Kurbanın Kurbanı Olanlar (Prof. Dr. Ali Demirsoy )

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Bilimsel Makaleler kategorisinde faust tarafından oluşturulan Kurbanın Kurbanı Olanlar (Prof. Dr. Ali Demirsoy ) başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 2,485 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Bilimsel Makaleler
Konu Başlığı Kurbanın Kurbanı Olanlar (Prof. Dr. Ali Demirsoy )
Konbuyu başlatan faust
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan faust
F

faust

Ziyaretçi
Kurban bayramı geldi, her zamanki gibi çeşitli görüş ve tartışmalar da gündeme düştü.
Acaba kurban kesme niye çıktı, bu hale niye geldi? Yapılanlar doğru mu yanlış mı; yanlışı ne doğrusu ne? Evrimci bir biyoloğun mantığıyla kurban öyküsünü ve bilimsel gerçekleri öğrenmek isterseniz, zaman ayırıp okumanızı öneririm.
Bu vesile ile bayramınızı kutluyorum, esenlikler diliyorum

“Akıllı düşünenler doğruyu bulacaktır”


Hemen herkesin sık sık aklına gelen bir soru vardır. Acaba evrende bizden başka bir canlı, insan ya da insan benzeri bir canlı var mı diye? Onun olup olmadığını hiç kimse kesin bir şekilde söyleyemez. Ancak eldeki bilgilere bakarak bunun olasılığını söyleyebilir. Birçok bilim adamının üzerinde ortak birleştikleri görüş: Evrende birçok yerde, belirli koşulların olduğu yerlerin bir kısmında canlı diyebileceğimiz oluşumlar olabilir. İnsan ya da insana çok benzeyen bir canlı olabilir mi sorusuna ise pek çok bilim adamı çok temkinli yanaşırlar; olasılığının çok düşük olduğunu söylerler. Bu satırların yazarına sorarsanız; böyle bir olasılık yok denecek kadar azdır. Bundan, “evrende insandan daha gelişmiş canlı bulunmaz” yargısını kast etmiyoruz; daha gelişmişi de bulunabilir; ancak yapısı, işlevleri ve bilinen özelliklerinin tümü açısından aynı ya da benzeri bulunmaz yorumunu kast ediyoruz.
İkinci önemli bir soru hep aklımızı karıştırır. Acaba böyle canlılar varsa, onların vücutları hangi element ve moleküllerden oluşmuştur? Bizden farklı element ve moleküller varsa, bunu nasıl başarmışlardır? Örneğin silisten ya da demirden ya da hidrojenden ya da bizim bilmediğimiz bir elementten yapılmış bir canlı olabilir mi? Bunun yanıtı kesinlikle hayırdır. Çünkü:

1. Evrende sadece ve sadece ve her yerde 93 element (yüz küsuru bilinse de onların yarılanma – yani parçalanıp başka bir elemente dönüşme- hızı saniyelerle ölçüldüğü için bir yapı malzemesi olarak kullanılamaz) vardır. Bir elektron bir proton bir elementi –örneğin hidrojeni; iki elektron iki proton bir başka elementi –örneğin helyumu; üç elektron üç proton bir başka elementi –örneğin lityumu (sırasıyla devam eder, 93 elektron ve doksan üç proton uranyumu oluşturur), oluşturduğuna ve bu oranların çeyreği ve yarısı ile bir element oluşmadığına göre, evrende dünyadan bilinen elementlerden farklı bir elementin olması söz konusu değildir. O halde bir canlı olacaksa, kesin dünyada bilinen elementlerden oluşacaktır.

2. Evrende oluşan bir canlının moleküllerinin bizim şu anda kullandığımız elementlerden farklı bir çatısı olabilir mi? Bunun yanıtı da kesinlikle hayırdır. Evrende bir canlı varsa –kimya bilimine de güveniyorsak- biyomer olarak adlandırılan moleküllerinin iskeletini karbon molekülü oluşturmak zorundadır. Böyle bir yargıya varmak için çok güçlü kanıtlarımız var. Ancak bu kanıtları vermeden önce bir canlının en büyük gereksinmesi nedir ki böyle bir yargıya kuşku duymadan varabiliyoruz.
İlk olarak bunu bilmeliyiz:
Canlı dış ortamla sürekli enerji ve madde alışverişi olan sistem olmalıdır ve yaşadığı sürece de belirli bir farkı korumalıdır. Bunun için çevreyi tanıyacak donanıma sahip olmalıdır ve en önemlisi taklit edilebilir moleküllerden oluşmamalıdır. Eğer yapısı taklit edilebilir moleküllerden oluşursa, 1) çevresindeki moleküller sessiz sedasız yapısına katılarak onun kendine özgün bir yapıda bulunmasını engeller, 2) bir canlı türünü diğer canlı türünden, aynı tür içinde ise bir bireyi başka bir bireyden ayıracak (biyolojik çeşitliliği oluşturacak) farklılaşmayı sağlayamaz. Çünkü taklit edilebilir moleküllerle yapısını oluşturmaya kalkışırsa bu çeşitliliği başaramaz. Bu nedenle sadece hidrojenden ya da sadece karbondan ya da sadece silisten oluşan bir canlı meydana gelemez. Çünkü molekülün çeşitlenmesi sağlanamaz. Taklit edilebilir. Böyle bir çeşitliliğin sağlanması için öyle bir element kullanılmalıdır ki, hem kendi üzerinde birden çok kimyasal bağ yapabilsin hem de çeşitli elementler ya da atomlar böyle bir çatıya (ya da çekirdeğe) bağlanabilsin; en önemlisi de taklit edilme olasılığını çok küçültebilmek için oluşacak molekülün boyutlarını çok büyük ölçüde büyültebilsin. Yani canlıyı oluşturacak bir molekül binlerce atomdan oluşan bir omurgadan ve bu omurgaya bağlı binlerce atomdan oluşmuş devasa bir yapı olabilsin. Bu tip molekülleri yapısında bulunduran bir sistem –ancak- canlılığı geliştirebilir. Şu anda dünyadaki durum böyledir; evrendeki durum da –kesinlikle- böyle olacaktır.
Kimyasal elementleri dizdiğimiz periyodik cetvelde bu özellikleri taşıyan neredeyse 10 kadar element var. Bu elementlerin ortak özelliği atomlarının dört bağ yapabilmesidir. Diğer elementler 1, 2 ve 3 bağ yapmalarına karşın; bu 10 element dört bağ yaparak aynı atom üzerinde çeşitliliği önemli ölçüde artırabilir. Dünyadaki canlıların moleküler çatı oluşturmak için kullandığı element –ayrıcasız- karbon atomudur. Bütün canlıların ana iskeletini bu element oluşturur. Aynı ya da benzer özelliği gösteren diğer dokuz element bir başka ortamda canlıları oluşturmak için niye kullanılmasın? Kural olarak kullanılabilir. Ancak geri kalan 9 elementin bazı fiziki ve kimyasal özelliklerinden dolayı, evrenin herhangi bir yerinde de canlı iskeletinin oluşumu için kullanılamaz. Çünkü bu elementler –örneğin karbona en yakın özellik gösteren, dört bağ yapabilen silisyum- bu çeşitliliği sağlayabilecek özellikleri taşımasına karşın, hiçbir yerde bir canlı vücudunun ana çatısı olamaz. Çünkü silisyum dioksit haline belirli sıcaklık aralıklarında gaz haline geçemez ve suda çözünemez, dolayısıyla kimyasal tepkimelerin olacağı hiçbir ortamda çözünmüş olarak bulunamaz. Yani belirli sıcaklıklarda tepkimeye giremez. Yüksek sıcaklıklarda bu istenen özellikleri gösterse de (örneğin gaz haline geçse ya da çözense de), bu sefer çok sayıda atomdan oluşmuş büyük (kompleks) moleküller oluşturamaz. Yaklaşık 70 kadarından fazlası kırılmadan birbirine bağlı olarak kalamaz (kovelent bağları kırılır); dolayısıyla büyük moleküller oluşturamaz. Dolayısıyla bir canlıyı oluşturacak yapının çatısını karbon atomu oluşturmak zorundadır. Bu karbon atomunun oluşturduğu yapı taklit edilemesin diye dev boyutlarda olmak zorundadır.
Bu kadar büyük molekülün belirli bir mekânda bütün uzunluğunca özelliklerini koruyarak kalması çok zor olacağı için, oluşan bu molekülün, özellikle işlev gören ve tepkimelere katılan çeşitlerinde, belirli koşullarda kendi üzerine –özgün bir şekilde- katlanarak hacmini küçültmesi ve en önemlisi dış yapısı bakımından tanıyacağı ya da iş yapacağı diğer moleküllerle tanışıklığını sağlayacak yüzey şeklini alması gerekir (üçüncül yapı). Dolayısıyla şekil değiştirebilir olmalıdır.
Amino asitlerin bir yanının zayıf asidik bir yanının zayıf bazik özellik taşıması, kuvvetli asitler karşısında bazik, kuvvetli bazlar karşısında asidik özellik göstermesine (amfoterlik özelliği) bu da vücudun ani asit değişmelerinde korumasına yardımcı olur.
İşte omurgasını karbon atomunun oluşturduğu, birçok birimin katıldığı, yan dallarla sayısız denecek kadar çeşitlenmeyi oluşturabilen ve kendi üzerine kıvrılarak değişik üç boyutlu şekiller alabilen bu molekülün adı bilim dünyasında protein olarak bilinir.
3. Evrende eğer başka bir canlı varsa, bu canlı belirli bir sıcaklık aralığındaki ortamlarda yaşıyor olacaktır. Örneğin biraz artısı ve eksisi ile 0-100 derece aralığında. Çünkü bu derecenin üstünde büyük moleküllerin yapısı bozulacaktır. Daha düşük sıcaklıklarda ise tepkimeler –aktivasyon enerjisi nedeniyle- istenen düzeyde gerçekleşemeyecektir.
Proteinlerin ortaya çıkışı ve evrimleşmesi
Proteinler, kural olarak bilinen 20 amino asitten yapılmıştır. Yaşamın moleküler başlangıcında bu yapıya katılan bilmediğimiz amino asitler olsa da, protein sentezleme sisteminin kodlama sistemi bunu bugüne kadar taşıyamadığı için bu konuda fazla bir şey söyleyemeyiz. Ancak bugün yaşayan canlıların tümünün, normalde canlılar tarafından meydana getirilen (sentezlenen); ancak zaman zaman canlı olmayan ortamlarda da oluştuğu bilinen hatta uzayda bile varlıkları saptanan amino asit dediğimiz birimlerden oluştuğunu biliyoruz. Dolayısıyla bilinen canlıların tümünün proteinleri 20 amino asitten yapılmıştır.
Canlılar evrimsel olarak ortak atadan meydana geldiği için bu amino asitlerin kullanılması ve canlı vücudunda protein şeklinde yapılandırılması, protein sentezi dediğimiz evrensel bir mekanizma ile gerçekleşir. Bilinen, yani ortak atadan bu yana gelmiş geçmiş canlıların hemen hepsi, bu 20 çeşit amino asidi (bileşimleri farklı olsa da) hiçbir fark gözetmeden kullanabilirler. En önemlisi bu moleküllerin sentezlenmesini yapan sistemler hemen hemen hepsinde aynıdır (ribozomların, haberci RNA’ların evrensel oluşu buradan kaynaklanır). Ancak canlıların geçirmiş oldukları evrimsel süreçte farklı dizilimleri kodlayacak DNA zincirleri seçildiği için ortaya çıkan proteinin amino asit dizilimi bakımından farklı olması kaçınılmaz olmuştur. Örgü makinesi gibi, ip aynı, makine aynı, yalnız takılan şablon (haberci RNA olarak bilinen mRNA) farklı olduğu için elde edilen örgünün deseni de farklı olmaktadır. Örülen bir kazağı söküp, ipi, bu makineye takarsak yeni bir desenle yeni bir kazak örmemiz mümkün olur. İşte et yeme ya da daha bilimsel bir anlatımla protein alma da böyle bir şeydir. Başka bir canlının sentezlemiş olduğu amino asitleri (tuğlaları) kendi vücudumuzun yapımı ve işlevleri için yeniden kullanmadır.
Kendine özgüllük
Her canlı farklı özellik kazanırken, taklit edilmesin diye farklı proteinleri geliştirirken, ortaya başka sorunlar da çıkmıştır. Başka bir canlının proteinini aynen alıp kullanmaya kalkışan bir canlı kendi özelliklerini yitirecekti. Bu nedenle başka birinin proteinini kullanmaya kalkışınca, o yabancı proteini temel molekülleri olan amino asitlerine kadar yıkmaya başladı ve böylece sindirim olayı gerçekleşti. Sindirim ana hatlarıyla bir proteini amino asitlerine ayrıştırma işlemidir. Eğer şu ya da bu şekilde protein ya da proteinin bir kısmı böyle bir işlemden geçmeden vücut içerisine girerse alerjik tepkimeler ortaya çıkar.

Amino asitlerin özgüllüğü olmadığı için, canlılar tarafından bir çeşit ham madde olarak kullanılırlar (tuğla gibi, çimento gibi). Bu nedenle proteinin iyisi ya da kötüsü yoktur. Proteini alınacak canlının vücudunda başka formlarda zararlı maddeler bulunmadığı sürece, proteinlerin sağlayacağı yarar aynıdır. Ancak bazı canlıların taşıdıkları protein içeriği –amino asit bileşimi- bakımından farklı olması ya da bir canlının vücudundaki bazı kısımların protein bakımından daha zengin olması bakımından canlıların tüketilmesi ya da vücutlarının belirli kısımlarının tüketilmesi yarar açısından farklı olabilir. Örneğin kırmızı bir kas ile bir başka dokunun ya da bir hayvansal doku ile bir bitkisel dokunun –amino asit bileşimi ve zenginliği bakımından- sağlayacağı yarar farklı olabilir. Ancak, sindirim işleminden sağlıklı bir şekilde işlemden geçmiş hayvansal ya da bitkisel dokuların tümü, birim miktardaki yararlanılabilir içeriği farklı olsa da aynı etkiyi gösterir. Çünkü amino asitler evrenseldir; fark gözletilmeden kullanılır. Bu açıdan bakıldığında şu hayvanın proteini bizim için zararlıdır ifadesini kullanmak doğru değildir. Olsa olsa bileşimi bakımından daha az yararlı olabilir diye söylenebilir.

Bitkiler neden et yemeye ihtiyaç duymazlar?
Elimizdeki bilgiler dünyada ilk olarak inorganik yollarla da oluşabilecek 16 kadar amino asidin canlılar tarafından kullanıldığını; daha sonra 4 farklı amino asidin daha yapım sistemine eklendiğini göstermektedir. Bununla ilgili olarak protein sentezleme sisteminin kodlarında önemli bir eklenti olmuştur (bu nedenle bazı amino asitleri tanıyan üç harften oluşan kodonların sadece ilk iki harfi kullanılır; daha sonra eklenen amino asitler için kodonların üç harfi de kullanılır).
Evrimsel süreç içerisinde geliştirdikleri mekanizmalar ile bitkilerin hepsi kendilerine gerekli olan 20 çeşit amino asidi sentezleyebilirler. Ancak daha sonra böcek yiyen bitkiler bir mutasyon sonucu bazı amino asitlerini sentezleyemedikleri için bu eksikliklerini çeşitli şekillerde avladıkları ve sindirdikleri böceklerin proteinleri ile karşılamaya çalışırlar.
Hayvansal canlılar olarak nitelediğimiz canlılar 20 çeşit amino asidin ancak 12’sini kendi vücutlarında sentezleyebilmektedirler; diğerlerini bitkilerden almak zorundadırlar. Dışarıdan alınması gereken bu amino asitlere esansiyel ya da temel amino asitler adı verilir. Bu amino asitler: Valin, lösin, isolösin, treonin, metionin, lisin, fenilalanin, triptofan’dır. Böylece hayvanların doğrudan ya da dolaylı olarak bitkilere bağımlılığı doğmuştur. Bitkilerin içerdikleri amino asit miktarları da hayvanlarla aynı olmadığı için sadece bir bitkiyle beslendiğimizde vücudumuza aldığımız amino asit miktarı ve oranı protein sentezi mekanizmasını randımanlı bir şekilde çalıştıracak oranlarda olmayabilir. En güzel örneği beyaz kuru fasulye ile buğdaydır. Belirli amino asitler fasulyede daha çoktur (örneğin 4 tanesi) bunun dışında kalan dört amino asit miktarı bakımından da buğday ya da pirinç zengindir. Eğer kuru fasulye ile bulgur ya da pirinç pilavını 8 saat aralıkla yerseniz protein sentezleme sisteminiz randımanlı çalışmaz, çünkü sistem belirli amino asitleri bulsa da diğerlerini bulamaz ve sistem durur ya da randımanlı çalışmaz. Çünkü amino asitler depo edilmediği için bunları vücut bir araya getiremez. Eğer her ikisini aynı zamanda yersek birinde bulunan amino asit diğerini tamamlayacağı için sistem randımanlı çalışır. Kuru fasulye piştiği zaman yanında pilavın da pişmesi, bunun ikisini birden yiyen insanların daha sağlıklı olmasının gözlenmesinden kaynaklanan bir adet haline gelmiştir.
Bu gelişme süreci içerisinde önemli bir sorun ortaya çıkmıştır. Bitkilerin vücutlarında bulunan proteinlerin amino asit bileşimi ve birim hacimde bulunan protein miktarı hayvansal canlılardan büyük farklılık gösterir. Hayvansal canlılarda belirli bir bileşim içerisinde oransal olarak belirli amino asitler daha fazla; belirli amino asitler ise daha az bulunur. Dolayısıyla sadece bitkisel beslenen bir hayvanda beslenme bozukluklarının ortaya çıkması beklenir. Bunun üstesinden gelebilmek için bazı canlılar sindirim sistemlerinde ek önlemler almışlardır. En iyi bilineni geviş getirmedir. Böylece işkembede, bitkisel materyali kullanmak suretiyle bir hücreli canlılara protein (amino asit) ürettirilir. Çoğu canlı sade bitkilerle değil, menülerine belirli miktarda hayvansal dokuları da katarak bu eskilliği gidermeye çalışırlar. İnsan, bu eksikliği bu yolla gidermeye çalışan bir varlıktır. Dolayısıyla beslenmeleri bitki ağırlıklı olsa bile sağlıklı beslenebilmeleri için menüsünde hayvansal proteinleri bulundurma zorunluluğu doğmuştur.
Bunun iki önemli nedeni vardır: Birincisi sentezleyemediğimiz 8 amino asidi başka bir hayvansal doku ya da üründen yoğun olarak alma; ikincisi ise bitkisel dokularda ve ürünlerde bulunan amino asit oranları, hayvansal doku ve ürünlerden önemli ölçüde farklı olması nedeniyle birim başına alınan besinin daha az yararlı olmasından kaynaklanır. Yani belirli bir amaç için hayvansal doku ve ürünlerden alacağınız uygun karışımlı amino asit miktarını, ancak çok daha büyük sayılarda alacağınız bitkisel doku ve ürünlerle karşılayabilirsiniz. Kaldı ki, bitkisel doku ve ürünlerden alacağınız amino asitlerin hepsini kullanamayıp, bir kısmını oran bozukluğundan dolayı vücudunuzdan atmak zorunda kalabilmektesiniz. Yani sadece bitkisel beslenme rasyonel bir beslenme tarzı görünmemektedir.

Amino asitleri depo edemiyoruz
Evrimsel süreç içerisinde, vücutta aşırı birikmiş olan amino asitlerin belki tepkimelere girip de düzeni bozmaması için, ya da evrimin mekanizması bunun çaresini bulmada yetersiz kaldığı için, amino asitler vücutta 8 saatten fazla tutulamıyor ya yıkılarak başka bileşiklere (özelliklere yağlara) dönüştürülüyor ya da enerji olarak kullanılıyor ya da metabolize edilerek vücuttan atılıyor. Dolayısıyla düzenli olarak dışarıdan amino asit alınması zorunluluğu doğmuştur. Eksikliğinde beslenme yetersizlikleri ortaya çıkmakta; aşırı alındığında da vücuttan atılma sorunu ortaya çıkmaktadır. Sonuçta vücudumuzda amino asitler ancak bağlı olarak barındırılabilir; çözünmüş ya da serbest olarak saklanamazlar.
Eksik alınan ya da aşırı alınan proteinler hangi zararlara neden olabilir?
Bitkisel olarak iyi beslensek bile, bitkilerden aldığımız amino asit oranları hayvansal dokularınkine uymadığı için, her zaman belirli amino asit çeşitleri açısından bir eksiklik, belirli çeşitlerinde de fazlalıklar ortaya çıkacaktır. Protein sentezleme sistemimiz de bu amino asit çeşitleri eksiksiz olduğu zaman randımanlı çalışabilmekte, bazılarının yokluğunda sistem durmaktadır. Sadece bitkisel beslendiğimizde bu oran tutmadığı için protein sentezleme sistemi sağlıklı çalışmamaktadır. Bu nedenle eksik amino asitler bakımından zengin olan hayvansal besinlerin tüketilmesi önerilmektedir. En zengin olanı açıkça hayvansal kaslar olmakla birlikte, bu gereksinme hayvansal ürünlerden de (süt, yumurta, peynir vs) karşılanabilmektedir.
Bir insan, yaptığı işin yoğunluğuna, yaşa ve eşeye göre değişmekle birlikte, günde kendi kilosu kadar gram olarak kırmızı et ya da buna eşdeğer hayvansal ürün yemek zorundadır. Örneğin bir insan 60 kilogram ise günde 60 gram kırmızı et yemesi onun sağlıklı beslenmesi için yeterlidir. Bu miktarda düzenli amino asit alan insanların hücre duvarları ve organelleri çok daha güçlü yapılır; vücut direnci yüksek olur; hastalıklara karşı koyması daha kolay olur. Aksi durumlarda tek sıra tuğlayla örülmüş duvarlar gibi yıkılması kolay olur.
Fazlasını alırsak ne olur? Vücut protein sentezleme sisteminde daha fazlasını sentez etmediği için, fazlasını, ya yağa çevirerek vücudun bir yerlerinde depo eder ya da enerji açığı varsa dolaylı olarak glikoza çevirerek yakar ya da metabolize ederek böbreklerden üre ya da ürik asit şeklinde dışarıya atar. Böbrekten aşırı üre ya da ürik asit atılması sağlıklı değildir. Doku bozulmasına neden olur. Ayrıca ürik asit belirli bir miktarın üzerine çıkarsa özellikle guanin kristalleri alt eklemlerden başlamak üzere dokulara birikerek –gut ya da nikris hastalığına- acılara ve önemli rahatsızlıklara neden olur.
Bütün bunları göz önüne alan, insanlara sağlıklı beslenmenin yolunu gösteren bir bilim dalı “beslenme ve diyetisyenlik” diye bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Ancak temel yaklaşım, evrimsel açıdan getirmeye çalıştığımız bu görüştür. Bunu her insanın iyi bilmesi gerekir.
Bu beslenme tarzını bilen ve elindeki imkânları en doğru ya da en akıllıca kullanan toplumlar belli ki gelişmiş uygar toplumlara, olanaklarını savurganca ve bilinçsizce kullananlar da geri kalmış toplumlara dönüşmüştür. Bunun en tipik örneklerinden biri kurban kesmedir.

Kurban kesmenin geçmişine kısa bir seyahat
Bir insan olarak şunu hiçbir zaman anlayamadım. İnsanoğlu, neden bir insanı yapma işlemini hep aşağılamış, onu bir suç ve günah eylemi olarak görmüş, bu işlemi gerçekleştirirken karınlık yerlere ve kuytulara çekilmeyi yeğlemiş de, bir insanı yasal ya da yasal olmayan yollarla asmayı, yakmayı, taşlamayı büyük meydanlarda gerçekleştirmeyi bir erdem saymıştır? Birilerine hoş görünmek için başka bir canlının eziyet çekmesini neden kutsal saymıştır?
İnsanlık tarihine bakıyorsunuz, İnkalardan Mayalara, Azteklerden Mısırlılara, Sümerlerden Yunanlılara, Romalılardan Orta Çağlara insanları, olmadı ise hayvanları kurban etmek için büyük tapınaklar yapmışlar, büyük kuleler inşa etmişler. Doğa dinlerinin egemen olduğu yerler hariç her türlü eziyet etme kutsal sayılmış. Çoğu kültürde değişik şekillerde kurban etme ya da kurban kesme eyleminin görünmesi, belli ki kurban etme eylemi insanın dokusuna işlemiş bir tortu. Hepsinin özünde belirli bir çıkarı için başka bir canı ya da canlıyı feda etme, yerine göre korkutma, yerine göre doğaüstü güce yaranma, yerine gere çaresizliğini gizleme ya da giderme; yerine göre de belirli bir kesimin karnını doyurma güdüsü görülebilir. En ürkütücü olanı kurban merasimlerinin olabildiğince çok kişinin görülebileceği şekilde yapılmasını sağlamadır; bu bir anlamda kişileri kan dökmeye alıştırma eylemi olarak görülmektedir. Üzerinde daha da düşünülmesi gereken husus, kurbanı kesenin bizzat kendi kurbanını kesme eylemini gerçekleştirmesinin en muteber eylem olarak sunulmasıdır. Yarın yapılacak bir katliam çağırısına hazırlık ve alıştırma demektir. Kurbanın olabildiğince kesim sırasında eziyet çekmesinin istenmesi ise başka bir dramı oluşturmaktadır.
Kurbanın belli ki bir kitaba sığmayacak kadar geçmişi vardır. Ancak bizim mensup olduğumuz bölgenin kurban geleneğini biraz gerilere giderek öğrenmekte yarar vardır. Bunları yazarken de bu yazılanları dikkate alıp da başını ellerinin arasına alıp düşünen bir kuşak oluşturma ümidini taşıdığımı da zannetmeyin. Böyle bir kesimin değişmeyeceğini bilemeyecek kadar toplumsal gerçeklerden yoksun değilim. Binlerce yıldır değişmeye bir adım atmayı denemeyenlerin bu yazıyla kıpırdayacaklarını zannetmek saflık olacaktır. Benimki bilim adamı –bu sıfatı taşıyıp taşımadığımı bilemiyorum ama aydın- sorumluluğu, bir kişi çıkıp ne demek istediğimi merak ederse ve benimserse kâr kârdır derim.
Biz ilk olarak mensubu bulunduğumuz bölgenin kurban geleneğinin çıkışından başlayalım.

Orta Doğuda kurban geleneğinin öyküsü
Bilinen en eski yerleşim yerlerinden biri Tevrat ve Kuran’da da adı geçen, İbrahim Peygamberin çıktığı Ur ve Uruk şehridir. Uruk ve Ur, şehir-devlet tarzı yerleşim yerleridir. Herhalde etrafı kerpiç duvarlarla çevrilmiş en fazla 300-400 kişinin ikamet ettiği yerler olmalı.
Bilinen ilk yerleşim yerlerinden biri kutsal kitaplarda da adı sık sık geçen bugün sadece iz halinde kalıntıları bilinen İbrahim Peygamberin doğduğu söylenen “Ur ve birçok adetin ortaya çıktığı Uruk” şehridir, daha doğrusu şehir devlet yapısıdır. Bu şehirlerde oluştuğu bilinen kültür, bugün bizim birçok yaşam tarzımıza etki etmiştir. İbrahim Peygamber’in de Ur şehrinden köken aldığına ilişkin, birçok dinsel belgede ve Tevrat’ta açıklamalar vardır. Amerikalıların Irak’ta en son girdikleri şehirdir. Burada bulunan yazıtları acele ülkelerine kaçırmışladır (galiba Vatikan da foyaları ortaya çıkmasın diye bu saklama işlemine katılmış). Binlerce yazıt (kitabe) Amerikalı askerlerce ya tahrip edilmiş ya da kaçırılmış ya da bunu fırsat bilen yağmacılar tarafından ticari meta olarak çeşitli kişilere satılmıştır. Dinlerimizin ve geleneklerimizin başladığı zaman ve mekân ile ilgili bilgiler böylece büyük ölçüde tahrip edilmiş bulunmaktadır. Bu tahribatın bilinçli olarak yapıldığına ilişkin önemli emareler de bulunmaktadır. Çoğu kişi bu tahribatı kutsal kitapları koruma eylemi olarak değerlendirmektedir.
Uruk şehrinde, iyiliklerin doğu kapısından, kötülüklerin de batı kapısından geldiğine inanılmıştır. Bu nedenle ölüler, batı kapısında gömülmekte ya da duvar diplerine atılmaktaydı.
Uruk şehri ilk tarım ıslahının ya da kültürünün yapıldığı yerlerden biri olarak biliniyor. Buğday tarımı buralarda başlıyor. Ancak hayvan yetiştirme henüz başlamamış. Bu nedenle güneş battıktan sonra sadece ruhban sınıfın kalmasına izin verilen ve köylülerin terk etmesi gereken şehir, bir anlamda kutsal bir merkez olarak da görev yapıyor. Bu şehre şu ya da bu şekilde gelmek isteyen duvar dışı halka – köylüler diyelim- şehre geldiklerinde bir hayvan getirerek kurban etme geleneği konuyor. Kurbanın üçte biri ruhban sınıfa, üçte biri fakirlere ya da egemen yöneticilere, üçte biri de gelenlerin eşleri ve dostları ile birlikte yenmesine ayrılıyor. Böylece kurbanın üçe bölünme geleneği de başlatılmış oluyor.
Bu bölgede yaşayan Sus sucrofa sucrofa bilimsel adıyla bilinen yabani domuz alttürü, insan leşini de rahatlıkla, karın kısmını deşerek yiyebilir. Tevrat’a göre koyun ve keçi tüccarı olan İbrahim Peygamber, elindeki keçi ve koyunları da satabilmesi için, ölüleri çok kötü bir şekilde deştiği için tiksinilen domuzu mekruh ilan edilmiş (ya da başka birileri tarafından edilmiş), yenmesi yasaklanmış ve yok edilmeleri bir çeşit dinsel bir amaç haline getirilmiş. Keçi mutena (en kıymetli) hayvan statüsüne yükseltilmiştir.
• Ancak, sevmediğimiz domuz ormanlaştırmada, daha doğrusu ağaçlandırmada en önemli hayvandır. Çünkü orman dibinde yumru ve böcek ararken, yandaki dişleriyle çizdiği ya da bir çeşit herk ettiği topraklar, düşen bitki tohumlarının yeşermesi için en uygun derinlik ve gevşemiş topraklardır. Bu nedenle domuz ormanda bulunur, orman da büyük ölçüde domuz tarafından geliştirilir.
• Keçi, bilinen yaşam tarzı nedeniyle, bu bölge için bilinen en tehlikeli ağaç düşmanıdır. Geliştirilen bu inanç ve ticaret nedeniyle, yukarı Mezopotamya daha sonra Anadolu’nun tümü, semavi dinlerin yaygın olduğu tüm alanlar, hızla orman tahribine uğrayarak stepleşti ve çölleşti.
Hazreti Muhammet Peygamber’e kadar bu gelenek böyle devam etti. İbrahim Peygamberin İsmail’i kurban etme öyküsü her dindarın bilmesi gereken bir öykü oldu. Hazreti Muhammet döneminde çeşitli ganimetlerin bir araya toplanması ve deve sayısının artması ile kurban kesilecek hayvanlar listesine Hazreti Muhammet döneminde deve de eklendi.
Kurban geleneği niye korundu, korunmaya devam edecekse ne yapılmalı?
Kurbanın bilinen birçok yaygın ve olumlu etkisi vardır.
1. Hayvan yetiştiricilerinin ellerindeki hayvanları paraya ya da takas yolu ile başka mallara çevirmesinin en kolay yolu, belirli zamanlarda kurulacak kurban hayvanları pazarı olur.
2. Fakirlerin en azından senenin belirli zamanlarında doyasıya et yemeleri sağlanır.
3. Kurban ile zengin-fakir gelir dağılımı biraz da olsa dengelenir.
4. Kurban sosyal bir etkileşime neden olarak insanların sosyalleşmesine belirli bir katkıda bulunur.
5. Kesilen kurbanın kazayı-belayı önlediği ve öbür dünyada sevap hanesine bir şeyler yazdıracağına inanıldığı için bir anlamda ruhsal bir rahatlamaya neden olur.
Bugünkü haliyle ve bugünkü anlayışla birçok zararlı yönü bulunmaktadır.
1. Sokak ortalarında herkesin gözü önünde bir insanın ruhsal dengesini bozacak derecede vahşi manzaralar yaşanmasına neden olmaktadır.
2. Kurban sahibine bizzat kendi kurbanını kesme (çok yaygın uygulanmasa bile) önerisi getirilerek, insanların vahşi ve gaddar yönü kaşınmaktadır.
3. Senenin çeşitli zamanlarında gelen Kurban Bayramı, ne yazık ki, belirli zamanlarda birçok hayvanın döllenme ve gebelik dönemine denk geldiği için üreme işlemini tamamlamadan birçok hayvanın kesilmesi büyük zararlara neden olmaktadır. Eğer bu evrensel bir uygulama olacaksa (olsaydı), kurbanlık hayvanların bu döllenme ve gebelik dönemleri dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlara denk gelecekti: Örneğin güney yarım kürede, güneş ışığının düzenleyici etkisinden dolayı, koyunlar ve sığırla kuzeydeki gibi çoğunlukla ilkbaharda değil son baharda doğururlar. Yani Ramazan ve buna bağlı olarak Kurban Bayramı takvimi evrensel gerçeğe uyum göstermemektedir.
4. Beslenme yetersizliği çekilen bir dünyada, bir hayvanın her parçasının ekonomiye kazandırılması akıl meselesidir. Boynuzu, kanı, tırnakları, yünü, kemikleri, derisi, hatta gübre olarak dışkısı en küçük kırıntısına kadar değerlendirilmek zorundadır. Bütün bu yan ürünlerden başlı başına bir sanayi bile kurulabilir. Hâlbuki kurban tam bir israf ve savurganlıktır. Alelacele özensiz kesilen deriler genellikle bir yerlerinden yırtılır ya da delinir. Yapağısı yeterince kullanılmaz. Kanı boşa akıtılır, tırnak, boynuz, iç organlar ve sakatat kısmı, dışkılar kural olarak o yana bu yana atılarak israf edilir, israf edilmeyle kalmaz, hijyenik birçok soruna neden olur.
5. Kurban Bayramı nedeniyle gerek kurban kesenler gerekse kurban eti alanlar bilinçsiz olarak et tükettikleri için birçok organını tahrip eder. Çünkü bir kişinin kendi kilosu kadar günlük gram cinsinden fazla et yemesi, karaciğer ve böbrek tahribatı demektir. Dinsel terminolojide bu kötü ve aşırı beslenmenin adı da “fakirin gözünün doyurulmasıdır”.

İlla ki kurban kesmede ısrar ediyorsak bunu nasıl yapmalıyız?
Öncelikle ailesine günlük olarak yukarıda verilen miktarlarda et sağlayamayan birinin senede bir ya da birkaçgün için et kesmesi uygun olamaz.
Diyelim ki kurban kesmesi için tüm dini ve ahlaki kuralları yerine getirmiş biri için, kurbanın senenin ancak belirli bir zaman diliminde (yavru tutma dönemlerinin haricinde) kesilmesi, tam teşekkülü bir kesimhanede bu kesme işlemini yaptırarak olabilecek tüm organ ve yapılarının ekonomiye kazandırması gerekir.
Kurban etinin dağıtımı da yeniden bir esasa bağlanmalıdır. Diyelim ki belirli bir miktarını evi ve yakın dost ve akrabaları için ayırdı (geleneksel olarak 1-2/3’si); geri kalan kısmını belirli bir merkeze teslim etmeli. Bu merkez daha önce, özellikle yakın çevresinde, olmaz ise uzak yörelerde gerekirse yurt dışında tespit ettiği fakirlere, yukarıda verdiğimiz miktarlarda dağıtmalıdır.
Bu dağılımda taviz verilmeyecek yönetim şöyle olmalıdır. Eğer bir aile fakir ise, aile bireylerini gerektiği şekilde besleyecek durumda değilse, bu ailenin başvurusu ve durumu incelendikten sonra, merkez, aile bireylerinin toplam kilosuna göre her gün belirli miktarda et teslim etmelidir. Örneğin çocukların, eşlerin ve varsa büyük anne ve babanın toplam kilosu 400 kilogram ise, o aileye her gün 400 gram et teslim edilerek dengeli beslenmesi sağlanmalıdır. Bu destek birkaç gün değil, sene boyunca yapılacağı için dengeli beslenme de sağlanmış olur.

Kurban kesme tarzını değiştirmeliyiz
Her ne kadar bilim adamı ya da uzman olarak kabul edilen kişiler, dogmalarından bir türlü kurtulamadıkları için (bu nedenle bunlara bilim adamı ya da uzman sıfatı vermek de doğru değildir) doğruyu söylemiyorlarsa da, suya sabuna değmemek için seslerini çıkarmıyorlarsa ya da bilgisizliklerinden ve çıkarlarından dolayı halka yanlış bilgi veriyorlarsa da, kurban kesme tarzı da ne yazık ki hiçbir uygar insanın onaylayacağı bir tarz değildir.
Söylediklerinin hiç biri de doğru değildir.
Kurbanın kesilirken üç ayağının bağlanması bir ayağının ise kesilme sırasında çırpınması için serbest bırakılması ve en önemlisi boğazının belirli bir yere kadar kesilip, can çekişmesi için bir süre omuriliğinin kesilmeden bırakılması gerekiyormuş. Böyle yapılmasının nedeninin de kalbin durmayıp kanı boşaltması için yapıldığı söyleniyor Hiç kimse bunun doğru olmadığını söylemiyor ya da söyleyemiyor.
Çünkü omurgalıları tümü kalbi üzerinde taşıdığı iki düğüm ile (Sinoatrial –SA- ve Atrioventricular –AV- düğüm) kendi kasılmasını ve gevşemesini otomatik olarak düzenler. Yani kasılma ve gevşeme eylemini başka bir organdan emir almadan kendi düzenler. Bu nedenle kalbi çıkarıp uygun bir sıvının içine koyarsanız kalp çok uzun süre atmaya devam eder. En basit orta eğitim laboratuarlarında bile bu özellik kurbağa kalbinde gösterilir. Kurbağa kalbinin basit olduğu düşünülecek olsa bile aynı durum kalp nakillerinde vücuttan çıkarılan insan kalbi için de geçerlidir. Yaşamını destekleyecek uygun bir sıvıya alınan insan kalbi bu kapta çalışmaya devam eder. Ancak atmanın ritmi (yani hızlı ya da yavaş çarpması) omurilik aracılığıyla değil, beyin sapına (Medulla oblangata = omurilik soğanına) doğrudan bağlanmış Nervus vagus ve boyundaki kesilen yerden geçmeyen Nervus simpaticus diye iki sinir (simpatik ve parasimpatik) tarafından düzenlenir. Bu sinirlerin kesilmesi kalbin durmasını değil, ritminin bozulmasına neden olur. Yani siz omuriliği kesseniz bile kalp durmadan vücuttaki kanı boşaltır; birden bire durmaz. Nitekim omuriliği boyun kısmında tahrip olmuş birçok insan felç olsa da yaşamasına devam eder. Keza laboratuar denemelerinde boynunu kırdığımız kobay ya da sıçanların kalbinin attığını biliyoruz. Dolayısıyla anlatılanlar tümüyle bilime aykırıdır ve insanlara yanlış bilgi verilmektedir. Omuriliğin kesilmesi o canlının omurilik kesilme eyleminden sonra vücuttan gelen acıları duymamasını sağlar. Bu durumda bu tarz bir kesme eylemi bir canlıya acı ve ızdırap çektirmeden başka bir anlam taşımamaktadır. Hiçbir kutsallık bir canlıya acı çektirmeyi mubah kılmaz. Unutmayalım ki bu gerçeği sadece sınırlı sayıda insan değil dünyada çok kişi biliyor ve bizim bu tavrımızı hiçbir zaman uygarca bulmuyor.
Halkı anlıyorum; biyoloji bilgileri yeterli olmayabilir; duyduklarıyla yetinmiş olabilirler. Biz bu bilim adamlarını ne için besliyoruz merak ediyorum…

Yazdıklarım işi yarayacak mı?
Geçmişte Tanrılarına genç kızları kurban eden; bugün Hac Farizası diye bir günde 4 - 5 milyon hayvanı boğazlayarak etini çölün kumlarına gömen (neyse ki son zamanlarda bunların bir kısmının sadece etleri buzdolabına kaldırılarak fakir İslam ülkelerine gönderiliyormuş), yatırılarak deve kesmenin günah olduğuna inanan ve bu nedenle Arap Palası ile canlı hayvanı ayakta iken ayaklarını parça parça doğramaya başlayarak öldürmeyi (bu nedenle deve kurban edilirken görüntülemeye izin verilmiyor)kutsal sayan ve bu uygulamayı Tanrısal bir buyruk sayarak tartışmaya bile açmayan bir bir düşünceyi “bir bilim adamı, bir düşünür” olarak onaylamam beklenemez.
Bilimsel bir değerlendirme ile bütün bunları tarafsız ve analitik bir bakış açısından dile getiren böyle bir yazının, dogmasından bir türlü kurtulamamış bu kesimin takkesini önüne koyarak yeniden değerlendireceğini de beklemeyiniz.
Kurban olayını bilimsel bir tartışmaya çekerek, insanlara yol göstermenin önemli bir zorluğu daha var. Kurban etinden, derisinden nemalanan birçok kurum türemiş bulunmaktadır (eğer bir hata yapmıyorsam, dolaylı ya da dolaysız nemalanan Diyanet Vakıfları, cami yaptırma dernekleri – bunların sayısının 50-60.000 civarında olduğu söyleniyor-, insani yardımlaşma adı altında kurulmuş birçok dernek ve vakıf, Kızılay, Türk Hava Kuvvetleri, Mehmetçik Vakfı, yolunu şaşırmışlara arka çıkan Deniz Fenerleri ve başkaları). Bunların bir kısmı beklenen hizmeti götürmesine karşın, bir kısmının siyasetin batağına saplandığı son zamanlarda açık açık manşetlere yansımaktadır. Nemalananların, bu kadar büyük geliri, birkaç bilim adamının, düşünürün sözüyle bir tarafa bırakacaklarını, hedef kitlenin bu önerilerini düşünmelerine göz yumacaklarını mı bekliyorsunuz. Çok beklersiniz…
Gittikçe artan bir tutkuyla para hırsının arttığı dünyamızda, insani değerleri, dünya görüşü, geleneği ne olursa olsun, kazanmak için her şeyi mubah bilen bir dünyada, Kurban gibi getirisi olan ve istismara açık bir sorunu bir kalemde gündemden çıkaramazsınız.
Yine de bu topluma hizmet etmek istiyorsanız, er ya da geç karşılaşacakları çıkmazlardan kurtarmak istiyorsanız, ilk olarak o topluma yeni koşullar karşısında dogmalarını değiştirerek doğru yolu bulmayı öğretmelisiniz. Bilim adamlarının, düşünürlerin, aydınların en önemli görevlerinden biri bu olmalıdır diye düşünüyorum. Böyle bir aydınlamaya da en çok İslam ülkelerinin ihtiyacı olduğuna inanıyorum.
Dogmasından kurtulamayanlar, dogmasını yeni koşullara göre değiştiremeyenler er ya da geç çıkmaza gireceklerini bilmelidirler.
Bütün bunları yapabilir misiniz? Dogmaya saplanmış, katı alışkanlıkları yaşam tarzı olarak benimsemiş insanlara hangi doğruyu sunarsanız sunun onları değiştirmek zordur.
Ben bu yazılanları yapmalarını beklemiyorum; onun için daha birkaç fırın ekmek yenmesi gerekir. Yazılanları –şimdilik- sadece anlasınlar yeter diyorum…

Prof. Dr. Ali Demirsoy
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst