- Konbuyu başlatan
- #1
F
faust
Ziyaretçi
Tertemiz bir gökyüzüne sahip bir gecede, şehir ışıklarından uzak bir yerdeyseniz ve olağanüstü görüş yeteneğine sahipseniz, gökyüzünde Büyükayı Takımyıldızı'ndaki M81 Galaksisi'ni bir ışık lekesi halinde seçebilirsiniz. 12 milyon yıl geriden izlediğimiz bir galaksiden bahsediyoruz; artık şaşırtıcı gelmemeli. Astronom, Edwin Hubble ise 6 Ekim 1923 tarihinde, Los Angeles'taki Wilson Dağı'nın tepesinde bulunan 2,5 metrelik Hooker teleskobu ile gözünü gökyüzüne çevirdiğinde, gördüğü ışık lekesinin ve buna benzer ışık lekelerinin aslında o zamanki yaygın söylemle, ''Samanyolu'nun içindeki bulutsular''dan biri değil; bambaşka galaksilerden biri olduklarını keşfetmişti. Evrenin ne kadar büyük olduğuna dair fikir yürütmelerimiz, artık alabildiğine özgürce bir eylem haline geliyordu.
Yüzyıllar boyunca süren tartışmalardan ve soğuk düşünce savaşlarından sonra Hubble'ın doğruladığı olgu, esasında şuydu: üzerinde yaşadığımız gezegen, içinde trilyonlarca sistemler barındıran milyarlarca galaksilerden sadece birinde bulunan tek gezegendi. Dünya'mız, bir kumsalda bulunan yüz milyarlarca kum tanesinden sadece biri bile değildi; evrende, bu kumsallardan yüz milyarlarca bulunuyordu. Bu çarpıcı buluş ya da keşif, bir yönüyle de bilimin nasıl işlediğini ortaya koyar. Hubble'ın görüşü, evrene dair, kendisinden önce gelen görüşlerin hepsini teker teker birer kafese tıkmış ve kendisine, alabildiğine geniş bir alan açmıştır. Başlıyoruz!
Geçmişe Bakıyoruz
Tam da şu anda, bilgisayarınızın ya da ileri teknolojilerle donatılmış telefonunuzun ekranından bu kelimeleri okurken, dikkatinizi çeken bir şeyden dolayı, birden başınızı kaldırıp pencereye bakabilirsiniz. Bir arkadaşınız, kinayeli bir şey sorduğunda sizin yarı-öfkeli, yarı-sitemli bakışlarınıza maruz kalabilir. Ancak bu bakışlarınızı alıp sonsuza taşıyacak olan bir ekran var; uzay. Uzay, diğer ''mükemmel''lerle karşılaştırılamayacak derecede mükemmel bir ekrandır. Uzayın bu mükemmelliğine tanrısallık atfetmiyoruz; tersine, birazdan inceleyeceğimiz kozmolojiye giriş yapıyoruz. Arkadaşınıza baktığınızda, aslında onun 1 saniyenin çok küçük bir kesrini ifade eden bir zaman dilimi kadar önceki durumunu gözlemiş oluyorsunuz. Uzaya baktığınızda ise yukarıda bahsettiğimiz, ışık yılı gibi uzaklıkları gözlüyorsunuz demektir. Bu, ışığın bizlere ulaşması için alacağı yolun muazzam büyüklükteki ölçeğini gösteriyor. Saniyede yaklaşık 300.000 km hızla hareket eden ışık, doğal olarak saatte yaklaşık 1,08 milyar km yol alır. Dünya'mızın doğal uydusu, Ay'a her baktığımızda, O'nun 1,3 saniye önceki görüntüsünü görmeye mecbur oluşumuz, bizleri şaşırtmalı; tıpkı galaksilerden teleskoplarımıza ulaşacak olan ışınların yıllarca yolculuk etmesinin bizleri şaşırttığı gibi. Jeologlar, böylesine uzun zaman dilimlerine, pek de teknik sayılamayacak bir ifadeyle, derin zaman derler. Adını ne koyarsak koyalım; böylesi zaman dilimleri ve uzaklıklar, ortalama 70 yıl yaşayan ve düşünebilme yetisi açısından, gezegeninin en yetkini olan bir canlı türünün hayal sınırlarını zorlar.
Uzak galaksiler söz konusu olduğunda, ilk astronomlar için çıplak gözün pek bir işlevselliği kalmazdı. Bu sebepten dolayı, modern optiğin gelişmesini ve bu denli büyük ölçekleri algılamamız için gerekli gözlem araçlarını bize sağlamasını bekledik. Ancak bu arada da boş durmadık; pek çalıştık da denemez. Hep -oralarda bir yerde- olan Andromeda Galaksisi'nden gözümüzü alıp gökyüzünde gezdirdiğimizde, bütün gökyüzü boyunca uzanan, bir zafer takı gibi kalın ve görkemli bir şerit gözümüze çarptı. Bu şeridi şimdi daha iyi tanıyoruz; tabii ki de Samanyolu Galaksisi'ni tanımamamız sürpriz olurdu. Burada duraksayıp önemli bir noktayı işaretlemek gerekiyor. Samanyolu'nu dışarıdan gözlemleyemiyoruz; zira bu galaksinin neredeyse ortalarındayız. Bir sistemin içinde bulunmamız, o sistem hakkındaki yorum kapasitemizi sınırlar. Bu sınırlayış, sistemin dışında olduğumuz durumdaki handikaptan daha fazla bir handikapı beraberinde getirir. Büyük bilgin, Galilei Galileo'nun derme çatma teleskobuyla söz konusu ışık şeridindeki tek tük yıldızları seçmesinden bu yana, astronomlar, galaksimizin niteliklerini, galaksimizin tam olarak neresinde bulunduğumuzu, gökteki diğer galaksilerin de Samanyolu Galaksisi ile benzerliklerini ve farklarını tartışmışlardır.
Elbette, eski dönemlerin bazı astronomları, bilmedikleri bir kuvvetin, yıldızları ve diğer ışıklı gökcisimlerini, ''kalın şeridi'' bir araya getirmek amacıyla düzene soktuğuna inandılar. Hatta bir öğretmen olan İngiliz Thomas Wright, 18. yüzyıl'da, Samanyolu Galaksisi'ne ilişkin ''teori''sini, bir kitabında açıklamıştı. Bu kitabında çağının ilerisine gittiği tek yorumu, bir gözlemcinin uzaydaki yöneliminin, gözlemleyeceği şeylerle ilgili algısını etkilediği oldu. Galaksimizin, yıldızlardan ve gezegenimiz gibi gezegenlerden oluşan bir kabuk olduğu öngörüsünde de bulunan Wright, gezegenimizden bakıldığında, diğer kabuklardaki yıldızların da görülebildiğini tahmin etmişti. Wright'ın tahmini, gözlemlerimize yakın bir tahmindir. Ancak günümüzde Samanyolu Galaksisi'nin düz bir disk formunda olduğunu ve Samanyolu'nun merkezine, yaklaşık 30.000 ışık yılı uzaklıkta olduğumuzu biliyoruz. Söz konusu diskin ''içinden'', yani katılımcı-gözlemci olarak baktığımızda, en azından o şeridi görebiliyoruz. Gözümüzü şeritten ayırıp, boşluklara baktığımızda ise diske göre yukarı ya da aşağı bakmış oluyoruz.
Geriye dönüp baktığımızda, bu tip tahminlerin pek de destek görmediğini anlarız. Topluluklar üzerinde nüfuzu bulunan, saygın birinin ''düşünmesi'' gerekiyordu; ki, o kişi düşündü. ''Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.'' diyen Alman filozof, Immanuel Kant, bilimde çok önemli bir yere sahip olan ''sezgi''yi de kullanarak gözlerini gökyüzüne çevirdiğinde, birçok astronom tarafından bize yakın olarak değerlendirilen elips formundaki ''bulanık yıldızlar''ın, esasında bize çok büyük uzaklıklardaki yıldız diskleri olduğunu ileri sürmüştü. Bunların zayıf ışıklarına bakarak uzakta oldukları sonucuna varan Kant, bir anlamda eski çağların Spitzer Uzay Teleskobu görevi görmüştü. Ancak anlaşılmamış bir şey daha vardı; neden bu gözlenen cisimler farklı formlardaydı? Bazıları elips, bazıları yuvarlak, bazıları yassı bir düzlem formunu taşıyan bu gökcisimlerinin, farklı cisimler olmalarından şüpheleniliyordu. Kant, analitik düşünceye selam çakarak bir bomba daha patlattı: ''Böyle yıldızlardan oluşan böyle bir evrene, dışında bulunan izleyicinin gözünden çok uzak bir mesafeden bakıldığını düşünelim. Bu dünya, doğrudan düzlemine bakıldığında daire biçimli, eğimli bir biçimde, yandan bakıldığında ise elips biçimli bir uzay alanı gibi görünür.''
Söz konusu bulutsular, zaman geçtikçe Kant'ın ada evrenleri olarak anılmaya başlandı. Kant'ın bakış açısını, sanıyoruz en iyi şekilde, şu ifadeleriyle anlayabiliriz:
Gezegenler, kendi sistemleri içinde nasıl hemen hemen ortak bir düzlemde yer alıyorsa, sabit yıldızlar da olabildiğince belirli bir düzleme uyan konumlarca dizilmişlerdir. Bu düzlem, bütün gökyüzünden geçiyormuş gibi tasarlanmalıdır; sabit yıldızlar düzleme çok sıkışık bir biçimde yığıldıkları için, ''Samanyolu'' diye adlandırılan ışık çizgisi görüntüsünü oluştururlar. Kanaatim o ki, sayısız güneşlerce aydınlatılan bu alanın neredeyse tam büyük bir daire biçiminde olması sebebiyle, Güneş'imiz bu büyük düzleme oldukça yakın olmalıdır. Böyle bir düzenlemenin sebeplerini araştırırken, ''sabit'' diye nitelendirdiğimiz yıldızların, aslında hareket ediyor olabileceği, daha yüksek bir düzenin gezgin yıldızları olabileceği görüşünün çok muhtemel olduğu sonucuna varmış bulunuyorum. (Evrensel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Teorisi - Sf.26 - Immanuel KANT)
Girişi böyle yaptık; kozmoloji biliminin inançlarla mücadelesi, bu çağlardan başlamıştı. Değindiğimiz isimler, günümüz modern kozmolojisi için bayrak taşıyıcısı isimler olmuşlardır. Dizimizin ikinci yazısında görüşmek üzere.
Sevgiler.
Emre ORAL
Pozitif İnfotropizma
Yüzyıllar boyunca süren tartışmalardan ve soğuk düşünce savaşlarından sonra Hubble'ın doğruladığı olgu, esasında şuydu: üzerinde yaşadığımız gezegen, içinde trilyonlarca sistemler barındıran milyarlarca galaksilerden sadece birinde bulunan tek gezegendi. Dünya'mız, bir kumsalda bulunan yüz milyarlarca kum tanesinden sadece biri bile değildi; evrende, bu kumsallardan yüz milyarlarca bulunuyordu. Bu çarpıcı buluş ya da keşif, bir yönüyle de bilimin nasıl işlediğini ortaya koyar. Hubble'ın görüşü, evrene dair, kendisinden önce gelen görüşlerin hepsini teker teker birer kafese tıkmış ve kendisine, alabildiğine geniş bir alan açmıştır. Başlıyoruz!
Geçmişe Bakıyoruz
Tam da şu anda, bilgisayarınızın ya da ileri teknolojilerle donatılmış telefonunuzun ekranından bu kelimeleri okurken, dikkatinizi çeken bir şeyden dolayı, birden başınızı kaldırıp pencereye bakabilirsiniz. Bir arkadaşınız, kinayeli bir şey sorduğunda sizin yarı-öfkeli, yarı-sitemli bakışlarınıza maruz kalabilir. Ancak bu bakışlarınızı alıp sonsuza taşıyacak olan bir ekran var; uzay. Uzay, diğer ''mükemmel''lerle karşılaştırılamayacak derecede mükemmel bir ekrandır. Uzayın bu mükemmelliğine tanrısallık atfetmiyoruz; tersine, birazdan inceleyeceğimiz kozmolojiye giriş yapıyoruz. Arkadaşınıza baktığınızda, aslında onun 1 saniyenin çok küçük bir kesrini ifade eden bir zaman dilimi kadar önceki durumunu gözlemiş oluyorsunuz. Uzaya baktığınızda ise yukarıda bahsettiğimiz, ışık yılı gibi uzaklıkları gözlüyorsunuz demektir. Bu, ışığın bizlere ulaşması için alacağı yolun muazzam büyüklükteki ölçeğini gösteriyor. Saniyede yaklaşık 300.000 km hızla hareket eden ışık, doğal olarak saatte yaklaşık 1,08 milyar km yol alır. Dünya'mızın doğal uydusu, Ay'a her baktığımızda, O'nun 1,3 saniye önceki görüntüsünü görmeye mecbur oluşumuz, bizleri şaşırtmalı; tıpkı galaksilerden teleskoplarımıza ulaşacak olan ışınların yıllarca yolculuk etmesinin bizleri şaşırttığı gibi. Jeologlar, böylesine uzun zaman dilimlerine, pek de teknik sayılamayacak bir ifadeyle, derin zaman derler. Adını ne koyarsak koyalım; böylesi zaman dilimleri ve uzaklıklar, ortalama 70 yıl yaşayan ve düşünebilme yetisi açısından, gezegeninin en yetkini olan bir canlı türünün hayal sınırlarını zorlar.
Uzak galaksiler söz konusu olduğunda, ilk astronomlar için çıplak gözün pek bir işlevselliği kalmazdı. Bu sebepten dolayı, modern optiğin gelişmesini ve bu denli büyük ölçekleri algılamamız için gerekli gözlem araçlarını bize sağlamasını bekledik. Ancak bu arada da boş durmadık; pek çalıştık da denemez. Hep -oralarda bir yerde- olan Andromeda Galaksisi'nden gözümüzü alıp gökyüzünde gezdirdiğimizde, bütün gökyüzü boyunca uzanan, bir zafer takı gibi kalın ve görkemli bir şerit gözümüze çarptı. Bu şeridi şimdi daha iyi tanıyoruz; tabii ki de Samanyolu Galaksisi'ni tanımamamız sürpriz olurdu. Burada duraksayıp önemli bir noktayı işaretlemek gerekiyor. Samanyolu'nu dışarıdan gözlemleyemiyoruz; zira bu galaksinin neredeyse ortalarındayız. Bir sistemin içinde bulunmamız, o sistem hakkındaki yorum kapasitemizi sınırlar. Bu sınırlayış, sistemin dışında olduğumuz durumdaki handikaptan daha fazla bir handikapı beraberinde getirir. Büyük bilgin, Galilei Galileo'nun derme çatma teleskobuyla söz konusu ışık şeridindeki tek tük yıldızları seçmesinden bu yana, astronomlar, galaksimizin niteliklerini, galaksimizin tam olarak neresinde bulunduğumuzu, gökteki diğer galaksilerin de Samanyolu Galaksisi ile benzerliklerini ve farklarını tartışmışlardır.
Elbette, eski dönemlerin bazı astronomları, bilmedikleri bir kuvvetin, yıldızları ve diğer ışıklı gökcisimlerini, ''kalın şeridi'' bir araya getirmek amacıyla düzene soktuğuna inandılar. Hatta bir öğretmen olan İngiliz Thomas Wright, 18. yüzyıl'da, Samanyolu Galaksisi'ne ilişkin ''teori''sini, bir kitabında açıklamıştı. Bu kitabında çağının ilerisine gittiği tek yorumu, bir gözlemcinin uzaydaki yöneliminin, gözlemleyeceği şeylerle ilgili algısını etkilediği oldu. Galaksimizin, yıldızlardan ve gezegenimiz gibi gezegenlerden oluşan bir kabuk olduğu öngörüsünde de bulunan Wright, gezegenimizden bakıldığında, diğer kabuklardaki yıldızların da görülebildiğini tahmin etmişti. Wright'ın tahmini, gözlemlerimize yakın bir tahmindir. Ancak günümüzde Samanyolu Galaksisi'nin düz bir disk formunda olduğunu ve Samanyolu'nun merkezine, yaklaşık 30.000 ışık yılı uzaklıkta olduğumuzu biliyoruz. Söz konusu diskin ''içinden'', yani katılımcı-gözlemci olarak baktığımızda, en azından o şeridi görebiliyoruz. Gözümüzü şeritten ayırıp, boşluklara baktığımızda ise diske göre yukarı ya da aşağı bakmış oluyoruz.
Geriye dönüp baktığımızda, bu tip tahminlerin pek de destek görmediğini anlarız. Topluluklar üzerinde nüfuzu bulunan, saygın birinin ''düşünmesi'' gerekiyordu; ki, o kişi düşündü. ''Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.'' diyen Alman filozof, Immanuel Kant, bilimde çok önemli bir yere sahip olan ''sezgi''yi de kullanarak gözlerini gökyüzüne çevirdiğinde, birçok astronom tarafından bize yakın olarak değerlendirilen elips formundaki ''bulanık yıldızlar''ın, esasında bize çok büyük uzaklıklardaki yıldız diskleri olduğunu ileri sürmüştü. Bunların zayıf ışıklarına bakarak uzakta oldukları sonucuna varan Kant, bir anlamda eski çağların Spitzer Uzay Teleskobu görevi görmüştü. Ancak anlaşılmamış bir şey daha vardı; neden bu gözlenen cisimler farklı formlardaydı? Bazıları elips, bazıları yuvarlak, bazıları yassı bir düzlem formunu taşıyan bu gökcisimlerinin, farklı cisimler olmalarından şüpheleniliyordu. Kant, analitik düşünceye selam çakarak bir bomba daha patlattı: ''Böyle yıldızlardan oluşan böyle bir evrene, dışında bulunan izleyicinin gözünden çok uzak bir mesafeden bakıldığını düşünelim. Bu dünya, doğrudan düzlemine bakıldığında daire biçimli, eğimli bir biçimde, yandan bakıldığında ise elips biçimli bir uzay alanı gibi görünür.''
Söz konusu bulutsular, zaman geçtikçe Kant'ın ada evrenleri olarak anılmaya başlandı. Kant'ın bakış açısını, sanıyoruz en iyi şekilde, şu ifadeleriyle anlayabiliriz:
Gezegenler, kendi sistemleri içinde nasıl hemen hemen ortak bir düzlemde yer alıyorsa, sabit yıldızlar da olabildiğince belirli bir düzleme uyan konumlarca dizilmişlerdir. Bu düzlem, bütün gökyüzünden geçiyormuş gibi tasarlanmalıdır; sabit yıldızlar düzleme çok sıkışık bir biçimde yığıldıkları için, ''Samanyolu'' diye adlandırılan ışık çizgisi görüntüsünü oluştururlar. Kanaatim o ki, sayısız güneşlerce aydınlatılan bu alanın neredeyse tam büyük bir daire biçiminde olması sebebiyle, Güneş'imiz bu büyük düzleme oldukça yakın olmalıdır. Böyle bir düzenlemenin sebeplerini araştırırken, ''sabit'' diye nitelendirdiğimiz yıldızların, aslında hareket ediyor olabileceği, daha yüksek bir düzenin gezgin yıldızları olabileceği görüşünün çok muhtemel olduğu sonucuna varmış bulunuyorum. (Evrensel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Teorisi - Sf.26 - Immanuel KANT)
Girişi böyle yaptık; kozmoloji biliminin inançlarla mücadelesi, bu çağlardan başlamıştı. Değindiğimiz isimler, günümüz modern kozmolojisi için bayrak taşıyıcısı isimler olmuşlardır. Dizimizin ikinci yazısında görüşmek üzere.
Sevgiler.
Emre ORAL
Pozitif İnfotropizma