Hikmet Kıvılcımlı - Tarih ve Barbarlık

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe kategorisinde Granma tarafından oluşturulan Hikmet Kıvılcımlı - Tarih ve Barbarlık başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 2,075 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe
Konu Başlığı Hikmet Kıvılcımlı - Tarih ve Barbarlık
Konbuyu başlatan Granma
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Granma

Granma

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
8 Kas 2012
Mesajlar
16
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
TARİH ve BARBARLIK

A- MEDENİYET ve BARBARLIK
Barbarlığın Tarihteki rolünü daha iyi göze çarptırmak için, önce siyasî Tarih bakımından olayları, nasılsalar öyle ve kısaca hatırlayalım.
Barbarlık, bildiğimiz gibi, ÇÖMLEKÇİLİKin icadıyla girişilen Toplum biçimi olarak 3 konağa ayrılır. Medeniyet doğduğu zaman, VAHŞET tarihsel anlamıyla, yeryüzünden silinmişti. Buna karşılık, Barbarlığın her üç konağında yaşayan toplumlar vardı. Herodot’un Tarihi, Aşağı Barbarlık Konağını henüz geçmemiş toplumlarla doludur. Ancak, Medeniyete doğrudan doğruya değen ve etki-tepki gösteren Barbarlık, Tarihte en az Medeniyet kadar rol oynayan Barbarlık: son iki konaktaki Barbar toplumlardır. Onlara ÇOBANLIK ekonomisine bağlı GÖÇEBE yaşayanORTA BARBARLAR ile, TARIM (tam ziraat) ekonomisine ulaşmış, KENT (Site=Medine) kurabilmişYUKARI BARBARLAR denir. Bu ayırımın, Tarih akışında önemi büyük olduğu için, üzerinde gereğince durulmalıdır.

I- ORTA BARBARLIK:


Çürümeye yüz tutmuş eski medeniyetleri yaman seller, “TUFAN”lar gibi yıkan akınlar için yaratılmışGÖÇEBElerdir.
Yıkmakta o denli eşsiz olan Orta Barbarlık, yıktığı Medeniyetin yerine, o zamana dek görülmemiş tipte “ORİJİNAL” bir yeni Medeniyet kuramaz. Tersine, üzerine yok etme hıncıyla saldırdığı eski Medeniyet tarafından kolayca yumuşatılarak, içine işlenerek, emilerek, temizlediği eski medeniyetin kalıbına dökülür. Sonunda, eski Medeniyet bir çeşit BARBAR AŞISI yemiş gibi olur. Göçebe Barbar akını altından, yıkılmış eski Medeniyetin, budanan yaşlı ağaç gövdelerinde görülen filizleşmeye benzer, yandan fışkırmış dalları peyda olur. Buna, ünlü deyimi ile çökmüş Medeniyetin ölümden sonra DİRİLİŞ’i, yeniden doğuşu, RÖNESANS’ı diyebiliriz.
Tarihte en çok tanınan, en büyük gök gürültüleriyle yeryüzünü kaplayan Orta Barbar akınları sonsuz efsanelerin kaynağı olmuştur. En iyi bilindiği için en az efsaneleşen Orta Barbar Tufanları, en sonuncularıdır. Batıda, Hunlar önünde “ULUSLARIN GÖÇÜ” (Muhaceret’i Akvam) adıyla orijinal Roma Medeniyeti’ni yıkar. Doğuda, Moğollar önünde “YECÜC-MECÜC TAİFESİ” sayılan, art arda gelmiş Cengiz ve Timur “KIYAMET”leri orijinal Çin veİslâm Medeniyetlerini yıkar.
Atilla’nın Hunları, Roma-Bizans adlı İslâmlıktan önceki orijinal Akdeniz Medeniyetinde üstünkörü bir Rönesans bile yaratamadılar. Sonraki Macarlarla Cermenler, ancak çökmüş Roma Medeniyeti’nin manevî fosili olan Hıristiyanlığa kaynaşarak, yani eski orijinal Roma Medeniyeti’ne uyarak, Roma heyulâsı PAPA’nın elinden taç giymekle yeni krallıklar yaratabildiler. Orta Barbar akınlarının sonucu, Avrupa Ortaçağı için toprağı sürmek oldu... Moğol ve Türk akınları daha başka türlü sonuçlanmadı. Eski orijinal Çin-Hint-İslâm Medeniyetlerinde ancak Avrupa Ortaçağı krallıkları gibi az çok DİRİLİŞler sağlayabildi. Çin’de, Hun ataların geleneğini ele alan Timuçin, Cengiz Han (Hanların Hanı) olup yıktığı medeniyetin mirasını bıraktığı Kubilay zamanında bile Türkistan’a (Çağatay’a), Kuzey Karadeniz’e (Kıpçak’a), [yine, az çok bir Rönesans-Yeniden diriliş getirebildi.] İran ise başlı başına kaldı. Çin’deki BÜYÜKHANların kurdukları YEN Sülâlesi, yıktığı TANG Sülâlesinin geleneksel Çin Medeniyeti’ni Rönesansa uğrattı. Hint’te, Türk Mahmut Gaznevî’nin sürdüğü eski Hint Medeniyeti toprağındaki Müslümanlık sabanının izleri boyunca yerleşen Moğol göçebelerinin BÜYÜK-MOĞOLLAR Çağı, çökmüş orijinal Hint Medeniyeti’ni Dirilişe kavuşturdu. İlk Ana-medeniyet kaynağı Yakındoğu’da, Orta Barbar (göçebe) akınlarının yıkıntıları üzerinde, Avrupa Derebeyliklerinden hiçbir şey öğrenmeye hacet göstermeyen “TAVAİF-İ MÜLÛK” (Kral-Kalabalıkları) ve en son Selçuk, Osmanlı toplulukları, İslâm “RİNPAPA”sı yerinde olan ve orijinal İslâm Medeniyeti’nin heyulâsı, fosili rolündeki Bağdat “HALİFE”si elinden “MENŞUR” [Sultanın emrini, mühürsüz mektubunu, fermanını] alarak İslâm rönesanscıklı saltanatlar kurdular.
Orta Barbarlık niçin ORİJİNAL Medeniyet kuramaz?
Çünkü o çağda insanlık, Tarihin kurulu basamaklarını, sosyal toplum konaklarını bilinçle ikişer ikişer atlayabilecek olgunluğa gelmemişti, ancak teker teker çıkabiliyordu. Orta Barbarlık basamağı ile Medeniyet basamağı arasında, üzerine basılmadan geçilemeyecek, bir Yukarı Barbarlık Konağı vardı. Tabiî, insanlar bunu düşünerek, Yukarı Barbarlığın hatırını saymak için yapmıyorlardı. Öyle olmaktan başka türlüsü ellerinden gelmiyordu. Sosyal determinizm ve ekonomik determinizm öyle gerektiriyordu.
Orijinal bir Medeniyet kurmak için Orta Barbarlık Konağında ne maddî ortam (Tarım adını alacak Tarım ve Kent içinde işbölümlerini geliştirmiş sanayi), ne de manevî ortam (Kentleşme derecesinde sistemleşmiş kendisine özgü kurumları ve kuralları) yoktu. Bütün o şeyleri, yıktığı eski yerli-köklü Medeniyetten oldukları gibi edinmeye, öğrenmeye ve almaya mecburdu. Orta Barbar, yıkıntılar içinde yeniden kurduğu toplum şekline, devlet şekline yalnızca kendi damgasını vuramazdı. Çünkü onun Kent gibi bir yapısı yoktu ve Devlet denilen şeyi bilmiyordu. Kendisi, çökkün Medeniyetin göz kamaştıran, tamah uyandıran aşırıca ileri ve üstün üretim, üleşim, tüketim, geçim, düşünüm, davranım mühürleriyle damgalanacaktı. Avrupa’da göçebe Macar ve CermenlerinHıristiyanlaşmaları: çökmüş Roma Medeniyeti’nin ekonomik, sosyal, politik, ideolojik, ahlâkî, dinî, kültürel vb. gelenek ve göreneklerini hiç değiştirmeden, kendilerini o yönde değiştirerek benimsemeleri ve DİRİLTİMe uğratmalarıdır. Asya’da göçebe Moğol ve Türklerin Müslümanlaşmaları: çökmüş İslâm Medeniyeti’nin ekonomik, sosyal, politik, ideolojik, ahlâkî, dinî, kültürel vb. gelenek ve göreneklerini hiç değiştirmeden, kendilerini o yönde değiştirerek benimsemeleri ve RÖNESANSa uğratmalarıdır.
Hiç mi bir değişiklik olmaz?
Bunu ancak “Tarih bir tekerrürdür” demek cesaretini, cehaletlerinden alanlar söyleyebilir. Elbet Tarih bir süre de böylece yol alır, başka basamakları atlar, az çok değişegider. Söylemeye çalıştığımız şey, Tarihin değişmediği değil, orijinal bir medeniyet değişikliğine, Orta Barbarlıkla neden varamadığıdır.

II- YUKARI BARBARLIK:

Orta Barbarlık Konağı ile Medeniyet arasında işbölümü TARIM ve ENDÜSTRİyi keşif veya icat edecek kadar ilerlenilmiştir. Medeniyetin toprak ekonomisi temeli üzerindeki oturukluluğunu yerleştirip kökleştirecek olan Kent(Site=Medine) hücresini bütün özel kurumları ve kuralları ile, bütün tapınakları, hisarları, Allahları, kahramanları, yaşamayı ve çalışmayı tükenmez bayramlara çeviren sonsuz törenleri ve şölenleri ile yaratmıştır. Bu durumu ile Yukarı Barbarlık, Medeniyetin bütün maddi, manevî, ekonomik, sosyal temellerini, daha doğrusu imkânlarını ortaya atmıştır. Medeniyet o temeller üzerinde, hiç yoktan bir aracılık görevinden müteahhitliğe sivrilecek bezirgân sınıfını, onunla birlikte Yazıyı-Parayı-Devleti hazırca fışkırtacaktır. Yukarı Barbarlığın bal arıları gibi işledikleri Kent kovanlarında pişirilip kotarılmış imkânları gelişmemiş olsaydı, Eski Dünyanın Barbarlığı, tıpkı Yeni Dünyadaki (Amerika’daki) toplumdaşları gibi, Orta Barbarlıktan yukarıya çıkamamış olurdu. Yukarı Barbarlık o kertede, Medeniyetin eşiğine varmış, kapısını çalan şartlar ve ilişkilerle doludur.
En son arkeoloji araştırmaları, Grek Tarihçilerinin ve mitolojilerinin dürüstçe pekiştirdikleri gelenek ve göreneklerle karşılaştırılırsa daha duruca görülür ki: Yukarı Barbarlığın Kentleri, bir kere Irak’ın Kızıldeniz (Eritré=Basra körfezi) kıyısında çamurdan, ziftten ilk UR Kenti doğduktan sonra, Tıpkı Darvinizmin canlılar“Tür”lerinde bulduğu süreçle, hep o ilk Kent hücresinin iskizogonisi (yarılıp bölünmeli çoğalışı) veya çevresine tohumlar saçışı ile üreyip türemiştir. Bu gelişmeyi kaba benzetişle daha kolay anlaşılır kılmak için, Modern Tarihteki bambaşka tip gelişmeyle yüzleştirebiliriz. İlk Modern Batı Avrupa ANAVATANları: kendi hammadde-pazar ihtiyaçlarını, ekonomik ve sosyal iç ufunetlerini giderme içgüdüsüyle, Avrupa dışındaki geri kalan yeryüzünü sömürgeleştirdiler. Fakat, bu sömürgeler daha kurulurken başlayan etki-tepkiler sonucunda, hattâ Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi Anavatanıyla aynı dil, din, kültür ve ekonomi ortaklığı taşıdıkları halde, ilk Anavatana karşı direndiler, ayaklandılar ve kendileri birer modern VATAN olmanın yolunu tuttular. Batı sömürgeciliğine karşı kurtuluş savaşları yaparak bağımsız toplumlar ortaya çıkardılar. Kadîm çağların, ilk Medeniyet ocaklarından uzaklarda filizlenen Kentleşmeleri, “Kolonileşmeleri”, onu andırır bir merkez-kaçağı (santrifüj) oluş, “adem’i merkeziyet: desantralizasyon” ile yürümüştür. Mitolojilerin TANRIları, hep eski Ana-Kent’in temsilcisidirler; Yarım-Tanrıları, Kahramanları Yavru-Kent’in kurucu yiğitleridir.
Modern Çağın, Kadîm çağlardan ayırdı şundandır:
1- Modern Çağda ekonomik ve sosyal temel, MODERN
SERMAYE’ye dayanır. Modern toplumda, SERMAYEden üstün hiçbir şey yoktur. Her şeye sermaye, şartsız kayıtsız egemendir. Tanrı, sermayedir. Kadîm çağda ekonomik ve sosyal temel, TOPRAK EKONOMİSİne dayanır. Gerçi bir kadîm sermaye de vardır ve o toprak ekonomisini allak bullak eden arz ve talep kanununun çelikten sert, görünmez cenderesi içinde, kadîm ekonomiye ve topluma uğratmadık işkence bırakmaz. Gerçi kadîm sermaye de, moderni gibi, bir BEZİRGÂN EKONOMİ yaratmıştır. Ama Kadîm Sermaye, sırf BEZİRGÂN sermayedir, ÜRETİM sermayesi değildir, yalnız TEFECİ–BEZİRGÂN SERMAYEdir. O sıfatla, doğrudan doğruya ÜRETİMİ tekeline geçirmiş Modern Sermayenin taban tabana zıddı ve can düşmanıdır. Tefeci-Bezirgân Sermaye, yarattığı bunca Tek Tanrılara rağmen, Modern Sermaye gibi toplumun tanrısı olamaz. Toplumun rızkı ve kaderi Toprak üretimindedir. Toprağın efendisi olan, toplumun tanrısı sayılır. Onun için, toprak efendiliği ve Toplum Tanrısı daima Demoklesin Kılıcı gibi, Tefeci-Bezirgân Sermayenin başı ucunda durur. Gene onun için, Kadîm Tefeci-Bezirgân Sermaye, fırsatını bulur bulmaz kendisini toprağa yatırır. Bezirgân Sermayenin sahibi egemen olma yolunu toprak efendiliğinde bulup derebeyleşir.
2- Modern Çağda, Sermaye yalnız içinde geliştiği Topluma
değil, tüm evrene de şartsız, kayıtsız egemendir. Hiç değilse beş
altı yüzyıllık modern gelişme sonunda, yeryüzünün her karış
toprağı, Yirminci Yüzyıla girilirken, kapitalizmin ekonomik ve
sosyal egemenliği altına girmiştir. Bu yüzden, Modern Sermayenin kurduğu Medeniyete KAPİTALİZM denilebildi. Milyarderler kalesi ABD’de bile, “Bir Tek Dünya” kaderini kaçınılmaz bulan Wandel Wilki’ler çıkar. Yarım yüzyıl içinde, bütün dünya ulusları, “TÜM İNSANLIK” düşüncesi demek olan SOSYALİZM önünde salâvat getirmedikçe, en keskin demagojileri bile ele alınmaz buluyor.
Kadîm çağlarda, ne o gelişkin ve üretime dayanan sermaye ekonomisi, ne de yeryüzünü baştan başa tutmuş bir tek toplum düzeni veya politika sistemi vardır. “Cihangir” (Evreni tutmuş) sayılan en büyük imparatorluklar, bugün en sünepe generalin dudak bükeceği kadar sıkışık, dar bölgecikler içinde mekik dokumuşlardır. Böylesine küçük ekonominin, sıkışık sosyal düzenin, manevî alanda “BİR TEK DÜNYA” arayan TÜM İNSANLIK düşüncesi: tıpkı “Cihangir”leri gibi, ancak kapalı bölgeler içinde lokal kalmış tektanrılı DİNler düzeninden ve düzeyinden öteye geçememiştir.
Modern Sermaye (KAPİTALİZM) ile, Kadîm Tefeci-Bezirgân Sermaye (BEZİRGÂNLIK) arasındaki bu ve benzeri kesin ayırtlar gözönünde tutulursa, Modern Medeniyetten önceki Kadîm Medeniyetlerin alınyazıları daha iyi okunur. Gelmiş, geçmiş “MEDENİYETLER” diye sayısı çoğaltılan batıp çıkmalı gidiş, sosyal ve ekonomik anlamda bir tek Medeniyetin, Tefeci-Bezirgân Medeniyetinin gidişidir. Eski Medeniyet: içinden doğduğu Kentin (Diyelim ki Atina’nın) geleneksel Kurum ve Kuralları ile (Diyelim ki Helenizm kadar) saf, temiz bir güneş gibi doğar. İlk saf Bezirgân ilişkileri, zamanla, (diyelim ki, Fenike, Anadolu, Akdeniz ülkelerini ele geçirince) toprağa egemen olmak zoruyla Derebeyleşince, doğurduğu ağır şartlarla mahşer yerine döner. Bütün Grek Kentleri “Tiranlar”ın (Kalleş Müstebitlerin), ve dolayısı ile iç ilişkilere dışta destek bulmak için kendilerini parayla sattıkları dış müstebitlerin, Acem Kisrâlarının [Hükümdarlarının] oyuncağı olurlar. Çoğunluğu Orta Barbarlığı henüz iyice geçmemiş bulunan Makedonya’dan, Çift Boynuzlu genç İskender’in, çökkün Yunan Orijinal Medeniyeti’ne getirdiği “BARBAR AŞISI” da, Mısır’ı, Irak’ı, Acem’i ele geçirmekle bezirgân ekonominin Derebeyleşme sürecini biraz daha aceleleştirmekten başka bir sonuç getiremez. Çünkü İskender’le yola çıkmış Orta Barbarların, Orijinal bir Medeniyet kurmaları imkânsızdır.
O zaman, Greklerin yıktıkları Truva Medeniyeti’nden, ilk Ana Irak Tohumlarının Ene eliyle kaçırılıp ekildiği uzak topraklardaki nispeten genç bir başka Kent, ipten saptan kurtulma avantüriyelerin Osti ağzından getirdikleri, bezirgân çapulcularına daha emniyetli depo olarak (tıpkı bir zamanki Atina gibi) kullandıkları Roma Kenti, Tarih sahnesine çıkar. Kendi orijinal Kurumları ve Kuralları ile eski Grek Medeniyeti’ni siler, atar. Onun yerine, birçok bakımlardan Kadîm Grek Medeniyeti’nin hem aynı, hem gayrı, hem dostu, hem düşmanı, hem benzeri, hem zıddı olan ünlü “Orijinal” Roma Medeniyeti’ni kurar.
Kadîm Tarihte sayıları çok görülen bütün orijinal Medeniyetler, böyle art arda, batıp çıkmalarla yürümüşlerdir. Gerçekte insanlık ve medeniyet düşe kalka ilerlemiştir. İnsanlığın ve Medeniyetin BİR TEK olduğu hâlde, BİRÇOKorijinal tiplerde basamaklanması bundandır. Ve bu yalnız Yunan Medeniyeti ile Roma Medeniyeti arasında geçen bir ilişki değildir. Bütün Kadîm Medeniyetlerin ister istemez gidişidir. Orijinal ilk Sümer Medeniyeti’ni yıkmakla kalmayıp yerine yenisini kuranlar, Yukarı Barbarlık Konağına erişkin Agade Kentinden, bir su yolcunun oğlunu başbuğ edinerek, insanlığın en ünlü ilk “TUFAN”ını doğurmuşlardır. Onlar, Yukarı Barbarlıktan geldikleri için, orijinal Akkad Medeniyeti’ni kurabilmişlerdir. Ondan sonraki her orijinal medeniyet, hep öyle Yukarı Barbarlığın gelişmiş bulunduğu yeni bir BAŞKENTten fışkırmıştır.
Az çok orijinal Elam Medeniyeti “SUZ” kentinden, Fenike Medeniyeti SUR, SAYDA vb… kentlerinden, Mısır Medeniyeti ilkin -Irak’ın Ur kenti gibi- Nil ağzında, ırmakla denizin buluştuğu yerde Buto, sonra Delta tepesinde On kentlerinden yayılmıştır.
Güney Irak’ta doğan medeniyet, denizde köklerini Arabistan ve Hindistan hammadde kaynaklarına uzatmıştır. III’üncü Ur Sülâlesi zamanının bakır, kalay gibi hammaddeleri alışı ile, yapılmış nesne ve besi taneleri verişi, efsâneler yüklü UMMAN Denizi’nden olmuştur. Ama Medeniyet ağacının asıl karalara yatkın gövdesi, önce dik yukarı, Fırat ve Dicle boyunca Kuzeye yükselmiş, Semitlerin “Cennet”i Van Gölü çevresini bulmuştur. Kargamış’tan Batıya Fenike ve Mısır kıyılarına inmiştir. Doğu ırmakçılarını güderek Elam ve İran yaylasına tırmanıp Orta ve Uzak Asya’ya kol atmıştır.
Bu yaman Ortadoğu Ana-uygarlıklarından sonra, Doğunun büyük Kara kesimlerinde Hint, Çin Medeniyetleri, Batının Akdeniz kesimlerinde Grek ve Roma Medeniyetleri, hep ırmak veya deniz boylarında irili ufaklı ham hücreler gibi türemiş, Yukarı Barbarlık kentlerinde mayalanıp açılmışlardır. En son “kâr’ı kadîm” [eski zaman işi] orijinal İslâm Medeniyeti de, bildiğimiz, adını Medeniyet sözüne takmış “Medine” ile Mekke kentlerinde Yukarı Barbarlık kabuğunu çatlatmış, Dünya Medeniyetinin ilk büyük köprüsünü kurmuştur.

B- BARBARLIK NEDEN YENER?

Gerçek Tarih öyle geçti. Yazılı Tarih, Barbarlığın Medeniyet Tarihindeki büyük rolünü önemsemedi. O yüzden, Tarihin gidiş kanunları kavranamadı. Tarihte hiçbir kanun bulunmadığı iddiasına dek sapıldı. Nasıl her toplumun Tarihi, bir avuç imtiyazlının, kanlı yahut içkili ziyafet sofrası gibi yazıldı ise, tıpkı öyle, her Medeniyet Tarihi de, yeryüzünün bir avuç medenî insanının hikâyesi gibi anlatıldı. Tarihin yüzeyde görünmese de (kir, yağ içinde kaybolmuş otomobil motoru gibi) insanlığı götüren motoru: halk yığınları ve yığınları ikide bir durgun bataklık ölümünden dürtüp kımıldatan Barbar yığınları hesaba katılmayınca, koca Tarih, kör tesadüflerin cirit oynadığı bir esrarlı mucizeler ve kıyametler alanına döndürüldü. Doğruyu ve gerçek yiğitliği boğarak insanlığın gırtlağı üstüne oturmuş yalan azınlığı, kendi üstünlüğünü dayatmak için, Tarihin “insanüstü” güçlerle güdüldüğü masalını kuşaktan kuşağa belletmekle geçindi. Tarihse, ne düpedüz, ne tersine spiritüalizmlere aldırmaksızın, konkret [somut] insan yığınlarının ve Barbarların dinmez vuruşlarıyla yolunu aldı.
Tarihte geri bir toplum olan Barbarlık, nasıl oldu da ileri bir toplum olan Medeniyeti, hem de o kadar sık sık, rakkas düzeniyle alt edebildi?
“Tarihî Maddecilik” adına konuşanların bile “Kitapta yazmadığı” için “Tabu konu” saymaktan kurtulamadıkları bu sorunun tartışması uzun sürer. Barbarlığı Medeniyete üstün getiren güç, Tarihöncesi toplumu ile TarihçilToplum arasındaki sosyal yapı zıtlığından ileri gelir. iki düzenin binbir ve sonsuz ayırtları uzun sürer. Kısacası: Medeniyet Kişi çıkarcılığını (individüalizm), “Hürriyet” gibi güzel bir sözle giydirip kuşatmış bir düzendir. Barbarlık, geri ve ilkel de olsa Toplum çıkarcılığını (kollektivizmi) savunmaya bile kalkışmaksızın yaşayıveren bir rejimdir. Nedense üzerinde hiç durulmak istenmeyen bu gerçek, bütün Tarih kilitlerini açacak biricik anahtardır. Barbarlık, yırtıcılığı ile, yahut insanüstü talihi ile değil, elinde bilmeyerek tuttuğu o “İlkel Sosyalizm” adlı altın anahtarlardır ki, Tarihin, binbir ihtişamlı Medeniyet kapılarını açmıştır. O Barbar AÇIŞlarını, (FETİHlerini) bugün en basit ilkokul kitaplarında bile izlemek güç sayılamaz.
Burada uzun ayrıntıya girmemek için, Barbarlığın Medeniyeti yenmesine başlıca sebep olan en karakteristik, en ilginç iki olayı belirtmemiz yetecektir:
l- Barbarlığın “manevî gücü” sosyal gücüdür,
2- Barbarlığın “maddî gücü” ekonomik gücüdür.

1- BARBARLIĞIN MANEVİ-SOSYAL GÜCÜ:

Sosyalist bir toplumun yarattığı insan kişiliği ile özetlenebilir. Herodot’tan beri olayları oldukları gibi yazmaktan çekinmemiş bütün namuslu Tarih yazarlarından ve gördüğünü saklamayan yazarlardan hiçbirisinin gözünden kaçmamıştır: Barbar Toplumu ruh ve bedence eşsiz değerde üstün insan yetiştirir; Medeniyet toplumu ise -bütün o kişiyi (individü’yü=ferdi) abartma çabasına rağmen, daha doğrusu dahhameleştirme (hyper-trophie’ye uğratma-irileştirme) çabası yüzünden- insanı bedence ve ruhça alçaltır. Barbarın insanlığındaki üstünlük: eşitliğinden,doğruluğundan gelir. Medenînin insanlığındaki alçaklık: eşitsizliğinden ve yalancılığından ileri gelir. Barbar toplumda, bütün kişiler görevlerindeki ayırtlılık ne olursa olsun, normal bir vücudun her canlı hücresi gibi birbirleriyle eşit haklı kardeşler durumundadırlar. İnsan bünyesinde olan, Medeniyet Toplumunda kişiler, bir vücutta birkaç hücrenin ötekiler zararına büyümesi gibi, alabildiğine “Hür” ve “Şahbaz” davranırlar. Aşırı hücre büyümesine, hekimlikte “UR” denir. Medeniyet, bir azınlığın “Kişiliğini” büyülteceğim diye kanserleştirir. Kanser nasıl, bir süre iri, yaman hücrelerin vücudu haraca kesmesi ve aşırıca büyümesi iken, en sonunda hem vücudu, hem dolayısıyla kendisini yok olmaya sürükleyen bir hastalıksa, medeniyetin ortaya çıkardığı imtiyazlı kişiler de, insan toplumu içine cangıl kanunlarını sokmakla, insanlığın iç ilişkilerini hayvanlaştırıp, kişiliği geliştirmekten çok kangrenleştirir. Yalanı doğrunun yerine, kurnaz kalleşliği zeki yiğitliğin yerine geçirince en seçkin kişi alçaklıklarıyla çürür.
İnsanının Medeniyetteki soysuzlaşma mekanizması açıktır.
Yalan niçin söylenir?
Karşısındakini aldatmak için.
Bir insan neden aldatılmak istenir? Onun çıkarına aykırı davranıldığı ve gücünden de korkulduğu için.
Bir insanın yaşadığı aynı toplum içinde öteki insandan ayrı çıkarlı ve ayrı güçlü olması nedendir?
Aralarında sahici kardeşliği sürdürecek olan bir eşitliğin bulunmamasında...
Demek, Barbar insan ile medenî insan kişilikleri arasında açılan derin uçurum, en başta sosyal eşitsizlikten doğar. Medeniyet insanları: KÖLEler ve EFENDİler diye ikiye ayırdığı gün, ne kölede, ne efendide doğru ve yiğit insanlık kalmaz. Barbar toplumda köle ya yoktur, yahut aile içinde eksilmiş bir kişinin yerlerini tutan üyedir. Aileler ise, mutlak bir eşitlik kaynaşması yaşadıklarından, Barbar insanlar hep birden kardeş durumundadırlar.Kan davası, Barbar toplumda tek kişinin herkesten ayırt edilmediğini, bütün toplum kişilerinin Kan Kardeşiolduklarını ispat eder. Medeniyet, eşit kardeşliğe dayanan her türlü ilişkileri yıktığı, toplum içinde zıt ve düşman ilişkileri kanun ve ahlâk hâlinde yaydığı için, insanlar korkuya kapılıp, yalana başvururlar.
Barbarlar hiç mi yalan söylemezler?
Tabiî burada, katışıksız Tarihöncesi insanı olan Barbarı gözönünde tutuyoruz. O sosyalist düzenin kişisi Barbar, kendi toplumu içinde, kendi KANDAŞlarına karşı yalan söylemeyi bilmez. O yüzden de, toplum içinde sihirbaz ve büyücü gibi ileriki sınıf ayrılıklarına yer yapan kişilerin sözlerine bile, sırf kendisinden oldukları için kolayca inanır. Ancak kendi toplumu dışındaki düşman yabancılarla savaşırken “Savaş hilesi” kullanır. O hilesinde dahi, Barbarın Medenîden her zaman, daha yiğit ve cömert davrandığı her Tarih sayfasında açıkça okunur. Savaş hilesi başarı kazanıncaya dek kısa bir süre, acı ilâç gibi kullanılır. Düşman yenildi mi, ona karşı dahi Barbar, harp kanunları dışında medenîden daha bağışlayıcıdır. Dostluğu gibi düşmanlığında dahi doğrudur. Böylece TARİH (unutmayalım: Yazılı Tarih) sahnesinde, yeryüzünü tutan iki zıt tip insan ortaya çıkmış bulunur:
l- Yalancı, korkak medenî insan,
2- Doğru, yiğit Barbar insan...
Şartsız, kayıtsız bütün Tarih yazarları bu gerçeği örtbas edemezler.
Bu neden böyle olmuştur?
Elbet, insanın, boyuna iddia edildiği gibi, KİŞİ olarak kendi “Doğasından”, “Cibilliyetinden” değil. İnsan hep aynı“doğa” varlığıdır. İçinde yaşadığı toplum değişmiştir. Barbar toplumda insanlar eşitçe yaşadıkları için kardeşolurlar. Medenî toplumda insanlar, zıt çıkarlı eşitsizliğe düştükleri için, birbirlerine düşman kesilmişlerdir. Nitekim, Tarihte, dünkü kardeş tutumlu, doğru-yiğit Barbarlar, Medeniyet eşiğini atlayıp, azıcık ayrı seçi geçinmek medeniyetine bulaştılar mıydı, gittikçe, eşitlikleri ve kardeşlikleriyle birlikte, ister istemez, doğruluklarını, mertliklerini, yiğitliklerini de yitirirler. Gün günden, birbirlerine yan bakan, yalancı, korkak ve bu ruh aşağılığının bedene vurmasıyla, daha hastalıklı, daha az sağ, esen, daha çok gebeş veya cılız olurlar. Bunun üzerine, artık en mükemmel teknik ve örgüt imkânları medenî insanın elinde bir işe yaramaz. Mehmet II’nin İstanbul’u Fethinde görüldüğü, gibi, Tarihöncesi gelenek ve göreneklerini, Barbarlık tutumunu daha az yitirmiş olan toplum insanları, çok eski ve yüksek medenîlerin ellerindeki tekniği de, örgütü da onlardan alıp onlara karşı başarıyla kullanırlar.
Barbarlıkta, ilkel de olsa, sosyalist bir toplumun doğru, yiğit yetiştirdiği her kişi, kendiliğinden kahramandır. Medeniyette mumla yiğit aranır, en ucube kişilerden zorla kahraman çıkartılmaya çabalanır. Orhan Gâzi’nin bütün yoldaşları, kendisi kadar Gâzi idiler. Makedonyalı İskender, Avrupa’dan Asya’ya geçmeden, bütün varını eşit arkadaşlarına dağıttı. Osmanoğullarından Fatih Mehmet, Asya’dan Avrupa’ya geçişte İskender’e karşılık davrandığını belirtirken, varını yoğunu çevresinde ülküleştirdiği İlblere üleştirdi. Her iki “Cihangir” de, bu davranışlarıyla, hiçbir eski medenînin (Ne Acem Kisrâsının, ne Bizans Kayserinin) yapamadığı şeyi yapmışlar: Barbarlığı, mal da ortak, can da ortak diye bilen Tarihöncesi Sosyalizminin geleneğini diriltmişlerdir. Medeniyette “Mal canın yongası” olup, can da alınır satılır nesne durumuna girince, ne doğruluk kaldı, ne yiğitlik. Kendilerini Allah sanan ödleklerle, insanlıktan çıkardıkları kul köleler “KİŞİ” haysiyetini sıfıra indirdiler. Jan Jak Ruso’nun, Modern Çağı açan ünlü tezi, medeniyetin insanı yükseltmeyip alçalttığını ispat ettiği için ödül kazanmıştır. Çünkü o zaman, “doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovmaya” iyi bakmayan yeni bir sınıf insan, yeni bir ekonomi düzenini, üretimi sosyalleştirecek gidişi, Kapitalizmi savunuyordu.
Kadîm Toplumlarda, Medeniyet ilerledikçe, insanın daha ele alınmaz kertede, yaratıcı olan Zekâsını yitirip, KURNAZ, kalleş, alçak ve hain, korkak duruma girdiğini Tarihler açıklamakla bitiremezler. Tersine, bütün Barbar Toplumlar, bir yol, eski eşit kardeş İlkel Sosyalist düzenlerini yitirip Medeniyete kardıktan sonra: kendilerini, ansızın“CENNETTEN KOVULMUŞ” bulurlar. Göçebe Semitler ezelî geleneklerinde acı acı anlatırlar: Âdem’le Havva’nın “ŞEYTAN”a uyuşu: Barbarın Medeniyete girişini, bir türlü kendi kendisini affedemeyişinin ölmez belgesidir.

II- BARBARIN MADDÎ-EKONOMİK GÜCÜ:

Doğru, yiğit Barbar insan, yalnız o manevî gücüyle kalsaydı, koca koca medeniyetleri yıkabilir miydi?
Aslâ.
Medeniyet, bir bakıma: doğruyu yalanla boğmak, yiğidi kalleşçe yenmek, aslanı tilkiye yedirmek düzenidir.
Hiç, saf Barbarın manevî gücünü, İlkel Sosyalist ahlâkını, üstün sosyal davranışını yok etme kolayını mı bulamazdı?
Kaç defalar defası, “öte yana bile geçmişti”. Geçiyordu, geçecekti. Yeter ki, “Şeytan”dan daha aldatıcı maddî temeli, Medeniyet nimetlerinin göz kamaştırıcı bolluğunu sağlayan maddî temeli, ekonomisi çökmesin...
Demek, Barbar insanın medeniyete üstün gelmesi için birinci şart, medeniyet temeli olan kandırıcı ekonomi gelişiminin durması ve çökmesidir. Yalnız bu şart, Tarihte Medeniyetlerle Barbarların altüst gidişleri içindeki akımın olumsuz (menfi) kutbudur. Soyut eksi kutup, bir elektrik akımı için nasıl yetersiz ise, tıpkı öyle, Tarih altüstlüklerinin gidişi için de tek başına Medeniyet ekonomisindeki çöküş yetmez. Barbarlığın, o yıkılışa karşı artı elektrik kutbu gibi, olumlu bir ekonomi gücü getirmesi gerekir. Ve nitekim, getirmiştir de...
İnsanlık Tarihi, Sosyal- Ekonomik Determinizm kanunlarıyla yürür. Bu determinizm ÜRETİM temeline dayanır. Üretimin içinde yalnız yaşayan bir kuşağın geçim maddeleri yoktur; geçmiş gelecek kuşakların geçineninsanları da vardır.
Maddî ekonomik ilişkiler deyince:
1) Maddî üretim kadar,
2) İnsan üretimi de akla gelmelidir.
Geçim maddelerini yoktan var etmeye basitçe ÜRETİM dersek, geçinen insanları yoktan var etmeyeÜREYİM adını verebiliriz. Barbarlık bu iki alanda, üreyim ve üretimde olumlu olduğu için maddî güç ve tarihsel rol oynar.
Barbarın insan üreyimi, bundan önceki “manevî” dediğimiz sosyal olumundan anlaşılır. Barbarlık, doğru, yiğit insan üretir. Doğru, yiğit insanlardan kurulmuş sağlam Barbar örgüt, bir sürü yalancı, korkaklarla dolu orduları bozguna uğratacağı bir ortamda, ekonomi temelleri çöken Medeniyet önünde Tarihsel görevini başarır. Medeniyet ekonomisi verimli kaldığı sürece, İlkel Sosyalizmin insan üretişi, medeniyet nimetleri denilen Şeytanın “iğvâ”sına [ayartma, azdırma, baştan çıkarmasına] uğrar. Gelir, medeniyet zalimlerinin emrinde aylıklı asker olur. Onun için, insan bilincinin arz ve talep kanunu ile nesnelerin gidişi üstüne çıkamadığı, “matahlar fetişizmi”nin her şeye ağır bastığı Kadîm Medeniyet Çağlarında, insan üretimi ne kadar değerli olursa olsun, madde üretimine bir çıkar yol getirmedikçe etkili olamaz. Maddeler insanı ezer.
Barbarlığın, çıkmaza girmiş kadîm medeniyet ekonomisine getirdiği üretim gücü, gene, Tarihöncesi Toplumununİlkel Sosyalizm yapısından ileri gelir.
Her ekonominin bir Üretim, bir de Mülkiyet ilişkileri olur. Üretim: ekonominin özü, mülkiyet ekonomininbiçimidir.
Öz mü önemlidir, biçim mi? Muhteva (içeride olan) mı esas rol oynar, şekil mi? Zarf mı, zarflanan (mazruf) mu?
Ancak skolâstik ve metafizik düşünce için tükenmez çekişme konusu olur. Gerçekte her iki kutup en az birbiri kadar “önemli”, “esas”tır. Öz biçimden, biçim özden ayrı düşünülemez. Varlığın: canlı-cansız, maddî-sosyal her alanında olduğu gibi ekonominin de özü ile biçimi, zarfı ile mazrufu, muhtevası ile şekli arasında aynı önemde karşılıklı ETKİ-TEPKİ vardır. Biçim nasıl iç özü çekip çevirirse, öylece öz de biçime kendi düzenini verir.
Özün (muhtevanın) biçime etkisini şimik [kimyasal] elemanların içyüzlerini bilen herkes tanır. Kurşun atomu içinde, (protonlar değil, hepsi de protonların 2 binde biri kadar tutmayan) elektronlar 82 tanedir. Bu elektronlardan, çok değil iki taneciğini çıkartsak, kurşun cıva olur, üç tanesini çıkartsak kurşun altın olur. Demek madde varlığının iç özünde, muhtevasında 164 binde l ilâ 3 derecesinde ufak değişme, maddenin biçimi olarak kavradığımız gerçekliğinde kurşunla cıva ve altın arasındaki değişiklikler derecesinde yaman başkalıklar yapar.
Tersine, biçimin (şeklin) öze (muhtevaya) etkisi daha az olmaz. Gene kimya bakımından elmas da, grafit de aynı KARBON elemanıdırlar. İkisinde de ne proton, ne elektron sayısınca en ufak değişme yoktur. Bu protonla elektronların içinde bulundukları biçimler başkadır. Röntgen ışığı ile bakılıyor. Elmas atomlarının biçimi “tétraédre” (dörtyüzlü) denilen üçgen piramitler şeklindedir. Onun için elmas pek sıkı yapılıdır: dansitesi-yoğunluğu 3514’tür, en büyük ölçüde serttir, şeffaftır ve elektriği geçirmez... Grafit, oturağı “hekzagonlu” (altı köşeli) ortası kalkık (décalé) prizmalar biçiminde atomlardan yapılmıştır. Onun için dansitesi 2000’e düşer, kolayca pul pul olur, ışığı emdiğinden kapkaradır, elektriği geçirir.
Bir sözle, içlerindeki protonları ve elektronları aynı olan aynı karbon elemanı, aldığı biçime göre elmas iken, sırf biçim değiştirmekle kömüre döner. Bu en yalınkat ve en yüce varlık kanunu, canlı, cansız varlıklar ve insan toplumları gibi, ekonomi ilişkileri için de aynen yürürlüktedir. Toplum ekonomisinin özü Üretim, biçimi MÜLKİYETtir derken bunu anlamalıyız. Toplum üretiminde ne zaman değişiklik olsa, er geç, toplum ekonomisine biçim veren mülkiyet de ona uygunca değişmiştir. Tarım ve sanatlar işbölümü, Tarihöncesi ekonomisinin özünü, içeriğini değiştirir değiştirmez, o Barbar Sosyalist Toplumunun ORTAK MÜLKİYET biçimi yerine, güneşte karın erimesi kadar gürültüsüzce, doğallıkla ÖZEL MÜLKİYET, KİŞİ MÜLKİYETİ denilen ekonomi biçimi geçti. Ekonominin biçimi, özün değişimine uymazsa, bütün Kadîm Medeniyetlerin başlarına gelen olur. Elmas parlaklığında göz kamaştıran bir Medeniyet gitgide kömürleşiverir.
Bugün, insanlık, atom çekirdeğini çözecek kadar ilerledi. Henüz grafiti, elmasa çevirmenin yolunu bulamadı. Ekonomi özünü, biçimin soysuzlaştırması o kadar yamandır. Yedi bin yıldır, elmas gibi insan kuşaklarını; yalan, korku kömürüne çevirmiştir. İlk sosyalizm biçimindeki değişme ancak fark edilebilip bilince çıkarılıyor. Geçen uzun işkence yıllarında insanoğlu, hep Cennet ülküsü ile yeni ÖZEL, KİŞİ biçiminin uğrattığı biçimsizliğe karşı savaşmaktan bir türlü geri kalamadı. Kadîm ekonominin özünü, Modern ekonomi özüne çevirinceye dek, elindeki araçların elverdiğince, bir çeşit simyacı çabasıyla, grafiti elmasa çevirmenin yolunu zorlamıştır. Bir kere grafitleşen eski medeniyeti elmaslaştıramamışsa da, medeniyet dışında yeraltı elmas madenleri gibi duran az çok körpe Barbar yığınlarından her defasında aldığı elmas elemanıyla, yeni ve azıcık daha ileri bir başka Medeniyet pırlantası işlemiştir. Sonra o pırlanta da, biçimi, iç öz değişmeleri kapsayamadığı için, kömürleşmiş, ama insanlık, Barbarlığın gittikçe azalan elmas madenlerinden tâze elemanlar alarak, daha başka Medeniyet pırlantaları yontmaktan bıkmamıştır... Edebiyat yapmıyoruz. En karışık Tarih olayının anlaşılır olması için, en basit Doğa olayı ile paralelliğini belirtiyoruz.
Barbarlığın, kömürleşmiş bir medeniyet ekonomisindeki iflâsa rağmen yılmayıp Tarih alanına koyduğu (doğru-yiğit insan olmasından başka), üretim özünü yeniden pırlantalaştıracak, insanlığı yeni ve daha ileri bir Medeniyete ulaştıracak olan ekonomi biçimi, Medeniyetin içinden çıkılmaz kördüğüme çevirdiği Toprak Düzeninde ansızın başarıverdiği sosyal rönesanstır. Barbarlık o rönesansı, bugün bile değme geri kalmış ülkenin göze alamayacağı derinlikte “toprak reformu”nu, “insan reformu” adı verilebilecek devrimle birlikte gerçekleştirir. Bütün gücü ve bütün başarısı buradadır. Barbarlık, Toprak ve insan reformunu, bugünkü anlamıyla bilerek veya düşünerek değil, söz yerinde ise “inconscient” olarak (bilinçsizce), daha doğrusu içinden çıkageldiği Tarihöncesi toplumunun hem otomatik hem ayık davranışlı bir çeşit uykuda gezeri, yahut cezbeye kapılmış, kendinden geçmiş misyoneri gibi yapar. Hun ve Cermenlerin, yarı aç, yarı çıplak ordular hâlinde, en iyi silahlara, zenginliklere bilgi ve tecrübelere, düşünce ve kültürlere sahip muazzam Roma İmparatorluğu’nu talana gidişi gözönüne getirilsin. Moğolların Çin sınırı çöllerinden, Türklerin “Horasan illerinden” “yaradana sığınıp” ok ve yayla, yayan “Kızıl Elma”lı Bizans’ı vurmaya gelişleri gözönüne getirilsin. Bu iki göçebe akının Tarihçe tam ortasında, cinlerin aklına gelmez Hicaz çöllerinde unutulmuş Mekke kentinden, kırk kişicikle, “El Arâb’ü eşeddü minennâs” (Arabistan’ın göçebe Barbar bedevileri insanların en yamanları) dediklerini kervana katıp, bilmediği yazıyla zamanın en kudretli mutlak imparatorluklarını açıkça “dine davet” eden İslâmlık gözönüne getirilsin. Eski Medeniyetler gibi kahpelik bilmez. Açıkça amacını bildirmek erliğini de önceden göstererek, haberlice saldırır. Orta Barbarlığı (Bedevileri) peşine takmış İslâm Yukarı Barbarlığı, Tanrı adına Bedir’de beş on kişiyle babaları oğullara kestirerek, ilkin kendi öz Kentinin kervanına baskınla işe başlar. Sonra, binlerce “Mümine” (inanmışa), yüz binlik Medeniyet ordularını bozduran “mucize” dolu “Gazve”ler, (kutsal çete savaşları) gözönüne getirilsin. Bütün o inanılmaz hengâmelerin hep DOĞU-BATI büyük kervan yolları üstünde tozu dumana kattıkları hiç gözden kaçırılmasın. Batı Ortaçağının çözülüşünde sırları hâlâ çözülememiş ve çözülemez gibi duran “Haçlı Sefer”lerinin gözü dönmüş Hacı-Şövalyeleri de öncekilere katılsın. Bu gidişlerde, insan yığınlarının, akıl, fikir, düşünce, mantıktan çok, önden çekici, arkadan itici görünmez güçlere uyup akan deli sellere döndüğü kolay anlaşılır.
Barbar akınının ele geçirdiği, daha dokunaklı deyimi ile “FETH” ettiği (yani Barbar Sosyalizmine açtığı) ülkeler, hep DEREBEYLEŞMİŞ daha önceki Kadîm Medeniyet topraklarıdır. Bir avuç ve sayıları azaldıkça soygunları ile baskıları (İslâm deyimiyle: “Zulüm”leri) artan imtiyazlı efendiler, o toprakları çorak çöle, çalışanlarını (Osmanlı deyimiyle) “Yerlerin Esiri”ne çevirmiştirler. Bu pırlantanın kömüre dönüşü: kadîm medeniyette ÖZEL MÜLKİYET anlayışından çıkma bir biçim yüzünden özün bozulmasıdır. İlkel Sosyalizm düzenli Tarihöncesinden gelen Barbarda böyle bir KİŞİ MÜLKİYETİ -kavramı iyi midir? Kötü müdür? Gevezeliği bir yana- tek sözleYOKtur. Barbar, zapt ettiği yerleri kendisine “ÖZEL MÜLKİYET” yapmayı umursamaz. Barbar, benliğinde ülküleştirip sosyalleştirdiği, yani Barbar Toplumunun bütün kişilerine malettiği Ortak “Şeref” duygusu, yahut“Din” çabası içinde can verip, şan almaya kanmıştır. Çok defa öz çekirdeği -Nâmık Kemal’in “400 aslandan bu Vatan kaldı bize yâdigâr!” şarkısındaki kadar- küçük bir İlbler (Gaziler) topluluğudur. O bir avuç denecek gözü pek insan -ama Medeniyetin bir avuç imtiyazlısı gibi yalnız kendi vurgununu ve toplum zararına keyfini düşünmeyen Barbar insan- özel kişi çıkarcılığını bilmediği için (Tarihöncesi Toplumunda öyle şeyleri pek öğrenmediği için), önüne gelene güvenç, sempati ve antuzyazm (sevgi, saygı ve şevk) veren vurucu güçtür. Bir vuruşta, koca koca ülkeleri, kıtaları önüne serivermiştir. Nasıl olduğunu kendisinin de bilmediği, ancak kutsal gizli güçlerin kendisine bağışladığına inandığı bütün o biraz da gökten inerce kazanılmış nimetlerin hepsini ÖZEL cebine mi indiriverecek? Böyle küçük bir KİŞİ ÇIKARCILIĞI (“Şahsî mülkiyet” anlamı): Barbar insan için, İlbliğin (Şövalyeliğin) şânına yakışmaz, değer alçaltıcı, haysiyet kırıcı bir hırsızlık gibi gelir. Doğru-yiğit Toplum Öncülüğünü, “Peygamberliği”, gönül körleten dünya malına parayla pulla satmak, her kutsallığı hepten yitirmek, yahut Tanrıya isyan etmek, yıktığı zâlim inançsızların alçak durumuna düşmek, dolayısı ile de Göklerin Gazabına uğramak gibi gelir. Barbarın çok alçakgönüllü benimseyim ve tüketim alışkanlıkları için de ÖZEL KİŞİ tamahkârlığı anlaşılmaz bir medeniyet illetidir. Timur, ezdiği Osmanlı Paşası Timurtaş’ın hazinelerini görünce, savaş tedariki yapacağına bunca mal yığan zihniyeti tiksintiyle kınar. “Ne verirsen elinle, o gider seninle” İslâm prensibi, Barbar sosyalizminin öldürülememiş geleneğidir.
Onun için, zafer kazanılır kazanılmaz; çökmüş medeniyette temizlenen bir avuç üstün zâlim derebeyi tabakasının ÖZEL MÜLKİYETİ altındaki topraklar, bir vuruşta hürleştirilir. Kişi takıntılarından kurtarılır. Namuslu ve şerefli İlbler, Toplum Mülkiyetli Tarihöncesi Sosyalizminden geldikleri için, medenileri o kerte gözü kararmış duruma sokan Kişi Mülkiyeti hastalığına bulaşmadan, geniş toprakları ÖZEL MÜLKİYETleri altına sokmayı gayrimeşru, “Şeriata aykırı” sayarlar.
Kimin olacak bunca yerlerin MÜLKİYETİ?
Barbara göre hiç kimsenin, daha doğrusu, içinden gelinen İlkel Sosyalizm görenek ve geleneklerince, herkesin, yani toplumun ORTA MALI olacaktır yerler. Arap Yukarı Barbarlığının Müslüman düsturu ile: (Gazilere bir kuru geçimlik tek tük paylar dışında kalan) geniş toprakların “RAKABE”si (MÜLKİYETİ) “Beytülmâl’i müslimin”e (bütün Müslümanların Malevine) düşer. Osmanlı göçebeliğinin Anayasa bildiği Şeriat “Fıkh”ı (Medenî Kanunu) gereğince Müslümanların orta malı (Toplum Mülkü) olan “Mirî Toprak”lara Padişah bile sahip çıkamaz. Barbarlık, Toplum mülkiyetine adadığı toprakların yalnız mülkiyetine değil, tasarrufuna (kullanılıp işletilmesine) dahi el atma hakkını kendinde görmez. Mâdemki kendisi, İlb de olsa, görevi insan yaşayışında hak ve adaleti sağlamaktır, toprağı bilfiil işlemeyecektir. Toprağın tasarruf hakkı, toprağı bilfiil işleyenlerindir. Medeniyet illetine tutulmadan önce Barbarlar, ne ÖZEL MÜLKİYET, ne de KİŞİSEL TASARRUF sahibi olmayı akıllarından geçirmezler. Bütün istedikleri, ömürlerini at üstünde [geçirerek] zulüm dünyasına adalet saçabilmekti; yalnız bir lokma ekmekle üstünde pala sallayacağı atını beslemeye ancak yetecek (Osmanlı şeriatında Zaime -büyük beylere- 50.000, Timarluya 3000 akça… 100 akça l kuruş, 10 kuruş l gümüş lira hesabıyla, yıllığı 50 lira) bir “Dirlik”tir. Fazlası gelirse, onun da akçasına dokunulmaz: ayrıca, aynı ölçüde (beylerle mutlak surette eşit) akçayla yetişecek bir “Cebelû” Halk ve Hak bekçisi, “Şeriat” fedaisi daha beslenir.
Barbarlığın, derebeyleşmiş saltanat yıkıntıları üzerinde kalan halka getirdiği sosyal düzen budur. Sonraki soysuzlaşmaları bir yana: daha önceki medeniyetin KİŞİSEL ÖZEL TOPRAK MÜLKİYETİ, o ân için yeryüzünden topluca kaldırılmıştır. Yerine Barbarlığın iddiasız, çıkarsız İLKEL SOSYALİST MÜLKİYETİ kendiliğinden geçirilmiştir. Buna biz, Modern SOSYAL DEVRİMin ersatz’ı(*), karşılığı olmak üzereTARİHSEL DEVRİM adını veriyoruz. Tarihsel Devrimle, önceki medeniyette yerlerin kölesi olmuş halk yığınları bir anda mutlak surette eşit toprak tasarrufu bulunan, imansızca soygun ve baskıdan kurtulmuş üretmenler durumuna girdikleri için, Barbarlara kucak açmazlarsa, kafa da hiç tutmazlar. Tarihsel Devrimle, önceki medeniyette derebeyliği KİŞİSEL-ÖZEL mülkiyet kabuğu altında, (kalın çelik pabuç içindeki Çinli kızın ayağı gibi) sıkılıp dumurlattırılan ÜRETİM özü, yeni baştan kurulmuş sosyal düzene kavuşur. Tarihsel Devrimlerin, bütün insanlığı harman yangını kadar şaşırtıcı çabuklukla sarıp kaplayışında ve yeni doğan medeniyetin, çökmüş medeniyette artık durmuş bulunan gelişmeyi yeniden ele alışındaki “MUCİZE” belirir.
Böylece manevî MÜLKİYET ilişkileri ile maddî ÜRETİM ilişkileri arasında zaman zaman görülen birbirini İNKÂR ve sonra İNKÂRIN İNKÂRI biçimindeki ETKİ-TEPKİler, Kadîm Medeniyetler Tarihinin, daha doğrusu, Modern Medeniyetten önceki insanlık Tarihinin gidişini belirlendirir.

C- TARİHSEL DEVRİMİN SONU

İki adım ileri, bir adım geri yapan zikzaklarla Tarihin gidişinde: hep bir Barbarlık, köhneleşen bir eski medeniyeti yener. Sonra Barbarın kendisi de kurduğu medeniyet çıkmaza girince başka Barbarlara yenilir. Böylece Kadîm Tarih: Barbar yığınların dalga dalga med ve cezirlerle Medeniyete açılışları Tarihi olur. Bu gidişte Barbar, sırf BARBAR (Yabancı yırtıcı güç) olduğu için değil, Tarihöncesi Toplumunun SOSYALİST insanı olarak rol oynar. Rolünün bilinci kafasında BİLİNÇten çok İNANÇa dayanır. Davranışının ne sebeplerini, ne sonuçlarını kavrayamadığı için, yalnız mistik (gerçekle bağı belirli olmayan) bir: insanları yola getirmek, “Dünyayı düzeltmek” büyüsüne kapılır.
Kadîm toplumun Barbar olsun, Medenî olsun her insanı için o batıp çıkmalar (TARİHSEL DEVRİMLER), her türlü determinizm dışında bir FATALİZM gibi gelir. Ama Tarihin kendisi için, ortada hiçbir fatalizm yok, en kesin DETERMİNİZM vardır. O determinizm, Kadîm Toplumun ÜRETİM temelinden ileri gelir.
İlk Sümer Kenti UR’dan beri, her medeniyetin (Modern Medeniyet dışındaki bütün medeniyetlerin) başlıca üretimi, bezirgân ilişkili TOPRAK ekonomisine dayanır. Modern Kapitalizm de bir bezirgân ekonomisidir; insan bilinci ile değil, malların arz ve talep kanunlarıyla güdülür. Ancak, Modern üretimle Antik üretim arasında taban tabana zıtlıklar vardır. Kadîm medeniyetin bezirgân ekonomisi: Tarihöncesinden gelme SOSYALİST mülkiyet düzeni içinde küçük köylü ve esnaf işi olarak KÜÇÜK ÜRETİM olmaktan bir türlü çıkamaz. Küçük üretimin tek kişilik iş oluşu, kaçınılmaz KİŞİSELLİĞİ: bir yandan üretimin verimini tek kişinin gelenek ve göreneği çerçevesinde sınırlandırır, tek kişinin emeğini küçük aygıtlar ve dar yöntemler çerçevesi içine hapseder, öte yandan, herkesçe yontulduğu için kimse farkına varmadan aşındırılan Tarihöncesinin sosyalist mülkiyetiniparçalayıp yok eder. Modern medeniyetin kapitalist ekonomisi, tersine, geleneksel küçük üretimin kendi boyuna göre biçtiği KİŞİ MÜLKİYETİ dokunulmazlaşmış, özel mülkiyet ilişkileri içinde doğar; fakat üretimi sosyalleştirmekle işe başlar: KOOPERASYON yolu, daha birçok esnafı bir çatı altında bölümlü iş parçalarına göre uzmanlaştırırken; bir yandan da işin sosyal (topluca yapılma) niteliği VERİMİni arttırır; öte yandan aynı işyerinde gelişen işbölümü her gün gelişen uzmanlığa uygun yeni yeni aygıt ve avadanlıkların keşif ve icadına yol açar, büyük üretime, makineleşmeye gider.
Kadîm bezirgân ekonomisi küçük üretimin yerinde sayması yüzünden bir DAR YENİDEN ÜRETİMdir. Modern Kapitalizm, gittikçe büyüyen ve makineleştikçe sosyalleşen büyük üretim sayesinde, daima genişlemeye eğgin-yatkın bir GENİŞ YENİDEN ÜRETİM sağlar. Modern kapitalizm de, insan bilinciyle düzenlenmekten uzak, malların arz ve talep kanununa göre uğradığı inip çıkmalara, yarattığı krizlere, sınıflandırmalara, tekellere rağmen üretimin sosyal karakteri, geniş yeniden üretimin yalnız hızını kesebilir, ama gidişini, her gün yeni keşif ve icatlarla daha bol ve aşırı ürün yaratan verimini durduramaz. Kadîm bezirgân ekonomisinde, tersine, üretim temeli, her orijinal medeniyet için özel çapta belirli sınırları bulunan dar yeniden üretim olduğu için, toprağın ve endüstrinin sağladığı ürünler, her medeniyette bir sınıra kadar gelişir. O sınıra gelindi mi, ne maddi ÜRETİM, ne manevî MÜLKİYET ilişkilerinde medeniyetin hiçbir sosyalleşme imkânı kalmaz. Tersine, küçük üretimin zırhlaştırdığı kişisel mülkiyet kabuğu, her gün biraz daha kalınlaşıp katılaşan derebeyleşme ile, üretim özünü biraz daha sıkıp ezerek dumura uğratır. Artık ilerlemek şöyle dursun, her şeyde gerilemek, kıtalmak [boğazlaşmak, savaşmak] azıtır. Kadîm medeniyetlerin bütün trajedisi gelir, hep dar yeniden üretim alınyazısına dayanır.
Aradan binlerce yıl geçtiği hâlde: ilk Sümer kentindeki ziraatla, Mısır, Babil, Fenike, Med, Pars, Eti, Girit, Ege, Grek, Yunan; Hint, Çin, Roma, İslâm “orijinal” medeniyetlerinde olduğu gibi, Ana-medeniyetlere oranla bir gerileme olan ARAÇAĞlarda ve onlardan sonra gelen RÖNESANSlarda, en sonuncu Avrupa Ortaçağı ile Osmanlılıkta toprak üretimi TEKNİK bakımından hemen hemen farksız denecek durumdadırlar. VERİM bakımından durum daha da acıklı olur. Her medeniyet, üzerinde geliştiği toprağı, modern deyimi ile: “EROZYON”a uğrattığı için, ilerleme çarçabuk gerilemeye yüz tutar. Ve insanlık, yeni bir medeniyet kurabilmek için, az çok ziraatın toprak verimini telâfi edebilecek taze, “EROZYONSUZ” topraklara doğru açılır. Doğanın Sübtropikal ırmak boylarındaki cömertliği, daha sonraki medeniyetler için yoktur. Her yıl, ırmağın taşıdığı taşkın millerle toprağın doğal olarak gübrelenmesi, gübreleştirilmesi, Irak, Mısır, Hint, Çin ana ırmakları dışında görülemez. Onun için bu ülkelerin zenginlikleri ve bollukları Modern Çağa dek dillere destan olmuştur. Fakat oralardaki medeniyet kör dövüşleri, sulama kanalları gibi ileri teknik elemanını bile insanlığın başına “TUFAN” açar hâle sokmuştur, insanı çürütmüştür. Bu çürüyüşü “Barbar aşısı” bile iyice giderememiştir.
Bereket, bir kere Sümer’de ve Babil’de atı alan insanlık Üsküdar’ı geçmiştir: Irak’ın madencilikte başardığı güçlü gelişme, sübtropikal iklim dışında tarımı mümkün kılan demirin keşfiyle demir balta ve saban, insanı ve toprağı aşınmış yerlerden ötelerde tarıma yol açmıştır. Ancak, yeni yerlerde az çok daha yeni tek tük tekniğe dayanan orijinal medeniyetlerin, sübtropikal ırmak imtiyazları bulunmadığı için, “erozyon”ları daha çabuk görülmüştür. Medeniyetin doğduğu noktada durmayıp, yeryüzünün daima daha kızoğlankız bölgelerine doğru, basamak basamak göç etmesi gibi, sonraki medeniyetlerin sübtropikal (Irak, Mısır, Hint, Çin) ırmakları boyunda doğmuş medeniyetler kadar uzun ömürlü olamamaları da bu mekanizmaya dayanır. Bugünkü Türkiye ile, dünkü Osmanlı sınırları içinde yedi bin yıldır doğmuş, ölmüş bütün Kentleşmeler ve Medeniyetleşmeler, birkaç kuşak sonra, demirin kazdığı ormandan kalma toprak verimini çarçabuk tüketmiştir. Her İlkel Sosyalizmden gelmiş yeni yerlerde açılan tarlalar, Tarihte, “Tavâif-i Mülûk” dediğimiz devletçiklerin ömürleri kadar kısa süreli birer tarım verimi sağlayabilmişlerdir. Küçük üretimin toprağı gübreleme çabaları ve nadas bırakmalar: ilk sosyalist Barbar insan, özel mülkiyeti kişi derebeyliğine kardırdıkça, daha yetersiz kalmışlar, eski orman yaratığı bereketli ekim toprağını bir daha geriye getirmemiştirler. Tarlaların verimi tükendiği oranda insanın emeğine çullanan güdücü üst sınıfların, bezirgânlıkla el ele vererek mal iradını para iradına ve tarlacıkları “Malikâne”lere, (Latifundia tipinde büyük Kesim-Mukataa-çiftliklerine) çevirmeleri, köle ekonomisinin kısırlaştırıcı baskısını ve kıtlıkları arttırmaktan başka sonuç vermemiştir. Kadîm Çağda en büyük, en yaygın geçim yolu olan ana üretim TARIM bu olunca, tarımın üst sınıf lüksüne yarar bir eki gibi kalmış, esnaf işi olmaktan öteye geçememiş bulunan sanatlar, küçük üretim karakterini loncalar tipinde kastlaştırıp dondurmuştur. Süs veya savaş endüstrisi küçük sanatlar, büyük bir toplumun geçimini prosperite, refah derecesine ulaştıramamış, çoğunluğun yaşama standardını yükseltememiştir; bir avuç imtiyazlının lüks ve israfına dahi gün gelmiş yetmemiştir.
Böyle kıt, güdük bir ÜRETİM temeli üstüne, böcekler, kara sinekler gibi üşüşmüş TEFECİ-BEZİRGÂN ilişkilerini gözönüne getirelim. En ilk Sümer Kentinde üretmenler henüz eşit toprak ve hak sahibi Kan kardeşleridir Toplumun elbirliği ile büyük işler başarma ruhunu sembolleştiren tapınaklar, küçük üretmenlerin hammadde bulma ve alım satım ihtiyaçlarını organize eden kutsal kooperatiflere benzerler. Kentte, medeniyet gelişiminin fazla ürünlerini uzak “Barbar” ülkelere gönderip, oraların maden ve taşlarını, kereste ve başka hammaddelerini getirtmek görevini organize ederler. Bu organizasyonda çalışan üretime yaramaz kişiler, tapınak yönetimiyle uyuşarak, o kutsallaşmış sosyal-ekonomi görevlerini üzerlerine alırlar. O zaman, III’üncü Ur Sülâlesi zamanında görülenler olur. Kutsal tapınakların toplumsal alışverişlerini sürekli bir görev olarak üzerlerine alan laik kişiler önce basbayağı birer toplum hizmetkârı aracıdırlar. Gittikçe, tıpkı bugün geri kalmış ülkelerdeki “müteahhit”lerin Devlet koltuğunda: kaçakçılık, karaborsa, tahsis, himaye, hava oyunu, kumar, rüşvet, irtikâp, suiistimal gibi “meşru”, “gayrimeşru” yollardan “ÖZEL SERMAYE” biriktirdikleri ortam gelişir. Kaldırdıkları her kervanda, Tapınak başpapazı ve adamları ile anlaşarak, toplum zararına “ŞAHSİ TEŞEBBÜS”lerini nalıncı keseri gibi hep kendilerine yontmayı becerirler. Toplumun orta malını, bütün yurttaşların Tapınakta birikmiş ortak zenginliklerini kimsecikler sezmeden aşıra aşıra, toplum mülkiyeti dışında, toplum mülkiyetine zıt bir KİŞİSEL MÜLKİYET yığabilirler. Okuryazarlığın, “Hür” Basının, Dünyayı cin gözüyle kollayan radyonun bunca ilerlediği çağımızda ulu orta yapılabilen şeylerin, ilk kentlerde -insan yalana ve eşitsizliğe ne kadar alışmamış olursa olsun- yapılamayacağı öne sürülemez. Hele o çağların, zamanımıza dek ağır basagelen korkunç bâtıl itikatları, göz gözü görmez bilgisizliği, tapınaklara ve Tanrılarına inanmış çoğunluğa, vurguncuların el altından yığdıkları zenginlikleri “ALLAH VERGİSİ” olarak göstertmeye büsbütün elverişlidir. Bezirgân sınıf arkasını Tapınağa dayayarak, varlığın kendisine Tanrıdan geldiğini “ispat” etmekte herhalde şimdikinden daha çok güçlük çekmez. Çünkü, düpedüz Tapınağın ulusu ve Ulusun Beyi olan Tanrının tâ kendisi, başrahip eliyle onlara görev, yetki, baht ve hak sunmuştur. Sunduğuna en büyük şahitleri; tanrının yakın hizmetkârları: Kentin baş rahibi (ilkin Peygamber, sonra İmam, sonra Sultan, Kral olacaktır), onun karısı ve yamakları, Kehanet (Orakl) gösteren Tanrı sözcüsü kadın, daha eskiden beri halk içine yaygın, şimdi Tapınak gölgesinde geçinmeye mecbur büyücüler, sihirbazlar, kerametli kişiler, cinler, şeytanlar, periler, devler hep Tefeci-Bezirgânlığın suç ortaklarıdırlar. En gözü pek eli silahlı krallar bile, Tarih sahnesinde tutunabilmek ve zorbalığını kutsallaştırabilmek için, Tapınak örgütlü Tefeci-Bezirgân ağı ortamında, sık sık danışmalarını, sığınmalarını “sunu” (kutsal hediye) ile bezer, tanrı haracını öderse tutunur.
Medeniyetin ilk Tefeci-Bezirgân sınıfı, geri kalan insan çoğunluğunun RUH’unu: kördüğüm olduğu Kehanetli Tapınaklarla silahsızlandırır; BEDENini: seçimle gelmiş kralların yerine oyunla geçirttiği müstebit yırtıcı komutanlara kul köle eder. Bezirgân sermaye kehanetli tapınağın manevî zırhlarına bürünür; silahlı ve hapishaneli müstebitlerin maddi silahlarıyla savunur; Toplumun kül kömür geçimine güç yetecek küçük üretimli kadîm ekonomiyi alabildiğine sömürür. Modern sermaye de: emeği emdikçe şişen, şiştikçe daha çok emen sülüktür, ama geniş yeniden üretimi yüzünden, tekniği boyuna geliştirmek, fiks [sabit] sermaye yatırımını boyuna arttırmak yoluyla, kişisel mülkiyet kabuğunu yer yer çatlatır. Kadîm Tefeci-Bezirgân Sermaye sistemi, kadîm cılız ve dar yeniden üretimli ekonomiyi emdikçe, halkın kanını kuruttuğu gibi, toplumun maddi temellerini de -Arap Mitolojisindeki Yemen surlarını aşındıran fareler gibi- kazıyıp çökertirler: Toplum gelişiminin duralayıp gerilemesi pahasına Tefeci-Bezirgân Sermayenin toprak beyliğini azıttırması, yalnız Tapınak ve Saray hazinelerini ve süslerini arttırır; özel mülkiyetin bezirgân kabuğunu, gürzle kırılmaz kalın derebeyi kaşarlanması ile büsbütün yaşanmaz baskı ve soygun işkencesine çevirir.
İlk eşit toprağı işleyen, eşit haklı, eşit haysiyetli, doğru, yiğit Kan kardeşi kenttaşların (Orta Barbarlığın Tarihsel Devriminden sonraki Ortaçağ Rönesansında ise: Toprak üzerinde eşit tasarruflu, eşit haklı, şer’i öşür ve insaflı haracından başka vergi baskısı bilmeyen az çok müreffeh çiftçilerin) yerlerinde yeller eser. Üretmen, bezirgân “mültezim” (eski müteahhit) “muhsil” ve avene, uşak, çeri, çobanlarının vurgunculuğundan, çalıştığı tarlasını önce ipotek etmiş, sonra kitabına uyduran Tefeci-Bezirgân “eşraf” ve “âyan”a kaptırmıştır. Geçinmek için kendi etinden, derisinden başka satacak şeysi kalmayınca, kendi kendisini toprağa “bent” etmiş, toprakla birlikte yahut ayrıca satmış, yerlerin yahut beylerin, ağaların kölesi olmuştur. Medeniyet, doğarken sağladığı teknik ve örgüt üstünlüğü ile, çevre Barbarları vura, kıra yığın yığın esirler getirdikçe, medenî toplum zenginlikleri, hırsları arttığı ölçüde sayıları gibi ruh ve beden güçleri de eksilen bir avuç imtiyazlı soyguncu zâlim EFENDİ (BEY-AĞA) ile onun kapısını kollayan KULLARI ve her türlü vergiye, angaryaya, kesilip biçilmeye yatkınlaştırılmış (corvéable et taillable) KÖLE-TEB’Aların kaynaştığı, birbirlerini yiyip kemirdiği bir “MAHŞER” yerine, bir “BÂBİL KULESİ”ne döner.
Tarihöncesi toplumunun İlkel Sosyalist mülkiyeti ve Kan bağları iyice parçalandığı, ÖZEL mülkiyetin gücü gücüne yetene CAN Düşmanlığı KİŞİ HÜRRİYETİni cangıllardaki orman kanununa çevirdiği için, bütün insan ilişkileri sürü içgüdülü hayvan ilişkilerine dönmüştür. Yerlilerle yabancılar, yaşlılarla gençler, babalarla oğullar, açlarla toklar, zenginlerle züğürtler, topraklılarla topraksızlar, şehirlilerle köylüler, ustalarla kalfalar, kayrılanlarla yadırgananlar, silahlılarla silahsızlar, kölelerle efendiler göz açtırmamacasına birbirlerine girerler. Adım başında değişen Allahlar, Tapınaklar, Kehanetler, Tarikatlar, Misterler bu çözülemez kargaşalığı büsbütün kördüğüme çeviren yolbağları ve gözbağları haline gelirler. Bir “Anacık, babacık günü”dür ki, ne Atina Arhontu Drakon’un insan kanıyla yazdığı zılgıtı, ne us peygamberi Solon’un( getirdiği toleranslı reform, ne Lykurgos’un(Isparta’ya uydurduğu demir disiplin, derde sürekli deva olabildi. Yeryüzünün düzelmesi için Gökyüzünden işe başlayan Konfüçyüs’ün Çin Medeniyeti’ne, Buda ve Brahmaların Hint Medeniyeti’ne, Musa’nın Kadîm Mısır Medeniyeti’ne, İsa’nın Kadîm Roma Medeniyeti’ne, Muhammed’in Acem-Bizans Medeniyeti’ne ve medeniyetler harmanı Ortadoğu insanlığına saçtıkları TEKTANRIcı dinlerin “vahiy”leri, “âyet”leri, sayfaları, kitapları insanlığı birkaç kuşaktan daha uzun süreli, gelgeç olmayacak kesin bir istikrara sokamadılar. İslâmlığa gelinceye dek, Tefeci-Bezirgân Sınıfın içten, dıştan sunular ve adaklarla, gizli açık “İstihbarat” şebekeleriyle “yola getirip” hazineleştirdiği Tapınak ve Orakl (Kehanet) kurullarını ve kurallarını, her Kentte “ÖZEL”liğin ve “KİŞİSEL”liğin en insafsız ve hayâsızca daniskasını temsil eden ideal “KİŞİ”, yalan ve korku “kahraman”ı tiranlar, küçük müstebitler, Kent zalimcikleri türetti; birçok Kenti ve Allahlarını devşirip aynı Panteonda (Tanrılar karargâhında) bir hizaya getirip hiyerarşilendiren krallar, imparatorlar, şahlar, padişahlar, hanlar, hakanlar, Cengiz’ler fışkırttı. Medeniyet sınırları genişledikçe, insan ezilip soyulması ve soysuzlaşması, her sınıfta kullaşma ve köleleşmeyle orantılı olarak dayanılmaz kertede arttı. İkide bir, Toplum kazanını patlayacak hâle getiren basınç, yukarıdan ihanetler, aşağıdan mezbuhâne [boğazlanırcasına, son ümit ve son kuvvetle çırpınışla] ayaklanmalar biçiminde sonu gelmez sarsıntılara yol açtı. Ünlü deyimiyle “HUZUR” kuşu medeniyet yuvasından geri gelmemecesine uçtu, her yerde, her işte “EMNİYET” kalmadı. Kimse kimseye güvenemiyordu. İstikrarı zorla sağlamak isteyen medeniyet güdücü sınıfları, medeniyetin içinde “sadık” bekçi köpekliği edecek adam bulamaz oldular. Medeniyet dünyasında doğru, yiğit insanın kıtlığına kıran girmişti.
Şimdi ne olacaktı?
O zaman, Tarihin diyalektiği zembereğinden yaylandı: soyguncu zâlimleri, medeniyet içinde bulamadıklarını medeniyet dışından aldılar; kendilerini kendi vatandaşlarına karşı koruyabilmek için, kendi “mezar kazıcılarını”kendi elleri ile kotardılar. Yalnız bu mezar kazıcılar medeniyetin içinde yetişmedikleri için dışarıdan geleceklerdi. Doğru, yiğit olduğu için güvenilir insan, medeniyeti çepeçevre saran İlkel Sosyalist Toplum Barbarlıkta vardı. Yakalanmış veya satın alınmış Barbar esirler ve köleler, inanılmaz ölçüde dürüst ve sadık kullar oluveriyorlardı. Ayrıca, Barbar insan, medeniyet nimetlerinin bolluğunu tatmadığı için, çok aza kanaat eden alçakgönüllü fedailer oluyorlardı. Modern Çağın, yaşı benzemesin zengin anavatan orduları nasıl sömürge ve yarısömürge ordularından altmış kere pahalı olduğundan, geri memlekette altmış tümen beslemek, anavatanda bir tümen ayakta tutmaktan daha “ekonomik” ise ve anavatan ahalisini daha şişkin bir rahatlıkla oyalayabiliyorsa, tıpkı öyle, bütün kadîm medeniyetler, son demlerinde canlarına okuyacak yabancı “aylıklı asker”, yahut üstün unsura düşman, devşirme “yeniçeri” tutmaya başladı. Çevre Barbarlar veya Barbar durumuna sokulmuş kişiler, ufak bir geçimle, kafasının içine sokulacak bir iki yüce Tapınak inancı ve göğsüne takılacak bir iki muhteşem saray süsü ile, medeniyet efendilerinin elinde korkunç bir silah oluveriyorlardı. Ne çare ki, o korkunçluk iki yüzü kesen bir silahtı. Köle vatandaşlar çoğunluğunu ezmeye pek elverişli olan bekçi köpeği, medeniyetin Tefeci-Bezirgân virüsü ona da zehrini bulaştırdıkça, sık sık kudurup sahibini de ısırıyordu. “Ümera” (Komutanlar) isyanları, Yeniçeri kazan kaldırmaları, “Kapıkulu” ihanet ve baskınları, ilk zamanın masum köle ayaklanmalarına taş çıkarttı. Çünkü bunlar hem silahlı, hem külâhlı örgütlüydüler. Medeniyetin bütün kilit noktalarını tutmuş, biricik savunma gücüydüler.Tefeci-Bezirgân soygununun, kendi “alûfe”lerini (gündelik ve aylıklarını) tırtıklamasına göz göre göre seyirci kalamaz, efendi yağmalarından yağlı pay almamazlık edemezlerdi. Çünkü, kadîm toprak üretimine Tefeci-Bezirgân Sermayenin iyice işlediği para iradı çağında, “Züyuf akça” oyunu halk kadar kapıkullarına da tırpan atıyordu.
Medeniyet efendileri, derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgân ekonomisi bir kere daha bindiği dalı kesiyordu. Medeniyet, Kent içinde iken “sivilce” idi, bir bölgenin kentlerini kaplayan krallıkta “kan çıbanı” oluyordu; bilinen evreni tutmuş imparatorluklarda “şirpençe”ye [aslanpençesine, kızılyaraya] çevriliyordu. Medeniyet insanları; irin, cerahat içinde vücut hücreleri ile mikroplara dönmüşlerdi. Ne hücrelerden bir hayır beklenebilirdi, ne mikroplardan. (Derebeyleşen imtiyazlı üst sınıflar) mikroplar kadar bilinçsizce yalnız kendilerini, kendi rahatlarını, keyiflerini yaşayarak, zehirlerini saçmaya ve sürdürmeye bakıyor, medeniyet vücuduna verdikleri hastalığı dünyanın en doğal, en faziletli, en şerefli, en doğru, en iyi, en güzel düzeni sayıyorlardı. Medeniyet nüfusunun büyük halk çoğunluğu: cerahat içinde mikrop zehriyle boğulmuş yarı ölü akyuvarlacıklara ve soysuzlaşmış parankima hücrelerine dönmüşlerdi. Medeniyet: mikrobuyla, hücresiyle atılacak bir irin olmuş çıkmıştı. İnsanlık gövdesindeki bu cerahati, cerahatin kendisi, medeniyet atamazdı.
Derebeyleşmiş mikrop EFENDİler sınıfı: Lykurgos’ların, Solon’ların, Muhammed’lerin reform veya devrimlerine gönül hoşluğu ile katlanamazlardı. Ekonominin eksildikçe eksilen DAR YENİDEN ÜRETİM temeli: toplum gelirini üst sınıfların arttıkça artmış ihtiyaçlarını giderdikten sonra, artan fazlalıkla alt sınıfları oyalayacak bir tutam ot vermek üzere yeniden üleştirilmeye gittikçe daha elverişsiz kılıyordu.
Kölelik ve derebeyi düzeniyle turşuya dönmüş halk: binbir basamaklı, her biri ötekini atlatmaya yeğinir, birbirini tutmayıp kemirir, “Külahını kurtaran kaptandır” diyen bir ayaktakımı kara kalabalıktır. Bu ayaktakımının tutunduğu küçük üretim kadar küçük görüş ufku, gerçek hiçbir ülkü ve davranışa elvermez; en kahredici kısırlıkta en alçak bencilliklerle övünür; en sonu gelmez ve olmaz pis çıkarcılıkla avunur. Ne maddî, ne manevî durumu bilinçli ve örgütlü bir yeni dünya kuracak düzeye erişemez. Onun için ikide bir kopardığı ayaklanmalarla, herhangi bir SOSYAL DEVRİM yapmak şöyle dursun, eski sallanan yapıyı bile yıkamaz, yalnız gerilemeyi ve gericiliği kolay bir zaferle daha tavlandırmaya yarar. Çünkü, o küçük ve dejenere mazlumların eski sonuçsuz talancı eğilimi, ortalıktaki varı yoğu, düzenlemek değil, hemen çapul edip ne yaptığını bilmeden, hırs ve korku ile kararmış inine çekilivermektir. Niçin kapıldığını bilmediği birkaç mazlum elebaşısını, daha zalimce yeni bir saltanat kurmaya bırakıvererek, onun çanak yalayıcı dalkavukluğu ile taban yalama tapıncını göklere çıkarır. Sonra da,“Gelenin, gideni arattığını” görerek kötümser umutsuzluğun en derin kuyusunda kendine en ufak güvencini de gömer.
Böylesine çürümüş medeniyet kalabalığından daha ne bekleyecekti insanlık?
Medeniyet ilerledikçe irini ve ufuneti artıyordu. “Yok idi kurtaracak bahtı kara mâderini” medeniyetin, kendi içinden.
İnsanlık yanıkaralarla ölecek miydi?
Hayır.
Dışarıdan bir cerrah bekliyordu. Tarihin kadîm cerrahı: medeniyete bulaşmadığı ölçüde doğru ve yiğit kalabilmiş olan İlkel Sosyalist çevre Barbarlıktı.
Çevre Barbarlık, medeniyetle uzun süre boşuna dövüşmemişti. Olumlu, olumsuz nice maddî, manevî, teknik, kültürel alışverişlerde bulunmuştu. En elverişli, hammadde kaynakları bölgelerinde, sürekli kervan yollarının kavşakları, Yukarı Barbar kentleşmeleriyle noktalanmıştı. Bu gelişmeyle Barbarın hem gücü artmış, hem gözü açılmıştı. İçine gidip geldiği medeniyetin, özenilecek ve iğrenilecek bütün içyüzünü, her sırrını kavramıştı. Atilla’nın rehin olarak götürüldüğü Ulu Roma Medeniyeti’ni kısık Moğol çocuğu gözleri incelerken, köhne medeniyetin bütün zayıf ve kuvvetli yanlarını incelemiş, tartmıştı. Muhammed’in, Mekke’den kalkan kervanla kutsal Kudüs bezirgânlığı yollarında, mağaralara medeniyet şerrinden kaçmış keşiş “RAHİP BUHEYR”lardan, mübarek iki kürek kemiği arasındaki “Mühr-ü nübüvvet”i( göstererek çocuk yaşta öğrendikleri: bütün kadîm medeniyetlerin, Mısır’ın, Babil’in, Bizans’ın, Acem’in, Yemen’in, Habeş’in “ULULUK ve ÇÖKKÜNLÜK” (“grandeur et décadence”) dolu içyüzleriydi. Atilla Orta Barbarlığı (göçebe Hun oymaklarını), Hz. Muhammed Yukarı Barbarlığı (Mekke-Medine Kentlerini) temsil ediyordu, İskender ikisi ortasıydı. Çünkü Makedonya Barbarlığı ile, çökkünleşmiş “sivilce”leşmiş Yunan Kent Medeniyeti karmasıydı. Çok daha köhne imparatorlukları “Şirpençeleşmiş” Yakındoğu medeniyetler kumkumasını gene çocuk yaşta, Grek Kültürünün ansiklopedisini yapan “Hâce’i evvel: ÖN ÖĞRETMEN”( Aristotalis’ten bellemişti... Demek, bütün ömürleri sona ermiş toplum ve topluluklar gibi, kadîm medeniyetler de kendi Azraillerini, can alacak “kendi mezar kazıcılarını”, insanlığın cerrahbaşılarını kendi elleriyle yetiştirdi.
Bir yanda hasta (Medeniyet): iç illetleri, barsak sancıları ile inler, kıvranır, haykırır, her vesile ile operatörü bekler, bazen çağırır, bazen ayaklarına kapanırca karşılar, ötede cerrah (Barbarlık): hep, medeniyetin eline tutuşturduğu neşteri bileyip zağlamış(, yapacağı ameliyattan (Tarihsel Devrimden) dünyaları, ahiretleri, şânları, şerefleri kazanacak.
Daha durulur mu?
Frigya’da eski kağnı boyunduruğuna Gordios, kördüğüm atmıştır. Bu, insanlığın boğazını gittikçe daha çok sıkan, boğan eski medeniyet iç çelişkilerinin idam ilmiğidir. Onu, medeniyetin en dâhi bilgini, en ince sanatkâr usta eli oturup ince eleme, sık dokumalarla çözemez, İskender sembollü Makedonyalı Barbar kılıcı gerektir. O kılıç, Truva önlerinde, İskender’e sığınma teklifi yapan, Aceme aylıklı asker yazılmış Grekleri bire kadar doğradığı gün, Gordiyos’un kördüğümü kesilip atılmıştır. Barbar, satılık adam, kendisinden de olsa, istemiyor. Uzakdoğu ile Akdeniz arasında, dünya bezirgânlığının en büyük, en işlek, en geleneksel ORTA YOLu Makedonyalıların geçecekleri yollardır. Bu Orta Yol, Ege Denizi’nden Orta Asya ve Hint boylarına dek medeniyet derebeyleşmelerinden temizlenip açılacaktır. Davranış oldukça melez bir Yukarı Barbarlık ve Kent girişkenliğidir. Onun için, Umman Denizi’nden Akdeniz’e dek yaygın topraklarda “orijinal” bir medeniyetten ziyade, yer yer dağınık, Cengiz Han sonrası gelişmelerini andırır, HELENİZM rönesansçıkları yaratacaktır.
Grek topraklarından (Grek Medeniyeti’ne daha bulaşık yerlerden) uzakta, İtalyan yarımadası ortasında, bütün kendi bağımsız Yukarı Barbar geleneklerini yaşayan bir kent: ROMA sahneye çıkacak, büyük orijinal medeniyetinin top ateşi altında, Batı Barbar yığınları ve “erozyonsuz” toprakları içine kaldırımlar, köprüler, kemerli kervansaraylar, su yolları ile kadîm bezirgân ilişkilerini uzatacak; Büyük Britanya’dan Afrika içlerine dek yayılacak, sonra kendi iç çelişkileriyle bunalacaktır.
Ortasından çatlamış İkvanodon adlı ilk yeryüzü dev canavarı gibi çırpınan iki parçaya; Batı-Roma ve Doğu-Roma’ya bölünecektir.
O zaman Atilla sembollü Hun Barbarları Tuna boylarına inerler. Onların yolu Tarihöncesinde Orta Vahşet Konağı insanlarının Doğudan (Çin’den) Batıya (Avrupa’ya) ateşi taşıdıkları geleneksel doğal GÖÇ yoludur. Ama medeniyet için epey sapa, en az işlek KUZEY YOLUdur. Kuzey Yolu, Akdeniz tümüyle medeniyet gölü olduktan sonra, Uzakdoğu medeniyetlerini, Hazer, Karadeniz, Tuna üstlerinden Ortadoğu ve Akdeniz medeniyetlerine ulaştırır. Geçtiği Orta Asya’da, İslâmlığın Yecüc-Mecüc diyeceği ufak tefek boylu Hun-Moğol ve Türkler otururlar. Yakındoğu’da en ilk Irak ve Mısır Medeniyetleri arasındaki göçebe Barbar Semitler ne rol oynadılarsa, Orta Asya’daki Moğol ve Türk göçebeleri de Uzakdoğu ile Yakındoğu’nun en eski medeniyetleri arasında aynı rolü oynarlar. Roma’nın son günlerinde ORTA YOL (Anadolu-İran-Orta Asya) köprüsü yıkılmıştır. Ne kadar Cermen Barbarı varsa önüne katan Hun akını, Uzakdoğu Medeniyetinden, Orta Yola uğramaksızın, dünya bezirgânlığına Kuzey Yollarını açma çabasıdır. Batı Tarihçilerinin biricik sandıkları Avrupa Ortaçağı’nı açmakla yetinir
Ulusların Göçü, Yakındoğu medeniyetlerinde kaç defa yaptıkları gibi, eski dünyaya yeniden BARBAR AŞISI yapmışlardı. Barbar aşılarının lokal Rönesansları ile Kadîm Roma ve Babil Medeniyetlerinin bir çeşit hortlayışları demek olan doğuda Sâsânî, batıda Bizans İmparatorlukları çarçabuk kutuplaştılar. İskender’in açmış bulunduğu Orta Yol’un iki başını kestiler. Kuzey Yolunu Avrupa derebeyliği tıkamıştı.
Dünya bezirgânlığı için hangi yol kalıyordu?
GÜNEY YOLU: “Kalû belâ!”dan( beri vardır. ilk Sümerler’in efsanelerle doldurdukları Umman ticaretini, sonra Mısırlılar organize etmişlerdir. Ana-medeniyetlerce ikisi de KIZILDENİZ (ERİTRE) adını alan Acem [Basra] ve Şap [Kızıl] Denizleri, Umman bezirgânlığının Yakındoğu Ana-medeniyetlerine ulaşan iki ucudurlar. Bu iki uç arasındaki Arabistan yarımadası tekin değildir. Bugünkü petrolünden önce, zengin yeraltı madenleri, binlerce yıl medeniyetleri beslemiştir. Acem-Kızıldenizi kısa Orta Yola bağlı ve Irak Medeniyeti’nin elinde oldukça, Şap-Kızıldenizi, Güney Yolu olarak Mısır ve Finikelilerce kullanılmıştır. Eti, Asûr, Med, Pers akınları Orta Yol yararına Güney Yolunu tıkamışlardır. O sıra Sâsânîler de, Bizanslılar da, Orta Yolun iki ucuna Akdeniz’le Acem Denizi’ne egemen olamadıkları için, Güney Yolu üzerinde de çekişmektedirler. Umman ticaretinin Şap Denizi’ne girdiği Aden Boğazı’nın doğusunda Yemeni, Acem Kisrâsı, batısında Habeşi, Bizans Kayzeri kendine çevirir. Onlar birbirleriyle uğraşa dursunlar, Aden kilidinin az kuzeyinde bezirgânlık tarafsız bir geçit bulur. Yunan Attik’inin Pire, İtalyan Latium’unun Ostie limanlarına benzeyen Arabistan Hicaz’ının Cidde limanı Umman bezirgânlığı için Şap Denizi’nde en biçilmiş kaftan olur. Yunanistan’ın Atina, İtalya’nın Roma kentlerine tıpkı tıpkısı benzeyen Mekke kenti o zamanki dünya ticaretinin antreposu olur. Rakip Habeşistan, Yemen’den gelmiş saldırılara, ağır “Fil” ordularına, kuşlar kadar çevik, ele avuca sığmaz “Ebabil” totemli Barbar göçebelerle kendini iyi savunur. Deve çobanlığından Mekke’nin en büyük Kervan kaldırıcılığına alnının teri ve doğru, yiğitliği ile yükselmiş Hz. Muhammed “El Emîn”, büyük Tarihsel görevini Cibrîl vahyi ile duyar. Mekke-Medine toprak davalarından güç alarak Hicaz Kentlerinin Yukarı Barbarlığı ile Arabistan çöllerinin Orta Barbarlarını, “Bedevî”leri birleştirir. Dine davet ültimatomlarını şaşarak hasıraltı eden köhne krallıkları ve imparatorlukları, Atilla ve İskenderce yıldırım savaşlarıyla, iskambil kâğıdından şatolar gibi devirir. Yukarı Barbarlığın bütün kent kurum ve kurallarıyla orijinal İslâm Medeniyeti doğar. Eskilerin en eskisi bütün Yakındoğu medeniyetlerinin gelenek ve göreneklerine dayandığı için, İslâmlık kutsalların en kutsalı olur.
Hazreti Muhammed’in bir mûcizesi daha gerçekleşir: “Hâtem-ül Enbiyâ: Peygamberlerin sonuncusu” olduğunu bildirir. Çünkü yeryüzünde ondan sonra ne Kent kurulacak bir yer, ne Kent Ulularından düstur almış, orijinal medeniyet kuracak Tarihöncesinin doğal sosyalist insanları kalmamıştır. İslâm Medeniyeti kadîm tipte orijinal medeniyetlerin en sonuncusu olur. İslâm Medeniyeti de, bütün kadîm benzerlerinin yolundan çökmeye yüz tutunca, uğradığı Orta Barbar akınları sayesinde birçok Barbar aşıları alarak rönesanslar geçirir. En son ve en büyük rönesansları, Anadolu Selçuk ve Osmanlı imparatorluklarıdır. Avrupa’da derebeylik yıkılıp kadîm bezirgân medeniyetleri çağı sona erer. SOSYAL DEVRİMli modern Kapitalizm doğar.

HİKMET KIVILCIMLI (TARİH TEZİNDEN)
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst