- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 18 Kas 2009
- Mesajlar
- 531
- Tepkime puanı
- 2
- Puanları
- 18
- Yaş
- 33
Soru: Bir Tanrının var olup olmadığını gerçekten bilmek isterdim. Eğer yoksa, hayatın hiçbir anlamı yok. İnsan, Tanrıyı bilmeden, binlerce inanç ve görüntü içinde Tanrıyı bulmuş. Bütün bu inançların doğurduğu bölünme ve korku insanı kendi türünden ayırmış. Bu bölünmenin acı ve zararından kaçmak için daha çok inanç yaratıyor, çoğalan acı ve zihin karışıklığı insanı bir girdabın içine çekip yutmuş. Bilmeden inanıyoruz. Tanrıyı bilebilir miyim? Hem Hindistan'da hem de buradaki birçok ermişe bu soruyu sordum ve hepsi de inanç üzerinde ısrarla durdular. "İnan. O zaman bileceksin; inanmadan hiçbir zaman bilemezsin." dediler. Siz ne düşünürsünüz?
Krishnamurti: Anlamak için inanç gerekli mi? Öğrenmek, bilmekten çok daha önemli... İnancı öğrenmek, inancın sonudur. Zihin inançtan kurtulduğu zaman bakabilir. Bağlayıcı olan, inanç ya da inançsızlıktır; çünkü inanç ve inançsızlık aynıdır: Aynı paranın ters yüzleridir bunlar. Böylece olumlu ve olumsuz inancı bütünüyle bir yana koyabiliriz; inançlı ve inançsız aynıdır. Bu gerçekleştiği zaman 'Bir tanrı var mıdır?' sorusu oldukça değişik bir anlam kazanır. Bütün gelenek, bellek, akılsal ve duygusal anlatımlarıyla Tanrı kelimesi, bütün bunlar, Tanrı değildir. Kelime, gerçek değildir. Demek ki; zihin kelimeden kurtulabilir mi?
Soru: Bunun ne demek olduğunu bilmiyorum.
Krishnamurti: Kelime, gelenektir; umut, mutluluğu bulma isteği, en yüce olan için savaşmak, varoluşa canlılık veren harekettir. Demek ki, kelime kendisi en yüce olan oluyor, ama aynı zamanda kelimenin 'şey' olmadığını da örebiliyoruz. Zihin kelimedir ve kelime düşüncedir.
Soru: Ve kendimi kelimeden soymamı istiyorsunuz. Bunu nasıl yapabilirim? Kelime, geçmiş zamandır, bellektir. 'Eş' kelimedir, 'ev' kelimedir. Başlangıçta kelime vardı. Aynı zamanda kelime, iletişim(haberleşme), özdeşleşme(hüviyet) demektir. İsminiz siz değilsiniz, ama isminiz olmadan sizi soruşturamam. Ve bana, zihnin kelimeden kurtulup kurtulamayacağını soruyorsunuz. Yani, zihin, faaliyetinden (kendi etkinliğinden) kurtulabilir mi?
Krishnamurti: Ağaç durumunda, nesne gözlerimin önünde ve evrensel sözleşme ile kelime, ağaca yükleniyor. Ama 'Tanrı' kelimesi söz konusu olduğu zaman kelimenin yükleneceği herhangi bir şey yok; hiçbir referans olmadığı için de her insan ona ait kendi görüntüsünü yaratabiliyor. Din bilimci bir şekilde, entellektüel başka bir şekilde, inançlı ve inançsız da kendi yollarında yapıyorlar bunu. Umut, sonra da arayış ortaya çıkarıyor bu inancı. Bu umut, umutsuzluğun sonucu; dünyada, çevremizde gördüğümüz her şeyin umutsuzluğu. Umutsuzluktan umut doğuyor; bunlar da aynı paranın iki yüzü. Umut olmadığı zaman cehennem var ve bu cehennem korkusu bize umudun canlılığını veriyor. Sonra da yanılsama başlıyor. Demek ki kelime bizi yanılsamaya götürmüş durumda, hiç de Tanrıya değil. Tanrı, tapındığımız yanılsamadır; inançsız kişi de taptığı bir başka tanrının yanılsamasını yaratıyor - devlet, bir ütopya, ya da bütün hakikati içerdiğini düşündüğü bir kitap-. Böylece, yanılsamasıyla birlikte kelimeden kurtulup kurtulamayacağımızı soruyoruz size.
Soru: Bunun üzerinde derince düşünmeliyim.
Krishnamurti: Eğer yanılsama yoksa geriye ne kalır?
Soru: Sadece olan.
Krishnamurti: O 'olan' en kutsal olandır.
Soru: Eğer olan en kutsalsa; o zaman savaş, nefret, kargaşa, acı, hırs, yağma en kutsal. O zaman hiçbir değişmeden söz etmemeliyiz. Eğer 'olan' kutsalsa, o zaman her katil, yağmacı ve fırsatçı, "Bana dokunma, yaptığım kutsaldır." diyebilir.
Krishnamurti: "Olan, en kutsal olandır." cümlesinin basitliğinin ta kendisi büyük yanlış anlamaya götürüyor, çünkü ondaki hakikati görmüyoruz. 'Olan'ın kutsallığını görürseniz, adam öldürmezsiniz, savaşmazsınız, umut etmezsiniz, sömürmezsiniz.Bu şeyleri yapmış olduktan sonra, uymadığınız bir hakikatten ayrıcalığınız olduğunu öne sürmezsiniz. Siyah göstericiye, "Olan kutsaldır, karışma, yakma..." diyen beyaz bir adam bir şey görmemiştir; çünkü eğer görseydi, zenci onun için kutsal olacaktı ve yakıp yıkmaya da gerek kalmayacaktı. Demek ki, eğer her birimiz bu hakikati görürse, değişmenin olması gerekir. Hakikati böyle görmek, değişmedir.
Soru: Buraya Tanrının olup olmadığını öğrenmeye geldim ama siz tamamen aklımı karıştırdınız.
Krishnamurti: Tanrının olup olmadığını öğrenmeye geldiniz. Biz de dedik ki; 'kelime' bizi taptığımız yanılsamaya götürür ve bu yanılsama için birbirimizi isteyerek yok ediyoruz. Yanılsama yokken 'olan' en kutsaldır. Şimdi 'olan'ın gerçekte ne olduğuna bakalım. Belirli bir anda 'olan' korku olabilir, derin umutsuzluk, ya da kabına sığmaz neşe olabilir. Bu şeyler sürekli olarak değişiyor. Ama aynı zamanda "Çevremde bütün bunlar değişiyor, ama ben değişmeden kalıyorum." diyen bir gözlemci var. Bu bir hakikat mi, gerçekte 'olan' o mu? O da değişmiyor mu; kendisine bir şeyler ekleyip kendisinden bir şeyler çıkartmıyor mu; değişiyor, kendini uyduruyor, oluyor ve yok olmuyor mu? Demek ki hem gözlemci hem de gözlenen sürekli olarak değişiyor. 'Olan' değişmedir. Bu bir hakikattir. 'Olan' budur.
Soru: O zaman aşk değişebilir mi? Eğer her şey bir değişme hareketiyse, aşk da o hareketin bir parçası değil mi? Ve aşk değişebilirse, o zaman ben de bir kadını bugün sevebilirim ve yarın da bir başkasıyla yatarım.
Krishnamurti: Aşk mı? Yoksa aşkın, aşkın dile getirilmesinden değişik mi olduğunu söylüyorsunuz? Yoksa anlatıma aşktan daha büyük bir önem veriyor da böylece bir çatışma, çelişki mi yaratıyorsunuz? Aşk, değişim çarkının içinde yakalanabilir mi hiç? Eğer öyleyse, o zaman nefret de olabilir; o zaman aşk, nefrettir. Sadece hiçbir yanılsama olmadığı zaman 'olan' en kutsaldır. Hiçbir yanılsama olmadığı zaman 'olan' Tanrıdır, ya da başka bir ad kullanilabilir. Demek ki Tanrı, ya da ona hangi adı verirseniz veriz, SİZ
olmadığınız zaman vardır. Siz varken, o yoktur. Siz yokken, aşk vardır. Siz varken, aşk yoktur.
Krishnamurti: Anlamak için inanç gerekli mi? Öğrenmek, bilmekten çok daha önemli... İnancı öğrenmek, inancın sonudur. Zihin inançtan kurtulduğu zaman bakabilir. Bağlayıcı olan, inanç ya da inançsızlıktır; çünkü inanç ve inançsızlık aynıdır: Aynı paranın ters yüzleridir bunlar. Böylece olumlu ve olumsuz inancı bütünüyle bir yana koyabiliriz; inançlı ve inançsız aynıdır. Bu gerçekleştiği zaman 'Bir tanrı var mıdır?' sorusu oldukça değişik bir anlam kazanır. Bütün gelenek, bellek, akılsal ve duygusal anlatımlarıyla Tanrı kelimesi, bütün bunlar, Tanrı değildir. Kelime, gerçek değildir. Demek ki; zihin kelimeden kurtulabilir mi?
Soru: Bunun ne demek olduğunu bilmiyorum.
Krishnamurti: Kelime, gelenektir; umut, mutluluğu bulma isteği, en yüce olan için savaşmak, varoluşa canlılık veren harekettir. Demek ki, kelime kendisi en yüce olan oluyor, ama aynı zamanda kelimenin 'şey' olmadığını da örebiliyoruz. Zihin kelimedir ve kelime düşüncedir.
Soru: Ve kendimi kelimeden soymamı istiyorsunuz. Bunu nasıl yapabilirim? Kelime, geçmiş zamandır, bellektir. 'Eş' kelimedir, 'ev' kelimedir. Başlangıçta kelime vardı. Aynı zamanda kelime, iletişim(haberleşme), özdeşleşme(hüviyet) demektir. İsminiz siz değilsiniz, ama isminiz olmadan sizi soruşturamam. Ve bana, zihnin kelimeden kurtulup kurtulamayacağını soruyorsunuz. Yani, zihin, faaliyetinden (kendi etkinliğinden) kurtulabilir mi?
Krishnamurti: Ağaç durumunda, nesne gözlerimin önünde ve evrensel sözleşme ile kelime, ağaca yükleniyor. Ama 'Tanrı' kelimesi söz konusu olduğu zaman kelimenin yükleneceği herhangi bir şey yok; hiçbir referans olmadığı için de her insan ona ait kendi görüntüsünü yaratabiliyor. Din bilimci bir şekilde, entellektüel başka bir şekilde, inançlı ve inançsız da kendi yollarında yapıyorlar bunu. Umut, sonra da arayış ortaya çıkarıyor bu inancı. Bu umut, umutsuzluğun sonucu; dünyada, çevremizde gördüğümüz her şeyin umutsuzluğu. Umutsuzluktan umut doğuyor; bunlar da aynı paranın iki yüzü. Umut olmadığı zaman cehennem var ve bu cehennem korkusu bize umudun canlılığını veriyor. Sonra da yanılsama başlıyor. Demek ki kelime bizi yanılsamaya götürmüş durumda, hiç de Tanrıya değil. Tanrı, tapındığımız yanılsamadır; inançsız kişi de taptığı bir başka tanrının yanılsamasını yaratıyor - devlet, bir ütopya, ya da bütün hakikati içerdiğini düşündüğü bir kitap-. Böylece, yanılsamasıyla birlikte kelimeden kurtulup kurtulamayacağımızı soruyoruz size.
Soru: Bunun üzerinde derince düşünmeliyim.
Krishnamurti: Eğer yanılsama yoksa geriye ne kalır?
Soru: Sadece olan.
Krishnamurti: O 'olan' en kutsal olandır.
Soru: Eğer olan en kutsalsa; o zaman savaş, nefret, kargaşa, acı, hırs, yağma en kutsal. O zaman hiçbir değişmeden söz etmemeliyiz. Eğer 'olan' kutsalsa, o zaman her katil, yağmacı ve fırsatçı, "Bana dokunma, yaptığım kutsaldır." diyebilir.
Krishnamurti: "Olan, en kutsal olandır." cümlesinin basitliğinin ta kendisi büyük yanlış anlamaya götürüyor, çünkü ondaki hakikati görmüyoruz. 'Olan'ın kutsallığını görürseniz, adam öldürmezsiniz, savaşmazsınız, umut etmezsiniz, sömürmezsiniz.Bu şeyleri yapmış olduktan sonra, uymadığınız bir hakikatten ayrıcalığınız olduğunu öne sürmezsiniz. Siyah göstericiye, "Olan kutsaldır, karışma, yakma..." diyen beyaz bir adam bir şey görmemiştir; çünkü eğer görseydi, zenci onun için kutsal olacaktı ve yakıp yıkmaya da gerek kalmayacaktı. Demek ki, eğer her birimiz bu hakikati görürse, değişmenin olması gerekir. Hakikati böyle görmek, değişmedir.
Soru: Buraya Tanrının olup olmadığını öğrenmeye geldim ama siz tamamen aklımı karıştırdınız.
Krishnamurti: Tanrının olup olmadığını öğrenmeye geldiniz. Biz de dedik ki; 'kelime' bizi taptığımız yanılsamaya götürür ve bu yanılsama için birbirimizi isteyerek yok ediyoruz. Yanılsama yokken 'olan' en kutsaldır. Şimdi 'olan'ın gerçekte ne olduğuna bakalım. Belirli bir anda 'olan' korku olabilir, derin umutsuzluk, ya da kabına sığmaz neşe olabilir. Bu şeyler sürekli olarak değişiyor. Ama aynı zamanda "Çevremde bütün bunlar değişiyor, ama ben değişmeden kalıyorum." diyen bir gözlemci var. Bu bir hakikat mi, gerçekte 'olan' o mu? O da değişmiyor mu; kendisine bir şeyler ekleyip kendisinden bir şeyler çıkartmıyor mu; değişiyor, kendini uyduruyor, oluyor ve yok olmuyor mu? Demek ki hem gözlemci hem de gözlenen sürekli olarak değişiyor. 'Olan' değişmedir. Bu bir hakikattir. 'Olan' budur.
Soru: O zaman aşk değişebilir mi? Eğer her şey bir değişme hareketiyse, aşk da o hareketin bir parçası değil mi? Ve aşk değişebilirse, o zaman ben de bir kadını bugün sevebilirim ve yarın da bir başkasıyla yatarım.
Krishnamurti: Aşk mı? Yoksa aşkın, aşkın dile getirilmesinden değişik mi olduğunu söylüyorsunuz? Yoksa anlatıma aşktan daha büyük bir önem veriyor da böylece bir çatışma, çelişki mi yaratıyorsunuz? Aşk, değişim çarkının içinde yakalanabilir mi hiç? Eğer öyleyse, o zaman nefret de olabilir; o zaman aşk, nefrettir. Sadece hiçbir yanılsama olmadığı zaman 'olan' en kutsaldır. Hiçbir yanılsama olmadığı zaman 'olan' Tanrıdır, ya da başka bir ad kullanilabilir. Demek ki Tanrı, ya da ona hangi adı verirseniz veriz, SİZ
olmadığınız zaman vardır. Siz varken, o yoktur. Siz yokken, aşk vardır. Siz varken, aşk yoktur.