Big-Bang (Büyük Patlama)

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Bilimsel Makaleler kategorisinde faust tarafından oluşturulan Big-Bang (Büyük Patlama) başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 4,722 kez görüntülenmiş, 4 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Bilimsel Makaleler
Konu Başlığı Big-Bang (Büyük Patlama)
Konbuyu başlatan faust
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan evrensel-insan
F

faust

Ziyaretçi
Gökyüzü ilkel insandan bu yana insanın ilgisini çekmiştir. O dönemlerde insanlar, çoğu kez başlarına gelen iyi ve kötü şeyleri de hep gökyüzüne, orada görüp tanımlayamadığı yıldızlara ve çoğu kez oralarda bir yerlerde olduğunu varsaydığı doğa üstü güçlere bağlamıştır. O dönemlerin dünyasının düz olduğuna ve kenarına yaklaşıldığında “aşağı” düşüleceğine inanılırdı..Bu anlamda gökyüzü ve astronomi, aşağı yukarı bütün eski uygarlıkların yazılı metinlerinde yer almaktadır. İnkalardan, Asurlulara, Sümerlere, Doğu Asya uygarlıklarından Mısır’a kadar her uygarlık gökyüzünü kendine göre yorumlamış ve ona çeşitli anlamlar yüklemiştir.
M.Ö. 384-322 yıllarında yaşayan Aristo evrenin iki ana bölgeden oluştuğunu söyler. Birinci bölge ay ile dünya arasıdır.İkinci bölge ise “ay’ın ötesi”. ayın ötesi değişmemektedir. Ay ile dünya arasında madde ise sürekli birbirine dönüşmektedir. Aristo yaptığı hesaplamalarla dünyanın yuvarlak olabileceği öngörüsünde de bulunur. Ona göre dünya evrenin merkezidir. Bu görüş Batlamyus ( Pitolemi) ile birlikte yaklaşık iki bin yıl boyunca hiç bir değişikliğe uğramaz. Batlamyus bir matematikçiydi ve İskenderiye okulunun son temsilcisiydi. Ona göre gezegenler hayali bir noktanın etrafında dolanıyordu; bu hayali nokta da dünyanın etrafında dolanıyordu.
1500′lü yıllarda Kopernik Batlamyus’un ileri sürdüğü dünya merkezli evren düşüncesini yerle bir ederek, bugünün güneş sistemine çok yakın bir model ortaya attı. Buna göre evreninmerkezi dünya değil, güneşti. Bütün gezegenler dünya da dahil, bir yörünge çizerek hem güneşin ve hem de kendi etrafında dönüyorlardı. 1610 yılında Galile’nin dürbünü bulmasıyla Kopernik modeli kanıtlanıyordu. Kepler bu çalışmaları daha da geliştirerek gezegenlerin güneş etrafında dairesel değil, eliptik bir yörünge çizdiğini hesaplamıştı. Kepler bu hareketin belli yasalar uyarınca gerçekleştiğini düşünen ilk kişiydi.Teleskopların bulunması, zamanla geliştirilmesi 16.yy.’dan itibaren gözlemevlerinin kurulması hem yeni gezegenlerin bulunmasını ve hem de evren ölçeğimizin de genişlemesine yol açıyordu. Yıldızların gökadaları oluşturduğu ve evrende bizim gökadamız dışında başka gökadalar da olabileceği dile getiriliyordu.
Bilim dünyasında 20 yy.’ın başlarına kadar evrenin sonsuz ve durağan olduğu yolunda görüşler hakimdi. Eski Yunan’da gelişmiş olan bu görüş, Batı düşüncesine felsefeyle birlikte girmiştir. Engizisyon döneminde dinsel baskının yoğunluğu altında çok fazla gelişim göstermese de, aydınlanma dönemiyle birlikte yeniden canlanarak eski güncelliğine kavuşmuştur. Bu dönemlerde evrenin sonsuzdan beri varolduğunu savunan en önemli düşünür de Alman Emmanuel Kant’dı. 1920′li yıllara gelindiğinde hem bu görüş derinden sarsıldı ve hem de A.Einstein’ın evren modeli ile birlikte kozmoloji ilk kez bilimsel bir nitelik kazandı.
A.Einstein 1917 yılında, maddenin uzayı eğme yeteneğine sahip olduğunu gösteren genel görelilik kuramını ortaya koyduktan sonra, çalışmalarını test edebilmek için denklemlerini uzayın bütününe uygulamıştır. Zamanının kozmoloji düşüncelerine göre evrenin durağan ve değişmez özelliği Einstein’ı bu yolda bir çözüm arayışına yönlendirdi ve Einstein bu çalışmalarında homojen ve değişmez bir evren çözümü aradı. Denklemleri ise hep farklı bir sonuca işaret ediyordu. Oysa evrende iki nokta arasındaki uzaklıkların değişebilirliğine ilişkin hiç bir bilgi ortada yoktu. Ciddi bir hata yaptığını düşündü. Zamanının evren düşüncesini doğrulayacak bir terimi, “kozmolojik sabit”i denklemlerine eklemek zorunda kaldı. Sonrasında bu durum için yaşamının en büyük hatası olduğunu kabul edecekti.
Einstein’ın kozmolojik sabit ekleyerek bulduğu model evreni tam anlamıyla durgundu. Aynı yıılarda, Eistein’ın düzeltilmiş evren modelinin bir başka çözümü de Hollandalı astronom W.de-Sitter tarafından bulunmuştur. Bu modelde evren durgun görünse de uzaklıklara bağlı olarak bir devinim içeriyordu.Evrenin dinamik bir geometriye sahip olabileceği düşüncesi ilk kez Rus fizikçi Alexandre Freidman tarafından ileri sürülmüştür. 1922 yılında Einstein’ın genel görelilik denklemlerinden yola çıkan Freidman,evrende oluşabilecek etkileşimlerin genişleme veya büzülmeye yol açabileceği sonucuna varmıştı. Freidman’ın ileri sürdüğü tezleri ilk yorumlayan kişi de Belçikalı Rahip Lemaitre’dir. Lemaitre bu yorumlara dayanarak evrenin bir başlangıcı ve bir sonu olması gerektiğini ileri sürüyordu.
1929 yıllarında ortaya çıkan bir gelişme hiç değişmeyen statik evren düşüncesini sona erdirdi. Bu yıllarda Amerikalı Astronom Edwin Hubble, Mount Wilson Gözlemevi’ndeki 2.5 m.lik teleskobuyla sarmal gökadaların uzaklıkları konusunda yaptığı çalışmalar sırasında, bu gökadalardan gelen ışığın kırmızıya kaydığını saptamıştı. Kırmızıya kayma Döpler yorumuna göre “uzaklaşma” anlamına geliyordu. Freidman ve Lemaitre bu durumu evrenin genişlemesi olarak yorumlamış ve genişleyen bir evrenin bir başlangıç noktası olması gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu yoruma göre “evrenin genişlemesi” bir süre sonra yeni bir modelin oluşmasına yol açtı. Evren genişlediğine göre, zamanda geriye gidildiğinde daha küçük bir evren ve daha geriye gittiğimizde karşımıza “tek bir nokta” çıkıyordu. Bu nokta bir belirsizlik, bir hiçlik ve bir tekillikti. Modele göre, bugün evrende var olduğunu bildiğimiz milyarlarca gökada, trilyonlarca yıldız, gezegen, gaz ve toz bulutları, hepsi, her şey bu tekil noktanın patlamasıyla oluşmuştu. Evrenin kendisi, madde ve zaman bu “nokta”nın patlamasıyla ortaya çıkmıştı ve sonunda bugünkü görünümünü almıştı. Lemaitre’nin söylemi bununla da kalmıyordu. Evrenin bir başlangıcı varsa, mutlaka bir sonu da olmalıydı. Daha sonra bu “son” çeşitli hesaplama ve yorumlamalarla “büyük çöküntü” ( Big Crunch) veya “ısı ölümü-donma” ( Big Chill) şeklinde ifade edilecektir.
Bulgular evrenin değişmeyen özelliğine bir darbe vursa da, evrenin bir başlangıcı ve bir sonu olduğu düşüncesi “teolojik bir yorum”du ve olabildiğince “rahatsız edici”ydi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonunda Fred Boyle, Herman Bondi ve Thomas Gold “Durgun Hal” ( Değişmez Durum) modelini ortaya attılar. Bu modele göre evren Hublle’ın keşfettiği gibi genişliyor ama zaman içinde bir değişiklik göstermiyordu.
”…Onlara göre büyük patlama kavramında geçmişe ait bir tutarsızlık vardı. Evrendeki bütün madde ve enerji bir anda, birdenbire mutlak olarak hiçbir şeyden yaratılmıştır. Onların alternatif olarak ileri sürdükleri ise değişmez durumda bir evrendi, yani temel olarak her zaman aynı olan bir evren. Galaksilerin Dopler kayması ile birbirlerinden uzaklaşması sürerken, arkada bıraktıkları boşluk devamlı olarak yaratılan yeni madde ile doldurulmaktadır. Bu oluşacak hammadde, yeni oluşacak galaksilerin tohumlarını eker ve böylece esas olarak evrende galaksi dağılımı sabit kalır.”(1)
Yaptıkları hesaplamalara göre böyle bir modelin işlerlik kazanabilmesi için uzay boşluğunda oluşması gereken madde miktarı çok düşüktü. Gerçekten de yoğunluğun sabit kalması yani değişimin olmaması için gereken madde miktarı “yaklaşık bir metreküplük bir hacimde bir proton yani sadece bir hidrojen atomu”(2) idi.
Durgun hal modelinin en önemli özelliği belirsizlikleri ortadan kaldırmasıydı. Evrenin nasıl olması gerektiği konusunda son derece kesin ve güçlü öngörülerde bulunuyordu. Eğer evren hiç değişmiyor sadece genişliyorsa tüm kozmik tarihlerde aynı görünmesi ve galaksilerin oluşmaya başladığı çağların veya kuasarların egemenlik kurduğu dönemlerin olmaması gerekirdi. Oysa gözlemler ve gözlemlerin yorumlanması farklıydı.
” Gökbilimciler güçlü radyo dalgaları kaynağı olan çok yaşlı gökadaları gözlemek, bu tür gökadaların büyük patlama kuramının öngördüğü gibi, evrende belli çağlarda mı ortaya çıktığını, yoksa durağan hal modelinin öngördüğü gibi, her zaman aynı oranda bol mu olduklarını anlamak için radyo teleskopları kullandılar. 1950′lerin sonlarında, evrenin geçmişte günümüzdekinden çok farklı olduğunu düşündüren gözlemler birikmeye başladı. Güçlü radyo dalgaları kaynağı olan gökadalar kozmik tarihte her zaman aynı derecede bol değildi.”(3)
Uzak gökadalardan gelen ışık, o nesnelerin uzaklıkları ölçüsündeki geçmişleriyle ilgilidir. Bu anlamda farklı uzaklıklardaki benzer gökadalara baktığımızda onların farklı zamanlarda nasıl olduğunu incelememizi sağlamaktadır. Bu inceleme bugün de yapılmaktadır. Çalışmalar kesin bir şekilde gökadaların bir evrim süreci geçirdiğini ortaya koymaktadır. İlk bulgular, durgun hal modelini savunanlarla, büyük patlamacıların tartışmalarını alevlendirmişti. Bu dönemde Fred Hoyle İngiliz Televizyonunda yaptığı konuşmada, evrenin bir patlama ile başladığını savunanlarla biraz da alay etmek için “Büyük Patlama” terimini kullanacaktı. Kısa bir süre içinde durgun hal modeli ikinci plana düşerken “Big-Bang” terimi kalıcılaşacaktı.
1948 yılında George Gamow, Lemaitre’nin hesaplamalarını daha da genişleterek Big-Bang’a bağlı olarak yeni bir öngörüde bulunmuştu. Buna göre evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda evrende bu patlamadan arta kalan radyasyon izlerine rastlanmalı ve bu radyasyon evrenin her noktasından algılanabilmeliydi. “Beklenen haber” 1965 yılında bir rastlantı sonucu ortaya çıktı. Amerika’da Bell Telefon laboratuarında çalışan A. Penzias ve R. Wilson, radyo ölçümleri yaparken belli dalga boylarında ölçtükleri ışınımda bir “fazlalık” olduğunu farkettiler. Araştırmaları ışınımın Samanyolu galaksisinin dışından geldiğini gösteriyordu. Gelen ışınımın ne olduğunu anlayabilmek için Princeton Üniversitesi’ndeki fizikçi Robert Dicke’ye gittiler. Dicke de bu konu üzerinde çalışıyordu. Ölçümler ve çalışmalar bu ışınımın Büyük Patlama Kuramı’na göre başlangıçtan yayılan ve bugüne kadar genişlemeden dolayı soğuyan ve 3k dereceye düşen arka alan fon ışıması olduğuna karar verdiler. Durağan hal evreni böyle bir ısı ışınımı içermez. Çünkü böyle yoğunluklu bir sıcak geçmişin yaşanmadığı bir model üzerine kurgulanmıştır. Dahası evrendeki hafif elementlerin bolluğu da evrenin oluşumunun ilk üç dakikasındaki nükleer tepkimelere yorumlanınca durağan hal modeli ikinci plana düştü.
”Bu iki başarı durağan hal modelinin sonu demekti ve bu model, savunucularının çeşitli şekillerde değiştirme çabalarına karşın, evrenin olası bir modeli olmaktan çıktı. Evren üzerindeki gözlemlerimizi koordine etmeyi başaran bir model olarak, “büyük patlama” kabul gördü. Ama “büyük patlama modeli” teriminin yalnızca, geçmişin şu andan daha sıcak ve daha yoğun olduğu, genişleyen bir evren modelinden öte bir anlam taşımadığı da anlaşılmalıdır.”(4)
Big-Bang Ve Dayanakları:
Bugün evrenin nasıl ortaya çıktığı, nasıl bir gelişim gösterdiği ve geleceğin nasıl olacağı konusunda başı çeken ve en fazla tanınan model Big-Bang’dir.Bu anlamda Büyük Patlama modelinin en temel öngörüsü evrenin 13.7 milyar yıl önce bir büyük patlama ile başlamış olduğu iddiasıdır. Bu noktadan yola çıkıp Bing-Bang’i savunan gökbilimciler bu konulardaki görüşlerini üç temel dayanak noktasında inşa etmektedir. Bunlardan biri evrenin genişlemesi (Hubble yasası), diğeri, kozmik arka alan fon ışınımı, üçüncüsü ise evrende gözlenen ilkel elemen bolluğudur.
Evrenin genişlemesi ( Hublle Yasası) : Gökada kümeleri dışındaki uzak galaksiler, uzaklıkları ile orantılı olarak artan hızlarla birbirlerinden uzaklaşmaktadır. Bu kurala Hubble Yasası adı verilmektedir.Daha önce de değinildiği gibi evrenin dinamik özelliği ve gökadalardan gelen ışınımların kırmızıya kayması evrenin genişlediğine yorumlanmaktadır.Galaksi ışınımlarının kırmızıya kayması ve bunun sonucunda bütün evrenin genişlediği yorumu zamanın daha önceki evresinde daha küçük, ve daha öncesinde tek bir nokta koşulunu karşımıza çıkarmaktadır. Lemaitre-Freidman modelleriyle başlayan evrenin genişlediği çıkarımı bu temel parametreye dayandırılmaktadır.
Kozmik Mikrodalga Ardalan Işınımı : Evrenin genişlediğini varsayıyorsak geçmişte sıfır zamanda ve sıfır yarıçaplı bir tekillik noktası olmalı ve evren bu tekillik noktasının patlaması ve genişleme yaratmasıyla ortaya çıkmalıydı. George Gamow 1948 yılında madde ve ışınımın birbirinden ayrıldığı bir dönemde böyle bir ışınımın olması ve bu ışınımın evrenin her yanından ölçülmesi gerektiğini öngörüyordu.1964 yılında Penzias ve Wilson’un keşfettiği ışınım bu ardalan ışınımıydı. Gerçekten de radyo teleskopları evrenin her noktasına çevirdiğimizde 3 K derecelik bir ışınım ölçülmekte ve bu ışınım kozmik patlamadan arta kalan ardalan ışınım şeklinde yorumlanmaktadır.
İlkel Element Bolluğu : Eğer evrenin belli bir başlangıç noktası varsa bu başlangıcın evrendeki elementlerin en basitlerini öncelikli olarak oluşturma zorunluğu vardır.Bu özellik evrenin ana malzemelerinin ne olduğuyla ilgilidir. Hesaplamalar evrenin çok büyük ölçüde hafif elementler denilen hidrojen, onun izotopu olan döteryum, helyum ve lityum elementleriyle “dolu” olduğu anlaşıldı. Bu özellik de Big-Bang’in bir dayanağı sayılmaktadır.
Evrenin Evrimi:
Gözleyebildiğimiz evrenin bugünkü koşullarına yönelik kısmi gözlemler, ve bu gözlemlerden çıkarılan yorumlara göre big-bang modeli günümüzden 13.7 milyar yıl önce bir büyük patlama ile başlar. Bu patlamadan önce hiç bir şey yoktur. Model, zaman ve mekanın bu patlamayla başladığını ileri sürer. Patlama öncesine ilişkin hiç bir şey bilinmemesi bir yana, patlama koşulları, patlamanın neden gerçekleştiği ve patlamanın ilk anları konusunda da hiç bir şey bilinmemekte ve hiç bir matematik ve fiziksel denklemler erken evren denilen bu evrede çalışmamaktadır. A.Einstein’ın genel görelilik denklemleri, zamanın bu an’ında çöker. Bu dönem sıfır hacim ve sonsuz sıcaklık olarak kabul edilir.​
Fizikte üç evrensel sabit vardır. Bunlar planck sabiti, ışık hızı sabiti ve gravitasyon sabiti. Bugünkü bilgilerimiz zaman, mekan ve enerjinin bölünemez bir noktasına kadar hesaplayabilmeyi mümkün kılmaktadır. Bu zaman dilimine de planck zamanı denilmektedir. 10^-43. ( Yani bir saniyenin 10′un yanına 43 sıfır konularak bulunan sayıya bölünmesiyle bulunan zaman dilimi.) Bu zaman diliminde patlamayla oluşan enerji bulamacı içinde çok sayıda parçacık olması bu bölüme ilişkin hesaplamaları çok karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getirdiği için, büyük patlamacılar başlangıçta neler olabileceğini evrenin sıcaklığının 100 milyar dereceye düştüğü zamanın birinci saniyesinden itibaren başlatırlar. Bu dönem onlara göre evren en basit ve betimlemesi en kolay olan durumdur.
1.Aşama: Evrenin 10^-2 saniyesi. Sıcaklık 100 milyar dereceye kadar düşmüş ve evren ısısal bir dengeye ulaşarak şekillenmeye başlamıştır. Sıcaklığın yüksekliği nedeniyle proton ve nötron ortada yoktur. Bu evrede bol bulunan parçacıklar elektron ve pozitron ile kütlesiz parçacıklar olan foton, nötrino ve karşı nötrinodur. Evrenin yoğunluğu nedeniyle parçacıklar birbirine çarparak etkileşime girmekte ve ısısal denge sağlanabilmektedir. Evren 4 ışık yılı mesafeye kadar genişlemiştir.
2.Aşama: Evrenin 10^-1 saniyesi. Sıcaklık 30 milyar dereceye düşmüştür. Evrenin içeriğinde niteliksel bir değişim olmamakla birlikte sıcaklık düşüşüyle birlikte nötron ve protonlar belirmeye başlamış, kuark ve gluonlar meydana çıkmıştır.
3.Aşama: Evrenin sıcaklığı 10 milyar derecedir. Birinci saniyeden beri 1.09 saniye geçmiştir. Yeterli soğuma olmadığı için proton ve nötronların biraraya gelerek atomu oluşturmaları mümkün gözükmemektedir. Sıcaklığın azalması proton ve nötron dengesini bozmuştur. ( %24 nötron ve %76 proton.)
4.Aşama: Evrenin 13.8 saniyesi. Sıcaklık 3 milyar dereceye düşmüştür. Elektron ve pozitronların eşik sıcaklığının altına inildiği için bu parçacıklar hızla yok olmaya başlarlar. Ortaya çıkan enerji evrenin soğuma hızını azaltır. Helyum çekirdekleri gibi kararlı atom çekirdekleri oluşmaya başlamıştır. Nötronların protonlara dönüşümü devam etmektedir. ( %17 nötron ve % 83 proton.)
5.Aşama: Evrenin üç dakika iki saniyesi. Sıcaklık 1 milyar derecedir. Elektron ve pozitronların çoğu yok olmuştur. Artık evrenin yapı taşları fotonlar, nötrinolar ve karşı nötrinolardır. Elektron ve pozitron yok olması evrene yeni bir sıcaklık eklenmesine neden omuştur. Nötron proton dengesinde değişiklik devam eder. ( %14 nötron ve % 86 proton.)
6.Aşama: Evrenin 34 dakika 40 saniyesi. Evrenin sıcaklığı 300 milyon derecedir. Atom altı parçacıklar ortaya çıkmıştır. Bu zaman diliminden sonra kütle enerjiye enerji de kütleye dönüşebilmektedir.Parçacıkları negatif enerjili olanları da sahnededir. Elektron ve anti-elektron, proton ve anti-proton. İkisi bir araya geldiklerinde her ikisi birden yok olmakta ve enerji oluşmaktadır. Ya da tersi. Enerji yok edilebildiğinde madde veya anti-madde belirmektedir. Modele göre maddenin anti-maddeden fazla olması gerekiyordu. Anti-madde yok oldu ve evrende madde ve enerji egemenlik kurdu.Daha sonra 4 bin derecelik bir sıcaklığa gelinir. Maddenin gaz şeklinde yoğunlaşıp çoğalmasıyla galaktik sistemlerin oluşum süreçleri başlar.
Big-Bang’e göre evren modelleri ( Evrenin Geometrisi):
Big-Bang modeli evrenin bir başlangıcı olduğunu varsayar. Model bu görüşe göre kurgulanmıştır. Eğer gözleyebildiğimiz evreni evrenin bütünü olarak görür, belli bölge ve olguların gösterdiği dinamizmi bütün evrenin dinamizmi olarak yorumlarsak, böyle bir başlangıç noktasının olması da en azından kuramsal olarak mümkündür.Üstelik başlangıç düşüncesi gündelik alışkanlıklarımıza ve sağduyumuza da uygunluk gösterir. Buna göre evrenin bir başlangıç noktası varsa, büyük bir olasılık bir “son”u da olmalıdır. Big-Bang evrenin sonu ve dolayısıyla evren konusunda üç modeli öne çıkartır.
Açık evren: Bu modelde evrenin genişlemesi sürecek, evrenin boyutları sonsuza da yaklaşsa hareket devam edecektir. Genişleme ve gökadalar arasındaki mesafe o denli hızlı artmaktadır ki, kütleçekim kuvveti onu durduramaz, sadece yavaşlatır. Bu modelde evrenin geometrisi ve eğriliği açık bir özellik gösterir. Bu nedenle açık evren olarak tanımlanır.
Düz evren: Bu modelde evren sonsuza kadar genişleyecek ve ancak bu noktada hareket duracaktır. Aynı şekilde ivmeli hareket eden gökadalar hareketlerine sonsuzda son vereceklerdir. Bu modelde genişleme belli bir noktadan sonra sürekli azalan bir hızla gerçekleşecektir. Bu modelde eğrilik sıfırdır ve geometri de düzdür. Bu model düz evren olarak adlandırılır.
( Einstein-Sitter modeli de denmektedir.)
Kapalı evren: Bu modelde genişleme evren belli bir büyüklüğe ulaştığında durmaktadır. Hareketi durduran çekimsel gücün kendisidir. Bu modelde çekimsel güç, ilk patlamadan sonra oluşan genişlemeyi kritik bir noktada durdurabilmekte ve o noktadan sonra evren yeniden içe kapanarak çökmektedir. Bu çöküş yeni bir başlangıç noktasına dönmektedir. Başlangıç noktasına dönen evren aynı benzerlik içinde yeniden patlamakta ve yeni bir evren ve yeni bir çöküntüye yol almaktadır. Bu salınım kaç kez yinelenir, ya da yinelenebilir mi ayrı konu ama, model bu haliyle kapalı bir geometriye sahiptir. Bu nedenle kapalı evren olarak adlandırılır. Bu modellerin hangisinin gerçek olduğu ve bugünün evreninin nasıl bir geometriye sahip olduğu evrendeki madde ve enerji miktarına bağlı olduğu bilinmektedir. Yapılan hesaplamalar evrenin düz bir geometriye sahip olduğunu ve genişlemesini sonsuza kadar devam edebileceğini göstermektedir.
Big-Bang’e yöneltilen eleştiriler:
Big-Bang konusunda önemli eleştirilerin başında başlangıç süreçleri ile ortaya çıkan sorunlardır. Model öncelikle big-bang öncesini açıklayamadığı gibi patlama an’ını ve patlamanın neden gerçekleştiği konusuna da bir açıklık getirememektedir. Modelin tümdengelimsel usa vurma yöntemiyle kurgulanması ve yine aynı yöntem içinde geliştirilmeye çalışılması, pek çok deney ve gözlem verileriyle uyuşmama durumu ortaya çıktığında bu verilerin gözardı edilmesi ve bu nedenle bilimden çok metafizik bir çalışma alanı şekline döndüğü yolunda eleştiriler almaktadır. Bu tür eleştirileri daha sonraki yazılarımızda detaylandırarcak ve ayrıca, günümüzde şekillenmeye başlayan “plazma evren modeli” ile birlikte ele almaya çalışacağız. Yine de bu yazı içinde bazı noktalara eleştirel yaklaşmaya ve özellikle Big-Bang’in başını ağrıtan temel eleştirelere değinmeye çalışacağız.
Öncelikle, modelin başlangıcı bir tekillik olarak kurması, tekilliğin bir belirsizlik olarak nitelenmesi gerçekten de belirsizlik yaratmaktadır. Bu durumun sınanamaz oluşu, deneye uygun özellik de göstermemesi metafizik bir öngörü olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. Fiziksel belirsizlik fiziğin en temel enstrümanı olan ölçmeyi ortadan kaldırdığı için özellikle başlangıç durumu için yoğun eleştiriler vardır. Üstelik Einstein’dan bu yana evrenin başlangıcına ilişkin çalışmalar olanca hızıyla devam etmesine karşılık bir arpa boyu yol alınamamıştır. Hem temel parçacıklar konusunda ve hem de kozmoloji alanında fizikteki dört kuvveti birleştirme çabaları, kısaca standart model yüz yıla yakın zamandır bir sonuç vermemiştir. Farklı bir yazı konusu olmakla birlikte kütle çekim kuvveti ısrarla birleşmemekte direnmektedir.Eğer dört kuvveti birleştiren temel bir yasa yoksa, büyük patlama da, tekillik de yok demektir.Ve belki de, bir olasılık;
”…gerçekte sonsuz yoğunluklu bir durum hiçbir zaman olmamıştır.”(5)
Büyük patlama anında ne olduğunu ve bu patlamaya neyin yol açtığını bilmiyoruz.Söylenen her şey bir tahminden öteye geçemiyor. Eğer evren bir tekillik noktasından oluştuysa ve bugünün evrenini oluşturan madde bu patlamayı izleyen süreçte meydana gelebilmişse, evrenin yeterince genişlemeye fırsat bulamadan oluşan çekim gücü nedeniyle, tıpkı karadelikler gibi içine çökmesi gerekirdi. Ama hala buradayız. Gezegenler, yıldızlar, galaksiler, gaz ve toz bulutları evrende yerini almış durumda.
Başka sorunlar da var.Galaksilerin incelenmesi onların yaşının kesin bir şekilde ortaya koymamıza neden olabiliyor. Oysa başlangıçtaki o “küçük uzay”ın hiç bir boşluk ve hiç bir düzensizlik içermeyen koşullarından bu kadar kısa bir süre içinde ve sadece kütle çekimine bağlı olarak bugünün evrenindeki 100 milyon ışık yılı genişliğinde, bir milyar ışık yılı uzunluğundaki devasa gökadaları oluşturamayacakları da bir başka eleştiri konusudur.
Evrenin genişlediği yorumu öncelikle Lemaitre ve Freidman’ın çıkarımıdır. Burada gözden kaçırılmaması gereken iki nokta vardır. Bunlardan birincisi Hubble gözlemlerini bütünüyle evrenin genişlediğine yorumlamak, diğeri ise “başlangıç” düşüncesinin hiç bir zaman sınanamayacak bir özellik göstermesi .Oysa o yıllarda gözlenebilen galaksi sayısı 41′dir.(6) E. Hubble bunlardan 36 tanesinde inceleme yapmış ve bulduğu sonuçların yorumlanması konusunda “acele edilmemesi” uyarılarına rağmen böyle bir kanıya varılmıştır. Bugün evrende iki yüz milyara yakın gökada olduğu bilinmektedir. Üstelik bu rakam gözlenebilir evrende varolan galaksi sayısıdır. “Ötelerde” nelerin olduğunu, hangi yapılanmaların bulunduğunu ve hangi süreçlerin yaşandığını bilmediğimiz gibi, evrenin bütünü konusunda hiç bir bilgiye sahip değiliz. Evrenin bir bütün olarak genişlediği-şiştiği varsayımı, evrenin bütün bölgelerindeki gökada ve kuasarların aynı özellikleri sergilemesi durumunda varılabilecek bir görüş olmalı. Bunu bile kuşku ile karşılamak gerek. Evrenimize sadece bir noktadan bakarak modelimizi kurmak durumundayız. Evrene “dışardan” bakma olanağı olmadığı gibi, zaten big-bang modeli de bize bu tür bir soruyu bile sordurtmaz. Çünkü big-bang’a göre ne “başlangıç” öncesi vardır; ne evrenin “dışı”. Evren kendisi de dahil, zaman, mekan ve madde ortada yokken bir patlamayla meydana gelmiştir. Dışı yoktur; patlarken nasıl ki hiç bir şey olmayan bir şey “içinde” hiç bir şey olmayan bir şey patlamış ve bugünün evrenini oluşturmuşsa, bugünün evreninde de evren; aynı şekilde hiç bir şey olmayan bir şey içinde giderek daha da fazla ivmelenerek bütünüyle genişlemektedir.
Edwin Hubble bu konuda şöyle diyor:
“Gözlemler, kırmızıya kaymanın gerçekten de devinimi temsil edip etmediğini iyice ortaya çıkarmadan önce herhangi bir kozmolojik yargıya varılmamalıdır… Bu arada kırmızıya kaymalar, uygunluk açısından hız ölçekleriyle anlatılabilir. Kırmızıya kaymanın davranış biçimi hız kaymalarınkine benzemektedir. Dikkatli bir biçimde kurduğumuz tümcelerimizde görünürdeki hız kavramını kullanmalı ve genel kullanımı içinde görünürdeki sıfatını dikkate almasak da varlığını daima anımsamalıyız. Tanım gereği gözlenebilir evrenin tam ortasındayız. Yakın komşuluğumuzu oldukça iyi tanıyoruz Uzaklığın artmasıyla birlikte bilgimiz azalıyor, üstelik hızla azalıyor En sonunda teleskoplarımızın sınırına erişiyoruz. O sınırda artık gölgeleri ölçmeye başlıyoruz. Burada ölçüm yanılgılarımızın yanı sıra bize ipucu olabilecek görüntüleri de araştırmaya başlıyoruz. Araştırmalarımız sürecek. Deneysel-gözlemsel kaynaklarımız tamamen tükenmedikçe düşsel spekülasyon alanına kaymamıza gerek yok.” (7)
Evrenin genişlemesi konusunda ileri sürülenler de ayrıca, kuasar gözlemleriyle uyuşmamaktadır. Kuasarlar büyük patlama modeline göre evrenin en “ucundaki”, en uzak noktadaki gök cisimleridir. Yıldızlara da da benzediği için yıldızımsı olarak nitelenir. Çok yüksek ışıma özelliği gösterdiğinden merkezlerinde devasa kütleli bir karadelik olduğu varsayılır. Oysa bu görüşü desteklemeyen gözlemler de vardır. Bazı gökada yakınlarında kuasarların saptanmış olması ve gösterdikleri özellikler Halton Chip Arp gibi bazı gökbilimcilerini evrenin genişlediği yolundaki iddialara farklı yorumlar getirmesine neden olmaktadır. Kuasarların gökada merkezlerinden “fırlatılan maddeler” olduğu ve çok uzak olmadıkları, çok “yakınlarımızda” bile kuasarların olabileceği, kırmızıya kaymanın farklı süreçlerin varlığına işaret etmesi gerektiği de dillendirilmektedir.
” Büyük patlama söylencesine göre gökadalar var olan uzay içinde, ondan bağımsız uzaklaşmıyor; sözü edilen hız, genişlemekte olan uzayın hızıdır. Bu uzaya ‘yapışık’ olan gökadalar da uzayın genişlemesi sonucu bizden uzaklaşıyorlar. Hubble ilişkisinin bu yorumu Hubble’ın kendi yorumu değil! Hubble teleskop sınırlarımızın bize sunacağı bilgileri tamamen tüketmeden böylesine genel, kozmolojik bir sonuca varmanın yanlış olacağını defalarca vurgulamıştı.” (8)
Bir başka eleştiri konusu büyük patlamadan kaldığı düşünülen mikrodalga fon ışınımıdır.Bu ışınımın gökada veya evrendeki benzeri yapılardan kaynaklanmadığı, evrenin ilk üç saniyesinde madde ve ışıma ayrışması gerçekleşirken sıcaklığın 3000k’ye düşmesi sonucu oluşan ışımanın bugüne kalan fosili olarak nitelendirilmektedir. Gerçekten de bu ışınım, evrenin her yanından aşağı yukarı aynı dereceyle ölçülmektedir. Ve ilk bakışta modelin öngörüsünü doğrular niteliktedir. Ancak burada da ciddi sorunlar bulunmaktadır. Görünür evrenin yaklaşık 200 milyar gökadası arasında muazzam uzaklıklar bulunmaktadır. Böylesine eş dağılım göstermeyen bir evrende kozmik ışınımın önemli dalgalanmalar göstermesi gerekirdi. Oysa böyle bir dalgalanma ardalan ışınımında görülmemektedir.1992 yılında COBE isimli uydunun incelemeleri bu dalgalanmanın bulunduğu yolundaydı. Ancak yapılan ölçümler, ardalan ışımasındaki bu çok küçük farklılıkların yeterli olmadığı ve evrendeki büyük topaklanmaları açıklamaya yetmeyeceği yönündedir ve bundan daha önemlisi, modelin gözlemlerle uyuşmama durumu ortaya çıktığında bin-bang’ı savunan gökbilimcilerinin sürekli olarak “hayaletler” yaratması ve modeli bu hayaletlerle ayakta tutmaya çalışmasıdır. Ardalan ışınımındaki “sorunlar” bu kez karanlık madde ile aşılmaya çalışılmaktadır.
“Ardalan ışınımındaki dalgalanmalar (…) dev gökada kümelerini oluşturmaya yetebilecek genlikte değildi. Bu yapıları açıklayabilmek için kuramda bazı ‘ayarlamalar’ yapıldı. Evrendeki madde dağılımı aslında yumrulu değil, ancak yumrulu gibi görünüyordu. Gökada haritalarında açıkça görünen boşluklar, karanlık yani bizim gözleyemediğimiz bir tür madde ile doluydu. Bu karanlık madde bizim bildiğimiz türden bir madde değidi.; graviton, axion gibi -varsayımsal olan- temel parçacıklardan oluşuyordu. Bu nedenle sadece dolaylı olarak kütle çekim etkileri gözlemlenerek varlığı gösterilebilirdi. Bu madde, büyük patlamadan sonra ortaya çıkan maddenin bugünkü yapıları oluşturabilmesi için gerekli olan kütleçekim kaynağı olmalıydı. Ama karanlık madde bugüne kadar gözlenmedi.” (9)
Big-Bang’in açıklayamadığı temel sorunlar:
Bugün kozmoloji biliminde büyük patlama genel kabul durumunda olmasına ve bilimsel çalışmalarda temel bir model durumunda ise de, açıklayamadığı beş temel problem vardır. Büyük patlamayı savunan gökbilimciler bu konuda sürekli araştırma yapmakta ve bu sorunları aşacak yeni modeller oluşturmaya ve big-bang’i geliştirmeye çalışmaktadırlar. Modelin açıklayamadığı temel sorunlar da şunlardır:
Genişleme problemi: Model evrenin neden genişlemeye başladığını açıklayamamaktadır. Başlangıç bir “kabul” durumundadır. Genişlemeye neden olacak bir mekanizma ortada yoktur.
Ufuk problemi: Kozmik mikrodalga fon ışınımı yüksek derecede eş yönlüdür. Hangi yöne bakılırsa bakılsın ışınım hep aynı sıcaklıkta gözlenmektedir. Bu derece eş yönlülüğün sağlanabilmesi evrenin her bölümünün birbiriyle etkileşim halinde bulunması anlamına gelmektedir. Ancak evrenin zıddı yönlerden gelen ışınımın eş yönlü olma olasılığı sıfırdır. Çünkü evrenin başlangıçtan bu yana geçen zaman içinde ışınımın, evrenin bir yanından diğer tarafına gidip etkileşim içinde bulunacak zaman yeterli değildir. Model bu sorunu aşamamaktadır.
Düzlük sorunu: Büyük patlamayı savunan bilim adamlarının hesaplamaları evrenin “düz” olduğu yönündedir. Bu durumda evrenin sonsuza kadar devam etmesi ve sonsuzda durması şeklinde değerlendirilmektedir. Bu koşulun sağlanabilmesi için evrende madde yoğunluğunun metre küpte yaklaşık 3 hidrojen atomunun var olması demektir. Eğer evrende metreküpteki madde miktarı bundan büyükse genişleme durur ve evren çöküşe geçer, az ise genişleme hiç durmadan ilerler ve sonsuzda bile durmaz. Şu anki durum, yoğunluğun kritik bir düzeyde olduğunu göstermektedir. Ama yapılan gözlem ve ölçümler evrende maddenin metreküpte 1 proton olduğu yönündedir. Ayrıca evrenin bugün düz olması erken evrende de düz olmasını ve çok “kritik” ve “doğru” bir hızda genişleyebilmesini gerektirir. Model bu aşırı “hassas” duruma da bir açıklık getirememektedir.
Düzgünlük sorunu: Bugün gökadaları, gökada kümelerini ve süper kümeleri gözleyebilmekteyiz. Evrende bu topaklanmalar nerdeyse bir doğru biçiminde dizilmişlerdir ve aralarında devasa boşluklar vardır. Erken evrenin homojen yapısının bu kadar kısa bir zaman içinde böylesine farklı topaklanmaları nasıl oluşturacağı sorunu giderilememektedir. Son zamanlarda söylenildiği gibi, homojen yapıdaki küçük etkileşimlerin bu farklılığı yaratabileceği düşüncesi bilim adamlarınca kabul görmemekte ve evrenin bugünkü topaklanmış durumu tam olarak açıklanamaktadır.
Manyetik monopollük: Parçacık fiziği erken evrenin yüksek enerjisi içinde monopoller ve kozmik sicimler gibi parçacıkların bulunmasını öngörür. Ancak bugüne kadar bu tür parçacıklar bulunamamıştır.
Gerçekte tek bir büyük patlama modelinden sözetmek de çok anlamlı değildir. Modelin başı her derde girdiğinde, gözlem ve deney sonuçlarıyla ilgili her anlaşmazlık olduğunda, yeni modeller ortaya atılmaktadır. Lemaitre’nin patlaması, Gamow’un modeli ve onlara eklenen R.Dicke’nin salınan evren öngörüsü de kısa bir zaman içinde temelden çürütülmüştü. Her çalışma sonrasında ortaya çıkan sorunları çözmek için yeni senaryolara ihtiyaç vardı. 1981 yılında Alan Guth tarafından ortaya atılan şişme ( enflasyon) modeli bu sorunları gidermede nispeten başarılı sayılsa bile, modelin birtakım sorunları olması 1990′larda Anderei Linde’nin geliştirdiği “Yeni Enflasyon Modeli” ile bu sorunlar da aşılmaya çalışılmaktadır. Her iki model de evrenin genişleme mantığına yeni açılımlar getirdiği iddiasındadırlar.
Model yüksek yoğunluklu maddenin kütle itimine yol açacak koşullar taşıyabileceği temeline dayanıyordu. Bu tersine dönüşü yaratan şey maddenin çok büyük basınçlar altındaki davranış biçimiydi. Parçacık fizikçilerinin iddiası bu tür yoğunluklarda maddenin kütleçekimine karşı kütle itimi yaratabilecek negatif basınç oluşturabileceği yolundadır. Eğer gerçekten de böyle bir madde özelliği varsa, evren genişledikçe güçleri de artacak ve sonuçta genişleme üzerinde karşıt kütle çekimsel etkilerini gösterebilirler. Böyle bir durumda genişleme ivme kazanacaktır. Bu ivmelenme de madde alanlarının yeniden kütleçekim etkisine gireceği zamana kadar sürecek ve evren şişecektir. Kütleçekimin yeniden etkisini göstermesiyle genişleme yeniden şişme öncesindeki durumuna geri dönecektir. Şişme kuramı kağıt üzerinde kalmadığı ölçüde erken evrenin evrimini açıklama iddiası içindedir. Ve bu yolla evrenin ilk bir kaç saniye içindeki ışık hızının yüzlerce, milyonlarca katı şeklinde genişlemesini açıklayabilme iddiası taşıdığı gibi, patlamanın ortaya çıkardığı birtakım sorunları da kuramsal düzeyde de olsa bir açıklama getirebilmektedir. Genel anlamıyla şişme modelinin özeti budur. Büyük patlama modeli, bu açılımlarla birlikte ikili bir patlamaya dönmüştür. Gerçekte önce bir patlama olmuş ve daha sonra saniyenin çok küçük bir anında negatif basınç üreterek şişme denilenen ivmeli genişlemeye başlayarak bugünün evrenine evrilmiştir.
“Büyük patlama zihnimizdeki birçok sorunu çözdüğü için sarıldığımız bir kuram…gerçi bırakın tüm evrendeki maddeyi, Dünya’yı bile çok gerilerde bir zaman içinde bir nokta halinde düşünmek güç…Ama evrenin 14 milyar yıl önce başladığı yolundaki hesaplar, yaşantımızda alıştığımız bir başlangıç duygusuna cevap veriyor. Üstelik büyük patlama, evrenin içeriği, yoğunluğu, madde ve kuvvet parçacıklarının oluşumu ve değişimleri, yıldızların ve gökadaların nasıl ve ne zaman oluştukları konusunda bize çok değerli bilgiler sunmuş olan bir kuram. Ancak tek başına açıklamada yetersiz kaldığı olgular da yok değil. Bunların başında evrenin büyük ölçekte nasıl bu kadar homojen olduğu geliyor. Büyük patlama, hemen ardından evrende meydana gelen yoğunluk farklarını açıklamakta da o kadar başarılı değil. Ayrıca evrenin genişleme hızının sabit mi olduğu, yoksa giderek hızlandığı mı yolundaki tartışmalara da fazla yardımı yok.Kozmolojinin günümüzdeki standart modeli, orijinal büyük patlama ile şişme ( enflasyon) senaryosunu birleştiren bir model. (…) Şişme, evrenin homojenliğini ve büyük ölçeklerde (…) gözlenen düzgün (izotropik) yapısını, düz geometrisini, gökadaların dağılımını ve mikrodalga fon ışınımındaki dalgalanmaları açıklayarak Büyük Patlama’nın eksiklerini gidermek üzere geliştirilmiş bir senaryo. Ancak tüm bunlar standart modele, günümüz gözlemleriyle tümüyle örtüşen bir geçerlilik kazandırmıyor. Standart model, son gözlemlerin kesinlik kazandırdığı ivmelenen genişleme olgusunu ve karanlık enerji diye tanımlanan itici ve değişken boşluk enerjisini öngörmüyor. Standart modelin çok eleştirilen bir kusuru da “zamanın başlangıcını” evrenin başlangıç koşullarını ve evrenin uzak gelecekteki kaderi gibi önemli soruları havada bırakması.” (10)
Kısaca evrenin bir noktadan patlayarak başladığı ve çeşitli süreçlerden geçerek günümüz evrenini oluşturduğu senaryosunun başı bir türlü dertten kurtulamamaktadır.
Kaynakça:
(1) : Paul Harlpern; Evrenin Sırları; Sarmal Yay.; s.84.
(2) : H.Kırbıyık, Ü.N. Kızıloğlu, F.R.Rikkat Civelek, E.Beklen; Evren Nasıl Oluştu; ODTÜ yay. S.55.
(3) : John D. Barrow; Evrenin Kökeni; Varlık Bilim Yay. sah.42-43.
(4) : John. D. Barrow; Aynı yapıt. sah.44.
(5) : Steven Weinberg : İlk Üç Dakika; Tübitak Yayınları; Say.37
(6) : H.Kırbıyık, Ü.N. Kızıloğlu, F.R.Rikkat Civelek, E.Beklen; Aynı yapıt; Sah.43.
(7) : E.Hubble; Bilim ve Gelecek,Sayı 34; sah.34.( Prof.Rennan Pekünlü, Evren Genişliyor mu? makalesinden)
(8) : Rennan Pekünlü; Büyük Çöküntü mü? Büyül Buzul mu?; Bilim ve Gelecek; Şubat 2005, sayı 12. sah.13
(9) : Özgür Akarsu; Plazma Evren Modeli; Bilim Ve Ütopya; Ekim 2000, Sayı 76; say.17
(10): Raşir Gürdilek; Evren Kuramları; Bilim ve Teknik. s.417. Tübitak yay. s.39.




 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
science.nasa.gov/astrophysics/focus-areas/what-powered-the-big-bang/ adresinden çevirdim.

BÜYÜK PATLAMA

Gece gökyüzü, izleyicilerine sakin ve değişmeyen bir Evren imgesi sunar. Haliyle, 1929 yılında Edwin Hubble tarafından Evren’in muazzam bir hızla genişlediği gözlemlendiğinde, bu devrimsel bir gelişme olarak kabul edilmiştir. Hubble, Samanyolu dışındaki galaksilerin, bize olan uzaklıkları ile orantılı bir hızla uzaklaştıklarını belirlemiştir. Devamında bu durumun, zamanın belli bir anında (bugün 14 milyar yıl önce olarak hesaplanmıştır) tüm Evreni içine alacak tek bir noktanın varlığını gerektirdiğini çabucak kavramıştır. Özetle Evren, “Büyük Patlama” olarak biline gelen tek bir şiddetli olay neticesinde doğmuş olmalıydı.

Astronomlar, matematiksel modelleri gözlemlerle birleştirerek, Evrenin ne şekilde oluştuğunu açıklayacak teoriler geliştirmeye koyuldular. Büyük Patlama teorisinin matematiksel temeli, Einstein’ın genel görelilik teorisini ve temel parçacıklarla ilgili standart teorileri içermektedir. Günümüzde Nasa’ya ait Hubble Uzay Teleskopu ve Spitzer Uzay Teleskopu, Edwin Hubble’ın Evrenin genişlemesini ölçmeye yönelik çalışmasını sürdürmektedirler. Amaçlardan biri, Evren sonsuza dek genişleyecek mi? Yahut da genişleme bir gün duracak, tersine dönecek ve Büyük Ezilme ile sonlanacak mı? Sorularına cevap bulmaktır.

Arkaplan Radyasyonu

Fizik teorilerine göre Büyük Patlama’nın bir saniye sonrasında Evrene baktığımızda göreceğimiz şey, nötron, proton, elektron, anti elektron –pozitron--, foton ve nötrinolardan oluşan 10 milyar derece sıcaklığa sahip bir denizdir. Zaman ilerledikçe daha soğuk bir Evren’le karşılaşırız. Bu süreçte nötrinolar hem protonlara ve elektronlara bozunurlar hem de protonlar ile birleşerek döteryumları --bir hidrojen izotopu--oluştururlar. Soğuma devam ettikçe elektronların atom çekirdeği ile birleşebilecekleri sıcaklığa ulaşılır ve nötr atomlar ortaya çıkar. Bu sıcaklığa ulaşılmadan önce yeniden birleşme meydana gelir. Bu durumda Evren mat bir görünüme sahip olacaktır, çünkü serbest gezen elektronlar, ışığı --fotonları-- tıpkı bulutlar içerisindeki su damlacıklarının güneş ışığını dağıtması gibi dağıtacaktır. Ama serbest elektronlar nötr atomlara evrildiğinde, Evren birden şeffaf bir görünüm sahip olacaktır. Söz konusu fotonlar – kozmik arka plan radyasyonu olarak bilinen Büyük Patlama sonrası ışıma—bugün de gözlenebilmektedir.

Kozmik Arka Plan Araştırmaları

Nasa tarafından kozmik arka plan radyasyonunu araştırmak için iki görev başlatılmış, bu görevlerde, Evrenin doğumundan sadece 400.000 yıl sonrasını gösteren bebeklik fotoğrafları çekilmiştir. Bunlardan ilki Kozmik Arka Plan Kaşifi--Cosmic Background Explorer (COBE)--’dir. 1992 yılında COBE araştırma ekibi, kozmik arka plan radyasyonundaki ilkel sıcak ve soğuk noktaları haritaladıklarını duyurmuşlardır. Bu noktalar, erken dönem Evren’in çekim alanı ile ilişkilidir ve aynı zamanda Evren’in yüzlerce, milyonlarca ışık yılı genişliğinde bir alana yayılmış devasa galaksi kümelerinin de kökenlerini oluşturmaktadır. Nasa’dan Dr. John C. Mather ve Kaliforniya Üniversitesinden George F. Smoot bu çalışmalarıyla 2006 Nobel Fizik ödülüne layık görülmüşlerdir.

Kozmik arka plan radyasyonuna yönelik ikinci çalışma Wilkinson Mikrodalga Anizotropi Sondası’dır -- Wilkinson Microwave Anisotropy Probe (WMAP)-- . COBE’a nazaran, WMAP tüm gökyüzünü haritalamış, Evren’in tamamında düzgün bir şekilde yayılmış olan mikrodalga radyasyonunun sıcaklık farklarını ölçmüştür. Bu verileri, Evren’in teorik fizik modelleri ile birleştiren bilim insanları, Evren’in “düz” olduğunu hesaplamışlardır. Bunun anlamı, uzayın geometrisinin kozmolojik ölçüde Öklid geometrisinin kurallarına uygun olduğudur. (Örneğin birbirine paralel doğruların asla kesişmemesi, dairenin çevresinin çapına oranının pi sayısını vermesi gibi.)

Üçüncü görev olan Planck, Nasa’nın da önemli katılımıyla Avrupa Uzay Ajansı tarafından yürütülmektedir. 2009 yılında başlayan Planck görevinde, mikrodalga arka plan radyasyon haritasını en isabetli bir şekilde çıkarmak için çalışılmaktadır. Derecenin milyonda biri oranındaki değişiklikleri saptayacak ölçüde yeterli araçlarla, gökyüzünün tamamını kapsayan 9 dalga boyu bandında bir haritalamayla, , astrofiziğin temel limitlerinin belirlediği bir isabetle kozmik mikrodalga arka planındaki sıcaklık değişmeleri ölçülmektedir.

Evren’in homojenliği problemi, COBE sonuçları ile ortaya çıkan ve WMAP görevinde elde edilen yüksek çözünürlüklü verilerle de devamlılığını koruyan bir problemdir. Evren’in daha önce birbiriyle hiç temas etmemiş parçaları nasıl olmuştur da aynı sıcaklıkta dengeye gelmişlerdir? Bu ve diğer kozmolojik sorunların çözülebilmesi için, Büyük Patlamanın hemen sonrasında, Evren’in çok küçük bir zaman aralığında inanılmaz bir şekilde genişlediği “şişme” olayının var olması gereklidir. Bu şişme olayının gerçekleşmiş olması için de doğası henüz bilinmeyen dengesiz bir enerjinin Büyük Patlama anında Evreni doldurmuş olmasına ihtiyaç vardır. Doğası ne olursa olsun şişme modelinin öngörüsü, söz konusu ilkel enerjinin Evren’in aşırı derecede küçük olduğu durumda ortaya çıkan bir çeşit kuantum gürültüsüne bağlı olarak düzensiz dağılacağı yönündedir. Bu ilkel enerji, Evreni oluşturan maddeye aktarılacak ve yeniden birleşme anında serbest dolaşan fotonlar içerisinde kendini gösterecektir. Sonuç olarak, görmeyi umduğumuz bu çeşit bir veriyi COBE ve WMAP görevleri sırasında çekilen Evren fotoğraflarında görmekteyiz.

Bütün bu cevaplar şişmeye sebep olan gücün ne olduğu sorusunu yanıtsız bırakmaktadır. Bu soruyu cevaplamanın zor taraflarından bir tanesi, şişmenin yeniden birleşme safhasından çok önce sonlanmış olması ve yeniden birleşme evresinden önce Evren’in mat oluşunun bir perde görevi görerek bu ilgi çekici erken dönem olayların üstünü örtmesidir. Neyse ki Evreni gözlemek için fotonlara ihtiyaç duymadığımız bir yol daha var. Büyük Patlama anından günümüze bozunmadan bilgi taşıdığını bildiğimiz yegâne unsur çekim kuvveti dalgalarıdır. Başka bir şekilde elde edemeyeceğimiz bilgiyi bu dalgalar aracılığı ile elde edebiliriz. Nasa tarafından yürütülen LISA ve Büyük Patlama Gözlemcisi görevleri ile şişme zamanından kalan bu çekim dalgaları tespit edilmeye çalışılacaktır.

Kara Enerji

Hubble ve COBE projesini izleyen yıllar boyunca Büyük Patlama resmi daha belirgin hale geldi. Ama 1996 yılında bize çok uzak süpernovaların gözlemlenmesi, resmin dramatik bir biçimde değişmesine neden oldu. O güne kadar, Evrenin genişleme hızının yavaşlayacağı varsayıla gelmişti. Teorik olarak, kütle, çekim kuvvetini yaratır, bu çekiş genişlemeyi yavaşlatır. Ancak süpernova gözlemleri göstermiştir ki genişleme yavaşlamamakta, aksine hızlanmaktadır. Bildiğimiz madde ve bildiğimiz enerji gibi olmayan bir şey, galaksileri birbirlerinden ayıracak şekilde itmektedir. Bu şey, kara enerji olarak adlandırılmıştır. Elbette bir şeyi adlandırmak, onu anlamak ile aynı şey değildir. Kara enerji, fizik tarafından bilinmeyen dinamik bir akışkan olabilir. Belki de boş uzayın boşluğuna ait bir varlıktır. Ya da genel görelilik kuramında yapılması gereken ancak henüz bilmediğimiz bir değişikliğin habercisidir.


Kaynak: science.nasa.gov/astrophysics/focus-areas/what-powered-the-big-bang/
 

sakal

Kahin
Yeni Üye
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
2,000
Tepkime puanı
1
Puanları
38
Evrenin başlangıcını oluşturan ve “Big Bang” olarak da adlandırılan Büyük Patlama'nın delilleri ortaya çıkana kadar birçok bilim adamı evrenin sonsuzdan beri var olduğunu iddia ediyordu. Evrenin sonsuzdan beri var olduğu ve varlığını da sonsuza kadar devam ettireceği iddiası “Sabit Durum Teorisi” olarak adlandırılıyordu. Ancak 1929 yılında Amerikalı astronom Edwin Hubble’ın California Mount Wilson gözlemevinde yaptığı bir gözlem, bilim dünyasına bomba gibi düştü. Bu, astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biriydi.

Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş, o zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsacaktı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Bu durum bir gözlemciden uzaklaşmakta olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi düşünülebilir. Hubble'ın gözlemi ise, bu kanuna göre, gökcisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Bilimsel gözlemler evrendeki her şeyin birbirinden uzaklaştığını ortaya koymuştu. Bu durum karşısında varılan tek sonuç, evrenin "genişlemekte" olduğuydu.

Hubble'ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği, materyalistlerin öngördüğü hareketsiz başlangıcı olmayan evren modelinin tam tersi bir durumu ortaya koyuyordu. Evren adeta şişirilen bir balon gibi genişliyor ve gök cisimleri de balonun üzerindeki noktalar gibi birbirlerinden uzaklaşıyorlardı.

Evren Sonsuz Değildir; Bir Başlangıcı Vardır

Evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde ise "tek bir nokta" ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, muazzam çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip olacağını gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya "Big Bang" (Büyük Patlama) dendi ve teori de aynı isimle bilindi.
Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken "var" hale gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz kılıyordu.

Big Bang'in Yeni Kanıtları Bulunuyor

Big Bang’in tek delili genişleyen evren değildi. Zaman içinde bilim adamları Big Bang teorisini doğrulayan başka bulgulara ulaştılar. George Gamov bu bilim adamlarından biriydi. 1948 yılında Gamov, Georges Lemaitre'in hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang'e bağlı olarak yeni bir tez ortaya sürdü. Buna göre evrenin Büyük Patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan geriye radyasyon olarak adlandırılan bazı kalıntıların olması gerekiyordu. "Olması gereken" bu kanıt çok geçmeden bulundu.

1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı söz konusu kalıntıları içeren dalgaları keşfettiler. "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyonun Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Penzias ve Wilson, Big Bang'i deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülünü kazandılar.

1989 yılına gelindiğinde ise, George Smoot ve beraber çalıştığı NASA ekibi, COBE adlı yapay bir uyduyu uzaya gönderdiler. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcılar, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini doğruladı. Sonuçlar, tarayıcıların kesinlikle evrenin başlangıcındaki büyük bir patlamanın sıcak, yoğun konumunun kalıntılarını gösterdiğini kanıtladı. Çoğu bilim adamı COBE'nin başarısını Big Bang'in olağanüstü bir şekilde onaylanması olarak yorumladı.

Bu bulgu ve bilim adamlarının yorumları dünyanın birçok TV kanalında yer alacak kadar büyük bir yankı uyandırdı ve yüzyılın en büyük buluşu olarak haber verildi. Hatta bazı kanallar haberi Allah’ın varlığının delili olarak duyurdu.

Big Bang'in bir diğer önemli delili ise uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarıdır. Günümüzde yapılan ölçümlerde anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen ve helyum gazlarının oranı, Big Bang’ten sonra arta kalan hidrojen-helyum oranı ile tamamen uyuşmaktadır. Bilindiği gibi yıldızların temel yakıtı hidrojendir. Yıldızlardaki hidrojenin helyuma çevrilmesi sayesinde buralarda ısı ve ışık üretilebilmektedir. Eğer evren, materyalistlerin iddia ettiği gibi bir başlangıcı olmadan, sonsuzdan geliyor olsaydı, evrendeki tüm hidrojenin tamamen yanarak helyuma dönüşmesi gerekirdi.

Materyalizmin İflası

Evrenin yaratılmış olduğunu kanıtlayan somut delillerin artması üzerine bir çok materyalist bilim adamı bu delilleri yaptıkları yorumlar ile örtbas etmeye, geçiştirmeye çalıştılar. Fred Hoyle ve Dennis Sciama da bu bilim adamlarından ikisiydi. Ancak Sciama, ardı ardına gelen ve Big Bang'i ispatlayan deliller karşısında içine düştükleri durumu şöyle anlatmak durumunda kalıyordu:

“Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. …Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üstlenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu.”(1)

Bu sözler adeta Big Bang'in bir zafer belgesiydi. Bu zafer, materyalistlerin ideolojilerinin temelini oluşturan; bir başlangıcı olmayan "sonsuz evren" iddiasını da yerle bir ediyordu. Peki o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni büyük bir patlama ile "var" hale getiren güç neydi? Elbette ki bu sorunun cevabı, materyalistlerin de hoşuna gitmeyen gerçeği, yani bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. 81 yaşına kadar ateist olan ancak yakın bir dönemde ateizm düşüncesini terk ettiğini ve evrenin yaratılmış olduğunu kabul ettiğini açıklayan ünlü felsefeci Anthony Flew bu konuda şunları söylüyordu:

“İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını.” (Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse. Cosmos, Bios, Theos. La Salle IL: Open Court Publishing, 1992, s. 241)

Anthony Flew doğru söylüyordu, evreni sonsuz güç sahibi olan Yüce Allah yoktan yaratmıştır.

Big Bang'deki Denge

Big Bang'de gerçekten de şaşırtıcı derecede hassas bir düzenleme vardır. Bu düzenlemenin ilk basamağı, patlamanın hızıdır. Big Bang'le birlikte var olan madde, elbette etrafa korkunç bir hızla yayılmaya başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Patlamanın bu ilk anında, şiddetli bir çekim gücü vardır. Evrenin tümünü bir noktada toplayabilecek kadar büyük bir çekimdir bu. Dolayısıyla Big Bang'in ilk anında birbirine zıt olan iki güçten söz etmek gerekir: Patlamanın gücü ve bu patlamaya direnen, maddeyi yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki güç arasında bir denge oluştuğu için evren ortaya çıkmıştır. Eğer ilk anda çekim gücü patlama gücüne baskın çıksa, o zaman evren genişleyemeden tekrar içine çökecekti. Eğer bunun tersi gerçekleşse ve patlama gücü çok fazla olsa, bu kez de madde birbiriyle bir daha asla birleşmeyecek şekilde savrulacaktı.
Peki bu denge ne kadar hassastı? İki güç arasında ne kadarlık bir oranda farklılığa izin verilebilirdi? Avustralya'daki Adelaide Üniversitesi'nden ünlü matematiksel fizik profesörü Paul Davies, bu soruyu cevaplamak için uzun hesaplamalar yaparak şöyle bir sonuca ulaştı:

“Hesaplamalar, evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz bile daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Eğer patlama hızının belirli hale geldiği zamanda, bu hız gerçek hızından sadece 10–18 kadar bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti. Dolayısıyla evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.(2)

Havaya Atılan Bir Kalem Sivri Ucu Üzerinde Durabilir mi?

Böylesine bir patlamanın tesadüfen oluşmuş olması ihtimaller dâhilinde midir?
Elinize sivri uçlu bir kalem alsanız ve onu havaya atsanız, bu kalemin yere düştüğünde ucu üzerinde durma ihtimali nedir? İşte blim çevreleri Big Bang’in tesadüfen oluşmasının kalemin ucu üzerinde kalması kadar imkânsız olduğunu söylüyorlar. Ünlü Science dergisindeki bir makalede bu durum şöyle ifade edilir:

“Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla olsaydı, evren atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki biz de olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkânı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer... Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.”(3)

Peki bu denli olağanüstü bir denge neyi göstermektedir? Elbette böyle hassas bir ayarlama tesadüfle açıklanamaz ve bilinçli bir tasarımı ispat eder. Paul Davies, gerçekte materyalist yaklaşımı benimseyen bir fizikçi olmasına karşın, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:
“Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı çıkmak çok zordur... Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul etmek için oldukça güçlü bir delildir."
Big Bang’in varlığının inkâr edilemez olduğunu gören materyalistler, Big Bang bir yana evrenin ve dünyanın bugünkü yapısının dahi tesadüfen oluştuğunu iddia etmeye çalışmışlardır. Peki bu iddiada bir doğruluk payı var mıdır? Acaba bize hayat imkânı verecek düzendeki bir evrenin materyalistlerin iddia ettiği gibi tesadüfen oluşması, kaçta kaç ihtimaldir? Milyar kere milyarda bir mi? Ya da trilyar kere trilyar kere trilyar ihtimalde bir mi? Ya da daha büyük bir sayı mı? Ünlü İngiliz matematikçi Roger Penrose işte bu sayıyı hesaplamıştır. Penrose hesaplamayı yaparken tüm fiziksel değişkenleri hesaba katmış, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate almış ve içinde canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang'in diğer muhtemel sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit etmiştir. Penrose'un bulduğu ihtimal şudur: 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir ihtimal! Acaba Roger Penrose hesapladığı bu sayı hakkında ne düşünmüştür? Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı hakkında şu yorumu yapar:

“Bu sayı, yani 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir ihtimal, Yaratıcı'nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına 10123 tane sıfır koyması gerekecektir. Eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.”(4)

Penrose evrendeki tüm atomlar bir yana atomu oluşturan parçacıkların sayısının bile bu sayıyı ifade etmeye yetmeyeceğini söylüyor. Ne kadar büyük bir sayı ile karşı karşıya olduğumuzun daha iyi anlaşılması için basit bir örnek verelim: Evrendeki bütün atomları değil, sadece tek bir tuz tanesinin tüm atomlarını saymak istediğimizi düşünelim. Saniyede bir değil, tam bir milyar tane sayacak kadar hızlı olduğumuzu da varsayalım. Bu olağanüstü beceriye karşın, ufacık bir tuz tanesi içindeki atom sayısını tam olarak tespit edebilmek için beş yüz yıldan fazla bir zamana ihtiyacımız olacaktır. Yemeden içmeden saniyede bir milyar atom sayarak geçecek beş yüz yıl demektir bu.
Matematikte 10 üzeri 50'de 1'den daha küçük olasılıklar, "sıfır ihtimal" sayılır. Kısacası bu sayı bizlere, evrenin varoluşunun tesadüfle açıklanmasının kesinlikle ama kesinlikle imkânsız olduğunu göstermektedir.
Penrose’un da ortaya açıkça koyduğu gibi evrenin tesadüfen oluşma ihtimali hiç yoktur. Ne var ki bu gerçeği görmezden gelmeye çalışanlar hala mevcuttur. Montreal Üniversitesi Psikiyatristi Karl Stern, bu kişiler hakkında şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:

“Evrenin şu anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tamamıyla delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.”(5)

Ateist Arayışlar: “Paralel Evrenler” ya da “Çok Dünyalar” İddiası

“Paralel evrenler” ya da “çok dünyalar” diye bilinen tez de Stern’in “şizofrenik” olarak nitelendirdiği evrenin yaratılışını inkâr etmeye çalışan düşüncenin bir türevidir. Paralel evrenler kavramı sonsuz sayıda dünyanın var olduğunu ve bizim bunların her birinde, birbirinden farklı versiyonlarımızın bulunduğunu, bu yüzden de hepsinin farklı olaylar zincirinin gelişmesini sağladığını iddia eder.
Bu tezdeki temel gaye yaşamı barındıran bir evren meydana getirmek için olası denemelerin sayısını ve zamanın miktarını artırmak ve dolayısıyla evrenin sözde ihtimaller dahilinde oluşabilme olasılığını yükseltmektir. Paralel evrenler düşüncesi, ne kadar ihtimal dışı olursa olsun her olayın başka bir paralel evrende gerçekleşebileceği iddiasını taşır.
“Çok dünyalar” hipotezi, çok büyük sorunları içinde barındırır. Çok evrenleri içeren hali hazırdaki tüm kozmolojik modeller, bu evrenleri yaratmak için bir mekanizmaya gereksinim duyarlar. Ucu üzerinde durmayı başarabilecek kalem örneğinde olduğu gibi evrenin var olması çok hassas ayarlamaları gerektirir.
Söz gelimi ışığın hızı saniyede 300.000 kilometredir. Eğer ışık küçük bir ölçekte şimdikinden daha hızlı olsaydı, termonükleer reaksiyonlarda, şimdikinden on binlerce kat daha fazla enerji üretilecekti. Bu durumda da yıldızların çekirdeğindeki enerji çok daha çabuk tüketilecek ve evrenimiz milyonlarca yıl önce karanlığa gömülmüş olacaktı. Peki ya ışık küçük bir ölçekte şimdikinden daha yavaş olsaydı? Bu durumda evrenin başlangıçtaki genişlemesi çok daha yavaş olacak ve evren çekim gücünün etkisinden kurtulamayarak çökecekti. Yani her iki durumda da hayatın var olması imkânsız olacaktı. Yukarıda da söz konusu edildiği gibi bilim adamları ışığın bu hızda olduğu evrenin ortaya çıkması ihtimalini 10 üzeri 10 üzeri 123'te bir olarak hesaplamışlardır. İmkânsız olmasına karşın bir an için hızı saniyede 200.000 km. olan bir evrenin var olduğunu varsayalım. Böyle bir evren için yapılacak ihtimal hesapları da, hızı saniyede 300.000 km. olan ışığı barındıran evrenin ihtimal hesaplarından farklı olmayacaktır. Görüldüğü gibi ışık hızının 200.000 km olduğu bir evrenin varlığını var saymak bile, paralel evrenler iddiasını içine düştüğü açmazdan kurtaramamaktadır.

Yaratılış Gerçeğini Örtbas Etme Çabaları Geçersizdir

Bazı bilim adamları sırf Big Bang’in “evrenin bir Yaratıcısı olduğu” gerçeğini delillendirmesi nedeniyle ateist fikirlerine destek olacağını düşündükleri yeni arayışlar içine girmişlerdir. Paralel evrenler teorisi de “açılır kapanır sonsuz evren modeli” ya da “Kuantum evren modeli”nde olduğu gibi böyle bir arayışın sonucudur. Kozmolog Stephen Hawking de bu tip arayışlar içinde olan bilim adamlarından biridir. Prof. Herbert Dingle bu arayışlar ve Hawking hakkında şu değerlendirmeyi yapar:

“…matematikte soyut, teorik olarak varılan bir sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez. İşte Hawking matematiğin bu soyut özelliğini kullanmakta ve hiçbir gerçekliğe karşılık gelmeyen varsayımlar üretmektedir. Peki acaba bu çabasının nedeni ne olabilir? Cevabı kendi sözlerinde bulmak mümkündür. Hawking, Big Bang'e alternatif olarak öne sürülen evren modellerinin çoğunlukla Big Bang'in "İlahi yaratılışı çağrıştırması nedeniyle" ortaya atıldığını kabul etmektedir.”(6)

Bazı bilim adamlarının paralel evrenler konusunu gündeme getirmeleri, hipotezin herhangi ikna edici bir esası olmasına değil, daha ziyade ateist düşünceye duyulan kesin bağlılığı gösterir. Allah’ın evrenin Yaratıcısı olduğu gerçeğinden kaçmak için çok dünyalar iddiasının kullanılması genelde bir tür ümitsizliği açığa vurmaktadır. Gazeteci yazar Clifford Longley, London Times’ta yayınlanan bir yazısında evrenin yaşam için gerekli tüm koşullarla birilikte yaratıldığını belirttikten sonra şöyle devam eder:

“Bunun alternatifi üzerinde diretmek, Shakespeare’in eserlerinin, Shakespeare tarafından değil de bir milyar daktilonun başına oturmuş, bir milyar maymunun, bir milyar yıl boyunca süren yazma işleminin sonucunda yazıldığında ısrar etmeye benzer. Bu olabilir(7). Ama böylesine ümitsiz çarelere başvuran bilimsel ateistlerin bakış açısı Allah’a inananların söylediklerini güçlendirmiştir.”(8)

Evren hakkında yapılan her inceleme bize evrende olağanüstü bir tasarımın olduğunu gösterir. Bu da evrenin her detayına hakim olan sonsuz bir güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'ın varlığını ispatlar. Evreni ve canlı yaşamına olanak verecek şekilde yaratılmış olan Dünya'yı kusursuz biçimde var eden Allah'tır.
Alıntılar
(1) Stephen Hawking, Evreni Kucaklayan Karınca, Alkım Kitapçılık ve Yayıncılık, 1993, s. 62-63
(2) Paul Davies, Superforce: The Search for a Grand Unified Theory of Nature, 1984, s. 184
(3) Bilim ve Teknik, sayı 201, s. 16; Science Dergisi’nden tercüme
(4) Roger Penrose, The Emperor's New Mind, 1989; Michael Denton, Nature's Destiny, The New York: The Free Press, 1998, s. 9
(5) Jeremy Rifkin, Algeny, Newyork: The Viking Pres, 1983, s.114
(6) Herbert Dingle, Science at the Crossroads, London: Martin Brian & O'Keefe, 1972, s. 31-32
(7) Bunun için ihtimal hesabı yapılmaya kalkışılacak olursa sıfıra çok yakın, ama sıfır olmayan bir ihtimal bulunabilir. Ama öte yandan herkes Shakespeare’in herhangi bir eserinin maymunlar tarafından asla yazılamayacağını da bilir.
(8) Clifford Longley, “Focusing on Theism”, London Times, Ocak 21, 1989, s.10
 

evrensel-insan

Kahin
Yeni Üye
Katılım
1 Kas 2012
Mesajlar
3,434
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
68
Big bang daimi evrenin herhangibir yerinde herhangibirzamanda olustugu dusunulen bir pastlamadir. Teoridir.

Evrenin mekan olarak bir aciklamasi degildir. Big bang dan once de evren vardi. Zaten mekan olmazsa uzerinde patlama olmaz.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst