İnanç Kozmolojileri

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Bilimsel Araştırmalar kategorisinde faust tarafından oluşturulan İnanç Kozmolojileri başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,452 kez görüntülenmiş, 4 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Bilimsel Araştırmalar
Konu Başlığı İnanç Kozmolojileri
Konbuyu başlatan faust
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan faust
F

faust

Ziyaretçi
Tertemiz bir gökyüzüne sahip bir gecede, şehir ışıklarından uzak bir yerdeyseniz ve olağanüstü görüş yeteneğine sahipseniz, gökyüzünde Büyükayı Takımyıldızı'ndaki M81 Galaksisi'ni bir ışık lekesi halinde seçebilirsiniz. 12 milyon yıl geriden izlediğimiz bir galaksiden bahsediyoruz; artık şaşırtıcı gelmemeli. Astronom, Edwin Hubble ise 6 Ekim 1923 tarihinde, Los Angeles'taki Wilson Dağı'nın tepesinde bulunan 2,5 metrelik Hooker teleskobu ile gözünü gökyüzüne çevirdiğinde, gördüğü ışık lekesinin ve buna benzer ışık lekelerinin aslında o zamanki yaygın söylemle, ''Samanyolu'nun içindeki bulutsular''dan biri değil; bambaşka galaksilerden biri olduklarını keşfetmişti. Evrenin ne kadar büyük olduğuna dair fikir yürütmelerimiz, artık alabildiğine özgürce bir eylem haline geliyordu.

Yüzyıllar boyunca süren tartışmalardan ve soğuk düşünce savaşlarından sonra Hubble'ın doğruladığı olgu, esasında şuydu: üzerinde yaşadığımız gezegen, içinde trilyonlarca sistemler barındıran milyarlarca galaksilerden sadece birinde bulunan tek gezegendi. Dünya'mız, bir kumsalda bulunan yüz milyarlarca kum tanesinden sadece biri bile değildi; evrende, bu kumsallardan yüz milyarlarca bulunuyordu. Bu çarpıcı buluş ya da keşif, bir yönüyle de bilimin nasıl işlediğini ortaya koyar. Hubble'ın görüşü, evrene dair, kendisinden önce gelen görüşlerin hepsini teker teker birer kafese tıkmış ve kendisine, alabildiğine geniş bir alan açmıştır. Başlıyoruz!

Geçmişe Bakıyoruz

Tam da şu anda, bilgisayarınızın ya da ileri teknolojilerle donatılmış telefonunuzun ekranından bu kelimeleri okurken, dikkatinizi çeken bir şeyden dolayı, birden başınızı kaldırıp pencereye bakabilirsiniz. Bir arkadaşınız, kinayeli bir şey sorduğunda sizin yarı-öfkeli, yarı-sitemli bakışlarınıza maruz kalabilir. Ancak bu bakışlarınızı alıp sonsuza taşıyacak olan bir ekran var; uzay. Uzay, diğer ''mükemmel''lerle karşılaştırılamayacak derecede mükemmel bir ekrandır. Uzayın bu mükemmelliğine tanrısallık atfetmiyoruz; tersine, birazdan inceleyeceğimiz kozmolojiye giriş yapıyoruz. Arkadaşınıza baktığınızda, aslında onun 1 saniyenin çok küçük bir kesrini ifade eden bir zaman dilimi kadar önceki durumunu gözlemiş oluyorsunuz. Uzaya baktığınızda ise yukarıda bahsettiğimiz, ışık yılı gibi uzaklıkları gözlüyorsunuz demektir. Bu, ışığın bizlere ulaşması için alacağı yolun muazzam büyüklükteki ölçeğini gösteriyor. Saniyede yaklaşık 300.000 km hızla hareket eden ışık, doğal olarak saatte yaklaşık 1,08 milyar km yol alır. Dünya'mızın doğal uydusu, Ay'a her baktığımızda, O'nun 1,3 saniye önceki görüntüsünü görmeye mecbur oluşumuz, bizleri şaşırtmalı; tıpkı galaksilerden teleskoplarımıza ulaşacak olan ışınların yıllarca yolculuk etmesinin bizleri şaşırttığı gibi. Jeologlar, böylesine uzun zaman dilimlerine, pek de teknik sayılamayacak bir ifadeyle, derin zaman derler. Adını ne koyarsak koyalım; böylesi zaman dilimleri ve uzaklıklar, ortalama 70 yıl yaşayan ve düşünebilme yetisi açısından, gezegeninin en yetkini olan bir canlı türünün hayal sınırlarını zorlar.

Uzak galaksiler söz konusu olduğunda, ilk astronomlar için çıplak gözün pek bir işlevselliği kalmazdı. Bu sebepten dolayı, modern optiğin gelişmesini ve bu denli büyük ölçekleri algılamamız için gerekli gözlem araçlarını bize sağlamasını bekledik. Ancak bu arada da boş durmadık; pek çalıştık da denemez. Hep -oralarda bir yerde- olan Andromeda Galaksisi'nden gözümüzü alıp gökyüzünde gezdirdiğimizde, bütün gökyüzü boyunca uzanan, bir zafer takı gibi kalın ve görkemli bir şerit gözümüze çarptı. Bu şeridi şimdi daha iyi tanıyoruz; tabii ki de Samanyolu Galaksisi'ni tanımamamız sürpriz olurdu. Burada duraksayıp önemli bir noktayı işaretlemek gerekiyor. Samanyolu'nu dışarıdan gözlemleyemiyoruz; zira bu galaksinin neredeyse ortalarındayız. Bir sistemin içinde bulunmamız, o sistem hakkındaki yorum kapasitemizi sınırlar. Bu sınırlayış, sistemin dışında olduğumuz durumdaki handikaptan daha fazla bir handikapı beraberinde getirir. Büyük bilgin, Galilei Galileo'nun derme çatma teleskobuyla söz konusu ışık şeridindeki tek tük yıldızları seçmesinden bu yana, astronomlar, galaksimizin niteliklerini, galaksimizin tam olarak neresinde bulunduğumuzu, gökteki diğer galaksilerin de Samanyolu Galaksisi ile benzerliklerini ve farklarını tartışmışlardır.

Elbette, eski dönemlerin bazı astronomları, bilmedikleri bir kuvvetin, yıldızları ve diğer ışıklı gökcisimlerini, ''kalın şeridi'' bir araya getirmek amacıyla düzene soktuğuna inandılar. Hatta bir öğretmen olan İngiliz Thomas Wright, 18. yüzyıl'da, Samanyolu Galaksisi'ne ilişkin ''teori''sini, bir kitabında açıklamıştı. Bu kitabında çağının ilerisine gittiği tek yorumu, bir gözlemcinin uzaydaki yöneliminin, gözlemleyeceği şeylerle ilgili algısını etkilediği oldu. Galaksimizin, yıldızlardan ve gezegenimiz gibi gezegenlerden oluşan bir kabuk olduğu öngörüsünde de bulunan Wright, gezegenimizden bakıldığında, diğer kabuklardaki yıldızların da görülebildiğini tahmin etmişti. Wright'ın tahmini, gözlemlerimize yakın bir tahmindir. Ancak günümüzde Samanyolu Galaksisi'nin düz bir disk formunda olduğunu ve Samanyolu'nun merkezine, yaklaşık 30.000 ışık yılı uzaklıkta olduğumuzu biliyoruz. Söz konusu diskin ''içinden'', yani katılımcı-gözlemci olarak baktığımızda, en azından o şeridi görebiliyoruz. Gözümüzü şeritten ayırıp, boşluklara baktığımızda ise diske göre yukarı ya da aşağı bakmış oluyoruz.

Geriye dönüp baktığımızda, bu tip tahminlerin pek de destek görmediğini anlarız. Topluluklar üzerinde nüfuzu bulunan, saygın birinin ''düşünmesi'' gerekiyordu; ki, o kişi düşündü. ''Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.'' diyen Alman filozof, Immanuel Kant, bilimde çok önemli bir yere sahip olan ''sezgi''yi de kullanarak gözlerini gökyüzüne çevirdiğinde, birçok astronom tarafından bize yakın olarak değerlendirilen elips formundaki ''bulanık yıldızlar''ın, esasında bize çok büyük uzaklıklardaki yıldız diskleri olduğunu ileri sürmüştü. Bunların zayıf ışıklarına bakarak uzakta oldukları sonucuna varan Kant, bir anlamda eski çağların Spitzer Uzay Teleskobu görevi görmüştü. Ancak anlaşılmamış bir şey daha vardı; neden bu gözlenen cisimler farklı formlardaydı? Bazıları elips, bazıları yuvarlak, bazıları yassı bir düzlem formunu taşıyan bu gökcisimlerinin, farklı cisimler olmalarından şüpheleniliyordu. Kant, analitik düşünceye selam çakarak bir bomba daha patlattı: ''Böyle yıldızlardan oluşan böyle bir evrene, dışında bulunan izleyicinin gözünden çok uzak bir mesafeden bakıldığını düşünelim. Bu dünya, doğrudan düzlemine bakıldığında daire biçimli, eğimli bir biçimde, yandan bakıldığında ise elips biçimli bir uzay alanı gibi görünür.''

Söz konusu bulutsular, zaman geçtikçe Kant'ın ada evrenleri olarak anılmaya başlandı. Kant'ın bakış açısını, sanıyoruz en iyi şekilde, şu ifadeleriyle anlayabiliriz:

Gezegenler, kendi sistemleri içinde nasıl hemen hemen ortak bir düzlemde yer alıyorsa, sabit yıldızlar da olabildiğince belirli bir düzleme uyan konumlarca dizilmişlerdir. Bu düzlem, bütün gökyüzünden geçiyormuş gibi tasarlanmalıdır; sabit yıldızlar düzleme çok sıkışık bir biçimde yığıldıkları için, ''Samanyolu'' diye adlandırılan ışık çizgisi görüntüsünü oluştururlar. Kanaatim o ki, sayısız güneşlerce aydınlatılan bu alanın neredeyse tam büyük bir daire biçiminde olması sebebiyle, Güneş'imiz bu büyük düzleme oldukça yakın olmalıdır. Böyle bir düzenlemenin sebeplerini araştırırken, ''sabit'' diye nitelendirdiğimiz yıldızların, aslında hareket ediyor olabileceği, daha yüksek bir düzenin gezgin yıldızları olabileceği görüşünün çok muhtemel olduğu sonucuna varmış bulunuyorum. (Evrensel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Teorisi - Sf.26 - Immanuel KANT)

Girişi böyle yaptık; kozmoloji biliminin inançlarla mücadelesi, bu çağlardan başlamıştı. Değindiğimiz isimler, günümüz modern kozmolojisi için bayrak taşıyıcısı isimler olmuşlardır. Dizimizin ikinci yazısında görüşmek üzere.

Sevgiler.

Emre ORAL
Pozitif İnfotropizma
 
F

faust

Ziyaretçi
İnanç Kozmolojileri - I

Merhabalar arkadaşlar,

İnanç Kozmolojileri - Giriş yazımızın ardından, dizimizin ikinci yazısıyla, yeniden birlikteyiz. Geçtiğimiz yazıyı okuyamayan okurlarımız için, bu paragrafa başlarken ''İnanç Kozmolojileri - Giriş'' ifadesini link halinde yazdık. Şimdi başlıyoruz.

Geçen yazımızda bahsettiğimiz Kant'ın görüşleri, bulutsuların, galaksilerde bulunan yıldız kümeleri olduğunu düşünenler ile bulutsuların aslında çok uzaktaki galaksiler olduğunu iddia edenler arasındaki tartışmayı başlatan görüşlerdi. Bu tartışma, Edwin Hubble tarafından, 1923 yılında bitirilmişti. Hubble'ın dışında, 18. yüzyıl'da yaşamış bir isim de bu bağlamda önemli bir paya sahip: Charles Messier. Messier'in ismi, günümüzde, 1771'de hazırladığı ''Catalogue des Nébuleuses et des Amas d'Étoiles'' (''Bulutsu ve yıldız kümeleri kataloğu'') isimli, gökyüzü nesnelerini toplayıp sınıflandırdığı katalogla beraber anılmaktadır. Genellikle galaksi isimlerinde, herhangi bir sayıyla beraber rastladığımız m, Messier'den gelir (m31, m104 gibi). Konumuza dönecek olursak, bulutsulara ilişkin en yetkin özetlerden biri olan bu kaynaktan, günümüzde de yararlanmakta olduğumuzu söylemeliyiz; tıpkı canlıların sınıflandırılmasında, 18. yüzyıl'da yaşamış, İsveçli botanikçi, hekim ve zoolog, Carl Nilsson Linnæus'nin ikili isimlendirmesinin (en bilindik örnek: Homo sapiens) kullanılması gibi. Messier'den sonra, bir diğer astronom, Sir Frederick William Herschel teleskobunu uzayın derinliklerine çevirdi. Uranüs'ü keşfeden Herschel, ''Uzayın derinliklerine; daha önce kimsenin bakamadığı yerlere baktım!'' diye övünmüştür. Uzak yıldızları, bir leke çözünürlüğünde gözlemlemeyi başardı; dolayısıyla ada evrenlerin bir yerlerde bulunduğunu gösterdi; Kant, belki de haklıydı!

Ancak durun bir dakika... Günümüzde anlaşıldığı gibi, Herschel'ın gözledikleri, uzak galaksiler değildi. Esasında Herschel, teleskobuyla başka galaksilere değil, soluk yıldız topluluklarına bakmaktaydı. Herschel çarpıcı bir keşifte de bulunmuştu; ki, bizler için önem arz eden keşfi de budur: 8 kadir parlaklığında (kadir, astronomide parlaklık birimidir; Kutup Yıldızı yaklaşık 2 kadir değerindedir), aydınlık atmosfere sahip bir yıldız. Gözlemine çeşitli yorumlar da ekleyen Herschel, aslında Kant'ın görüşlerine karşıt bir bulguya imza attığını bilmiyordu. Keşfettiği şey, bugün gezegen bulutsusu diye adlandırdığımız, yani galaksimizde, gazdan oluşan dış katmanını, bir yılanın gömleğini atması gibi döken bir yıldızdı.

Esasında olay örgüsünün bundan sonrasını, hepimiz az ya da çok, biliyoruz. Bu zamana (18. yüzyıl'a) kadar çok iyi çalışan astronomlar, doğru yorumu yapamıyorlardı. Bu sırada, teori, her zamanki gibi deneyi takip ediyordu. Astronomide ''deney'' olgusu ise birinci elden, tahmin edebileceğimiz gibi, teleskoplarla ilişkiliydi. Teleskop teknolojisi, bu amansız çekişmedeki galibi belirleyecekti. Ada evren modeline karşı biriken bulgular söz konusuydu. Bu bulgulardan en güçlüsü ise, dönemin en güçlü isminden geldi: Sir Isaac Newton. Newton'ın bu konudaki buluşu, ışığı temel bileşenlerine ayırabilmekti. Bu yetiye sahip bir aygıtla yapılan gözlem, elbette güçlü sonuçlar verecekti. Daha 17. yüzyıl'da, beyaz ışığın bir cam prizmadan geçirildiğinde, onu oluşturan renklere ayrılabileceğini deneyle ispatlamıştı. Bundan sonra geçen yıllar, on yıllar, yüz yıllar içinde bilim insanları, bu tip bir renk skalasının, ölçek olarak büyütüldüğünde, ışığın kaynağındaki elementlere özgü karakteristikler taşıyabildiğini keşfedeceklerdi. Bunu biraz daha açarsak, bir elementi ele almalıyız. Herhangi bir elementi, ışık vermesine (ışıma yapmasına) yetecek kadar ısıttığımızda ve bu parlamadan bize ulaşan ışığı bir prizmadan geçirip büyüttüğümüzde, -her nerede olursak olalım- söz konusu elemente ait, karakteristik bir çizgi dizisiyle karşılaşırız. Esasında gözlemlediğimiz, tayf (spektrum) dediğimiz olgu; yaptığımız ise spektroskoptur.

İlk spektroskobu kimin yaptığını bilmek, çeşitli bilgi yarışmalarında bir şeyler kazandırabilir. Joseph von Fraunhofer adlı bir optik mühendisi, bu aleti tasarlayıp kullandı. Kullanırken teleskopla güzel bir kombinasyon oluşturmuştu; Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin tayflarını incelemeye yarayan bu kombinasyon sonucunda, gezegenlerin ve Ay'ın, esasında Güneş'in ışığını yansıttığı ortaya çıktı. Ancak teleskop diğer yıldızlara çevrildiğinde, farklı çizgi desenleri ortaya çıkıyordu. Artık bu ışıkların da farklı özelliklere sahip yıldızlardan geldiği anlaşılmıştı. Bilim insanları, Dünya üzerinde ısıttıkları maddelerden gelen desenleri, uzaydan gelen ışıkların oluşturduğu desenlerle karşılaştırarak bileşim belirleme işine koyuldular. Bununla beraber astrofizik bilimi de doğmuş oldu. Astronomların, Güneş'in spektrumunda raslatadıkları demir, kalsiyum, sodyum gibi element izleri, diğer yıldızlarda da belirince, Güneş'in esasında diğer yıldızlar gibi, eşsiz olmayan bir yıldız olduğu anlaşıldı. Ancak Herschel boş durmuyordu; gezegen yıldızlarından birinin spektrumunu inceleyen bu bilim insanı, tek bir özgün çizgi desenine rastladı. Söz konusu yeni veriyle ibre, tekrar bulutsuları, galaksi-içi yapılar olarak gören anlayış lehine kaydı. Hatta koskoca Andromeda, ''bulutsu hipotezinin en açık kanıtı'' olarak gösteriliyor; Samanyolu'nun yanında bir banliyö seviyesinde görülüyordu. Tabii ki de birileri yanılıyordu.

Artık 20. yüzyıl'a doğru ilerliyoruz. Alman astronom, Julius Scheiner, 19. yüzyıl'ın son yılında, Andromeda'ya yönelik bir spektrum ölçümü yaptı. Bu ölçümü, Orion takımyıldızı'nın ölçümleriyle karşılaştıran Scheiner, Andromeda'nın spektrumunun, abartılmayı hak ettiğini öne sürdü. Bundan sonra ise 1908'de, Edward Fath adlı bilim insanı, küre biçimindeki yıldız kümelerinin spektrumlarını ölçtü ve kendisi için maçı bitiren; Andromeda'nın ayrı bir galaksi olduğunu ortaya çıkaran gözlemini açıkladı. Ancak Fath'ın eksik olduğu nokta, uzaklığı ölçmek açısından yetersiz oluşuydu. Andromeda'nın küre biçimli bir yıldız kümesi mi, yoksa uzaklarda bir ada evren mi olduğunu kestiremiyordu.

Derken, sahneye o büyük isim çıktı: Edwin Hubble. ABD, Missouri doğumlu bu Amerikalı, aslında tam bir İngiliz kültürüyle yetişmişti. Oxford Üniversitesi'nde hukuk okuduktan sonra avukatlık yaptığını pek fazla insan bilmez; sonradan Chicago Üniversitesi'nde astronomi okuyarak yerini bulmuştu. O, bir önceki yazımızda bahsettiğimiz Wilson Dağı'na ulaşmadan, o dönemin en güçlü ışık toplama yeteneğine sahip teleskobu, Hooker oraya ulaşarak, araştırmaları başlatmıştı. Yüksek zekası ve yüksek hırsı da bu teknolojiyle birleşince, Hubble tamamen ''O'' adam potansiyelini barındırır olmuştu.

Hubble, kendisinin ''şahane yıl'' olarak tanımladığı 1923 yılında, bir süre bilindik bulutsuları araştırarak bir katalog üzerinde çalıştı. Andromeda'nın da aralarında bulunduğu bir dizi bulutsunun fotoğraflarını çekti. Parlaklıkları zaman içinde değişen değişken yıldızları tespit eden Hubble, defterine değişken yıldızlarla ilgili önemli çiziktirmelerde bulundu. Esasında bu, insanlık için evrenin değiştiği gündü. Edwin Hubble aslında, değişken yıldızları saptamakla, bu yıldızların, Samanyolu Galaksisi'nin içinde olamayacağını ortaya koymuş oluyordu. Bunu hesaplamalarıyla destekleyen Hubble, dolayısıyla bir ada evren olması gerektiği sonucuna vardı.

Hubble'ın bundan sonra yaptıkları, bu değişkenleri izlemekten ibaret oldu. Bunlardan bize ulaşan ışıkların parlaklık eğrilerini inceleyen Hubble, yaklaşık ayda bir değişen parlaklıklar saptadı. Bundan hareketle, yıldızın, Güneş'imizden yaklaşık 7000 kat daha parlak olduğu sonucuna vardı. Sadece ve sadece ışık toplayıcı bir teleskopla, saatlerce süren çekimlerden sonra bir enstantanede zar zor seçilebilen bir yıldızdan bahsediyor olmamız, Andromeda'nın gerçekten çok çok uzakta olduğunu gösterir niteliktedir. Hubble'ın keşfettiği değişken yıldız, Andromeda'daydı ve bunu, diğer bilim insanlarına da açıkladı. Bununla sınırlı kalmayan sivri zekası, Hubble'a, Andromeda'nın en az 1 milyon ışık yılı uzakta olduğunu hesaplattı. Bu uzaklık, bu konudaki bütün tartışmalara nokta koyabilecek nitelikteydi. Yani bu, Andromeda'nın da bir ada evren olduğunu açıkça ortaya koyacaktı. Artık Hubble Andromeda ile sınırlı kalmamış, Samanyolu'na yakın galaksilerden onlarca değişken keşfetmişti ve devamı da geliyordu. Elbette karşıt görüş, allayıp pullayıp gözler önüne serdikleri bulgularını, Hubble'ın karşısına çıkarmakta gecikmezlerdi. Hubble, kendisine gelen itirazları bir bir çürüterek ilerledi ve sonunda limana vardı.

Evren, bizimki gibi milyarlarca -belki daha fazla- galaksi içeriyordu; bu, günümüz için şaşırtıcı bir buluş gibi görünmeyebilir, ancak o zamanlar için değerlendirildiğinde, gözlemleyemediğimiz 2 milyon ışık yılı ötesi hakkında yorum yapamamamız demekti. Orada bizler gibi canlılar da olabilirdi; ''tanrılar'' da. Bu, öyle bir buluştu ki, karşıt görüştekileri bile mest etti. Peki nereye gidiyorduk? Gelecek yazımızda, bilimin çözülemeyenleri ve en büyük gizem hakkında tartışacağız. Önemli soruları cevaplandıracağımız bu yazımızı şimdiden, şiddetle tavsiye ediyoruz.

Umuyoruz ki faydalı olur.
Sevgiler.

Emre ORAL
Pozitif İnfotropizma
 
F

faust

Ziyaretçi
İnanç Kozmolojileri - II

Bu yazı dizisinin 1. bölümünde işlediğimiz Hubble efsanesinden sonra, artık bilimin çözülememiş en büyük gizemlerinden birine tanıklık etmenin zamanı geldi. En karmaşık, en ürkütücü ve üzerinde düşünülmesi en yorucu soru: Evren nasıl oluştu? Başlıyoruz!


