Varlık felsefesi, "Varlık var mıdır? Varlığın sebebi var mıdır? Eşyanın hakikati nedir?” gibi sorular üzerinde durur.
Bilgi felsefesi, "Bilgi nedir? Eşya hakkında kesin bilgiye ulaşılabilir mi? Bilginin kaynakları nelerdir? Bilginin değeri nedir?" gibi soruları ele alır.
Ahlak felsefesi, ahlakın menşeini, kurallarını araştırır. Estetik ise, sanatla ilgili meseleler üzerinde yorumlar yapar.
Dikkat edilirse, felsefenin araştırdığı konularla, dinin ele aldığı meselelerin çoğu aynıdır. Yani, bu konular, aynı zamanda dinin de konularıdır. Ancak, din bunları vahiy merkezli olarak cevaplandırırken, felsefe akıl merkezli olarak bunlara cevap arar.
İslam dini, menşeinde vahye dayanmakla beraber, akla çok büyük önem verir. Fakat aklı her şey olarak da görmez. Zira, akla dayanan felsefecilerin birbirinden farklı neticelere varmaları da gösteriyor ki, akıl kainatın bütün sırlarını çözmek için yeterli değildir. Görme olayında gören bir gözle beraber bir ışığa da ihtiyaç olduğu gibi, gerçekleri görmek için de akıl gözüyle beraber vahiy güneşine ihtiyaç vardır.
Türkiye bu yüzden şanslı bir ülke..
Varlık felsefesi, "Varlık var mıdır? Varlığın sebebi var mıdır? Eşyanın hakikati nedir?” gibi sorular üzerinde durur.
Bilgi felsefesi, "Bilgi nedir? Eşya hakkında kesin bilgiye ulaşılabilir mi? Bilginin kaynakları nelerdir? Bilginin değeri nedir?" gibi soruları ele alır.
Ahlak felsefesi, ahlakın menşeini, kurallarını araştırır. Estetik ise, sanatla ilgili meseleler üzerinde yorumlar yapar.
Dikkat edilirse, felsefenin araştırdığı konularla, dinin ele aldığı meselelerin çoğu aynıdır. Yani, bu konular, aynı zamanda dinin de konularıdır. Ancak, din bunları vahiy merkezli olarak cevaplandırırken, felsefe akıl merkezli olarak bunlara cevap arar.
İslam dini, menşeinde vahye dayanmakla beraber, akla çok büyük önem verir. Fakat aklı her şey olarak da görmez. Zira, akla dayanan felsefecilerin birbirinden farklı neticelere varmaları da gösteriyor ki, akıl kainatın bütün sırlarını çözmek için yeterli değildir. Görme olayında gören bir gözle beraber bir ışığa da ihtiyaç olduğu gibi, gerçekleri görmek için de akıl gözüyle beraber vahiy güneşine ihtiyaç vardır.
Türkiye bu yüzden şanslı bir ülke..
Sn İstanbul herkesin inancına ve bilgisine saygım var çok şükür.Ancak sözünü ettiğiniz vahiy ışığının ortaya çıkması o kadar kolay bir olgu değildir.Olaya hangi gerçekliktenbakıyorsunuz ,nasıl bir düşünce boyutundasınız inanın kestiremedim.Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mıdır nedir?Gerçekte böyle hisseden insanın ben hem düşüncesinden hem de dindarlığından şüphe ederim.
Görme olayında gören bir gözle beraber bir ışığa da ihtiyaç olduğu gibi, gerçekleri görmek içinde akıl gözüyle beraber vahiy güneşine ihtiyaç vardır.
Ülkemizde yaşanan mef'umları bilmek için vahiy güneşine gerek yok ki.
Türkiye bu yüzden şanslı bir ülke.
Elbette şanslı işleri yolunda olanlar için şanslı.Emeğe saygısızlığın gırla gittiği bir memlekette adalet -hakk- olur mu ?
Sayın evrensel insanın da yazısında belirttiği gibi bırakın felsefenin gelişmesi bir yana dursun özgür düşünebilen ,ahlaklı bireylerin varlığı da mümkün görünmüyor.
Sn Evrensel İnsanın yazısında' Osmanlı'nın yönetim şekli monarşi oluşu itibariyle bu otokratik yönetim biçimi felsefenin kökleşmemesine neden olmuştur' ,şeklindeki sav 'ına bir atıfta bulunmak istiyorum. Osmanlıdaki filozofların ortaya çıkışında evet İslam dininin çok büyük etkisi olmuştur.O filozofların ,alimlerin bilgisi derindi.Salt inanca dayalı olmayıp gerek sezgisel gerek bilimselliğe dayalıydi.Yaşamda hayat buluyor çağ çiziyor ,çağ aşabiliyordu.Avrupa 'nın maddeciliğine karşı oluşmuş bir maneviyattır ki sanmıyorum ki Avrupalı bir Mevlana'mızdaki o gizemin güzelliğini anlayabilmiş olsun.
Yunan'nın Tales 'i neden benim filozoflarımdan üstün görecekmişim ki Platon ,Empedokles vs,vs Gazali'den nesi üstün yada eksik.Böyle bakmayı da doğru bulmuyorum.Her filozof kendi çağında ve o çağın şartlarında oluşu ,serpilişi güzel.Bir şarkı binlerce notadan oluşabilir ,bize düşen hangi melodide hangi notayı duyabiliyoruz.Bu yansız edim de bizi düşünmeye zorlayacaktır.
Saygılar
Ama, buradaki sofuluk din temellidir,irfan temeli degil.
Çözümlemeniz için teşekkürler.Vardığınız sonuçta din temelli sofuluk ,İrfan temelli sofuluktan ders alacak mıdır nedir?Ya da siz bu kulvarların içinde misiniz dışında mısınız?Biliyor musunuz iyi ki yazdınız felsefenin tanımını
Saydığınız isimlerin üzerinden kaç yüzyıl geçti... Şuanki Türkiye ile ne Mevlana'nın ne Yunus Emre'nin ne de Mimar Sinan'ın alakası var. Şuanki Türkiye'de doktorlarımız Amerika'ya kaçıyor, sporcularımız Almanya Milli Takım'ında oynuyor... Şanslı topraklar demişsiniz. Bu şans niye gülmüyor kimseye? Bir alanda ilerleyebilmek için niye Avrupa'ya gitmek gerekiyor? Avrupa'ya düşkünlüğümüz bir takıntı mıdır yoksa haklı bir düşkünlük müdür? Haber bültenini açın. Öldürülen şehitlerimizi, şiddete uğrayan kadınlarımızı gördükten sonra bir daha düşünün. Biz Mevlana'nın yaşadığı topraklarda değiliz maalesef. Biz dayak atan kocaların, önü kapatılan bilim adamlarının yaşadığı topraklardayız. Şanslıyız (!)
Aslinda ilginc olan bu sorunun Turkiye cografyasi ve toplumu icin sorulmaz olmasi gerekirken,soruluyor olmasidir.
Turkiye cografyasi tarihi her donemde her turlu etik fark olarak bir suru topluma ve farkli halklarina ev sahipligi yapmis olmasina ragmen ve bu turlu tarihsel bir mozayiktan filozoflar ve bilim adamlari cikamamasi nasil aciklanir.
Bunun tek bir aciklamasi vardir. Felsefe de bilim de DUSUNCE URETIMI GEREKTIREN konulardir.
Eski yunan filozoflarinin her seyi serbestce sorgulayabildikleri tarihi donem, hristiyanligin gelisi ile karanlik bir doneme girince felsefe ve bilim taa ronesansa kadar bir ilerleme kaydedememistir.
Turkiye topraklarina donersek, bu hristiyanligin her turlu baskici, zorlamaci, mudaheleci suru psikolojisi ve korku felsefesi; selcuklularin "zorla" musluman edilmesinden sonra Anadolu'ya da yayilmistir.
Osmanli, dusunceye hic bir zaman onem vermemis, baskici, teokratik ve monarsik bir idare sekli ile, her turludusunceye ve islam disindaki her turlu dini renge sans tanimamistir.
Ayni durum, TC ile birlikte bu sefer milli ve etnik TEKLESTIRME politikasi ile dusuncenin onune set cekmistir.
Bunlarin yaninda Turkiye topraklarinda, birey yetistirimi, sivillik anlayisi v.s. hic bir zaman olmamistir. Bu da tum vatandaslarin, sadece toplumsal duzeyde ve oda kutuplasarak, biz/oteki ayrimli bir duygusal akil yuruttugunu goruruz. Suru psikolojisi ve korku felsefesi, Turkiye topraklari uzerinden Osmanli'dan itibaren hic yok olmamistir.
Bireyi olmayan toplumun, bilinci ve farkindaligi da olmaz. Birakin dusunmeyi, genelde sadece dogumdan verilen uygulanir ve buna karsi cikilirsa da kisi, toplumsal olarak afaroz edilir.
Kisaca insan haklari, evrensel hukuk birey yetismememe, hak ve ozgurluklerin taninmasi, sivil ve normal bir toplum yapisindan uzak cografyada; her nekadar her turlu farkli halklarin her turlu farkli mirasi olsa da, ne bir filozof, ne de bir bilim adami yetisemez.
Hem boyle bir alt yapi yoktur, hem de boyle bir ust yapi algisi yoktur.
Her turlu dusunceye her yonuyle sekte vuran bir parti devleti anlayisi birakin filozof ve bilim adami yetistirmeyi, saglikli dusunebilen sivil ve hak ve ozgurluk taniyici bir toplum da olamaz.
Felsefe sadece, metafizigin, fizik otesi olarak doga ustuluk, dunya otelik, mitolojik, efsanevi, mistik, tasavvufi v.s. temelli din felsefesi degildir.
Filozofta sadfece bu konular uzerne ortaya bir seyler atana denmez.
Bilindigi gibi, felsefe; ingilizcedeki philosophy kelimesinin turkcelestirilmis ve anlam ifade etmeyen bir yazilis seklidir.
Yalniz, philosophy nin, soph kismi irfandan baska, sofu anlamina da gelir.
Oyuzden yukaridaki metafizik temelli sofular Osmanli'da yetismistir. Ama, buradaki sofuluk din temellidir,irfan temeli degil.
Felsefe söz konusu olduğunda, bir “sıfırdan başlama” durumu söz konusu değildir aslında. Zaten başlanılmış olan bir şeye, yeniden başlamak gerekir.
Ülkemizdeki düşünce hayatına bir göz attığımızda, tıpkı diğer pek çok alanda olduğu gibi (politik, kültürel, sanatsal vb.) geçmişle şimdi arasında çok ciddi kopukluklar meydana geldiğini görüyoruz. Geçmişle veya geleneklerle sorunlarımızın olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Cumhuriyetin kurulmasına öncü politik görüş, geçmişin yeniden inşa edilmesiyle “yeni”ye ulaşmayı amaçlamak yerine, geçmişten mutlak bir kopuş yolunu benimsemeyi tercih etmiştir. Çünkü geçmiş, düşünce özgürlüğünü ortadan kaldıran, dinin ve geleneklerin işgali altındaki zamandır. Kurucu politika, sıfır noktasında olmak, sıfırdan başlamak ister. Fakat tarihsellik ve düşünce dünyası için bu imkânsızdır. Yani kısacası Cumhuriyet dönemi düşünürleri için geçmişle hesaplaşmak kaçınılmaz bir haldedir. Çünkü gelecek, öğretilmekten kaçınılmış, hata unutmaya yönlendirilmiş olan geçmişin tehdidi altındadır. Günümüzde de bu kaçınılmaz geçmişle hesaplaşma durumu, her alanda kendini açıkça göstermektedir.
Felsefe söz konusu olduğunda da ilk olarak bir yerden başlama gerekliliğinden söz edilmesi iyi olur. Gelenekçiliğin reddedildiği bir milli (!) düşünce tarzının aksine, felsefenin başlangıcında tam da bir gelenekçiliğin yer aldığını görürüz. Milet Okulu, Elea Okulu, Akademia vb. hep bir devamlılık çizgisi taşırlar. Felsefe, bir “önce” ve “sonra” ile anlam bulan bir etkinlik olarak görülmektedir. Bilindiği gibi felsefenin nereden ve nasıl başlayacağı bir hayli tartışmalıdır; ama tartışılmayan bir şey varsa o da Yunan felsefesinin de tek bir başlangıç noktası olmadığıdır. O da başka yerlerden işe başlamıştır. Türkiye’de de bu tarz bir başlangıç durumundan söz edenlerin skandalı da tam bu noktada açığa çıkmaktadır. Yani tarih siyasal olunca, düşüncenin ufku da siyasal olanın ötesine geçemiyor. Belli bir tarih ortaya konduğu sürece, ondan önceki tüm yoğun ve derin teoriler yok sayılmış oluyor. Bu “yok sayma” işini salt batılı felsefe tasavvuru adına yapmak da büyük talihsizliktir.
Batı felsefesi, Türkiye’de algılanması ve anlamlandırılması, modernleşme ve Batılılaşma Projesi bağlamında bir “amaç” olarak belirlenmiştir. Kurucu politikanın Batı felsefesi dışındaki tüm düşünce dünyasını reddeden dar bakış açısı, bizde felsefe olmadığını, felsefe geleneğimize ait bir şey olmadığını ima eder. Felsefe onlara göre batılı bir şeydir, Batı’da doğmuştur ve tarihi boyunca onda üreyen fikir ve oluşumlarla gelişmiştir. Felsefeyle kurduğumuz ilişkinin dönüşümü, Batı düşüncesinin kendisini nasıl tekrar kurduğunu sorgulamamıza bağlı olabilir. Batı felsefesinin kendi kendisini okuması, İslam’ın Antik Yunan’la bağının üstünden sessizce geçerken Antik Yunan’la Hıristiyanlık arasındaki eklemlenmenin altını çizer. Böylece, Antik Yunan’ı yalnızca Hıristiyan-Yahudi geleneğinin izlediği biçiminde bir fikir doğar. Oysa İslam düşüncesinin felsefe ile ilişkisinin Batı için Batı’nın kabul etmek istediğinden daha belirleyici olduğu vurgulanmalıdır.
Müslüman filozoflar aslında Antik Yunan’ın ilk mirasçılarıdır. Özellikle Aristoteles’in eserlerinin bu düşünürlerin dili olan Arapça ile Batı’ya taşınması Batı’da Rönesans’ın nedenleri arasında sayılır. Buna karşın, yüzeysel Batılı yaklaşım bu katkıyı çevirmenlikle sınırlamaya çalışır. Ünlü İslam filozofları çevirmen olmadıkları gibi, kendilerinden önceki çevirmenler kuşağının doğmasına sebep olan gereksinim, Arap kültürünün düşünsel zenginliğine işaret eder.
Batı kendi felsefe tarihini yeniden kurarken bunu minimize etmek isteyecek, hatta çağsal modellere dayalı tarih okuması içinde tüm ortaçağ okuması basit yargılarla es geçilecektir. Bu yargıların en basiti ve etkilisi, ortaçağın “karanlık çağ” olarak adlandırılmasında bulunur. Oysa ortaçağ üç vahiy dininden düşünürlerin felsefi tartışma içinde yakalanabilecekleri bir çağ olarak da okunabilirdi. Ama o zaman dinden ayrılıp laikleşmemiş bir felsefe meşru olarak yapılabilir hale gelecektir. Din-felsefe gerilimi Batı’da aşılmışsa eğer, bu felsefi düşüncenin laikleşmiş olmasıyla değil, dinsel motiflerin felsefi düşünce içinde serbestçe yeniden üretilebilmeleriyle mümkün olmuş bir şeydir.
Doğu ile bağlarımızı kesip Batı’ya yöneliş aslen bir dil meselesi haline getirilmiştir. Modern bakış açısıyla “Doğulu tarzı” temsil ettiği için ideolojik olarak dışlanan Arapça, aslında felsefı olarak çok iyi işlenmiş bir dil olmakla kalmayıp, ortaçağda Batı’ya bulaşmış ve hatta Batı’nın felsefi terminolojisinde yenileyici bir etki yapmıştır. Dilin sadeleştirilmesi Batı’ya yönelişin, “Türklerin müslüman kültürü tarafından ele geçirilmiş ve üstü örtülmüş olan ‘özgün’ kimliğine” geri dönüşle tamamlanacağı fikri tarafından belirlenmiştir.
Bizde çeviri probleminin devasa bir problem haline gelmesinin nedeni, dil devriminin sahiplenilmesinin Arapça ya da Farsça kökenli Osmanlıca sözcüklerin kullanımını baskı altına almasıdır. Batı’nın geleneğine zaten çoktan eklemlenmiş olmanın avantajını gözden kaçıran ve Doğu ile köprüleri atmak isterken aslında Batı ile de atmış olan naif politik bakış açısının felsefenin olanaklarına çok zarar vermiş olduğu kabul edilmesi gereken bir gerçektir.
“Türk Dil Kurumu” dili arılaştırmakla uğraşırken, yabancı bir dilde yazılmış felsefi eserleri bu arı dile çevirebilmek için yeni bir sözcük dağarcığı oluşturulmasını hedefliyordu. Ancak felsefi kavramları adlandırmak için kullanılan adların felsefi düşünce tarafından haklılaştırılması gerekir ve bu da zor bir iştir. Eski adları bir tarafa fırlatıp atmak kolaydır. Ama onların yerine keyfi olarak başka bir ad geçirme cüreti, düşüncenin travması ve felce uğraması tehlikesini göze almış demektir. Dilin hayatını tepeden inme bir darbe ile değiştirmeye çalışmak, düşüncenin yaratıcılığına katı ve anlaşılmaz sınırlar koymaktır. Saf ya da arı bir dile duyulan özlem metafizik bir sanrıdır çünkü bulaşma ve farklılaşma dilin yaratıcılığının olanaklarıdır. Üstelik dile dışarıdan müdahale devletin denetiminde tutulamaz.
Eski kavramlara yeni sözcükler uydurma pratiği felsefe deneyimi olmayan çevirmenin elinde kaldığında metinler okunamaz, kimin ne dediği tam olarak anlaşılmaz. Felsefe okumak, düşüncenin sözcüklerin içinden geçmesi demektir. Opak, geçit vermez; çağrışımı kısır, gerçek bir tarihi ve yaşanmışlığı olmayan sözcüklerle yapılan felsefi düşünce farkına varmaksızın kendini kaybeder. Dahası, eski alfabenin öğretilmesinin önemi üstünde durulmadığı zaman yeni kuşak felsefeciler yüz yıl önce yazılmış olan metinleri bile okuyamaz hale gelirler. Bu durum, elbette ki öngörülmemiş olamaz; bugün içinde bulunduğumuz durum tarihsel seçimlerin bir ürünüdür. Politik gerekçeler her ne olursa olsun, “memleketin temellerini sarsmak” ya da içimizdeki düşmanı hortlatmak tehlikesi ne denli büyük olursa olsun, bu felsefi karar düşüncenin öz çıkarlarını gözeterek verilmemiştir. Felsefe, bu kurucu karar içinde, bitmek bilmez ölümünü içinde taşımaktadır.
Felsefeyi Batı kültürüyle sınırlamak, Batı’nın dışındaki düşünceyi yalıtarak onu etkisiz, atıl, bir farklılık alanı haline getirerek yapılan bir dışlamadır. Üstelik Batı felsefesinin, Batı olmayanı mutlak biçimde bastırıp işgal etmesinin zeminini de tam olarak bu konum yaratır. Felsefe ne tarihsellik talebini boşverebilir ne de dışa açılım talebini. Bu açmazda yeniden tanımlanması gerekir. Türkiye’de bu sorunun görülmüyor olmasının iki sebebi vardır. İlkin, Batı felsefesinin kendisini sorgulaması bizi Batı’dan daha çok sarsmaktadır. Bizdeki Aydınlanma savunusunun popülist ve pragmatik hoşgörüsüz tutumu, demokrasiyi sözümona kimseye bırakmayan, ama dayatmacılıktan da vazgeçmeyen Kemalist ideolojinin ikiyüzlülüğüdür. İkinci olarak, bizde hiçbir zaman Doğu’ya, İslam dışı doğu düşüncelerine yeterince ilgi gösterilmemiştir.
Son olarak, Türkiye’deki akademik felsefe doğrudan politik süreçlere ilişmeye kalksa bile olağanüstü bir dolayımın ve otosansürün sürecinden geçmek zorunda kalmıştır. Devlet kurumlarında ağır bir politik baskı atmosferi içinde, anti-demokratik, hiyerarşik bir yapı içinde kurumsallaşmıştır. Örneğin felsefeciler hiçbir askeri rejimi açıkça eleştirememişlerdir, politik konumları yüzünden kovuşturmaya uğrama korkusuyla suya sabuna dokunmayan işler yaparak varolmak zorunda kalmışlardır. Kısacası, Türkiye’de felsefenin politik süreçlerle ilişkisi doğrudan bir biçimde kurulamaz çünkü felsefeciler devlet memurudur.
Felsefeyle ilgilisiniz belli ama yazınızın felsefe tarihi açısından bir felaket.Antik Yunan felsefesinin İslam felsefesinden doğduğunu söylemek kronolojik olarak mümkün değildir.M.Ö 400 lü yıllarda doğduğunu varsaydığımız Antik Yunan semavi dinler öncesidir.Yani hiçbir semavi din doğmadan Antik Yunan felsefesini ortaya koymuş ve ömrünü tamamlamıştır.Tarihsel sırayı takip etmeden kulaktan dolma söylemlerle yanıltıcı yazılar yazmak felsefe tarihini saptırmaktır.
Unutulmamalıdır ki felsefe sınır teşkil etmez.Doğu/batı diye felsefeyi değil felsefe tarihini ayırabilirsiniz.Felsefe ve felsefe tarihi ayrımı yapılmadan ne geçmiş filozofları ne de felsefe tarihini anlayabiliriz.
"Müslüman filozoflar Antik Yunan'ın ilk mirasçılarıdır" derken tam olarak söylediğinizi kastetmiştim. Bütün Antik Yunan Felsefe tarihini yıllarca okumuş biri olarak bu cümleyi kulaktan dolma yazmadığımdan emin olduğumu bilmenizi isterim. Tam olarak anlatmak istediğim, felsefenin sınır tanımaması gerektiğidir ki bu Türkiye'de çok keskin bir şekilde yapıldığı için felsefe özgürlüğünü yitirmiştir. Felsefenin Batıyla sınırlandırılmasının yanlış olduğunu da ayrıca belirttim. Söylediklerinizin aksini iddia etmemiş olmama rağmen, muhalefet etmenizi şaşkınlıkla karşıladım. Önyargısız şekilde tekrar okuyup yorumlamanızı dilerim..
Felsefeyle ilgilisiniz belli ama yazınızın felsefe tarihi açısından bir felaket.Antik Yunan felsefesinin İslam felsefesinden doğduğunu söylemek kronolojik olarak mümkün değildir.M.Ö 400 lü yıllarda doğduğunu varsaydığımız Antik Yunan semavi dinler öncesidir.Yani hiçbir semavi din doğmadan Antik Yunan felsefesini ortaya koymuş ve ömrünü tamamlamıştır.Tarihsel sırayı takip etmeden kulaktan dolma söylemlerle yanıltıcı yazılar yazmak felsefe tarihini saptırmaktır.
Unutulmamalıdır ki felsefe sınır teşkil etmez.Doğu/batı diye felsefeyi değil felsefe tarihini ayırabilirsiniz.Felsefe ve felsefe tarihi ayrımı yapılmadan ne geçmiş filozofları ne de felsefe tarihini anlayabiliriz.