- Konbuyu başlatan
- #1
Hakiki yazarlar, şov dünyasının profesyonel şaklabanları karşısında silahsız kalıyor bugün. Ne kadar cazip olduklarına halkı inandıran sözde yazarlar, özel hayatlarıyla halkın bulunduğu seyirci koltukları arasındaki paravanı kaldırarak, başka bir deyişle; kendi kendilerine paparazzilik yaparak, okur sayılarını artırırken, hakiki yazarlar büsbütün küsüp, kabuğuna çekiliyor. Hakiki bir yazar -hani o bildiğiniz biraz şizoid, kendi dünyasında yaşayan, kitabını yazarken bazen aylarca evden çıkmayan ve her yeni bölüme kulbu kırık uğurlu fincanından kahve içerek başlayan muhteşem adam/kadın- yarışabilir mi bu allı pullu, iki satırlık dansözlerle? Hayır, artık yarışamaz. Elmayla armudu birbirine karıştırdığımız günleri mumla arayacağız, elmayla manda aynı çeker oldu tartıda!
Peki ya, gizemi nerede kaldı bu işin?
Asaleti nerede?
Tıpkı bir âyin gibi değil midir yazmak?
Markette tuvalet kâğıdı seçerken tweet atan romancıya ne kadar saygı duyabileceğim ben?
Bir soytarıya dönüşmezsem kim okuyacak beni?
Zaten 'gerçek okur' kaldı mı? Kalmışsa da, kaç gramdır acep?
Vefasız, kıymet bilmez ve emekte cimri okurlar çoğunlukta artık. Hani şu, bloglar boyu kabarıp, tweetler arasında savrulup, edebiyatı indirgedikçe indirgeyen ve kolay okunmayana güzel demeyen güruh! Anlaşılan o ki, henüz on yıl önce geride bıraktığımız yüzyılın, bir cümlesi bir paragraf süren filozof yazarlarını tümden çöpe atacağız. Bu zihniyet bunu şart koşmakta. Haydi onları çöpe attık diyelim, kendimizi nereye atacağız?
Artıklarla, dalından taze kopanların aynı işleme tâbi tutulduğu dev öğütücünün içine çoktan düştük bir kere, kaçış yok! Herkesi aforizmalarına bölen, Bukowski kırıntısı zavallı ünlülere, ünsüzlere seslenmek istiyorum: Kıçınız yamyassı olana dek, bir daktilonun başına oturup tek bir öykü yazdınız mı? Sanmam, zor gelmiştir… Alın benden de size bir aforizma: “Kolay olmak, aslında hiç de kolay değildir!”
Acı veriyor… Edebiyat başta olmak üzere, yaşamımıza mânâ katan her şeyi kolaylaştırmaya çalıştıkça basitleşiyoruz, basitleşmeye alıştıkça da eksiliyoruz. Çok sevdiğim Selim İleri’nin bir röportajımız esnasında nasıl çırpındığını anımsıyorum: Okuyucu kolay kitap istiyor, yayıncı kolay olsun diyerek sadeleştirdikçe sadeleştiriyor. Bu devirde herkes, her şeyin kolayını istiyor… Ne kadar da haklı Selim Ağabey!
Kolayca “asla”, kolayca “daima” diyoruz. Hemen unutup, kolaylıkla yerine yenisini koyuyoruz. Ne de kolay bıkıyoruz her şeyden. Sevişmekten vazgeçip, kolay olsun diye sadece çiftleşiyoruz. Hayatımız; soğanın acısından namertçe kaçıp, soyulup doğranmışını mikrodalga fırında çözdürmekle geçiyor.
Sonra bir de bakıyoruz ki, herkesin yüzünden düşen bin parça… Ara sıra abartılı kahkahalar atan, ama içtenlikle gülümseyemeyen bir toplum olmuşuz. Bal tutuyoruz parmaksız ellerle, damaklarımızda anlamsızlıktan başka tat yok. Hani kolaylık mutluluk getirecekti? Hızla akan rengârenk bir reklâm filmi gibi kurgulamaya çalıştığımız yaşantımızda, nedendir hamamböceği gibi nereye gideceğini bilmeden dolanıp durmalar? Kayıp mı olduk?
Kolay olmanın ne kadar zor olduğunu; bizi ne kadar sığ, çirkin ve mutsuz ettiğini fark edemiyor muyuz hâlâ?
Kaçınarak, sakınarak, lafını, bakışını esirgeyerek, yüreksiz bedenler olarak sürekli gidip-gelmeler ritminde, ömürden geri sayıyoruz. Elimizi atıp durdursak şimdi bu hızlı salınımı, sadece 24 saatliğine olsun bu bağlamdan çıkıp, çağın 'değerlerini/değerlilerini' de yanımıza almayıp, bomboş bir zemine taşınsak, o zemini tarif edebilecek hiçbir sıfat, bizimle arasında kurulacak hiçbir bağ(lantı) olmasa, neye dönüşürdük?
Acı veriyor… Edebiyat başta olmak üzere, yaşamımıza mana katan her şeyi üç-beş dost arasında paylaşır, paslaşır olduk. Diğerlerine sesimiz ulaşmıyor, nefesimiz yetmiyor. Hepimiz yorgunuz aslında, itiraf edemiyoruz, edersek inşa ettiğimiz 'gerçeklik' başımıza çöker diye korkuyoruz. İrademizi kullanıp mola versek? Çok koştuk. Biraz da konuşsak diyorum… Derken, bir akranım sesleniyor: “Seblâ, artık yormasan?”. Tamam, susuyorum. İnsandan liman olmaz, bir kitap açıp kıyısına demir atıyorum… Sessizleştikçe kılçıklanıyorum, “Sahi, ben neye dönüşüyorum?”
Peki ya, gizemi nerede kaldı bu işin?
Asaleti nerede?
Tıpkı bir âyin gibi değil midir yazmak?
Markette tuvalet kâğıdı seçerken tweet atan romancıya ne kadar saygı duyabileceğim ben?
Bir soytarıya dönüşmezsem kim okuyacak beni?
Zaten 'gerçek okur' kaldı mı? Kalmışsa da, kaç gramdır acep?
Vefasız, kıymet bilmez ve emekte cimri okurlar çoğunlukta artık. Hani şu, bloglar boyu kabarıp, tweetler arasında savrulup, edebiyatı indirgedikçe indirgeyen ve kolay okunmayana güzel demeyen güruh! Anlaşılan o ki, henüz on yıl önce geride bıraktığımız yüzyılın, bir cümlesi bir paragraf süren filozof yazarlarını tümden çöpe atacağız. Bu zihniyet bunu şart koşmakta. Haydi onları çöpe attık diyelim, kendimizi nereye atacağız?
Artıklarla, dalından taze kopanların aynı işleme tâbi tutulduğu dev öğütücünün içine çoktan düştük bir kere, kaçış yok! Herkesi aforizmalarına bölen, Bukowski kırıntısı zavallı ünlülere, ünsüzlere seslenmek istiyorum: Kıçınız yamyassı olana dek, bir daktilonun başına oturup tek bir öykü yazdınız mı? Sanmam, zor gelmiştir… Alın benden de size bir aforizma: “Kolay olmak, aslında hiç de kolay değildir!”
Acı veriyor… Edebiyat başta olmak üzere, yaşamımıza mânâ katan her şeyi kolaylaştırmaya çalıştıkça basitleşiyoruz, basitleşmeye alıştıkça da eksiliyoruz. Çok sevdiğim Selim İleri’nin bir röportajımız esnasında nasıl çırpındığını anımsıyorum: Okuyucu kolay kitap istiyor, yayıncı kolay olsun diyerek sadeleştirdikçe sadeleştiriyor. Bu devirde herkes, her şeyin kolayını istiyor… Ne kadar da haklı Selim Ağabey!
Kolayca “asla”, kolayca “daima” diyoruz. Hemen unutup, kolaylıkla yerine yenisini koyuyoruz. Ne de kolay bıkıyoruz her şeyden. Sevişmekten vazgeçip, kolay olsun diye sadece çiftleşiyoruz. Hayatımız; soğanın acısından namertçe kaçıp, soyulup doğranmışını mikrodalga fırında çözdürmekle geçiyor.
Sonra bir de bakıyoruz ki, herkesin yüzünden düşen bin parça… Ara sıra abartılı kahkahalar atan, ama içtenlikle gülümseyemeyen bir toplum olmuşuz. Bal tutuyoruz parmaksız ellerle, damaklarımızda anlamsızlıktan başka tat yok. Hani kolaylık mutluluk getirecekti? Hızla akan rengârenk bir reklâm filmi gibi kurgulamaya çalıştığımız yaşantımızda, nedendir hamamböceği gibi nereye gideceğini bilmeden dolanıp durmalar? Kayıp mı olduk?
Kolay olmanın ne kadar zor olduğunu; bizi ne kadar sığ, çirkin ve mutsuz ettiğini fark edemiyor muyuz hâlâ?
Kaçınarak, sakınarak, lafını, bakışını esirgeyerek, yüreksiz bedenler olarak sürekli gidip-gelmeler ritminde, ömürden geri sayıyoruz. Elimizi atıp durdursak şimdi bu hızlı salınımı, sadece 24 saatliğine olsun bu bağlamdan çıkıp, çağın 'değerlerini/değerlilerini' de yanımıza almayıp, bomboş bir zemine taşınsak, o zemini tarif edebilecek hiçbir sıfat, bizimle arasında kurulacak hiçbir bağ(lantı) olmasa, neye dönüşürdük?
Acı veriyor… Edebiyat başta olmak üzere, yaşamımıza mana katan her şeyi üç-beş dost arasında paylaşır, paslaşır olduk. Diğerlerine sesimiz ulaşmıyor, nefesimiz yetmiyor. Hepimiz yorgunuz aslında, itiraf edemiyoruz, edersek inşa ettiğimiz 'gerçeklik' başımıza çöker diye korkuyoruz. İrademizi kullanıp mola versek? Çok koştuk. Biraz da konuşsak diyorum… Derken, bir akranım sesleniyor: “Seblâ, artık yormasan?”. Tamam, susuyorum. İnsandan liman olmaz, bir kitap açıp kıyısına demir atıyorum… Sessizleştikçe kılçıklanıyorum, “Sahi, ben neye dönüşüyorum?”