Zamanı ve uzayı hiçliğe yolladıktan sonra elimizde ne kalır? Daha doğru şekilde sormak gerekirse, uzayı hiçliğe gönderdikten sonra ''elimiz'' mi kalır? Esasında bu sorular, bilimsel bir değer taşımayan sorulardır. Artık çok klasikleşen, ancak söylenmek isteneni de tam anlamıyla ortaya koyan bir deyimdir bu; Kuzey Kutbu'nun Kuzeyi'ni sormak. Bizler, nasıl ve neden ile başlayan sorular sorduğumuzda, şu farkındalığı taşımamız gerekiyor: nasıl, mekanizmayı ve öznitelikleri sorgular; neden sorusunun arkasında ise bir ''kabul'' söz konusudur. ''Bu nasıl yapılıyor?'' derken, söz konusu süreçte işleyen mekanizma sorgulanıyordur. Ancak ''Bunu neden yaptın?'' diye sorduğumuzda, ''Bu'' diye nitelenen eylemin yapıldığını kabul ederiz ve soru cümlemizi, bunun üzerine kurarız. Konumuza dönersek, hiçlik yerine neden hep ''bir şey'' olduğunu sormak, ''hiçliğin'' aslında şeylerin doğal durumu olduğunu ve ondan ''bir şey'' çıkmasının bir açıklama gerektirdiğini varsayar; kabul eder. Bu bakımdan düşündüğümüzde, belki ''bir şey'' aslında şeylerin doğal olan durumlarıdır ve ''hiçlik'' çözülmesi gereken gizemdir.

İşte burada, Amerikalı parçacık fizikçisi, Victor Strenger'ın, ''Mevcut kozmoloji, evrenin var oluşunda fizik yasalarına hiçbir aykırılık olmadığını öngörür. Bizzat fizik yasaları, evrenin hiçlikten ortaya çıkmış olması halinde beklenecek duruma denk düşüyormuş gibi görülür. Hiçlik yerine hep bir şey vardır, çünkü bir şey daha kararlıdır.'' sözleri devreye girmeliydi. Bu yüzden ekleme gereği duyduk. Zira bizlerin ''hiçlik'' algısının dışında, yepyeni bir hiçlik sunuyor bize: varlıktan ''öylesine'' uzak olmayan hiçlik.

Varlığın nedenine tanrıcı cevap, bir ''Tanrı''nın evrenden önce var olduğu ve daha sonra, kutsal kitaplarda anlatıldığı biçimde, evreni tek bir yaratım hamlesiyle, hiçlikten var ettiğidir. Ancak Tanrı'nın evrenden önce zaten var olduğu ve sonra evreni yarattığı anlayışı, ufak çaplı bir kronolojiyi ima eder. Bütün bunlardan hareketle de Tanrı'yı, uzayın ve zamanın dışına iten bir görüş söz konusu olur. Nihai sonuç olarak da bu ''Tanrı''nın, sonlu bir evrenin dışında olduğu ve kapıyı aralayıp bu evrene girmediği sürece, hakkında bir bilgiye erişemeyeceğimiz sonucuna varırız. Ancak ne olursa olsun, bilinç yetimiz ve belki de düşünme biçimimiz bizleri sınırlar. Beynimizin sonsuz olmamasından olsa gerek, sonsuzluk kavramını anlayamayız. Söz konusu düşünce deneylerine benzer düşünce deneyleri, totoloji dediğimiz mantıksal doğrulamalarla son bulur. ''Kitap, kitaptır.'', bir totoloji örneğidir. Bu düşünceden hareketle, evrenin uzayı ve zamanı doğurduğunu düşünmek ve ardından evrenden önce neyin var olduğunu sormak da, paradoks doğurur. Tanrı'yı önce evrenin yaratıcısı olarak gösterip, sonra evreni Tanrı'nın bir eseri olarak düşünmek de totolojiktir. Canları cehenneme! Bu kelime oyunları bizim işimizi görmüyor.



Evren İnce Ayarlı mıdır? Öyleyse Neden?

İnce ayar sorunu olarak da bilinen bu sorun, insan türünün tamamen kendi kompleksinin bir ürünüdür. Öncelikle şunu bilmeliyiz ki; evren insana değil, insan evrene bağımlı süreçler sonunda evrilmiştir. İnsan, evrene sonradan gelmiş ve ardından yaşanabilir sınırda bulunan bir gezegene yerleşmiş değildir. İnsan türü, evrenin bir parçası olan bir gezegen üzerinde gelişen şartlar (bu şartları fiziksel yasaların şekillendirdiğine dikkat edelim) sonucu, belli bir evrim ağacı bünyesinde günümüzdeki anatomik ve fizyolojik özelliklerini kazanmıştır. Yani insan, evrenin bir parçasıdır.

Şimdi evreni, Güneş Sistemi'ne indirgeyelim. Güneş Sistemi’mizde bir ''yaşanabilir sınır'' bulunur. Bu sınırdaki gezegenlerin yüzey sıcaklıkları optimum derecede olduğundan, yüzeylerinde, insan yaşamı için yeteri kadar sıvı bulunur. Bu sınırın bu özelliğinden yola çıkarak bir tanım yapabiliriz; ancak 4 milyar yıl önce, canlılığın cansızlıktan evrildiği zamanlarda bu tanım, doğa için hiç birşey ifade etmeyecekti. Zira o sıralar doğa, yeni soğumuş bir Dünya’da bulunabilecek volkanik atıklar ve sıcak bir yüzeyden ibaretti. Dünya’mızın yavaşça soğuması ve suyun Dünya’mızda buharlaşmadan birikmesi, insan türü olarak bizlerin Dünya’da yaşadığı tarihlerde değil; bizler evrilmeden çok önce gerçekleşen gelişmelerdir. Dolayısıyla insan, evrenin bir sebebi değil; bir sonucudur. Hem de milyonlarca sonuçlarından biridir.

İnce ayar konusunda, İngiliz kozmolog ve astrofizikçi, Sir Martin Rees, ünlü Just 6 Number (Sadece 6 Sayı) adlı kitabında, evrenin tüy gibi üzerinde durduğu 6 hassas ayar olduğunu öne sürer. Bu altı sayıyı aşağıda işleyelim.

Ω (Omega) : Bu simge, kozmolojide evrendeki madde miktarını temsil eder. İnce ayarı savunan Rees, omeganın tam olarak 1'e eşit olduğunu savundu. Omega 1'den büyük olsaydı, evren çoktan böyle bir madde yoğunluğuna dayanamayıp, kendi üzerine çökerdi. Eğer omega 1'den küçük olsaydı, galaksiler bile oluşamazdı; evren sonsuza kadar genişlerdi. Günümüz ölçümleri, omeganın 0,1 civarında olduğunu gösteriyor.[1] Yani Rees burada ilk golü, kalesinde görüyor.
ε (Epsilon) : Bu simge ise atom çekirdeğinin bir arada bulunma derecesi; bir anlamda kenetlenme katsayısı. Bu değer, 0,007 kadardır; 0,006 ya da 0,008 olması, maddeyi bildiğimiz yapısının dışına taşırdı. Peki Rees durumu eşitlemiş görünüyor olabilir mi? Esasında hayır. Zira evren, bu sabiti bir ''amaç'' olarak alıp genişlemeye devam etmedi; bu, evrenin evriminin doğrudan bir sonucudur. 0,006'lık veya 0,008'llik bir epsilon, belki farklı yapıda bir maddeyi meydana getirecekti. Bundan sonraki maddelerde de, evrenin bir amacı olmadığı açıklaması geçerli olacaktır.
λ (Lambda) : Bu değer, evrenin hızlanarak genişlemesinin sebebi olan kozmolojik sabit olarak değerlendirilir ve değeri, 0,7'dir. Yine bu değerin büyük ya da küçük olması, evrenin seyrini değiştirebilirdi.
D : Boyut sayısı. 3 boyutlu bir evrende yaşadığımız düşünülmüş. Ancak yeni teoriler öyle gösteriyor ki, bu D değeri, 6 sayı arasına katılmadan önce biraz beklenmesi gerekiyormuş.
Q : Evrenin dokusu olarak değerlendirilebilecek değer. 1/100.000'e eşittir. Bu değerin daha yüksek olması, evreni kara deliklerle doldururdu.
N : Eşittir 1039. Zira bu değer, elektromanyetizma kuvvetinin kütleçekimi kuvvetine oranıdır. %1'ine inseydi, evren hep genç kalırdı; yaşlanmazdı.

Rees'in öngörüleri böyleydi. Hepsi, aynı yapı üzerine kurulmuş kumdan kaleler gibi. Zira ilginç bir antropik bakış açısı yatıyor temelde. Tabii ki de burada antropik ilkeye değinmemiz gerekecek. Rees'in yorumları, biraz edilgen bir evreni akıllara getirebilir. Evrenimizde hayat koşullarının nasıl oluştuğu; daha doğru bir deyişle, kozmik yasaların canlılığa ''izin vermesinin'' nasıl gerçekleştiği, bu sorunun daha özel halleridir. Evrenin başlangıcından itibaren bir soğuma, bunun yanında giderek artan bir hızda genişleme ve bunun gibi birçok faktör söz konusudur. Bu faktörler, evrenin bir saniye önceki durumundan bir saniye sonraki durumuna etki ederek, bir anlamda evrenimizin yolunu çizmektedir. Yani kendi kendilerini belirleyen ve oluşturan yasalar dizisi söz konusudur. İşte burada, kozmologların antropik (İnsan merkezli) yaklaşımı söz konusudur; bizlerin var olmasını ve evren yasalarını sorgulamasını temel alan bu bakış açısı, insanın düşünebilen canlılığı oluştururken evrendeki yerini sorgulamasının normal olduğunu savunur. Söz konusu yaklaşıma bakarsak, insan evrilmeseydi, bu sorgulamaya gerek kalmayacaktı. Diğer yandan evrenimizdeki şartların, olası başka bir evrendeki canlılık formları için bir felaket olduğunu düşünelim. Antropik yaklaşımın eksiği, birçok bilim insanına göre burada kendisini gösteriyor.

Antropik ilkeyi, kozmolog ve teorik fizikçi, John David Barrow şöyle tanımlar: ''Sadece insan evrene uyum sağlamaz; evren de insana uyum sağlar. Fiziğin boyutsuz temel sabit değerlerinden herhangi birinin birkaç yüzdelik oranla şu ya da bu yönde değiştiği bir evreni gözünüzde canlandırın. İnsan böyle bir evrende asla ortaya çıkamaz. Antropik ilkenin kilit noktası budur. Bu ilkeye göre bütün mekanizmanın ve dünya tasarımının merkezinde -hayat veren bir etken- bulunur.'' Ancak bu tanıma cevap, yaklaşık 500 yıl önceden, Mikolaj Kopernik'in ilkesiyle geliyor. Kopernik, bizim özel olmadığımızı belirttiğinde, elbette hor görülmüştü. Ancak günümüzde özel olmadığımızı rahatça belirtebilmemiz için bizlere yol açmıştı. Akıllı tasarımcılar, yaratılışçılar ve bazı teologlar, antropik görüşü savunurlar. Şimdi bu hipotez karşısına koyacağımız taşlara bakalım.

''Şah...'' diyerek elindeki taşları satranç masasına dizen bir oyuncuya rastlanmamış olsa da, bir antropik ilke hayranıyla tartışırken her konuda önceden kazanmış edası takınabilirsiniz. Başlayalım ve görelim: Evren, yaşama göre ince ayarlanmış gibi durmamaktadır. Zira uzayın çok büyük bir bölümü boştur ve boş olmayan bölgeleri dolduranlardan gezegenlerin çoğunda ise hayat yoktur. Bunun yanında, evrenin ince ayarlandığı görüşü, hayatın, karbon dışında başka bir kaynaktan temellenemeyeceğini ima eder, ki, bu da Büyük bilim insanı, Carl Sagan'ın karbon şovenizmi diye isimlendirdiği durumun açıklamasıdır. Bu tip bir şovenizmi kabul etmiyorsak, evrenin bize göre değil, bizim evrene göre evrildiğini anlamış oluruz. Yaşamın, bir dizi farklı doğa yasası temelinde ortaya çıkmadığını kesin bildiğimizi iddia etmek, büyük hadsizliktir.

Planck sabiti, ışık hızı, lambda, epsilon gibi sabitler, evrenin evrimi sırasında kendilerini bulmuş olan sabitlerdir. Diğer sabitlerle bağıntıları bulunmak zorunda değildir; belli bir aralıkta bulunmak zorunda da değillerdir. Bu tip sabitler, büyük zman dilimlerinde değişken olabilirler. Evrenin kronolojisinde değişken olan değerlerin sadece günümüz için ''ayarlanmış'' olmasını iddia etmek, gülünçtür. Sadece Altı Sayı, bizler her şeyin teorisini bulduğumuzda, 1 adet indirgenmiş sayıya dönüşecektir. Atom altı evreni kozmolojik evrene bağlayacak olan kapsamlı fizik teorisi, doğa-ötesi bir sıçramayı sağlamayacaksa bile, antropik anlayışı, tümüyle çöpe yollayacaktır.

Dizimizin 3. ve son yazısında görüşmek üzere. Umuyoruz ki faydalı olmuştur. Sevgiler.


[1]


Emre ORAL
Pozitif İnfotropizma
 
F

faust

Ziyaretçi
İnanç Kozmolojileri - III

Yazı dizimizin geride kalan bölümlerinde, yani İnanç Kozmolojileri - Giriş, İnanç Kozmolojileri - I ve İnanç Kozmolojileri - II makalelerimizde, sırasıyla evrenimiz hakkındaki görüşlere, evrenin büyüklüğüne, derin sorularına ve tarihine değinmiştik. Şimdi ise kozmoloji ile ilgili söylenecek son sözleri söylemeliyiz. Bu sırada bilimin yöntemlerine de değineceğiz; zira kozmoloji bilimi, birçok inanç sistemi tarafından yorumlanmaya maruz kalmış bir alan olarak kendisini gösterir. Evrenin bilimi olması, belli ki ona pahalıya patlamış. Ancak şimdi kozlar elimizde. Hadi başlayalım!

Bilim ve Şüphecilik

Bir insanı ''kuşkucu'' diye nitelememiz için hangi karakteristikleri taşıması gerekir? Bunun için günümüzde, tek kıstas vardır: bilimsel yöntemi izlemek. Birçoğumuzun aklına, ''Acaba neden ''şüphecilik'' deyince ''her şeyden şüphe etmek'' tanımı yapılmadı?'' diye geçmiş olabilir. Ancak bilimsel anlamıyla şüphecilik, verilerin gözlemlerle ve bağımsız deneylerle uyumlu oluşu karşısında gittikçe yumuşar. Doğayı değerlendirirken belli kıstaslar ihtiyacımız olur. İşe nereden başlamamız gerektiğine karar verirken geçen zaman, bizler için çok değerlidir. Bu sebeple mümkün olan en sıkı paradigmayı seçerek doğaya dair düşünmeye koyulabiliriz.

Peki neden böylesi sıkı olmak zorundayız? Eğer bilimin içindeysek veya içinde olmasak bile bilimle yakından ilgileniyorsak, bazı savların yanlışlığının ya da doğruluğunun, çoğu kez sonradan ortaya çıktığına şahit olmuşuzdur. Esasında bunun için bilimin içinde ya da yakınında olmak da gerekmez; basit bir mantık yürütme, bu sonucu bize verir. Şüphe, burada devreye girer: bizler, bilinebilir, test edilebilir bir dünyaya dair sorularımızı cevaplamak amacıyla bir yöntem arıyoruz ve bu yöntemin içinde yer alan bütün kesin ifadeler, ince elenip sık dokunarak yerlerine konulmalıdır. Buradaki bir başka sorun, felsefe ile bilim arasındaki ayrım olur; zira bu yöntem aranırken, iki alan, -özellikle kozmoloji gibi bir bilim söz konusu olduğunda- bilim ve felsefenin kesiştiği noktalar söz konusu olur. Ancak kesin bir ayrım da yapmak gerekir: felsefe, düşünce deneylerine, mantığa ve akla dayanırken, bilim, ampirizm (deneycilik) düşüncesine, gözlemlere ve gözlemlerle desteklenmek veya elenmek üzere deneylere dayanır. İnanmak istediğimizde, elbette inanabiliriz. Ancak bizlerin, protonun kütlesinin, elektronun kütlesinin 1836 katı olmadığına inanmamız, elektronlar ya da protonlar için hiçbir engel teşkil etmez. Bizler kütlelerini ölçeriz; her şart altında aynı sonucu alırız ve ortaya bir sayı koyarız. Bu sayıyı ortaya koyarken dayanaklarımız neler olur? Şimdi bunu ortaya koyalım.

Öncelikli ilkemiz, sıfır hipotezdir. Sıfır hipotez, tipik olarak genel veya varsayılan duruşa karşılık gelecek şekilde hipotezdir. Örneğin, ''iki ölçülen olgu arasında bir bağlantı yoktur'' veya ''denenen tedavinin bir etkisi yoktur'' sıfır hipotez olabilirler. Aşina olabileceğimiz bir ifade de, ''Sanığın suçluluğu ispatlanana kadar ne suçlu ne de suçsuzdur.'' ifadesidir. Bir sıfır hipotezi, X olayının Y olgusuna yol açmadığını belirtiyorsa ve siz de eğer X olayının Y olgusuna yol açtığını düşünüyorsanız, sıfır hipotezi reddetmek için deneysel veriler sunma sorumluluğunu da kabullenmiş olursunuz. Öncelikle sıfır hipotezini hangi durumlarda terk edebileceğimizle ilgili standartların çok kuvvetli olduğundan bahsederek işe başlamalıyız. Bir kontrollü deneyin sonuçlarının, yani ele alınan süreci etkileyen faktörlerden her seferinde birinin sabit birinin sabit tutularak diğerinin değiştirildiği deneylerden elde edilen sonuçların sadece bir şans eseri olmadığını düşünebilmemiz için, yüksek oranda emin olmak isteriz. Bu yüksek oranlar da genelde %95 ve üzeri oranlar olur. Kısa bir örnek verelim: bir medyumun, sadece duyu-ötesi algılarını kullanarak, bir destedeki kartlardan hangisini çektiğimizi bildiğini iddia ettiğini varsayalım. Medyumlar ve diğer ilginç insanlar, genelde bunu yapabildiklerini iddia ederler. Ancak tecrübelerimiz, bunun pek de doğru olmadığını bizlere söylüyor. Bu senaryoda sıfır hipotezi, medyumun rastgele bir seçim sonucu doğru kartı çekmesinden daha iyi bir sonuç elde edemeyeceğini söyler. Bu noktada bilimsel yöntem, doğru ve yanlış kalıpları ayırt etmek, gerçek ve hayal olanı ayırmak, kısaca zırva, saçma, uydurma olanı belirlemek için şimdiye kadar geliştirilmiş en iyi araçtır.

Sıfır hipotezinin gerektirdiği bir durum da, kanıtlama yükümlülüğünün, olumlu yargıyı veren tarafa düştüğüdür. Diğer bir deyişle, herhangi bir savdan kuşku duyanlar, onu çürütmek zorunda olmazlar. Bugün bir açık oturuma, teologların ve ilahiyatçıların karşısına çıkarıldığımızı düşünelim. Genelde de bizler 1 ya da 2 kişi oluruz, ancak onlar 4-5 kişi civarında olurlar. İlginç olan şey, konunun, Higgs bozonu ya da evrenin genişleyişi gibi bilimsel konular olduğunda da sayı dağılımının böyle olmasıdır. Konuya dönersek, söz konusu açık oturumda, ''Şurada, şu saatte çekilen görüntüler için ne diyorsunuz?'' gibi sorular yöneltilir. Görüntüler ise genellikle halkın büyük rağbet ettiği cin, şeytan, melek, ilahi ışık gibi dini unsurlar olur. Ancak bu soru bizlere yöneltilirken unutulan bir şey vardır: kuşkucuların, bilimsellerin ve bilim insanlarının, bu tip görüntüleri kanıtlama gibi bir yükümlülükleri yoktur; olamaz. Bu görüntüleri kanıtlamak, soruyu ortaya atanların yükümlülüğüdür.

Peki bütün savlar ya da bütün tezler laboratuvar şartlarında ve istatistiksel testlerde sınanabilir mi? Elbette hayır. Çıkarsamalara ve tarihe dayalı birçok branşta, datalar ayrıntılı olarak analiz edilir ve sadece bir sonuca işaret eden bulgular, yakınlaştırılır. Çok güzel bir örneği, dedektiflerin katili yakalamak amacıyla elde ettikleri değerli bulguları yakınlaştırmalarında görülebilir. Aynı şekilde, bilim insanları da bazen bu yönteme başvurur. Bilimden bir örnek verecek olursak, bilim insanları evrenin başlangıcı ve evrimi üzerine en uygun modeli ortaya koymaya çalışırken, kozmoloji, kuantum fiziği, astrofizik, yüksek enerji fiziği gibi alanlardan elde edilen verileri birbirlerine yaklaştırırlar. Bu arada zihnimiz, özümseyebileceğinden daha fazla bilgiyle karşılaştığında, yakınlaştırma davranışına benzer bir davranış sergiler: anlamlı ve doğrulayıcı, onaylayıcı kalıplar arar. Bu sebeple, genelde beklentilerimizle uyuşmayan bulguları minimuma indirgeme eğilimi doğar.

Yakınlaştırmanın yanında bir diğer yöntem de karşılaştırmadır. Bu yöntem, genelde doğanın içindeki bilim insanları tarafından kullanılır. Ne demek doğanın içindeki bilim insanları ? Biyologlar paleontologlar (fosilbilimciler) ve oşinograflar (okyanusbilimciler) gibi bilim insanları, bu yöntemi çok sık kullanırlar. Bu yöntem, doğanın kendi içinde yaptığı deneylerin bir sonucudur. Hayvanların belli özelliklerini karşılaştırmak ve bunu coğrafi karakteristikler, iklimsel koşullar gibi karakteristiklere göre sistematikleştirmek eylemleri, bu yöntem sayesinde yürür. Charles Darwin'in biyoloji biliminde çığır açtığı, hatta bunu diğer bilimlere de yaydığı kuramı, evrim kuramında da bu yöntem çokça karşımıza çıkar.

Belki de bu ilkeler içinde en önemlisi, pozitif bulgu ilkesidir. Yaratılışçıların evrim teorisini çürütebilmeleri için, evrim teorisyenlerinin, biyologların ve paleontologların, evrim kuramı dahilindeki bulgularını çözmeleri ve ayrıca bu bulguları, evrim teorisinden daha iyi açıklayabilecek bir kuram inşa etmeleri gerekir. Ancak onlar, ilginç bir şekilde, ''Evrimsel biyologlar, A olgusu ile ilgili herhangi bir doğal açıklama sunamadıklarına göre, A ile ilgili bir ''doğaüstü'' açıklama doğru olmalıdır.'' şeklinde, negatif bir karşılık üretirler. İşte burada pozitif bulgu ilkesi, sadece teoriler aleyhindeki bulguları değil, onların kendilerine ait teorideki pozitif bulguları da ortaya koymaları gerektiğini söyler. Pozitif bulgu ilkesinin zerafeti de buradadır: bütün savlar için geçerlidir.

Görüldüğü gibi, ilkeler ortada. Bilime getirilecek savlar, bu derslerden geçmek zorundadır. Seçtiğimiz yöntem, bizleri -bazen her ne kadar şikayetçi olsak da-, ölümcül hastalıkları engelleyen, ilaçlar üreten, yaşamımızı kolaylaştıran yeniliklerle tanıştırdı. Bir yandan bu yüzden, diğer önemi olan yandan ise doğayı değerlendirirken kullandığımız modelleri elerken kullandığı yöntemler nedeniyle, bilimsel yöntem, bizler için en iyi yöntemdir. Tabii evreni anlamak istiyorsak.

Faydalı olması dileğiyle,
Sevgiler.

Emre ORAL
Pozitif İnfotropizma
 
F

faust

Ziyaretçi
Yazarımızın diğer makale arşivine buradan ulaşabilirsiniz

Yazar Hakkında:Kendisi halen ODTU fizik bölümünde eğitimini sürdüren,genç bir bilim sever ve adayıdır,kendisine başarılar diliyorum.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst