Icerik Sorunu

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe Makaleleri kategorisinde phi tarafından oluşturulan Icerik Sorunu başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,440 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe Makaleleri
Konu Başlığı Icerik Sorunu
Konbuyu başlatan phi
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan phi

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Hegelci diyalektikte klasik Yunan felsefesinde olmayan bir şey var zıt kutupların birliği gibi. Örneğin klasik Yunan'da inanç ve hakikat bir bütündür insanı kuşkuya düşüren herhangi bir önermenin hakikat sorgulaması yapılmazdı. Modern felsefe özellikle dilbilim ise dünyadaki herşeyin tek hareketinin kendiliğinden tek biçimli olarak anlatılmasını seçer. Bu yazıyı yazarken bile dilbilimin (ideolojinin) tuzaklarına düşebiliriz. Topluma örf ve adet dayatması yapar gibi kişilere de küçültücü sıfatlar atfedebiliriz veya deha gibi üstün nitelikler atfedebiliriz daha doğrusu bilinç altımızda bir yolculuğa çıkarız ve rol çalarız. İdeoloji öykünme yoluyla kitleler üzerinde kurgulandıkça gerçeklikten uzaklaştırır ve yanlışlara götürür.. Biz burada anlatacaklarımız ile ikirciklik tuzağına da düşebiliriz. Fakat bir yazıyı kabul etmiyorsak onu açıkca reddetmek yerine ima yüklü eleştiriler yaparız. İdeoloji de retorik aracını kullanarak kışkırtıcı düşünceyi fazlasıyla kendisinde barındırır kelime anlamları ve cümle yapısından bulup çıkarılan itirazlar bunlara dahildir. (Kişiyi yıpratmak için ısrarla bu yöntemi karşınıza çıkarırlar) Bir yazarın düşüncelerini yine kendi düşüncelerine hapsetmek için onu kendi sözleriyle yakalamak gerekir bu yazarı övmeyi amaç edinerek de olabilir açık bir karşı çıkışla da. En çok tekrarlanan terim veya kavram cımbızla çekip alınır ve orijinal kullanım dışında bir amaç için kullanılır. Yani önyargıyla aklın kurnazlığını devreye sokarak yazarda çelişki aranabilmektedir. Bu sayede kolay bir polemik konusu yaratılır ve böylece konun içeriği nitelik değiştirir ve yazı kendisinden çıkıp başka bir boyuta ulaşır karşıtlarının ona dayattığı imajın bir konusu olur.. Yani bir şeyin doğru olması her zaman hakikati vermez. ''Demek ki bu tarih kavramı Hegel'den ya da tarihçinin ampirik pratiğinden ödünç alınıp Marx'ın düşüncesine ithal edilebilir ve bundan ötürü herhangi bir ilke çiğnenmiş olmaz; yani böylesine safça toplanıvermiş olan bu kavramın etkin içeriği üstüne eleştirel sorular hiç sorulmaz; sanki bunun böyle olması tartışmayı gerektirir bir şey değildir. Oysa herşeyden önce yapılması gereken, Marx'ın teorik sorunsalının bu tarih yüklediği içeriğin ne olduğunun sorulmasıdır.'' (Louis Althusser - Kapitali Okumak s;332 ) Uyarlama bir sorgulama olmayıp tam tersi o sorunların üzerinde at koşturmak olur. Zaten bunun için yapılır. Örneğin Attila İlhan'ın politik tarafı ağır basmasa da ona bir şekilde bir ideoloji etiketi yapıştıralacağını görürsünüz. Dogmatizm felsefede olduğu sürece gerçek bilgi de her an sahte gerçeklik üzerine kurulu olabilir. Örneğin Althusser'in adının Aristocu'ya çıkması gibi. Ve "nedensellik" kavramı metafizik kuralmış gibi burjuva yazarların feodalizme olan inançları nedeniyle Althusser'i görmezden gelenlerin olması gibi. "Örneğin Galileo fiziği epistemolojik engel olan Aristo'cu neden anlayışına çarptığında yeni nedensellik kategorisi Kartezyencilik sınırları içinde oluşturulmamış mıdır?" (L. Althusser - Lenin ve Felsefe S;62) Althusser'in sorduğu bu sorudan hareketle diyebiliriz ki nedensellik kavramı yeni bilimlerde de etkin rol üstlenir. Önyargıların işin içine girdiği gibi nedensellik kavramının salt Aristo'dan kalma metafizik bir kavram olması gerekmez. Şimdi bu konuyu daha net olarak aktarmaya çalışalım.

Teoloji ve Hukuk, Okul bilinen anlamda egemen sınıfların bir aracıdırlar. (Burada dinin eskimiş olan varlığından bahsetmeyeceğiz bile) Lenin'in kitaplarının hiçbir okulda bilinmediğini ve resmi akademisyenlerin akla zarar bildirilerinde Lenin'in bulunmadığını ve akademik felsefenin Lenin'e yaptığı görmezden gelme bugün de geçelidir. En azından biz bunu korku ve dehşet içine düşerek iki zıt kola ayırmıyoruz. Aslında Fransız İhtilali'nin yapıldığı ilk dönemlerde olduğu gibi bu papazcasına konuşan resmi gömlekli hukuk, okul, teoloji uzmanlarına nefes aldırmamak lazımdır. Bilimsel düşünce her zaman tarih konularından ya da geleneklerden önce gelir, bu örneğin sosyolojiyi, felsefeyi sokaktan ve hayattan öğrenmeyip kitaplara bağlı kalanların çoktan unuttuğu bir şeydir. Aynı şekilde çoğu çarpıtmalarda da olduğu gibi Marx, merkeziyetciliğin başlangıcı ve bireysel diyalektiğin sonu gibi de algılanabilir. Merkeziyetçiliğin getirdiği bir sınıfın hantallaşması da olabilir. Birbirinden farklı bölgelerin gelişme düzeyi asla rekabete sokulmamalı. Farklı sınıfların tek ve aynı zamanda varlığını koruduğu bir toplumdur Hegel'deki. Ama bu durum insanların bolluk ve refah içinde yaşamlarını sürdürmesinin de önüne geçer. Çünkü Hegel'ci toplumda hiyerarşi yoktur. Örneğin bir partinin bölge örgütü büroların ve komitelerinin üyeleri üstünde sekreterliği bulunan merkez komite. Her birinin ayrı ayrı kendi iktisadi zamanları olması gerekirdi. Ve birisi diğerinin alanına girmemeliydi. Şunu da iyi bilmeliyiz ki eleştirilmeyecek veya mutlak doğru olarak kabul edebileceğimiz hiç bir şey yoktur. Aynı şekilde aile geliştikçe akrabalık ilişkilerini aşar ve onları da değiştirir. ''Ve diye ekler Marx, genelde siyasi, hukuki, dini ve felsefi sistemler için de aynı şey geçerlidir. Aile yaşamaya devam ederken, akrabalık sistemi kemikleşir ve bu ikincisi bir alışkanlık olarak varlığını sürdürürken aile onu aşar.'' (F. Engels - Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Temeli s; 40) Balibar ailenin akrabalık ilişkilerini aştığını bildiği için buna belirsiz kimlikler gözüyle bakar. Belirli bir soykütüğü yoktur (çekirdek) aile kavramının. Ve akrabalık ilişkileri kapsayıcı olmaktan ziyade dışlayıcı bir süreçle aileyi izler. Aile hukuksal varlığında da olduğu gibi sürekli kontrol mekanizmasına tabi olur. Engels'in bu eseri Balibar'ın eleştirisine konu olmuştur. Balibar için evren insan zihninin kalıcılığından ibarettir. Balibar tamamıyla bir değerler ve ahlaklılık dünyasına aittir. Ancak insanlar emeklerini ortaya çıkararak doğayı kullanırken aynı zamanda onu değiştirir dolayısıyla medeniyetler bile kalıcı değillerdir, bu insanın hayvanlardan ayırdedici bir özelliği olan doğayı kendi faydasına göre kullanırken onu değiştirdiğinden farksızdır. Bu konuyu daha da ilerletelim.

"Genellikle ekonominin geliştiği anlarda siyaset, din gibi alanlar daralır ya da bunun tam tersi olur yani ekonomi daralırken ideolojinin etkisi belirginleşir." (Bkz. Daniel Cohen - Dünyanın Zenginliği, Ulusların Fakirliği) Bu ele alış tarzı hatalı değildir ancak Sorbonne'lu iktisatçı Daniel Cohen'e göre düşünce bir takım ''zikzak ve ani geri çekilmeler'' den (Bkz. F. Engels) fazlası değildir. Bu konunun dışında kalanlar ise geleceğin bilgisini öngörmek bir yana geleceğin bilgisini olanaksız hale getiren bir toplum mühendisliği söz konusudur. Bunlar en bilinen jargonuyla reformistlerdir. Hemen belirtelim reformist iktidarlar geleceğin öngörüsünü yapamazlar bugünü geçmişe bakarak anlarlar. ''...Yeniyi daima salt eskiden kalkarak, bugünkünü tamamen dünkünden kalkarak açıklama eğilimini taşır.'' (G. Lukacs - Lenin'in Düşüncesi) Sadece olmuş olanla ilgilenirler. Artı ve eksi kutuplar gibidirler. Daniel Cohen'in toplum pratiğinden özerk olarak spekülasyonla hareket eden bir sınıf yerleştirmesine rağmen, bilmeliyiz ki her ekonominin kendisine ait bir üst-yapısı olması gerekir. Yani üst-yapıyı anlarken onun bir amacı olmalıdır. Gerçeklikten ayrı bir soyutlama değildir üst-yapı. Althusser'de bunu farketmiş yakalamıştır. (Devletin İdeolojik Aygıtları'nda ideolojini maddi temeli vardır sözü bunun kanıtıdır.) Her ideoloji kendi ekonomisiyle varolur insanların rahatça kendi iradesiyle kutsallaştırdığı, zamanı tek tipleştirdiği ya da olguları değiştirdiği bir alan değildir. Gerçek insanlardan yani ayakları toprağın üzerine sağlam basan insanlardan bahsediyoruz. Bu sebepten dolayı Althusser'de uyum kavramı ''mutlak zaman'' değildir. Bu Hegel'den kalma ''mutlak zaman'' tezi çok yanıltıcıdır çünkü ekonomi için gerekli olan üst-yapı olgusu her zaman çağı için bir geride kalmışlıktır tarihselliği gereği ölmüş olmaktır, güncel olanın geçmişe atfedilmesidir. Zaten sorun da burada. Hegel'de varolan tarih salt geçmiş zamandan gelen bir birikimin patlamasıdır sadece. Althusser'de ise mutlak zaman anlamında bir kavrama rastlanmaz onun üst-yapı kavramı her zaman geleceği içinde barındıran bir taşıyıcıdır. Hegel'e göreyse zaman "mutlak" varoluşu içindedir. Geçmişten geldiği şekliyle bir ilerlemedir bu. Tüm eylemler ve hareketler bugünün iktidarına fayda sağlarlar asla "bugünü" aşamaz adeta bir çember gibi tekrar o günkü iktidara geri döner. Ancak bugünün iktidarı da geçmişteki sorunların çözümüyle kendi ideal tipini getireceği için bugünden geleceği göremez ve önüne çıkan yeni sorunları anlayamaz. ''Felsefe ne kadar ileriye giderse gitsin. Bu mutlak ufkun sınırlarının ötesine geçemez: Akşam karanlığında kanatlanıp uçsa bile, hala gündüze, bugüne aittir, hâlâ kendi kendini düşünen şimdiki zamandır, kavramın kendisiyle birlikte varlığını düşünmektedir. Yarın özü gereği yasaklanmıştır felsefeye.'' (Althusser - Kapital'i Okumak s;333) Entellektüellerin Marx'ı gömmeye çalışmlarının arkasında yatan sebep; onun kesin doğrular, mutlak sonuçlar üretmiyor olmasıdır. Öngörü yapmak tam da budur zaten. Burada dikkat edilmesi gereken şey iktidar gibi organların sabitleştirilmesidir. Marks'ı Hegel'den ayıran da bu sabitleştirmeyi ikinci plana itmesidir. Ayrıca bu Marx'ın keyfine kalmış bir şey değildir tamamen sistemin yarattığı bir şeydir. Hegel'in tarihte akıl adlı kitabında bahsettiği şey salt geçmiş zamandan gelen "mutlak" zamandır. "...ne kadar önceye giderse gitsin geçmişi gözden geçirirken yalnızca şu andakilerle uğraşıyoruz. Felsefenin işi şu andakilerdir, gerçekliklerdir. Tin ardında bırakmış gözüktüğü aşamalara, şu andaki derinlikte sahiptir." (Hegel - Tarihte Akıl s; 184 - Kabalcı Yay.) Halbuki her bir ideolojinin kendi zamanı olmalıdır. Bunlar şimdiki zamanın çatısı altında her ideolojinin geçmişe atfedildiği bir şey olmamalıdır. Yani geleceği içeren ideoloji için de geçmiş zamana aitmiş gibi davranılmamalıdır. Çoğunlukla bunların hepsi aynı şeymiş gibi gelir insana. Aslında kısa vadede olan ideolojinin kısa vadeye uzun zamanda doğacak ilişkinin uzun zamana ait olarak görünmesi gerekir. Her ideolojinin geçmişe atfedilmesi dolayısıyla Hegel'de geleceğin bilgisi olanaksızlaşır. İşbölümünün varlığından doğan egemenler sınıfının (yabancılar) ve kendisinden öncekilerin kendisi için çizdiği içeriğin dışına çıkamaz. Halbuki asıl sorun kendisinden öncekilerin ona atfettiği görevin üzerine sorular sormak ve eleştirisini yapmak olmalıdır. (Bunun hak aramak gibi bir ütopyayla karıştırılmacağı sizin de malumunuzdur sanıyorum Hegelci mutlak zaman eylemi yaratmaz sadece onu yönetir ve yorumlar.) Bu yüzden filozoflar dünyayı sadece yorumladılar oysa sorun onu değiştirmektir. Tekrar söyleyelim burada egemen sınıftan kastımız işbölümünden başka bir şey değildir. Çünkü işbölümü merkezi bir otorite yaratır ve farklı üretim zamanlarının farklı iş kollarının tek tipleştirildiği bir alan olur çıkar. Çoğu iktidarlar o kadar kibirlilerdir ki kendisinden önce gelenleri küçümserler ve aştıklarını düşünürler hatta daha önce hiç çıkılmamış bir sahneye çıkmak gibi de anlatırlar bu sadece algı yönetimidir. Bunlar asla gerçek olan değildir çünkü bunlar zamanı sadece bugüne ait olarak yani şimdiki zamana ait olarak kabul ederler. Hegel'e tekrar gelirsek; büyük adamların devleti yönetirlerken her zaman hazır olandan hareket ettiklerini bu yüzden büyük adamların tarihte gelişim gibi konuları anlayamayacaklarını savunur. Bu mutlak zaman yani sabitleme kendisini soyutladığı ölçüde varlığını dışarıdan geldiği şekliyle pratiğin anlaşılmasında bulacaktır. Yani yüklemin kaynağı olan özne dışsallaştırılır. Böylece hareketin kaynağı yok olur ve soyut bir kalıp haline dönüşüverir. Bu nedenselliğin kaybolduğu şeyin adı Marx'ın yabancılaşma mefhumudur. Eylem kendisini düşüncede değil pratikte kanıtlamalıdır. Yeri gelmişken belirtelim ki ilerici olmak ya da geride kalmak öyle bir şeydir ki; ''bir zamanın öbürlerine göre ileriliği ya da geriliği, demir yollarında trenlerin erken veya geç gelmelerini mekan işaretleriyle gösteren levhalar gibi gösterilemez'' (L. Althusser - Kapital'i Okumak s;343) Dolayısıyla parada da olduğu gibi alışkanlıklara dönüşmesinin yanı sıra bir de yasayla düzenlenmiş olurlar. Bu yazıdan da anlaşılacağı gibi insanlar seçimlerini neye göre yapacaklarını bilemezler bir kitle psikolojisi ardından giderler. Despotizm sıradanlaşır. Çünkü bu temelde bir yeniden üretimdir tüm diğer despotlar gibi geçmişin ona verdiği görevin sadece bir parçasıdırlar. Ve her iktidar (isterse majestilerinin muhalefeti olsun hiç farketmez) ilericilik kategoresiyle, mutlak (şimdiki) zamanı birbirine karıştırır. Kitleleri peşinden sürüklerler. İlericilik hakkında aceleyle karara varırlar. Ve iktidarlar için en önemlisi dilin devreye girmesi ve insan yaşamına müdahale de bulunmasıdır. Çünkü bu ilericilik adı altında yapılması gereken şey "yaklaşık" durum olmalıydı asla "kesin" olan değil. O yüzden her iktidar (hatta sendikalar bile) kendisini geçmişin kavramlarından hareketle bugününü yeni ve ilerici zanneder ve bir ideal tip yaratırlar. Asıl ilericilik geçmişten gelen ödevler değil kendi ekonomik temelleri ile geleceğin planlamasını yapmaktır. Hegel'in mutlak zaman kavramı kendisini eksiksiz ve tam görür ancak imgesel düzeyde kaldığı ölçüde de onunla hiç bir iş yapılamaz ne politika, ne de siyaset yapılabilir. İktidarlar gelecek için hiçbir öngörü kurmayı beceremezler. "Dolayısıyla Hegel'e göre büyük adamlar tarihi algılayamazlar ve bilemezler; bir önsezi olarak bir vahiy olarak kavrarlar. Büyük adamlar yarının özünün yakınlığını hiç bir zaman bilemeyecek, kabuktaki çekirdeği şimdiki zaman içinde görülmez şekilde kuluçka da yatan geleceği, şu andaki özün yabancılaşmasıyla doğan gelecekteki özü hiç bir zaman bilemeyecek, ama bir önseziyle sezebilecek kahinlerdir. Geleceği bilmenin hiçbir yolu olmaması olgusu herhangi bir politika bilimi olmasınıda önler, şimdiki olayların gelecekteki etkilerini ele alacak bütün bilme çabalarını önler. Bu yüzden Hegelci bir politika mümkün değildir ve aslında hiçbir zaman bir Hegelci politika olmamıştır" (L. Althusser - Kapitali Okumak s; 334) Bu demek oluyor ki Hegelci anlamda siyaset mümkün değildir. Demek ki büyük adamlar ya da iktidarlar hep aynı hatayı yaparlar. Mutlak zamanın ötesine geçemezler. Siyaset alanında münkün olanın yapılması ve uygulamada doğrulanmasından ziyade işbölümünün doğurduğu ütopik bir fikir yaratmaktır. Dolayısıyla devletin asalak varlığını yıkamaz burjuvazi. Kendi amaçları doğrultusunda devrim yapmak değil de daha çok dış etmenlerin işin içine girdiği ve zorladığı bir şey olarak değişim kavranabilir Hegel'e göre. Burjuvazinin pozisyonu evrensellik rüyasıdır. Küçük-burjuva sınıfı işçi sınıfı için ne kadar ütopikse meşrutiyet de kapitalizm için o kadar ütopiktir. Ama bu farklı sınıflar aynı zaman dilimi içerisinde bir arada bulunurlar. Halbuki her birinin kendi zaman dilimi olması gerekirdi. "...bütünün yapısı içindeki nesnelerin ayrımsal eklenmesinden ve ayrımsal doğasından yola çıkarak inşa edilmesi gereken, farklı tarihsel zamanların kavramlarını inşaa etmek gerekir." (L. Althusser - Kapitali Okumak s; 348) Hemen belirtelim; Engels de ''Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi'nin Sonu'' adlı kitabında bu mutlak zaman kavramına çokca dikkati çeker ve eleştirir.
Tekrar konumuza dönersek Antonia Negri de mutlak zamanın dışına çıkamaz. Örneğin mülkiyeti de reddetmez. Ama hukuk işçi sınıfını hak sahibi bir sınıf olarak değerlendirir. Onları patronlarla aynı seviyede değerlendirir. Çağımızda mülkiyetin önemi azalmıştır. Bugün orta sınıfın bazıları hariç ve alt tabaka sınıfların hiç birisinde miras hakkı yok gibidir. En fazla çocuklarının daha iyi eğitim alması için çabalayabilirler. Mülkiyet değiş-tokuş'un olmadığı miras hakkının olmadığı çok eski toplumlarda da mevcuttu bu günümüzde proleteryanın mülkiyetine yakındır. Aynı zamanda "mülkiyetin" reddedilmesi dediğimizde bunun kaynağını veren şey iktidarın aranacağı yerin ticaret ya da mülk sahipliği olmadığı onun stratejiler ve manevra yöntemleriyle hareket edebileceğini göstermektir. Negri'ye göre sanki elde edilmesi gereken bir aygıt değildir devlet, o daha çok bir dogma, elbirliği ve işbölümünün üzerinden toplumu idare etme alanıdır. "Örneğin elbirliği ve işbölümü, aynı zamanda hem ihtiyaçların zenginliği hem de bireysellik kavramının sürekli yer değiştirmesidir." (A. Negri - Marx Ötesi Marx) Negri stretejileri kurarken onlarla ne yapacağını bilmez. Ortaya koyduğu stratejiyi ve bundan çıkan sonuçları kendisi de anlamaz. Kendilerini kast şekline dönüştüren devletin pençesinden kurtaramaz kendisini. Özünde burjuva olduğu için bu böyledir. Ancak Negri stratejileri anlıyorsa bile bu burjuva stratejisi olacaktır işçi sınıfı onun basit bir destekcisi konumuna düşürülecektir. Hemen belirtelim ki burada anlamamız gereken temel önemdeki konu "manevra" yapabilmek ve koşullara göre hareket değiştirebilmektir. Ancak burada yeniden-üretim tuzağına düşmemek gerekir. Zamanla geçmişe yönelik bir eleştiri haline dönüşmemelidir. Negri'nin yaptığı şey için ise herhangi bir öngörüden değil hali hazırda olanın tüketilmesinden bahsedebiliriz. Çünkü Negri'ye göre insan içinde bulunduğu kalıplara göre hareket eden bilinçli bir varlık değildir. O, daha çok dışarıdan gelen etkiye göre karar veren bir varlıktır. Marx'tan önceki düşünürlerin ütopik olması da bu sebeptendir. Althusser'e göre ise her devletin yönetilebilmesi için bir amacı olacaktır. Althusser ise bunun olabilmesi için tek kurtarıcı sınıf olan işçi sınıfına gider, işçi sınıfının çıkarları söz konusu olduğu sürece sendika üyeliğine, parti üyeliğine mensup olan işçiler için (öğrenci veya buna benzer küçük burjuvalar hariç) işçi sınıfının çıkarları doğrultusundaki bu alanlara gidilmesi gerektiği üzerinde duracaktır.. (Bkz. komünist partide artık devam edemeyecek olan şey) Althusser yerel tek bir olguyu genelleştirmez. Yani tek bir bölgede tüm diğer bölgeleri içine alıp merkezileştirmez. Felsefeyi kendi nesnesi olan bir konumda düşünür. Hemen belirtelim ki Marx, doğru sorular sorarak toplumda vaya bilimde görünmeyen her yeni değişimi görünür kılmak amacındadır. "Kuşkusuz nasıl ki Newton'dan önce cisimlerin düştüğü görülüyorsa, Marx'tan önce de insan kitlesinin bir azınlık tarafından sömürüldüğü görülüyordu. Ama bu sömürünün iktisadi biçimleri kavramı, üretim ilişkilerinin iktisadi varoluşu, tüm politik iktisat alanının bu yapı tarafından belirlenmesi ve bunun hakimiyetinde olması kavramının teorik varoluşu o zaman yoktu. Smith ile Ricardo'nun rant ve kar olgusu içinde artı-değer olgusunu ürettiklerini varsaysak da, karanlıkta kalıyorlardı; ne üretmiş olduklarını bilmiyorlardı, çünkü bunu kendi kavramları içinde düşünmeyi bilmedikleri gibi, bundan teorik sonuçlar çıkarmayı bilmiyorlardı." (L. Althusser - Kapitali Okumak s; 467) Değişim çelişkilerin çözümü olması şöyle dursun onun devam ettiği bir oluş sürecidir. Onda hiç bir şey tam olarak bitmiş değildir. Çoğunlukla hemen bir çözüm üretmek kolayca düşülen bir hatadır G. Politzer'in teorilerini ve Rodbertus'un artı-değeri ortaya attığında da bu hataya düştüğünü görürüz; "aslında kendisi bir teorik sorun yaratan bir kavramı çözüm olarak sunmaktır. Çünkü kabul edildiği ve anlaşıldığı biçimiyle bu eleştirilmemiş bir kavramdır bütün bariz kavramlar gibi teorik içeriği varolan yada egemen ideolojinin kendisi için çizdiği işlevin ötesinde hiçbir içeriği olmayan bir kavramdır." (L. Althusser - Kapitali Okumak s;338). Marx'ın Kapital'de yaptığı ise bu değildir. Kapital bilimsel (nesnel) dünyanın bir konusudur.. Bu yüzden mutlak zamanın dışına çıkıp geleceğin felsefesini ortaya koymalılar. Hegel'de hiçbir şey toplum mühendisliği ve onun yaratacağı planlı bir sistemin işletilmesi değildir. Hegel için bu planlı sistem bir bireyin diğeri tarafından sömürülmesi ve ele geçirilmesi olabilirdi. Yani tezden antitezin çıkması gibi eski kültürün kendisini araması ve tekrar dirilişini ortaya atması olarak. "Demek ki ilerleme sonsuza doğru belirsiz bir gidiş değildir, fakat ortada bir erek vardır, yani kendine geri dönüş ereği. Öyleyse belli bir döngü vardır, tin kendisini aramaktadır." (Hegel - Tarihte Akıl s;182) Demek ki toplumsal dinamikleri birinci evre ve ikinci evre diye adlandırmamız Hegel'in görüşünde mümkün değildir. İdealizmin esiri olan Hegel burada bir tarih önerisinde bulunur ancak ona göre ne kadar değişim olursa olsun her değişim özüne geri döner. Buradaki değişim ilk aşamasına benzemez dolayısıyla değişim sonrasında idealizmden de kendisini kurtaramaz. Ama bizim için asıl önemli olanı Althusser anlatır. Althusser'e göreyse tepeden inme bir aydınlanmayla değil işçi sınıfının kendi stratejilerini geliştirip kendisine göre bir hedef koyması gerekmektedir. Bunun gerçekleşmesi için (tarih kavramı) krizlerden ders çıkarıp sonuçlarını değerlendirmekte yatar. Bu değerlendirme asla yeniden-üretim değildir. Yeniden-üretim ancak sonuçların üzerinin kapatılıp doğru bir değerlendirme yapmamaktan gelir. Ancak burada elde edilen sonuçların geçerliliği ispat edilmelidir.

Antonio Negri'ye geri dönersek metalar ve fetişizm konusu önemlidir. Meta; yasalar yoluyla üreticinin pazardaki (değişim değeri) kimliğidir. Meta, kullanım değeri olarak değil değişim değeri olarak vardır. Zaten bu yönüyle meta hep vardı, meta kavramı insanlar arası ilişkilerden fazlası değildir.. Meta, tarihinde ilk defa ''emek-zaman'' teoremi ile tanıştı. Para ise ütopik evrensel eşdeğer olarak metanın bir parçasıdır. Kapitalizm vicdan vs. durumlarında yaptığı gibi herşeyi ve parayı da kağıt parçasına indirger. Burada kutsal arz talep mekanizması metayı belirlemez. Metanın fiyatını emek-zamanı belirler. Çağımızda emekçiyi bu kadar önemli yapan etmenlerin başında da bu gelir. Bu durum çağımızın getirdiği bir şeydir örneğin A. Smith'te bulamazsınız böyle bir şeyi. Ancak emek tarafından meta haline getirilmiş olan şey aynı zamanda kullanım değerini değişim değerinden ayırır ve değişim değeri evrenselleşir o da ilkel adetlerini ve inançlarını da beraberinde getirir çünkü emeğin maddedeki değişimi ikinci plana atılır ve metalar (iktidarlar gibi) ticaret yoluyla sabit kılınır. Arz ve talep'in arka plana itilip emek gücünün metanın değerini belirlemesi olgusu daha önce de belirttiğimiz gibi devletin temelinin aranacağı yerin mülkiyet olmadığı stratejiler olduğunu göstermesidir. Yani sürekli değişkenlik gösterir sabit değildir. En önemlisi de günümüzde meta kavramı klasik anlamının dışında çalışmanın bir ürününü değil çalışmanın kendisini konu ediniyor olmasıdır. (Zaten Kapital'de de strateji ve manevra yapma yeteneği metanın fiyatının ticaret ile değil emek-zaman ile belirtilmesidir..) Aziz Yardımlı'ya göre emek meta değildir. Ancak Marx aynı şeyi söylemiyor: ''...Meta'nın kullanımından değer sızdırabilmek için dostumuz para babası, dolaşım alanında, piyasada kullanım değeri değer kaynağı olmak gibi özel bir niteliğe sahip bulunan ve bunun için fiilen tüketimi bizzat emeğin maddileşmiş şekli ve dolayısıyla da değer yaratması bir meta bulacak kadar şanslı olmalıdır. Ve gerçekten para sahibi, emek kapasitesi ya da emek gücü böyle özel bir meta piyasada bulur.'' (K. Marx - Emek Gücünün Alım Ve Satımı - Kapital S; 156 - 157) Bu etmenin doğal tarihsel bir yönü yoktur ama ömür boyu bağlı kalacağı efendisi de yoktur. Emek ''meta'' değildir diyen Aziz Yardımlı'ya rağmen emeğin bir meta olduğunu görürüz..''Yalnız başına para ve meta dolaşımı, sermayenin varoluşunun tarihsel koşullarının doğmasına yetmiyor. Onun doğabilmesi için, üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran kimse ile emek gücünü satan özgür emekçinin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekiyor.'' S;159) kapitalizm herşeyi metalaştırır (reşit olmak vb. olanlar) Kapitalizm zaten herhangi bir şeyi soyutlamaz o sadece yükümlü olduğu somut bir nesneyi soyutlar.. Özgür olmak köleliği getirmez o yüzden emek meta değildir diyemeyiz o özel bir metadır.

Bunu anladıktan sonra bir parantez açmalıyız. Bu artı-değerdir. Artı-değer ölçülebilen bir şey değildir. O üretim ilişkilerinin bir bütünüdür. "Kapitalist üretimin maddi koşulları ile toplumsal koşulların birliği, değişken sermaye ile arı-değer üretimi arasında mevcut doğrudan ilişki içerisinde ifade edilmiştir. Artı değerin ölçülebilir bir gerçeklik olmaması bir şey olmamasına bağlıdır, o bir ilişkinin kavramıdır..." (L. Althusser - Kapitali Okumak s;466) Balibar bir hataya düşüyor. Balibar emek sözleşmesine; ''üretim araçlarının mülkiyeti ile ücretli emekçi arasındaki ilişki, hukuksal olarak belirli bir türde sözleşmedir: emek sözleşmesi. Emeğin hukuksal olarak bir meta ya da bir 'şey' olması koşuluyla oluşur.'' diyor. Oysa emek bir ''şey'' yeri sayılmaz. Üstelik doğrudan bir kölelik yeri de değildir. Eğer bunu kabul etmeseydik Kapital'de x kadar b malının, y kadar a malına özdeşliğini de kabul edemezdik. Çünkü metafizik olarak kalırdı. Örneğin bu formül devrim öncesinde bürokrasinin varlığının neyle değiştirileceği gibi onu ortadan kaldırmak değilde bir dönüşümü anlatan formüldür. Ancak hemen sonra Marx şunları yazar; ''Metaların fiyatı ya da para biçimi, genellikle kendi değer-biçimleri gibi, onların elle tutulur maddi biçiminden oldukca farklı bir biçimdir; bu nedenle tamamen 'düşünsel' yada 'zihinsel' bir biçimdir.'' (Kapital 1. Cilt s;110) Burada bahsedilen metafizik bir kanun değil diyalektiğin harekete geçirilmesi olarak ele alınır. İşçi sınıfı doğrudan bir ''şey'' değil kendi sınıf çıkarları olan bir sınıftır. ''Evrensel olma iddiasını, soyutladığı gerçekliğe dayandıran ve tarihte daha önce hiç görülmedik bir öğedir bu. Roma'da köle bir meta idi, ama bir şeydi yoksa hak sahibi bir özne değil.'' (L. Althusser - Devletin İdeolojik Aygıtları S;67) Ancak işçi sınıfının mülkiyeti bir mal edinme değildir. Özel bir mülkiyettir yani bir ayrıcalığın olmadığı miras olarak devralınmayan ve her ürünün daha yapım aşamasında bir meta heline geldiği toplam ürünün sadece bir parçası olarak çalışan ama bütünlüğünü bu tarz ekonominin oluşturduğu bir mülkiyet şeklidir. Sahip olduğu mülkiyet işçinin kişisel bir fayda sağlamasından ziyade değişim değeri üretmesi için vardır. Konuyu bitirmeden önce "kontrol" hususuna da değinelim. Rant'ın kendisinin değer olarak topraktan geldiği sanılması gibi rantı da üretim ilişkilerinin bir bütünü olarak kabul etmeyen iktisatçılar vardır bunlara göre yasalar nesnelerin doğasından kaynaklanan zorunlu ilişkiler olurmuydu hiç onlar düpedüz buyruklardı. Gerçekte Hegelci, Politzerci veya Wittgenstein'lı diyalektik'te herşey birbiriyle bağıntılıdır. Her parçanın birbirinen ayrı olmadığı kültürel bir bütünlüktür dolayısıyla idealisttir. Yani gerçek bir değişim değil baskı yoluyla çalışacağı için donuktur hareket halinde gibi görünmez. Diyalektik bu yönüyle idealisttir. Bu gerçek ışığında etik devletin ve ahlaklılığın yerini baskı ve korku ilişkisine bırakmıştır. Marx'ın bütünselliğini ileride anlatacağız, Marx iktisadi olgularla diyalektiğe açıklık kazandırır. Bunun yanısıra her unsurun kendi kültürel bütünlüğü olmalıdır. Bütün unsurların zamanda bir kesit açarak bütün olguların bir arada değerlendirilmesi değildir. Yeri gelmişken belirtelim burjuvazi işçi sınıfının siyaset ve sendika örgütlerini parçalamak için her zaman koşulları kollar. Sendikaların ekonomik talepleri olması gerekir. İlk aşamada iktidar ele geçirlise bile İktidarı değil devletin ele geçirilmesi gerekir.

Şimdi sıra Marxist diyalektiği öğrenmeye geldi. İlk olarak Hegel'i örneklendirecek olursak parti veya sendikaların örgütlenme kadrosu içindeki "kültürel anlamda ortak bir amacın" birlikteliğidir sadece. Bu onun doğrudan kültürel birliği demektir. Fakat bu haliyle çok yanıltıcıdır. Çünkü toplumsal diyalektiğin dışında bir de bireysel diyalektik vardır fakat tek tek soyut bireyden hareketle değil toplumsal ilişkilerin tümüne bakmamız gerekir ve aynı şekilde sınıflar da vardır ve bu sınıfların arasındaki farklılığı parti ideolojisi gizler onu mesela bir partinin ortak "kültür" düşüncesi altında birleştirir Hegel. Sorun farklı sınıfların sınıf çıkarlarıdır. Çoğu zaman sendikalar üyelik kartlarıyla, statüleriyle, kabul etme ve çıkarma prosedürleriyle ve parti disipliniyle işler. Hatta Marchais'e göre emekçilere bilinç aşılaması yapılıncaya kadar götürülür düşünürün kendisini eğitmesi gerektiğini unutur. Parti ya da sendikanın çoğu zaman işçi sınıfını kontrol etmeyi ve yönetmeyi hedefleyen bir örgüt yapısı olduğuna bizi Anton Pannekoek inandırır. Parti yönetiminin parti üyelerinin çektiği acı ve özverileri yaşamaları ve duyarlı olmaları gerekiyor. Pannekoek'in düşüncesinin bir benzeri Althusser'de görülür. ''Bununla birlikte aygıtın gücüne dayanan, yukarıdan denetlenen ve çevrelenen bir düşünme anlayışıyla taban tarafından yaşanmış çelişkilerin maddiliğinin somut analizine dayanan gerçek bir düşünme pratiğini karşı karşıya getiren bu küçük üstesinden gelmesi için büyük ihtimaller var.'' (L. Althusser - Strateji \ Gizlenen Dönemeç) Sınıf farklılığı partinin ideolojisi alanında kaybolur gider. Ancak proletarya da siyasete adımını atmalıdır bunun aksi düşünülemez. Marx ortaya çıkıncaya kadar kültür örtüsünün örttüğü bu sınıf farklılıkları bilinmezdi ya da okunamazdı. Diyelim ki ismiyle sosyalist olan bir parti bile ilk önce toplumsal bütünlüğü sağlamak istesede sonradan bir azınlık partisi haline gelecektir. Çünkü burjuvazi stratejiyle hareket eden bir sınıf olduğu için zamanla parti içerisinde kendisini ayrıcalıklı bir zümre haline getirir. Daha doğrusu kendisini devrimi ilerletmek gibi bir görevin sorumlusu olarak görmez. Bu yüzden beraber devrime kalktıkları köylü ve işçi sınıflarını yalnız bırakır. Herhangi bir amaç gütmezler. Marx'ta önemli olansa bütünsellik kavramının genel olarak belirli bir hiyerarşi içerisinde belirleniyor olmasıdır. Hegel'de eşit sınıflar üzerine kurulu olan bir bütünsellik kavramı, Marx'ta tam tersi; her sınıfın kendisine özgü bir tarih ve zamana ihtiyacı olacaktır. Sanki bu Hegel'den kalma ''bütünlük'' daha doğrusu "kültür birliği" kavarmının kendisi ve Hegel'in zamanın belirli bir anında herkesi eşit kıldığı ''şimdiki zaman'' kavramının sorgulanması gerekmezmiş gibi. Örneğin Hitler silah pazarını kazandırmak için savaş ilan ederken halk bunu kutsal görev bildi. Bunu yaparken alt sınıftaki insanların herhangi bir amaç gütmediklerini görürüz. Hegel'de olduğu gibi Feuerbach'ta da olan bu nedensellik ilkesine dayanmayan bütünlük kavramı; farklı sınıfların olduğu yerde eylem birliği gibi bir bahaneyle harekete geçirilen kitleler ve gerçekte bütün sınıfları kapsamayan bu kavramların ne kadar yanıltıcı olduklarını görebiliriz. Bu konu anlaşıldıysa eğer Hegel'de bir çelişki daha var. Hegel'de evrensellik genele uygulanan bir kavramdır. Gerçek olansa tam tersi tekil durumlara uygulanan ve klasik evrenselliği de aşan bir kavramdır. Yani bir kişinin veya bir kümenin ideolojisi halinde görünür. Bu durumda Hegelci bütünsellik domino etkisi yapar gibi birisi diğerini doğurarak belirir. Örneğin ulusların kendi kaderini tayin etmesini bekleyemezsin. Bilinçsizce salt kültürel anlamda harekete geçerek bir başkasının sınıf çıkarlarını sürdürmek vardır: "Zihinlerin ürünleri olan bu fikir ve tasavvurlar onları hakimiyeti altına alacak kadar güçlenmiştir." (K. Marx - Alman İdeolojisi s;27) Daha önce söylediğimiz gibi Marx'ın da bir bütünsellik kavramı vardır. Diyalektik yasasında da bir bütünsellik vardır fakat bu "ortak" bir alan değil her unsurun kendi kaderini tayin edebileceği görece özerk bir bütünlüktür. Fakat Feuerbach'ta bunlar genelleştirilerek toplumun her kesimine uygulanılmak istenen bir geçerlilik haline getirilir. Örneğin kısa vadede iyi bir ekonomi uzun vadede de aynı şeyi yapacağı anlamına gelmez. Aslında diyalektik Hegel'de olduğu gibi herhangi bir zaman içerisinde bir kesit açıp zamanın "genelleştirilmesine" imkan veren bir şey değildir. Althusser mutlak zaman içerisinde herkesin eşitmiş gibi ya da hep aynı kalacakmış gibi davrandığı ortak kültürel amacı değil, çeşitli hiyerarşiyle kurulmuş olan kavramları öne çıkarır. İktisadi hiyerarşiye baktığımız zaman bunun Hegelci mutlak zaman kavramı ile karıştırılmayacağını şimdiden biliyoruz.. "Ama bu sözlerden, tarihin, kimi kısa vadeli bir tarzda, kimi uzun vadeli bir tarzda, değişik tarihi zamansallıklarda, aynı tarihi zamanı yaşayan değişik görece özerk tarihin yanyana getirilişini çıkarmamak gerekir. Başka bir söyleyişle, özsel kesit halinde şimdiki zamanlarına bakabileceğimiz sürekli bir zamanın ideolojik modelini bir kenara attıktan sonra, bu modelin yerine, üslubu farklı olsa bile gizlice gene aynı zaman ideolojisini yerleştiren bir başka model getirmekten sakınmalıyız." (L. Althusser - Kapitali Okumak s;344) İnsanlar kendileri hakkında ve ne olmak istedikleri hakkında hep yanlış fikirlerle doldurulmuştur. Halbuki her sınıf kendi ekonomik temellerine göre hareket eder. Kendilerini bir başka sınıfın ekonomik çıkarları için kullandırmazlar. Yalnız her sınıf bir başka sınıfa gene de bağımlıdır çünkü belirleyici olan üretim ilişkileridir üretici güçler değil. Hegel'in bir diğer yanılgısı ise sivil toplumu devletten ayrı düşünmesidir ve özü varlıktan ayırmasıdır. Hegel'in özü varlıktan ayıran tutumu Feuerbach'ta bile eleştirisi konusu olmuştu... Marx'ta zaman zaman genellemeler mesela İngiltere örneğinin bulunduğunu görürüz. Ancak Marx burada saf aklın yardımıyla kahramanlar yaratmak niyetinde değildir. Marx değişim döneminde kolaylaştırıcı etmen olarak düşünür bunu. Mesela burjuvazi feodalizmi bitirirken toprak sahipleri burjuvazinin önünü açmıştır. Aynı şey işçi sınıfı için de geçerlidir. Bu konuya paralel bir husus daha var. Yayılmacı bir teori benimsemiş olmasına rağmen Hegel bireyselliği savunur. Çünkü Hegel toplumsal ilişkileri değil soyutladığı bireyi ortaya çıkarmak ister. Hegel bireyselliği anlatırken iki temel olguyu birbirine karıştırır çünkü genelleme yapar. Hegel'e göre birey kendisini genelleştirmenin içinde kendi maddi temelinden kendisini soyutlamaması olarak vardır. Daha önce de söylediğimiz gibi soyut birey değil üretim ilişkileri ön planda tutulmalıdır.

Emeğin değeri nedir ya da emek gücünün değeri nedir, yeniden-üretim nedir emekçilerin üretim araçlarına sahip olmadıkları gerçeği vs.? Tarzındaki sorularının cevabını pek de öğrenmek istemiyoruzdur belki. (Burada belirtmeden geçmeyelim işçi sendikalarını işçi sınıfından sayabilmek için soyut emek ve somut emek ya da ütopik ve bilimsel sosyalizm gibi ayrımları yapmak gerekecektir) Aslında bu Kapital'in kendisi içinde geçerlidir. ''Kapital'' soyut kavramlardan yola çıkar ''çalışma, değer, işbölümü, para'' gibi kavramları kullanır, klasik iktisat ise yaşamsal konulardan yani ''devlet, devletler, ulus, nüfus'' gibi... Ancak bu gibi nicel kavramlardan yola çıkmak daha basitleştirici olacaktır. Ama kavramsal modelleme üzerine kurgulanmamıştır.. (Demek ki devlet ve yönetim biri diğerinden otonom halindeler yani sınıfsal çıkarları bölgesel çıkarlara çeviriyor) Bu arada toplumsal mücadele feodalizmde olduğu gibi öznel de değildir daha çok üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki sınıf mücadelesidir. Althusser ideolojinin nerede olursan ol seni kuşatacağından emin olabileceğinizi anlatır. Ancak ideoloji hür iradeyle ilişkili değildir o mevcut alt-yapı'nın bir gerekliliğidir. Bitirmeden önce bir ekleme daha yapalım. Hegel bir yerlerde doğuluların tinsel anlamda gelişmediği anlatır.. (Hegel'in burada vurguladığı şey; batıda bir kölenin devlete ait olduğu varsayılırken doğuda onların özel kişilerin kölesi olmaları ve sermaye sahibi olabilmek için çevrenin gözüne bir an önce girebilmeleri gerektiğidir.) Rose Luxemburg'a göre batı toplumlarında her şehrin kendi ekonomisi, ordusu ve hukuku vardı. Doğu toplumlarında ise merkeziyetcilik vardı. Aslında Hegel'in gerçek ilişkiler dediği yasa aile ve kilise yaşamını alt ediyordu. Fakat bu Hegel'de devletin ve onun erdem, eğitim gibi unsurlarına takılıyordu. Dolayısıyla aile'nin dışına çıkamıyordu. Hegel'in atladığı bir konu var o da batılı toplumlarda erkek çocuğa verilen önem ve miras konusundaki değerleri doğulularla hemen hemen aynıdır hatta fazlasıdır. Konunun içeriğinden fazla uzaklaşmadan Lenin'in de dediği gibi ''Ali bir insandır'' ya da ''bütün ağaçların yaprakları yeşildir'' dediğimizde biz bir sürü sıfata aldırış etmiyoruz. Bütünün bir parçasını ele alır onu olabilirliliğin yerine olması gerekene terk aderiz böylece bilinemezciliğe kadar vardırırız adeta o kavramları ''konuştururuz''. Buradan da anlaşılacağı gibi Deleuze'ye göre de iktidar güç eksikliğimizdir bu şekilde ancak devletin geciktirmesi söz konusu olabilir fazlası değildir ama dilin insan üzerindeki etkisini de yadsıyamayız. Abartılı ve şişirilmiş bir felsefe vardır Deleuze'ye göre. (Okuyucular olarak unuttuklarımdan -ama, ancak gibi dil eksikliği aramıyoruz sanırım) Althusser bir yerde şöyle diyor; '' Freud'dan beri bilinçdışı-zamanın biyografi zaman ile karıştırılmayacağını biliyoruz tersine bilinçdışı bizim dışımızdaki belli biyografik özellikleri anlamak için kullanılmalıdır... Bizi buna inandırmak için başka örnekler gerekiyor mu?'' O yüzden bu yazı için orijinalinden hareketle tekrar tekrar okuyup yorumlar yapılabilir...
Ozan Ersoy
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst