işlevi görecektir..
Buraya kadar “hülasa” niteliğinde mezhep-tarikat-cemaat
kavramlarının tarihi seyri ve problemini
ele aldık..
Bundan sonraki makalemizde ise neden “mezhep”ler var
olmalıdır,
“Sünni akide ve mezheplerin önemi” ile tarikatların sosyo-
kültürel açısından varlık ve önemini ele
alacağız..
Vesselam..
Son dönem gelişen dünya olayları ve özellikle bölgesel
savaşların ve mücadelenin en acımasız
metotlarla yürütüldüğü Ortadoğu ve İslam Coğrafyası’nda
Müslümanların kafa karışıklığına
sebep olan bir “kavramlar karmaşası” yaşanıyor..
Şii..sünni..nusayri..ibadi..yezidi..ezidi..husi(zeydi)..dürzi..
Mezhep..tarikat..cemaat..hizip..parti.. vs..
Müslüman kimliğinden ve bazı temel dini bilgiler ve
dogmalardan başka elinde veri olmayan
hatta mensup olduğu mezhebin sadece adını bilen,o
mezhebin pratiğini taklidi olarak yerine
getiren bir çoğunluk veya “yığın” içinde yaşıyoruz..
Batı Dünyası’nda da var(dı) aynı sorun..
Onlarca mezhep,tarikat,cemaat..
Yıllarca süren savaşlar ve nihayetinde sekülerizmin
sağladığı konformist yaşam ve dini dogmaların
kuşattığı dünyadan kaçış..
Pragmatizme teslim oluş..
Liberalizmin“ikon” olduğu yeni bir deist-ateist karışımı
din..
Bu hengamda içlerinden bazı muhalif sesler ve “öze
dönüş” çağrıları olsa da Yahudiliğin
kendi dini kültlerini koruma,anlama ve yaşatmada
Müslümanlar ve Hıristiyanlara göre daha
bir muhafazakar olduğunu hatta bu uğurda savaşmayı ve
kan dökmeyi göze aldığını biliyoruz..
Peki son zamanlarda Müslümanların birbirlerine,bilenlere
çokça sordukları mezhep,tarikat,cemaat,
hizip ve bu kavramlar içinde tezahür eden dini akım ve
cereyanlara tam ve kamil bir manada cevap
bulabildiklerini söyleyebilir miyiz;
hayır,maalesef..
Yazılı ve görsel medyanın “bilgi bombardımanı”na tuttuğu
Müslüman çoğunluğun bu
kavramların ne epistemolojisini ne de tarihsel seyir ve
gelişmesini(historisizm) bilmedikleri malum..
Kadim “Şiizm”in Sünniliğe ve selefiliğe bakışı veya Sünnilik
ve selefiliğin şiizme bakışı nedir?
Selefilik nedir?
“Vehhabizm”i selefi bir akım olarak görmek ve
değerlendirmek doğru mudur?
Şiizmin asırlardır süregelen kendi iç çekişme ve
ayrımcılığının son asır İran şiizmine ve diğer
farklı coğrafyalardaki Şiiliğe tesirleri nelerdir?
Modern İran’ın siyasal yapısı ve hiyerarşisi içinde şiizmin
fonksiyonu nedir?
İbadilik ,”modern haricilik” olarak algılanabilir mi?..
Tasavvufi tarikatlar ve cemaatlerin Müslüman Coğrafya’da
tesirleri ve son dönem
“tekfirci selefilik”in bu akımlara karşı takındığı sert tavır ve
mücadele..
Sorular..sorular..
Öncelikle “mezheb(p)” kavramının doğru algılanması ve
İslam Ümmeti ve Coğrafyası için
hayatın pratiği ve düşüncenin statikten dinamizme geçişi
açısından zorunlu olduğunu bilmeliyiz..
Modern selefilik olarak ortaya çıkan akımların iddia ettiği
gibi “mezhepler”in gereksiz olduğu
ve Kur’an’ın anlaşılmasının İslam Toplumlarına yön
vereceği düşüncesi hayatın pratiği ve
Kur’an’ın anlaşılma gerçeğinden çok uzaktır..
Muaz b.Cebel hadisinde de müşahede ettiğimiz gibi İslam
Peygamberi(s.a.v) de toplumun idare ve
sevkinde,yeni olaylar ve gelişmeler karşısında “ictihad”
dediğimiz bireysel düşünce egzersiz ve
yorumuna icazet vererek “mezhep” adını verdiğimiz bu
ekollerin oluşmasına zemin hazırlamıştır..
Mezheplerin oluşumunda ağırlık merkezini ibadet-
muamelat-ugubat(ceza hukuku) gibi“fıkhi-hukuki”
mevzular ihtiva etse de “iman-akaid” konularında da
mezheplerin ortaya çıktığını görüyoruz..
İslam Ümmeti içinde “ayrışma-fitne”ye yol açan;
Emeviler ile Abbasiler’in bazı dönemlerinde “Mihne ” adı
verilen,şiddet ve cezalandırmaya
gidecek kadar fikrî münakaşalara yol açan “itikadî”
düşünceler ve ekoller olmuştur;
fıkhî mezhepler değil..
Dolayısıyla bugün de İslam Coğrafyası’nı kuşatan bu
ayrımcı şiddet dalgasının kaynağını fıkhî
ekollerden ziyade “itikadî ekoller” de aramak doğru
olacaktır..
Fıkhî ekollerin tohumu Peygamberimiz döneminde
“ictihad” kapısıyla atılmıştı ama itikadî
mezheplerin ortaya çıkışı ve ivme kazanması
Peygamberimiz sonrasına denk gelmektedir..
Aslında Abdullan b.Ubeyd b.Selul ile başlayan “ayrıştırma-
fitne” faaliyetleri Peygamberimiz ve
Sahabe’nin samimî mücadelesi sayesinde
bastırılmış,”mescid-i dırâr” namıyla maruf olan
fitne merkezlerinin faaliyetleri akîm bırakılmıştır.
İslam Peygamberi’nin vefatından sonra Hz.Ebubekir ve
Hz.Ömer’in Müslüman teb’anın desteğiyle
gösterdikleri dirayetli yönetim ve merkezî siyaset
Hz.Osman’ın başa geçmesiyle za’fiyet göstermeye
başlamış,hanedan-ehli beyt kavgası ve fitnesine sahne
olmuştur..Hz.Osman’ın kendi akraba ve
sülalesinden olan kimi insanları devlet idaresinde
görevlendirmesi ve buna karşı çıkan,hoşnutsuz
olan ehl-i beyte yakın isimlerin itirazları ta o zamanlar
“Emevi-Ehli Beyt” çekişmesinin ilk
kıvılcımlarını atmıştı..Medine’de yaşayan ve tarihten gelen
“fitne-anarşi” ekolünün en büyük
temsilcileri Yahudilerin Abdullah B.Sebe liderliğindeki kaos
çalışmaları Hz.Osman’ın şehadetine
muvaffak olmuş ve İslam Tarihi’ndeki siyasi-itikadi
çekişmelerin-savaşların tohumlarını ekmişti..
Sahabe-i Kiram’ı bile içine çeken ve ayrıştıran bu “fitne
operasyonu” Hz.Ali döneminde alevlenmiş
“iç savaş”a yol açmıştı..
Şia(Ali taraftarlığı) ve karşıtlarının savaşı Hz.Ali’nin şehadeti
ve sonrası
artık tüm İslam Tarihi’ni kapsayacak ve günümüze kadar
uzanacak bir sürecin-ayrışmanın da
mücadelesi ve savaşıydı..
Emeviler ile tırmanışa geçen ve İslam Coğrafyası’nı
kuşatan,tekfirci selefiliğin ataları Hariciler
ve arkasından Vasıl b. Ata gibi önderler aracılığıyla ortaya
çıkıp yayılmaya hatta kimi halifeler
tarafından korunma ve desteğe alınan Mutezile gibi itikadi
hareketler ve mezheplere karşı
“sünnetin müdafaası” olarak İslam Toplumu içinde
reaksiyoner bir akım doğmuştur..
İlginçtir ki Eşarilik akımının kurucusu ve önderi Ebul Hasen
el-Eşari,Mutezile ekolünü terk
ederek muhaddis ve müfessirlerin akaid ile ilgili
yorumlarını derleyip “kelam” ilmi
ve terminolojisi oluşturmuş ve bunu talebeleri vasıtası ile
İslam Coğrafyası’nda yaymaya
ve bir “kelam ekolü” oluşturmaya başlamıştır..
Diğer yandan daha doğuda,Türkistan Coğrafyası’nda
yaşayan İmam Maturidi ise yine
“sünnî” bir metot takip ederek daha sonra adına nispetle
“Maturidilik” olarak anılacak
bir başka bir ekolü ortaya koymuş ve bu iki itikadi akım
özellikle sünnî fıkıh ekollerinin
“akaid” ilminde başlıca tercihleri olmuştur..
Dikkat çeken husus şudur ki,Bağdat ve Hicaz “hadis
ekolleri” ile Kufe’nin “re’y ehli”
Tekfirci selefilik ve Şia’nın aksine akaid ve fıkıh(İslam
Hukuku)da sünnî metodu takip
etmişler ve öğretilerini geniş bir coğrafyaya
yaymışlardır..Hz.Ömer’in hilafetinden sonra
zuhur eden ve Emevi-Abbasi dönemlerinde kendi
görüşlerinin yayılmasına zemin bulan
hatta bazı dönemlerde “resmi ideoloji” statüsü verilen bu
aşırı ve heretik düşünceler
toplumda kaotik bir ortama,kargaşa ve fitneye yol
açmışlardı..
Gerek “akaid-itikad” ve gerekse hukukî olarak temel
umdelerde ve nassların ışığı altında
buluşan “Sünnî Ekoller” bu fitnenin zafiyete uğratılması ve
İslam Toplumu’nun idarî ve
sosyal alanda bir bütünlük arz etmesinde önemli bir
misyon üslendiler..
İlk dönemlerde “ferdî” ve bağımsız olarak ortaya çıkan bu
düşünceler daha sonra gelen
tabiileri ve salikleri sayesinde bir “disiplin” altına alınarak
“mezhepler” olarak karşımıza çıkmışlardır..
Hem devletin kurumsal hem de bireylerin şahsi hukukunu
tanzim etmede “üniter”
birer yapı oldular..İslam’ın aslî kaynaklarının anlaşılması ve
toplumda var olan kimi heretik
düşüncelerin tasfiyesinde başrol oynamışlardır..İslam
Dünyası içinde İran-Horasan,
Irak-Necef ve biraz da Güney Yemen bölgesi dışında kalan
çoğu yerlerde ağırlığı teşkil etmişlerdir..
Bugün İslam Coğrafyası’na “demografik” olarak
baktığımızda Müslüman nüfusun ¾’nün
“Sünnî mezhepler”e mensup olduğunu,sünni nüfus içinde
de “Hanefi Mezhebi”nin yoğunlukta
olduğunu müşahede etmekteyiz..
Bu noktaya gelinmesinde,şüphesiz,özellikle Hz.Osman
dönemi’nde zuhur edip Emevi-Abbasi
dönemlerinde devam eden
Hariciye,Mürcie,Kaderiye,Mutezile ve tabii Şia gibi itikadî
ekollerin şiddete kadar varan yayılmacı metotları,İslam
Toplumu içinde yol açtıkları kaotik inanç ve
düşünceler yumağı ve bu düşünceleri asılar içinde
genişletme politikalarına karşı İslam Toplumu’nun
ilmi ve fikri alanda vermiş oldukları “bütüncül refleks”
etken olmuştur..
Kısaca bu “yayılmacı heretizm” politikasına karşı İslam
Toplu’nun verdiği “bütüncül refleks”in
adıdır Sünni İslam hareketi..
Emevi ve Abbasi dönemlerinden sonra etkisi azalan ve
kaybolmaya yüz tutan bu heretik yapıların
aksine Sünni İslam’ın temsilcileri olan “fıkhi ekoller” daha
güçlenmiş,doğuda Selçuklu ve
Osmanlılar’ın,batıda ise Endülüs Emevileri’nin sayesinde
İslami Düşüncesi’nin en belirgin
karakterleri olmuşlardır..Bu gelişmeye paralel olarak bu
saydığımız yönetimler ve coğrafyalarda
tasavvufi akımlar-tarikatlar,felsefe ve pozitif
bilimler,kültürel ve sanatsal faaliyetler de zengin
bir ivme kazanmış ve kadim İslam Medeniyeti’ne sayısız
hizmetler sunmuşlardır..
Yalnız Osmanlı İmparatorluğu “Tanzimat dönemi”ne kadar
devlet otoritesini koruma ve
toplum içinde doğabilecek fikri anarşiyi önleme adına bazı
bilimsel ve felsefi çalışmalara-akımlara
karşı kademeli bir “sansür” uygulandığını söylemeden
geçersek objektif olamayız..Bu sebepden dolayı
Endülüs Emevileri ve Selçuklu’da gördüğümüz derin fikri
hoşgörü ve serbestisini,bilimsel terakkiyi
Osmanlı’da uzun bir dönem yakalayamadığımız tarihsel bir
hakikat olarak karşımızda durmaktadır..
İtikadi düşünce açısından baktığımızda dört “Sünni ekol”
olarak karakterize ettiğimiz fıkhi-hukuki
hareketlerden Hanefi ekolünün “Maturidi” akaidini,diğer üç
Sünni ekol Şafii,Maliki ve Hanbelilerin
ise “Eş’ari” akaidini benimsediğini görmekteyiz..
Orta ve Güney Irak,İran,Azerbaycan ile Güney Yemen’i
istisna tutarsak Akaid ve fıkıh(hukuk)
arasındaki bu simetri günümüze değin değişmeden
devam edegelmiştir..
Tasavvuf ve tarikatlar boyutundan bakacak olursak da tarihi
seyrin akaid ve fıkıh boyutundan
çok da farklı olmadığını gözlemleriz..Asr-ı Saadet’ten sonra
Emevi ve Abbasi dönemlerinde
“ferdi” bir riyâziyat-nefsi mücahede olarak hoca-talebe ya
da “şeyh-mürid” irtibatı,eğitim-terbiye
metodu ile devam etse de Abbasi dönemi sonlarından
itibaren hem Arap hem de Türkistan
Coğrafyaları’nda bir “ilmi disiplin” olan tarikatlar tarzında
zuhûr etmiştir..
Tabii çok sayıda mutasavvıf-mürşidlerin kendi öğretileri ve
disiplinleri olmuştur..Akaid ve fıkıhta
olduğu gibi kimi zaman“bâtınî öğretiler-hareketler” ortaya
çıkmış,tasavvufa Yunan ve eski
İran-Hind kültleri sirayet ederek onu özünden
saptırmışlardır..Fakat akaid ve fıkıhı,sünnî
öğretiler altında disipline eden ve belli ekoller oluşturan
tarihsel seyir tasavvuf-tarikatları da
“sünnî” bir renge bürüyerek çeşitli adlar altında disipline
etmiştir..Kadirilik,Nakşibendilik,Şazelilik,
Mevlevilik gibi..Hem Endülüs Emevileri hem de Selçuklu ve
Osmanlı dönemlerinde sosyo-kültürel
olarak çok önemli işlevler görmüş,İslamın Müslüman
olmayan veya yeni feth edilen topraklarda
yayılması konusunda öncülük etmişlerdir..Tasavvuf ve
tarikatların en güçlü olduğu coğrafyaların
hatta coğraftanın Orta Asya-Türkistan Coğrafyası olduğunu
söylersek mübalağa etmiş olmayız..
Hatta Selçuklu ve Osmanlı’da tasavvufi öğretilerin vücud
bulması ve yayılması bu coğrafyadan
Anadolu’ya göç eden “Erenler”in etkisi ve onların tekke ve
zaviyeleri sayesinde olmuştur..
İtikadî ve fıkhî ekollerde yaşanan ayrışma ve sapmalar
zaman zaman tasavvufî akımlar içinde de
yaşanmış ve bunun kimi olumsuz yansımaları İslam
Toplumu’nda iç barışı bozmuştur..
Gulât-i şia’nın İsmailiyye ve Karmatîlik kolları,Şeyh
Bedrettin ve Baba İshak isyanları,Bektaşi
kalkışmaları,Bahailik ve Kadıyanilik gibi akımları ilk etapta
sayabiliriz..
Her ne kadar 13. Ve 19. yüzyıllar arasında zaman zaman
İslamî akımlar arasından ayrışmalar
ve sapmalar olmuşsa da bu dönem aralığında İslam
Coğrafyası’nda hakim renk “Sünnî”
düşünce olmuştur..İtikadî olarak Maturidî ve Eş’arÎ; fıkhî
olarak Hanefî,Şafiî,Malikî ve Hanbelî;
tasavvufî olarak Kadirî,Nakşibendî,Şazelî,Mevlevî tarikatleri
“Sünnî İslam Ekolü”nün yüzleri
olarak yer almışlardır..
19.yy’a girdikten sonra ne olmuştur?
Reform ve Rönesans hareketlerinin ardından büyük bir
değişim ve gelişime imza atan Avrupa
yeni ticaret yollarının keşfiyle beraber diğer coğrafyalara
ve zenginliklerine göz dikmiş ve
emperyal bir anlayışla bunları kendi topraklarına aktarmaya
başlamıştı..Bu arada “petrol” adı verilen
çok değerli bir enerji keşfedilmişti ve bu enerjinin büyük
kısmı Osmanlı sınırları içinde kalıyordu..
Sanayi devrimini çeşitli sebeplerle yapamamış olan
Osmanlı’yı sadece askerî güçle yıkmak çok kolay
bir metot değildi ama Osmanlı içinde yaşayan ve özellikle
petrol kaynakları üzerinde oturan
azınlıkları kışkırtmak ve bir “fitne operasyonu” ile içten
çökertmek daha kolay bir strateji olarak
görünüyordu..Zaten hem Doğu’da Ruslar hem Batı’da
Balkanlar hem de Afrika Kuzeyi’nde Avrupa
ile savaşta olan,askerÎ ve ekonomik olarak yıpranmış ve
zayıf düşmüş yorgun Osmanlı’nın
karşısına bu azınlıkları dikmek..
Bunun için sadece onları silahlandırmak yetmiyordu;
Onları asırlardan beri bir arada tutan “inanç-kültür”
bağından koparmak gerekiyordu..
Ülkeler arası “diplomasi” yi asırlardan beri çok iyi bilen ve
yürüten,ajanlık faaliyetlerinin
Duayeni bu ülke için Truva atlarına “Müslüman Brütüs”
bulmak zor değildi..Ve çok geçmeden
buldular;
Muhammed bin Abdilvehhab..
Bu Arap genci klasik İslam düşünceleri ve akımlarından
rahatsız,reformist bir yapılanmadan heyecanla
bahsediyor,mezhepler ve tarikatların bunun önündeki en
büyük engel olduğunu söylüyordu..
Psikolojik harekat ustası İngiliz casus Hempher ve
yardımcısı Sophia için bulunmaz bir cevherdi..
Onlar Muhammed b.Abdilvehhab’a her türlü psikolojik ve
maddÎ desteği sağlıyorlar ve algı
operasyonuna hazır-âmâde olan Necid bedevilerini
etrafında topluyorlardı..Sophia hidayete eriyor ve
Safiye adıyla Muhammed ile izdivaç yapıyordu..Sonra Arap
yarım adasında bitmek tükenmek
bilmeyen isyanlar,Müslümanlar arasında yayılan yeni bir
“tekfir” akımı ya da diğer adıyla
“Çağdaş Hâricilik”..
Böylece Hempher’ın başlattığı bu “İhtilalci! müslümanlık”
kendi halkını ayrıştırmayı ve Osmanlı’dan
koparmayı başarıyordu..Dahası artık Arap yarımadasında
Şia’dan sonra Sünni Müslümanlığa karşı
2.büyük dalga olarak yerini alıyordu..
Şerif Hüseyin ve ailesinin İngilizler tarafından tehcir
edilmesi ile Vehhabi düşüncenin Necid
Çöllerindeki temsilcisi “Suud” ailesine kalıyordu
saltanat..Ve tabii günümüze kadar
uzanan Vehhabi ekolü..
Ortadoğu ve İslam Dünyası’nı öteden beri kendi global
çıkarlarına göre dizayn etmek isteyen
20.yy’ın en önemli “Üst Aklı” İngiltere Pakistan-Bangladeş-
Hindistan ekseninde de boş durmadı
elbette..
Kadim kolonileri olan bu topraklarda Sünni ekole alternatif
bir itikad-tarikat karışımı
Muhalif akım ortaya çıkarmakta gecikmediler..Mirza Gulam
Ahmed adında bir dini otorite
ortaya çıkarak kendine göre “Kadıyanilik” adı altında bir
“inanç felsefesi” kurdu..Yüzbinlerce
mürid-talebe topladı ve İngiliz sermayesi desteği ile
onlarca-yüzlerce okul-medrese açtı..
Daha sonra Pakistan idaresince yasaklanmasına rağmen
bugün bile milyonlarca tâbiisi,okulları
ve yayın organları bulunmaktadır..
Bunlar dışında da zaman zaman bir çok heretik mezhep ya
da tarikat ve cemaatler zuhur etmiştir..
Bahailik,Kenan Rıfai hareketi vs..
21. yy’a girdiğimiz ve yaşadığımız şu dönemde de İslam
Dünyası içinde sayısız tarikat,cemaat
hareketleri görmekteyiz..
Şunu unutmayalım ve altını çizelim ki;
Her ortaya çıkan tarikat-mezhep-cemaat oluşumlarına
mâziden aldığımız dersler ve edindiğimiz
tecrübeler ışığında “ihtiyat”la yaklaşmak ve ele almak
zorundayız..Bin dört yüz yıllık İslam Medeniyeti
ve öğretileri ışığı altında hareket etmemiz tüm bu akımlara
karşı “turnusol” işlevi görecektir..
Buraya kadar “hülasa” niteliğinde mezhep-tarikat-cemaat
kavramlarının tarihi seyri ve problemini
ele aldık..
Bundan sonraki makalemizde ise neden “mezhep”ler var
olmalıdır,
“Sünni akide ve mezheplerin önemi” ile tarikatların sosyo-
kültürel açısından varlık ve önemini ele
alacağız..
Vesselam..