- Konbuyu başlatan
- #1
1959 yılındaki Devrimin zaferi ve sosyalizmle birlikte Küba’da baskı ve sömürüyle beraber her türlü ayrımcılık da ortadan kaldırıldı. Üçüncü dünya ülkelerinin çoğunluğunda ve hatta birinci dünya diye adlandırılan o en kalkınmış ülkelerde bile bu sorunlar hala yakıcılığını korumakta ve bu ülke toplumlarının önemli bir kısmının insan hakları korkunç şekillerde ihlal edilmektedir. Birileri bizim sosyal süreçlerimizi eleştirebilirler; ama eğer o kişiler biraz dürüstlerse bunun mümkün olan en insani sistem olduğunu kabul etmek zorundadırlar.
1 Ocak 1959’da gerçekleşen Devrimin zaferinin Küba toplumunda ortaya çıkardığı pozitif dönüşümlerden bahsedildiğinde – tam ulusal bağımsızlığın yanı sıra – genellikle halkın ücretsiz ve sınırsız eğitim, sağlık, tam istihdam ve sosyal güvenlik alanında elde ettiği haklardan bahsedilir.
Ancak, toplumun büyük çoğunluğunun insanlık onurunu derinden zedeleyen bir sorunun, ayrımcılığın ortadan kaldırılmasından pek az bahsedilir.
1959 yılından önce Küba’da çeşitli ayrımcılık türleri mevcuttu: Irk ayrımcılığı, cinsiyet ve sınıf ayrımcılığı. Bunların hepsi, sömürgen sistemin bir parçasıydı ve halkın çoğunluğunu aşağılamak, onlara boyun eğdirmek ve iktidarı ayrıcalıklı bir sınıfın elinde, yabancı güçlerin çıkarlarına teslim olmuş bir oligarşinin elinde toplamak için tasarlanmıştı.
En sık rastlanan ayrımcılık türü ırk ayrımcılığıydı ama tek örnek bu değildi. Nüfusun üçte birini siyahlar veya melezler oluşturuyordu. Hemen tamamı yoksullardan oluşan bu kesimin çeşitli mesleklerde, özellikle de göz önünde olmayı gerektiren işlerde çalışmalarına izin yoktu. Örneğin bu kesim, bankalara veya dükkanlara personel olarak kabul edilmiyordu. Ayrımcılığa uğrayan bu kesimin tek gayesi, eğer mevcut kitlesel işsizlikten çıkmayı başarabilirlerse, inşaat işçisi olarak veya başka ağır ve düşük ücretli işlerde çalışmaktı; kimileri, zenginler için şoför veya ev hizmetçisi olarak çalışıyordu. Pek çok yere girişlerine izin verilmiyordu: Kulüpler, plajlar, özel okullar yalnızca beyazlar içindi. Belirli yerlerde, üstünde “siyahların ve köpeklerin girmesi yasaktır” yazan levhalar asacak kadar ileri gidiliyordu. Benim doğduğum köyde, ki kendisi başkente çok yakındır, beyazların geceleri gezintiye çıktıkları parka siyahlar alınmazdı. Aynı durum başka köy ve şehirlerde de yaşanıyordu. Elbette, toplumun en alt tabakasında olmaları nedeniyle eğitime erişimleri pek sınırlıydı ve bu nedenle de içinde bulundukları duruma mahkumdular.
Benim ten rengim beyaz ama babam melezdi. Annemin anlattığına göre, doğduğumda ziyarete gelen bir komşu, “ne sevimli bir bebek, ama melez olması çok yazık” demiş. Irk ayrımcılığı öyle bir noktaya gelmişti, sistem bunu öylesine güçlü bir şekilde aşılamıştı ki, yoksul insanlar bile kendi aralarında ayrımcılık yapıyorlardı.
Devrim, ülke nüfusunun üçte birinin insan haklarını aşağılayıcı bir şekilde ihlal eden bu tip ayrımcılığı ortadan kaldıran yasaları hızla onaylamakla kalmadı, bu doğrultuda yeni bir bilinç yaratmak üzere eğitime de ağırlık verdi. Küba’daki siyahlar ve melezler, sosyalizmin kendilerine ilk kez bütün insan haklarından faydalanma şansını tanıdığını bilirler ve o nedenle de Devrimi savunmaya hazırdırlar.
Bir diğer ayrımcılık türü ise kadınlara karşı uygulanıyordu. Kapitalist sistem, halkın yarısının haklarını görmezden geliyor, eğitim ve çalışma olanaklarını kısıtlıyordu; sistem, çoğu durumda onların rolünü ev kadınlığı, vitrin malzemesi veya cinsel cazibe nesnesi olmakla sınırlıyordu. Devrimden önce kadınlar devlette görev alamıyorlardı; kadın bakan veya parlamentoda kadın milletvekili yoktu. Bugün vekillerin yüzde 47’si ve bakanların yarısı kadınlardan oluşmaktadır ve bu oranlar belki de dünyanın en yüksek oranlarından biridir. Kadınlar üniversitlerde, eğitim sisteminde, kamu sağlık sisteminde ve bilimsel araştırma merkezlerinde çoğunluğu oluşturmaktadır. Kadınlar sosyal güvenlik ve ekonomi alanında kapsamlı bir korumadan faydalanmaktadır. Bir kadın çocuk doğurduğunda tam ücretli olarak bir yıl izin kullanma hakkına sahiptir. Yasalar, kadınların erkeklerle tam eşitliğini öngörmektedir. Bu kazanımlar en gelişkin kapitalist ülkelerde bile mevcut değildir. Küba’da kadınlar, Devrime ve onun yarattığı sosyal dönüşüm sürecine borçlu olduklarının bilincindedirler.
İktisadi sınıf ayrımcılığı daha az görünür ama en acımasız olanıydı. Küba’daki kapitalist sistem, ayrımcılığı iktidar mekanızmasının bir parçası olarak destekliyordu. Eğer yoksul doğduysanız ve bu nedenle de nüfusun yüzde 80’ine aitseniz, bu koşullarda yaşamaya mahkumdunuz; herşey bu durumun devamını sağlamak üzere kurgulanmıştı. Yoksulların üniversite eğitimi almaları mümkün değildi; yerleşik toplumsal skalada yukarı çıkamazlardı; kendi iktisadi ve sosyal koşullarının dışında yer alan biriyle evlenemezlerdi; en güçlülere boyun eğerek yaşamak ve üstelik artıklarını kendilerine verenlere şükretmek zorundaydılar; sistemin kurallarına uymak ve ağır cezalara, bu cezaların acılı sonuçlarına katlanmak zorundaydılar. Belirli bir sınıfın ferdi olarak damgalanarak dünyaya gelirler ve o şekilde yaşamaya boyun eğmek zorunda kalırlardı.
Bunun yanı sıra, bu kesime, bir gün zengin olabileceklerini düşünmelerini ve bu sayede sistemi sorgulamalarını engellemeyi amaçlayan bir propaganda aşılanırdı. Televizyonda bir sunucunun son derece kararlı bir şekilde şunları söylediğini hatırlıyorum: “Sizin de Buick marka arabanız olabilir”. Yoksul izleyicilerde ABD yapımı bu lüks otomobile sahip olabilecekleri umudunu yaratmayı amaçlıyordu; sanki böyle bir şey gerçek yaşamda mümkünmüş gibi...
1959 yılındaki Devrimin zaferi ve sosyalizmle birlikte Küba’da baskı ve sömürüyle beraber bütün bu ayrımcılıklar da ortadan kaldırıldı. Üçüncü dünya ülkelerinin çoğunluğunda ve hatta birinci dünya diye adlandırılan o en kalkınmış ülkelerde bile bu sorunlar hala yakıcılığını korumakta ve bu ülke toplumlarının önemli bir kısmının insan hakları korkunç şekillerde ihlal edilmektedir.
Birileri bizim sosyal süreçlerimizi eleştirebilirler; ama eğer o kişiler biraz dürüstlerse bunun mümkün olan en insani sistem olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Ve onu korumamız gerekir.
Ernesto Gómez Abascal
Küba Cumhuriyeti Ankara Eski Büyükelçisi
1 Ocak 1959’da gerçekleşen Devrimin zaferinin Küba toplumunda ortaya çıkardığı pozitif dönüşümlerden bahsedildiğinde – tam ulusal bağımsızlığın yanı sıra – genellikle halkın ücretsiz ve sınırsız eğitim, sağlık, tam istihdam ve sosyal güvenlik alanında elde ettiği haklardan bahsedilir.
Ancak, toplumun büyük çoğunluğunun insanlık onurunu derinden zedeleyen bir sorunun, ayrımcılığın ortadan kaldırılmasından pek az bahsedilir.
1959 yılından önce Küba’da çeşitli ayrımcılık türleri mevcuttu: Irk ayrımcılığı, cinsiyet ve sınıf ayrımcılığı. Bunların hepsi, sömürgen sistemin bir parçasıydı ve halkın çoğunluğunu aşağılamak, onlara boyun eğdirmek ve iktidarı ayrıcalıklı bir sınıfın elinde, yabancı güçlerin çıkarlarına teslim olmuş bir oligarşinin elinde toplamak için tasarlanmıştı.
En sık rastlanan ayrımcılık türü ırk ayrımcılığıydı ama tek örnek bu değildi. Nüfusun üçte birini siyahlar veya melezler oluşturuyordu. Hemen tamamı yoksullardan oluşan bu kesimin çeşitli mesleklerde, özellikle de göz önünde olmayı gerektiren işlerde çalışmalarına izin yoktu. Örneğin bu kesim, bankalara veya dükkanlara personel olarak kabul edilmiyordu. Ayrımcılığa uğrayan bu kesimin tek gayesi, eğer mevcut kitlesel işsizlikten çıkmayı başarabilirlerse, inşaat işçisi olarak veya başka ağır ve düşük ücretli işlerde çalışmaktı; kimileri, zenginler için şoför veya ev hizmetçisi olarak çalışıyordu. Pek çok yere girişlerine izin verilmiyordu: Kulüpler, plajlar, özel okullar yalnızca beyazlar içindi. Belirli yerlerde, üstünde “siyahların ve köpeklerin girmesi yasaktır” yazan levhalar asacak kadar ileri gidiliyordu. Benim doğduğum köyde, ki kendisi başkente çok yakındır, beyazların geceleri gezintiye çıktıkları parka siyahlar alınmazdı. Aynı durum başka köy ve şehirlerde de yaşanıyordu. Elbette, toplumun en alt tabakasında olmaları nedeniyle eğitime erişimleri pek sınırlıydı ve bu nedenle de içinde bulundukları duruma mahkumdular.
Benim ten rengim beyaz ama babam melezdi. Annemin anlattığına göre, doğduğumda ziyarete gelen bir komşu, “ne sevimli bir bebek, ama melez olması çok yazık” demiş. Irk ayrımcılığı öyle bir noktaya gelmişti, sistem bunu öylesine güçlü bir şekilde aşılamıştı ki, yoksul insanlar bile kendi aralarında ayrımcılık yapıyorlardı.
Devrim, ülke nüfusunun üçte birinin insan haklarını aşağılayıcı bir şekilde ihlal eden bu tip ayrımcılığı ortadan kaldıran yasaları hızla onaylamakla kalmadı, bu doğrultuda yeni bir bilinç yaratmak üzere eğitime de ağırlık verdi. Küba’daki siyahlar ve melezler, sosyalizmin kendilerine ilk kez bütün insan haklarından faydalanma şansını tanıdığını bilirler ve o nedenle de Devrimi savunmaya hazırdırlar.
Bir diğer ayrımcılık türü ise kadınlara karşı uygulanıyordu. Kapitalist sistem, halkın yarısının haklarını görmezden geliyor, eğitim ve çalışma olanaklarını kısıtlıyordu; sistem, çoğu durumda onların rolünü ev kadınlığı, vitrin malzemesi veya cinsel cazibe nesnesi olmakla sınırlıyordu. Devrimden önce kadınlar devlette görev alamıyorlardı; kadın bakan veya parlamentoda kadın milletvekili yoktu. Bugün vekillerin yüzde 47’si ve bakanların yarısı kadınlardan oluşmaktadır ve bu oranlar belki de dünyanın en yüksek oranlarından biridir. Kadınlar üniversitlerde, eğitim sisteminde, kamu sağlık sisteminde ve bilimsel araştırma merkezlerinde çoğunluğu oluşturmaktadır. Kadınlar sosyal güvenlik ve ekonomi alanında kapsamlı bir korumadan faydalanmaktadır. Bir kadın çocuk doğurduğunda tam ücretli olarak bir yıl izin kullanma hakkına sahiptir. Yasalar, kadınların erkeklerle tam eşitliğini öngörmektedir. Bu kazanımlar en gelişkin kapitalist ülkelerde bile mevcut değildir. Küba’da kadınlar, Devrime ve onun yarattığı sosyal dönüşüm sürecine borçlu olduklarının bilincindedirler.
İktisadi sınıf ayrımcılığı daha az görünür ama en acımasız olanıydı. Küba’daki kapitalist sistem, ayrımcılığı iktidar mekanızmasının bir parçası olarak destekliyordu. Eğer yoksul doğduysanız ve bu nedenle de nüfusun yüzde 80’ine aitseniz, bu koşullarda yaşamaya mahkumdunuz; herşey bu durumun devamını sağlamak üzere kurgulanmıştı. Yoksulların üniversite eğitimi almaları mümkün değildi; yerleşik toplumsal skalada yukarı çıkamazlardı; kendi iktisadi ve sosyal koşullarının dışında yer alan biriyle evlenemezlerdi; en güçlülere boyun eğerek yaşamak ve üstelik artıklarını kendilerine verenlere şükretmek zorundaydılar; sistemin kurallarına uymak ve ağır cezalara, bu cezaların acılı sonuçlarına katlanmak zorundaydılar. Belirli bir sınıfın ferdi olarak damgalanarak dünyaya gelirler ve o şekilde yaşamaya boyun eğmek zorunda kalırlardı.
Bunun yanı sıra, bu kesime, bir gün zengin olabileceklerini düşünmelerini ve bu sayede sistemi sorgulamalarını engellemeyi amaçlayan bir propaganda aşılanırdı. Televizyonda bir sunucunun son derece kararlı bir şekilde şunları söylediğini hatırlıyorum: “Sizin de Buick marka arabanız olabilir”. Yoksul izleyicilerde ABD yapımı bu lüks otomobile sahip olabilecekleri umudunu yaratmayı amaçlıyordu; sanki böyle bir şey gerçek yaşamda mümkünmüş gibi...
1959 yılındaki Devrimin zaferi ve sosyalizmle birlikte Küba’da baskı ve sömürüyle beraber bütün bu ayrımcılıklar da ortadan kaldırıldı. Üçüncü dünya ülkelerinin çoğunluğunda ve hatta birinci dünya diye adlandırılan o en kalkınmış ülkelerde bile bu sorunlar hala yakıcılığını korumakta ve bu ülke toplumlarının önemli bir kısmının insan hakları korkunç şekillerde ihlal edilmektedir.
Birileri bizim sosyal süreçlerimizi eleştirebilirler; ama eğer o kişiler biraz dürüstlerse bunun mümkün olan en insani sistem olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Ve onu korumamız gerekir.
Ernesto Gómez Abascal
Küba Cumhuriyeti Ankara Eski Büyükelçisi