Davranışlarımızın yeni sorumlusu : Genetik Yapımız (Mı?) (Doç. Dr. Erol Goka)

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Bilimsel Makaleler kategorisinde faust tarafından oluşturulan Davranışlarımızın yeni sorumlusu : Genetik Yapımız (Mı?) (Doç. Dr. Erol Goka) başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,850 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Bilimsel Makaleler
Konu Başlığı Davranışlarımızın yeni sorumlusu : Genetik Yapımız (Mı?) (Doç. Dr. Erol Goka)
Konbuyu başlatan faust
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan faust
F

faust

Ziyaretçi
Daha doğum anından itibaren bebeğin annesine mi yoksa babasına mı benzediğini merak ederiz. Yeni doğan bebeği görenler, öncelikle bu benzerlik konusundaki kanaatlerini açıklama gereği hissederler ya da gerçekten ortada öylesine bir benzerlik vardır ki, kendilerini bu konuda bir şey söylemekten alıkoyamazlar. Çoğu zaman “Hıh, deyip birisinin burnundan düşmüş”üzdür Kime benzediğimiz, fiziksel özelliklerimizi, bazı huylarımızı kimden aldığımız yaşamımızın sonraki dönemlerinde de insan ilişkilerindeki temel ilgi alanlarından birisi olmakta devam eder. Çocuk ya da genç, hoşa giden veya gitmeyen bir tutum gösterdiğinde, bu tutumun hep hesapta tutulan sorumlularından biri de kalıtımsal mirasıdır. Baba, matematikten “pekiyi” alan oğlunun başarısında, biraz da kendi kalıtımsal mirasını etken olarak gördüğü için öğünür. Eşine kimi huylarından dolayı kızgın olan anne, kızı bu baba huylarından bazılarını gösterse, öfkesini yönelttiği kaynaklardan birisi de eşinin kalıtımsal mirasıdır; o yüzden açık ya da gizli “çekmez olasıca!” diye hayıflanır. Şöyle ya da böyle kalıtım, gündelik yaşamımızda büyük ve büyülü bir yer tutar. Gündelik yaşamımızda böylesine önemli bir yeri olan kalıtım, doğal olarak tarihte, toplumsal ve politik yaşamda da “soy sop sorunu” şeklinde hak ettiği yeri almıştır. Evlilikler, politik tercihler sırasında, soyaçekimin bu büyüsel etkisi kendisini çoğu zaman hemen hissettirir. “Kız anasına bakılarak alınır”; soyun gücüne inanç, mezhepsel farklılıklara, babadan oğula geçen dinsel ve politik iktidar biçimlerine yol açar; demokratik söylemin başat olduğu modern zamanlarda bile partilerin başına soyaçekimin büyüsünden faydalanılacak liderler seçilmeye çalışılır.
Kalıtımsal miras ve soyaçekim konusunun şüphesiz bilimsel tecessüsü uyandırması gecikmemiş, “genetik”, bilim dünyasının en önemli alanlarından birisi haline gelmiştir. Bu yüzyılın ortalarında kalıtımsal mirasın geçiş yolu olan kromozomların, genlerin ve genetik şifrenin taşıyıcısı DNA’nın yapısının keşfiyle, insanlık tarihinde belki etkisi gelecekte çok daha belirginleşecek olan “genetik devrim” ortaya çıkmıştır. Genetik şifre hakkındaki artan bilgi, DNA’ların ayrıştırılıp yeni yapılar elde etmek üzere yeniden birleştirilmesi (rekombinant DNA teknolojisi), insanlığı diğer tüm devrimlerde olmadık biçimde politik, toplumsal ve etik, yepyeni bir meydan okumayla karşı karşıya bırakmaktadır. Artık tüm canlılarda, bitki, hayvan ve insanda istenilen değişikliklerin ortaya çıkarılması ve kopyalama mümkündür. Moleküler biyoloji ve gen mühendisliği gibi iki temel alandan beslenen yeni bir bilimsel ve teknolojik alan olan biyoteknoloji, insan ve toplum için inanılması güç olumlu vaadlerde bulunmaktadır. 1987′de Amerikalı ve İngiliz bilimcilerin önderliğinde başlatılan “İnsan genomu projesi” tüm hızıyla sürmektedir. Bu projeyle ilk aşamada insan genlerinin, ikinci aşamada tüm DNA dizilimlerinin ayrıntılı bir haritasının çıkarılması hedeflenmektedir. İnsan DNA’sında 3 milyar harf olduğu sanılmakta, projenin başlangıcından beri 76 milyon harfin yerinin saptandığı, 2002 yılında 500 milyon harfin yerinin saptanmış olacağı bildirilmektedir. Halen süren ama bir yandan da gerek bilimsel gerek politik çevrelerin tepki ve eleştirilerine hedef olan bu proje, nihai amacı olan insan genomundaki her noktanın DNA diziliminin elde edilmesini gerçekleştirebilirse, ortaya çıkabilecek imkan ve sorunların bugünden hayal edilmesi bile mümkün değildir.
Şu sıralarda İngiltere’de Cambridge’de sürmekte olan “İnsan Genetiği Haritası Araştırması” için insan DNA’sından elde edilen 1 milyon kopya derin dondurucularda saklanmakta, varılan sonuçlar Avrupa Biyoenformasyon Enstitüsü (EBI) tarafından dünyaya açıklanmaktadır. EBI, şimdiye kadar 20 bin organizmanın genetik yapısını bilimcilere açıklamıştır. İnternetteki sayfasına her gün on bin kişi girip biriken bilgiyi elde etmektedir. EBI’nın interteki sayfasını okuyanların sayısı son bir yılda 7 kat artmış durumdadır.
Bugün “tıbbi genetik” bilgi sayesinde sağlanan bazı hastalıkların nedenleri ve erken tanınması ile birlikte ortaya çıkan imkanların “müthiş” bir düzeye gelmesi ve daha anne karnında hatalı genlerin hatalı olmayanlarla değiştirilmesi yoluyla kesin etkili olacak “genetik tedavi” ulaşılmak istenen ilk hedeflerdendir. Genetikteki çok hızlı gelişme, yalnızca tıp alanıyla sınırlı değildir. İlaç şirketleri de, genetik mühendislikte araştırma-geliştirmeye giderek aratan oranlarda kaynak ayırmaktadır. Biyoteknolojinin tıp ve eczacılık dışındaki diğer hedefleri arasında tarım ve petrokimya alanlarında pek çok ürünün ucuza ve bol miktarda üretilmesini sağlamak bulunmaktadır. Genetik çalışmaların böylesine gelişme ve tüm toplumsal ve ekonomik alanlara yayılma eğilimi, “genetik araştırmaların ekonomisi”yle uğraşan “genomics” adlı yeni bir bilgi türü bile ortaya çıkarmıştır.
Ancak insan söz konusu olduğunda, genetik devrimdeki ve biyoteknolojideki tüm bu olumlu gelişmeleri gölgeleyen bazı soru işaretleri ve eleştiriler ortaya çıkmaktadır. Tüm bunların sonucu olarak geçenlerde aralarında ülkemizin de bulunduğu, İngiltere dışındaki 19 Avrupa ülkesi, araştırma amaçlı dahi olsa insan embriyosu üretimini ve kopyalanmasını yasaklayan bir anlaşma imzalamıştır. Bir zamanlar, örneğin matbaanın icadında olduğu gibi, bilimsel ve teknolojik gelişmelere, dinsel ve ahlaki nedenlerle din adamları karşı çıkarlarken bugün benzer gerekçelerle bizzat bazı bilimcilerin kendileri bilimsel etkinliğin sınırlandırılması gerektiğini savunmaktadırlar.
İnsanın en bilmecemsi yanı, davranışlarıdır. İnsanla ilgili her türlü bilmeceyi mutlaka çözme (!) azim ve kararlılığında olan genetik bilimciler, uzunca bir süreden beri, felsefenin ve beşeri bilimlerin yıllardır tartıştıkları konulara da el atmışlar; insanın (ve hatta toplumun) karmaşık davranışlarının genetik bakımdan açıklanabilmesi için bugüne kadar birçok araştırma yapmışlardır. Bazı fiziksel hastalıkların genetik nedenlere bağlı olarak ortaya çıktıkları kanıtlanalı beri, önce ruhsal hastalıkların daha sonra işsizlikten çapkınlığa, homoseksüellikten toplumsal şiddete kadar tüm etik, politik, ekonomik sorunların nedenleri DNA dizilimlerinde aranmaya, insanı her türlü davranışının sorumluluğundan muaf tutmaya çalışan bir gayret başlamış, bir nükleotid’in değişimiyle bu sorunların düzelebileceği şeklinde hayaller kurulmuştur. Bu hayal ticaretinin kışkırtılmasında medyanın rolü hiç de azımsanmayacak bir ölçüdedir.
Genetik devrimin ve biyoteknolojinin önemi, hem gelişmiş ülkelerin hükümetleri hem de uluslar arası büyük şirketler tarafından çoktandır kavranılmış, bu alanda çok ciddi yatırımlar yapılmıştır. Tüm bunlar nedeniyle, zaten eskiden beri gündelik yaşamda büyük ve büyülü etkiye sahip olan kalıtım ve soyaçekim sorunu, bu kez bilimsel bilgi ve teknolojideki gelişmelerin sonuçları olarak ilerideki günlerde hiçbirimizin kayıtsız kalamayacağı biçimde önümüze gelecektir. Bilgiler yenilenmeli, tüm toplumsal yaşamı derinden sarsacak olan durumlara ve tartışmalara hazır olunmalıdır.
İnsan, diğer canlılardan ne kadar farklı?
Diğer canlılardan farklılığımızı ortaya koyabilmek için düşünürler, bizim “konuşan”, düşünen”, “gülen”, “politik davranan”, “üretim araçları yapan” “hayvan” olduğumuz şeklinde formüller öne sürmüşlerdir. İnsanın diğer canlılarla karşılaştırıldığında ilk bakışta göze çarpan yanı, onun karmaşık ve zengin yapıya sahip olduğudur. Biz insanlar yaşayan bir organizma olarak, yaşam döngümüzün her aşamasında, hem doğuştan getirdiğimiz genetik mirasa hem de çevresel etkenlere bağlı bir biçimde görünüm ve davranış olarak farklılaşır dururuz. Bu farklılaşan özelliklerimizin bazıları, örneğin aramızdaki zengin duygusal ve düşünsel iletişimi sağlayan dil gibi, diğer canlılarda olmayan yalnızca bizim türümüze özgü kimi niteliklerdir. Saldırganlık ve şefkat gibi kimi tutum ve davranışlarımız ise, ilk bakışta diğer canlı türlerinde de bulunabilen özellikler olarak görünmektedirler. Gerek insana özgü gerekse de insana özgü olmayan bu geniş ve zengin davranış, duygu, düşünce dünyasının neye göre belirlendiği, nasıl şekillendiği sorusu insanlığın sorduğu en temel sorulardan birisidir.
İnsanın davranışlarını nelerin belirlediği sorusunun cevabı ahlakla, bilimin kesiştiği bir yerde bulunmaktadır. Düşünce ve dinler tarihi, bu sorunun cevabıyla ilgili tartışmalarla doludur. İnsan davranışlarına yüzeysel bir bakışla yaklaştığımızda onları, büyük ölçüde kişilik özellikleri, dünya görüşü gibi etkenlerin belirlediği sanabiliriz. Bunları nelerin belirlediği sorusu ise, bir süreden beri bilimin temel ilgi alanlarından birisi haline gelmiştir. Önceleri bu soruyu gündemine doğrudan almasa da, günümüzde ulaştığı birikimle genetik bilimi, insanın kalıtsal yanını araştırarak bu soruya bir ölçüde cevap bulmaya çalışıyor. İnsanın biyolojik ve bedensel yapısını, ebeveyninden miras olarak aldıkları ne ölçüde belirlemektedir sorusuna oldukça net sayılabilecek cevaplar verdiği söylenebilen genetik, şimdi de bu miras olarak aktarılanların davranışlarımıza ve ruhsal yapımıza olan etkilerini araştırmakta, yeni ve çoğu zaman sansasyonel tezler öne sürmektedir.
Son 150 yıldır yapılan bilimsel araştırmalar, insan dışındaki canlılarda kuşaktan kuşağa aktarılan türler arası ve tür içinde gözlenen farklılıklardan çoğunlukla kalıtsal etkenlerin sorumlu olduğunu göstermiştir. Ancak söz konusu olan insan varoluşu olduğunda, bu kadar kolay çıkarımlar yapılamamaktadır. Bugün bilim çevrelerinde genel olarak kabul gören yaklaşım, insan varoluşunun karmaşıklığı ve zenginliği dolayısıyla basitçe genlerin etkisiyle açıklanamayacağı ama genleri hesaba katmadan da bir insan olarak potansiyellerimizin ve zayıflıklarımızın biyolojik-bedensel temellerini anlayamayacağımızdır.
İnsan organizmasını belirleyen en önemli etkenlerden birisini, atalarımızdan kalıtım yoluyla devraldığımızın pek tartışılacak yanı yok gibidir. Tartışma, daha çok bu mirasın sonradan çevresel-kültürel etkenlerle ne kadar değişikliğe uğradığı ve ne ölçüde davranışlarımızda etkili olduğu konusunda çıkmaktadır. Atalarımızdan bize kalan mirasın yalnızca dış görünüşümüzü ve beden yapımızı değil, ama aynı zamanda, belli ölçülerde kalmak koşuluyla ruhsal özelliklerimizi (kişiliğimiz, huylarımız, tutumlarımız) de etkilediği genellikle kabul edilmektedir. Hatta Noam Chomsky gibi bazı ünlü dilbilimcilerin, insanın dili kullanma potansiyelinin bile genetik olarak aktarıldığı ve doğuştan getirildiği şeklindeki kanaatleri saygıyla karşılanmaktadır. Ama genetik mirasın etkisi konusunda ortaya çıkan bu geniş fikir birliği, çevresel-kültürel etkenlerin rollerinin küçümsenmesine yol açmamaktadır. Yine bugün kabul edilen görüşe göre, doğum öncesinden başlayarak ölene dek çevresel etkenlerin genetik mirasımızı, hatta yalnızca davranışsal olanlarını değil, biyolojik olanlarını bile, etkilemekte ve dönüştürmektedir.
Bilim dünyasında bedensel-biyolojik ve ruhsal-davranışsal yapımızı birlikte şekillendiren bu faktörlerin genetik-kalıtımsal olanlarına “doğuştan getirdiklerimiz”, çevresel-kültürel etkilerle oluşan özelliklere “sonradan kazandıklarımız” denilmektedir. Bu yazıda “sonradan kazandığımız” çevresel-kültürel etkenler ve bedensel-biyolojik yapımız üzerinde değil de, daha çok “doğuştan getirdiğimiz” genetik-kalıtımsal faktörlerin ruhsal-davranışsal yapımız üzerindeki etkilerini ele alacağız. Böyle yapmakla, genetik devrim ve biyoteknoloji alanındaki gelişmelerin bizi sürükleyeceği tartışmalarda, genetik ve davranış ilişkisi konusunda gerekli temel bilgi donanımının elde edilmesine katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. Onları bu yazı dolayısıyla şimdilik dışarıda tutmamız, hiçbir şekilde çevresel-kültürel etkenlerin davranışlarımızdaki rollerini küçümsediğimiz şeklinde anlaşılmamalıdır.
“Doğuştan getirdiğimiz” genetik miras mı yoksa “sonradan kazandığımız” kültürel-çevresel etkenler mi davranışlarımızın şekillenmesinde önem taşırlar tartışmasının, bilim dünyasında birçok başka tartışmada uzantıları bulunmaktadır. Bunların başında ünlü “doğa mı, yetiştirme mi” (nature-nurture) ya da “içgüdü mü, öğrenme mi” tartışmaları gelmektedir.
Doğaya karşı yetiştirme; İçgüdülere karşı öğrenme
İnsanın bazı özellikleri tamamıyla kalıtımsaldır, yani ona doğuştan verili özelliklerdir. Örneğin göz rengimiz, burnumuzun şekli, parmaklarımızın sayısı gibi birçok bedensel özelliğimiz hemen tamamıyla kalıtım tarafından belirlenmektedir. Bazı özelliklerimiz ise tamamıyla çevreseldir: Saçımızı kestirme biçimimiz, konuştuğumuz dilin türü, giyinme biçimimiz gibi. Çoğu özelliğimiz içinse böyle net bir ayrım yapabilmek oldukça güçtür; onlar, her iki grup etkenin karşılıklı etkileşimi sonucunda ortaya çıkarlar.
İnsan davranışları, her ne kadar kavramlar içerikleri konusunda bir fikir birliği bulunmasa da, öteden beri içgüdüsel ve öğrenilmiş olarak ikiye ayrılırlar. Bu ayrımda içgüdüsel davranışlar üzerinde doğal-genetik etkenlerin, öğrenilmiş davranışlar üzerinde ise yetişilen çevre ve kültürün daha çok rol oynadığı ve onları belirlediği kabul edilmektedir. İçgüdüsel davranışların daha çok hayvanlarda olduğu, insanda çok az bulunduğu veya insanın gerçek anlamda içgüdüsel denebilecek hiçbir davranışı olmadığı ileri sürülmektedir. Ancak yapılan çalışmalar ve gözlemler, hayvanlarda olduğu gibi tam olarak belirlenmiş olmasa da insanlarda da en azından eğilim (trait) diyebileceğimiz şekilde türe özgü kimi davranış kalıpları olduğunu göstermiştir.
İçgüdüsel davranışlar üzerine olan bu tartışmalar yıllardır sürüp gitmektedir. 19. yüzyıl sonlarından bu yana, hayvanların karmaşıklık düzeyi ile içgüdüsel davranışlar arasında bir ters orantı olduğu, yani gelişmişlik düzeyinin artışıyla içgüdüsel davranışların azaldığı, özellikle alt sınıf hayvanlarda ise bu tür davranışların fazla olduğu konusunda bir anlaşma sağlanmış gibi görünmektedir. Ancak bu tarihsel açıklamaların çoğu, araştırma sonucu saptanmış bulgulara dayanmamakta, henüz “bilimsel önyargı” düzeyinde bulunmaktadır.
Modern bilimsel yöntemlerle bu konunun araştırılması, 19. yüzyılın sonlarında Charles Darwin’le başlamıştır. İngiliz bilim adamı Darwin, 1859′da yayınlanan ünlü kitabı “Türlerin Kökeni” ile , daha önce kimi felsefeciler tarafından ortaya konulan “doğal ayıklanma” görüşüne dayanarak türlerin gelişimini açıklamayı denedi. Darwin türlerin evrimiyle ilgili çalışmalarında, insanın evrimi ile basit hayvanların evrimi arasında çok keskin bir kopukluğun ya da süreksizliğin olmadığını söylemiştir. Bundan dolayı Darwin ve yandaşları, hayvanlardaki davranışların sadece içgüdülerle değil, tıpkı insanlardaki gibi temel yorumlayıcı zihinsel etkinliklerle ortaya çıktığını öne sürmüşler, aynı şekilde insanın ve basit hayvanların ortak evrimsel süreçten geçtiğini, temel içgüdüsel davranışların insanda da yer aldığını ilke olarak kabul etmişlerdir.
Darwin’in bu görüşlerine paralel olarak hemen hemen onunla çağdaş olan ruhbilimci Sigmund Freud, tüm normal ve normal dışı insan davranışlarının genetik olarak belirlenen iki temel içgüdünün etkisiyle çıktığını savunmuştur: Bunlar, yaşam içgüdüsü (libido-Eros) ve saldırganlık-ölüm içgüdüsü (destrudo-Thanatos)’dür. Freud, bu iki temel içgüdünün doğuştan geldiğini tüm insanlarda ortak olduğunu ve insanın ruhsal yaşamını ve davranışlarını belirleyen temel organizasyonun bu iki gücün etkisi altında biçimlendiğini söylemiştir. Bir sosyal psikolog olan William Mc Dougall ise insanın, Freud’un sandığı gibi yalnızca iki değil, kaçma, tiksinme, kavgacılık, toplumsallık vs.. gibi en azından bir düzine içgüdüye sahip olduğunu savundu.
İnsanın içgüdüsel davranış teorisi, John Watson ve takipçisi davranışçı bilimciler tarafından reddedildi. Watson ve öğrencileri, davranışın tamamen doğuştan programlanmış ve öğrenilemez olduğu fikrine karşı çıktılar. Bazı davranışçılar ise, alt sınıf hayvanlarda programlanmış ve öğrenilemez küçük, tekrarlayıcı davranışların olduğunu söylemelerine rağmen; gelişkin türlerde davranışın içgüdüsel olmadığını ve hemen her davranışın öğrenilmiş olduğunu savundular. Bu bilimciler, iyi kontrol edilen çevresel koşulların olduğu ortamlarda bile beklenmedik, küçük bir çevresel uyarının bazı öğrenilmiş davranış kalıplarına yol açtığını deneyleriyle göstermeye çalıştılar. Bunlar arasından daha da ileri giden bazıları ise, bırakın davranışları, bazı temel reflekslerin bile öğrenme ve deneyim sonucu ortaya çıktığını öne sürdüler. Onlara göre, Freud ve Mc Dougall gibi davranışların içgüdüsel olduğunu söyleyen bilim adamlarının teorilerini ispatlama şansları yoktu zira teorileri deney ve gözlemlere uygun değildi. Onlara göre, zihin, gözlenebilir davranışın ta kendisiydi; içgüdü teorisyenlerinin gözlemle değil, masa başında düşünerek analizle ortaya çıkardıklarını ileri sürdükleri ve zihnin içsel mekanizmaları diye ilan ettikleri şeyler, gözlemlenemediklerinden deneysel olarak da ispatlanamazlardı. Davranışçılar, bir yaklaşıma gerçekten bilimsel denilebilmesi için davranışın gözlenebilir ve deneysel olarak müdahale edilebilir olması gerektiğini söylüyorlardı.
Davranışçılar, 1920 ve 1950′li yıllarda, özelikle ABD’nde, insan davranışının biçimlenmesinde sonradan kazanılan, öğrenilen yanına dikkat çekerlerken bu sırada Konrad Lorenz ve Nikoloas Tinbergen gibi Avrupa’lı zoolojistler, dikkatlerini doğal koşullarda ortaya çıkan hayvan davranışlarının mekanizmaları üzerinde odakladılar. Yeni doğan hayvanların davranışlarını incelediler ve doğuştan gelen tekrarlayıcı gözlenebilir motor hareketlerin içgüdüsel kökeni konusunda biyolojik araştırmalar yaptılar. Çeşitli hayvan türleri üzerine yaptıkları araştırmalar, içgüdü teorisi ve davranışcı teori arasında kısmi bir uzlaşma sağladı. Sonuç olarak birçok hayvan davranışının ne çevreden hiç etkilenmeden, öğrenilmemiş içgüdüsel davranışlar olduğunu ne de tamamıyla çevreden etkilenmeye açık öğrenilmiş davranışlar olduğunu ortaya koydular. Kendilerine etholog denen ve “etholojist ekol” adını alan bu bilimciler, birçok hayvanın genetik yapısının, dıştan ve içten gelen etkilerle şekillenen davranışlar çıkardıklarını savundular. Bu araştırmalardan bazıları oldukça ün kazandı.
Bunlardan birisinde Konrad Lorenz, yumurtadan yeni çıkan ördek yavrularının nasıl olup da hemen hangi ördeğin annelerini olduğunu bilerek, onu takip etmeye koyulduklarını ve onların çağrılarına cevap verdiklerini inceledi. Lorenz, ortaya koydu ki, ördek yavruları bu becerileri, deneyim yoluyla ancak çok özel bir biçimde öğrenmektedirler. Ördek yavruları, anne diye ilk gördükleri orta boylu ve hareket halindeki şeyin peşi sıra gitmektedirler ve zaten normalde de bu orta boylu ve hareket halindeki şey anne olmakta, böylelikle bu konudaki içgüdüsel bilgi de yavrular için bir avantaj oluşturmaktadır. Lorenz’in deneyinde de ördek yavruları kuluçka makinesinden çıkar çıkmaz gördükleri ilk hareket eden nesne olarak araştırmacı Lorenz’i anneleri kabul edip onu takip etmeye başlamışlardır. Lorenz’i anneleri olarak belleyen yavrular, araştırmacının sonradan ortama getirdiği gerçek anneleriyle hiç ilgilenmemişlerdir. Daha sonra yapılan araştırmalarda da yavru ördeklere doğru boyutta ve hareket halinde her nesneyle etkilenim yaptırılabileceği ortaya çıkmıştır. Bir grup yavru ördek, iple çekilen büyük bir balonu bile anneleri olarak kabul etmişlerdir. Ancak bu özel etkilenimin oluşabilmesi için doğru uyaranın uygun zamanda verilmesi gerekmektedir. Doğdukları günlerde çevrelerinde uygun boyutta hareket halinde bir cismin hareket etmemesi halinde, yavru ördekler, hiçbir şeyi anneleri olarak kabul etmeyeceklerdir. Yavruların içgüdüsel bir biçimde, doğuştan bildikleri şey, hareket halinde ve;mso-bidi-font-size:13.5pt;font-family:Arial”>Bu alanda bir başka ünlü çalışma Tinbergen’in yumurtadan yeni çıkan ringa martılarıyla yapmış olduğudur. Yumurtadan yeni çıkan martı yavruları, annelerinin gagasını gagalayarak ondan yiyecek almak zorundadırlar. Yavru martı, yalnızca gagaladığında beslenebilir aksi takdirde örneğin kör yavrular, açlıktan ölmeye mahkumdurlar. Tinbergen, çalışmasında bu doğuştan gelen tepkileri harekete geçiren şeyin ebeveynin gagasının ucundaki kırmızı nokta olduğunu göstermiştir. Yavru martı, ona üzerinde böyle bir nokta bulunan kartondan yapılmış bir gaga gösterdiğinizde bunu gagalamaya başlayacak, üzerinde bu noktanın bulunmadığı kartonu ise gagalamayacaktır.
Tinbergen’in bu çalışmasının yorumu da tıpkı Lorenz’in çalışması gibidir: Doğuştan getirilen içgüdüsel bilgilerin varlığı kesin olmakla birlikte, onların davranış olarak yaşama geçmesini sağlayan şey, çevresel etkenler yoluyla edinilen deneyimdir.
Ethojinin insan davranışının açıklanmasına katkıları
Etholojik araştırmaların insan davranışı incelemelerine etkisi, iki yönden olmuştur. Bunlardan birincisi, etholojik araştırmalardaki genetik faktörün önemini öne çıkartan sosyobiyoloji alanındadır; ethologların hayvan davranışı incelemelerinden yola çıkan sosyobiyologlar, evrim konusunda Darwin’in bakışından oldukça farklı bir yaklaşım geliştirdiler. Onlara göre, evrimin amacı soyun sürekliliğini sağlamaya yöneliktir; birsoyun üyesinin davranışlarına soyunu korumaya ve onun sürekliliğini sağlamaya yönelik, “soy seçici” içgüdüler yön verirler. Bu soy seçici tutumlar, insan davranışlarının da temelini oluşturur. İnsan davranışlarını da genetik olarak getirdikleri, soyu korumaya yönelik içgüdüsel tutumlar belirlemektedir; kültürel ve öğrenme yoluyla ortaya çıktıkları sanılan tüm insan etkinlikleri aslında, içgüdüsel olarak insan türünün sürekliliğini sağlamaya yönelik faaliyetlerdir.
Etholojinin insan davranışının açıklanmasına ikinci etkisi ise, sosyobiyolojinin tam tersine, anne-bebek ilişkisinin önemini öne çıkartan bir şekilde olmuştur. Harlow’un maymunlarla yıllar süren araştırmalarının sonucunda, maymunlarda anne-bebek ilişkisinin onların sonraki yaşamlarında nasıl bir ruhsal ve toplumsal gelişme göstereceklerini belirlediği kanaatine varması ve ardından bu kanaatinin tüm memeliler için geçerli olduğunu söylemesi, çocuk ve erişkin psikiyatrisi üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Başta John Bowlby olmak üzere etholojiden etkilenen psikiyatristler, erişkin yaşamda ortaya çıkan birçok ruhsal rahatsızlığın anne-bebek ilişkisindeki toplumsal-duygusal bağın ve güvenli bağlılık ilişkisinin yeterince gelişmemesiyle ilgili olduğunu öne sürmüşlerdir.
Şüphesiz ethologların bu ve benzeri birçok deneysel sonuçlarına, hayvanlardan elde edilen sonuçların insanlara genellenemeyeceği söylenerek karşı çıkılabilir. Bu eleştiride bir haklılık payı vardır. İnsan yavrusu, hayvanlarda olduğu gibi, dünyaya ayrıntılı içgüdüsel tepki mekanizmalarıyla gelmemekte; oldukça bağımlı ve çaresiz bir durumda bulunmaktadır. Kaldı ki, yaşamları boyunca pek bir şey öğrenmelerine gerek olmadan içgüdüsel bilgileriyle var kalabilen hayvanlardan ayrı olarak, insan bilgisinin pek çoğunu öğrenerek elde eden ve bunları içgüdüleriyle değil aklıyla yapan bir varlıktır. Ama insan ve hayvan arasındaki tüm bu farklılıklar yine de insan zihninin doğum sırasında, bazı filozofların sandıkları gibi, boş bir levha (tabula rasa) olmadığı; belli uyaranlara karşı doğuştan gelen tepkilerden tümüyle mahrum kaldığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, yeni doğan bebek, emme tepkisini nasıl göstereceğini bilmektedir. Aynı şekilde, yeni doğan bebekler, etrafındakileri elleriyle nasıl kavrayacaklarını bilirler; yani dokunuşla ilgili uyaranlara nasıl tepki vereceği konusunda programlanmışlardır.
Davranışlarımızdaki kalıtım mirasının alt-yapısı
Bir tür olarak genetik yapımızı kromozom adını verdiğimiz insanı oluşturan en küçük birim olan hücrenin çekirdeğinde yar alan 46 adet düz bir şekilde sıralanmış gen veya kalıtım ünitesi oluşturur. Bu gen topluluğunun sayı ve yapısı hem tür içinde hem de türler arasında farklılıklar gösterir. Türler arasındaki farklılıklardan ayrı olarak tür içindeki farklılıklar da, belli ölçülerde genetik etkenlere bağlıdır; yani örneğin insan türündeki her bireyin cinsiyet, boy, zeka gibi birçok fiziksel ve ruhsal eğilimi en azından şu ya da bu ölçüde genetik kontrol altındadır. İnsanlar arasında sadece tek yumurta ikizlerinde bu genetik yapı birbirinin aynısıdır.
Genlerin varlığını ilk kez 1865′de Moravya’lı bir rahip olan Gregor Mendel adlı bilim adamı ortaya attı. Mendel, bitkilerin melezleşmesiyle ilgili gözleme dayalı deneyler yapana kadar, soyaçekim, anababa özelliklerinin çocuklarda ve sonraki nesillerde rastgele aktarıldığı bir durum olarak biliniyordu. Mendel’in ünlü deneyleriyle birlikte, soyaçekimin gen adı verilen birimlerin belli bir uygunlukta bir araya gelmesinden oluştuğu anlaşıldı. Ancak tür özelliklerinin nesilden nesile aktarılmasının ayrıntılı mekanizmalarının bilinmesi oldukça yenidir. Mendel’in bu fikri yaklaşık 35 yıl unutulduktan sonra 1900′lerin başında önemi farkedilmeye başlandı. 20. Yüzyılın başında öncelikle genleri taşıyan renkli cisimler, kromozomlar saptandı. Özellikle insan genetiğiyle ilgili bilgilerin gelişiminde ise, 1956′da J.H. Tijo ve A. Levan’ın insanda 23 çift kromozom olduğunu belirlemeleri önemli bir rol oynadı. Bugün artık bilinmektedir ki, nesilden nesile geçiş, gen adı verilen, kromozomlar üzerinde yerleşmiş organik birimler aracılığıyla olmaktadır ve kromozom sayıları türlere göre değişiklik göstermektedir. Kromozom sayısının türün gelişmişliği ve karmaşıklığıyla bir ilişkisi yoktur. Örneğin tavuklarda 78 kromozom vardır. Yine artık, yeni bir organizmanın cinsiyetinin ve saç ve göz rengi gibi fiziksel özelliklerinin genetik kurallara göre olduğu; bu geçişin kromozomlardaki DNA moleküllerinin içerdiği aminoasitlerin kendi aralarında değişik biçimlerde bir araya gelerek oluşturdukları genetik şifreye göre sağlandığı; genetik geçiş sırasında kromozom hatalarının ve bazı sakat genlerin geçişine bağlı olarak genetik hastalıkların ortaya çıkabilecekleri bilinmektedir. Normalde genler aşırı derecede sağlam ve değişmez niteliktedir ve hücre bölünmesi esnasında tam bir kopyalarını üretirler. Bu kopyalama esnasında olabilecek değişiklikler genellikle zararlıdır. Evrim kuramı kopyalama esnasında nadiren olabilen bu değişikliklerin (mutasyon) olumlu olanlarına dayanmaktadır.
Genler, kimyasal olarak deoksiribonükleik asit (DNA) denilen yapılardan oluşurlar. Bu DNA yapılarında insan bedeninde yer alan çeşitli yapısal proteinlerin kalıpları bulunur. Yani proteinler, bu DNA dizileri aracılığıyla üretilirler. Yalnız işin ilginç yanı, herhangi bir anda bir insanda DNA’lardan oluşan genlerdeki bu materyalin yaklaşık %1′ i protein sentezine aracılık etmektedir. Yani insanın genetik materyalinin hepsi kullanılmamakta, bir kısmı belli özel koşullar altında çalışmaya ve ifade edilmeye başlamaktadır. İnsanın davranışlarıyla ilgili ana biyolojik sistem olan merkezi sinir sisteminin gelişimini düzenleyen genlerin kesin sayısı bilinmese de bazı bilim adamları insandaki tüm genetik materyalin yaklaşık 1/3 ünün bu iş için ayrılmış olduğunu saptamışlardır. Bunun anlamı, insan kromozomlarında yer alan yaklaşık 50 bini aşkın genin en az 15 bin ila 20 bininin merkezi sinir sisteminin oluşumu ve işlev görebilmesi için çalıştığıdır. Yani davranışın meydana gelmesinde aracılık eden sinir hücrelerinin hem oluşumu hem de aralarındaki iletişiminin sağlanması, sürekliliği ve düzenlenmesi için gerekli proteinlerin sentezini, sonsuz sayıda değişkenlikle dizilmiş DNA birimlerinden oluşan genlerin bir kısmı yönetmektedir.
Moleküler biyolojideki son gelişmeler davranışın genler tarafından bire bir kodlanmadığını ortaya çıkarmış; “tek gen=tek davranış” şeklinde bir bağlantı olmadığı anlaşılmıştır. Genler, davranışın ortaya çıkmasından sorumlu sinir hücresi topluluğunun hem yapısal hem de metabolik işleyişinden sorumlu olan proteinlerin sentezi için gerekli kodları içermektedirler. Belli genleri dönüştürülerek, yapısı değiştirilmiş hayvanların öğrenilmiş davranış kalıplarında bozukluklar ortaya çıktığı bugün bilinen bir gerçektir. Yapılan incelemelerde, o genin veya genlerin yapımından sorumlu oldukları biyolojik bakımdan aktif maddelerin eksikliğine veya hatalı işleyişlerine bağlı olarak ilgili sinir hücrelerinde metabolik ve fonksiyonel bozukluklar saptanmıştır.
Sinir hücreleri arasındaki kavşaklarda davranışın boyutunu belirleyen biyolojik olarak aktif moleküllerin (serotonin, dopamin, norepinefrin vb..) sentezi, yıkımı, miktarları, genler tarafından kodlanan enzimler sayesinde olmaktadır. Ayrıca genler hormonlar ve hormon benzeri düzenleyici moleküllerin kodlarını da taşımaktadırlar.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst