Gerçek Olan Sadece Zamandır

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Serbest Kürsü kategorisinde Objectivity tarafından oluşturulan Gerçek Olan Sadece Zamandır başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,133 kez görüntülenmiş, 6 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Serbest Kürsü
Konu Başlığı Gerçek Olan Sadece Zamandır
Konbuyu başlatan Objectivity
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan UpBot

Objectivity

Kahin
Onursal Üye
Katılım
23 Ara 2012
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
319
Puanları
83
Ucu bucağı olmayan, içinde sonsuz ufukları, her biri birer mücevher tanesi gibi parıldayan yıldızları barındıran kâinatı hep birlikte dolaşmaya ne dersiniz?

Varsayalım ki, hızlı bir uzay aracına bindik ve yerden saniyede 11 kilometre gibi öylesine bir hızla kalktık ki, bu hızı anlamak ve algılamak bile çok güç! Saniyede 11 km.'lik bir hızın önemi şuradan kaynaklanıyor: Eğer bir uzay aracı ya da bir roket bu hızla yerden kalkıyorsa, artık bir daha dünyaya dönmeyecek demektir. Bu öyle yüksek bir hızdır ki, yerçekimi kuvvetinin etkisinden kurtulan araç, dünyanın ve güneş sisteminin de ötesine geçerek, galaksi kümelerinin arasından süzüle süzüle yoluna devam edecektir.

Bu hızla 40 saniyede Ankara - İstanbul uzaklığı biterdi. Bu hızla bir saatten biraz fazla bir zamanda dünya çevresini dolanabilirdik. O kadar hızlı, o kadar hızlıyız ki; ben size geçtiğimiz uzaklıkları 10 misli büyüklükleri ile vereceğim. İlk 10 metrede göreceğimiz sadece evlerin çatılarıdır. 100 metre yukardan oturduğumuz yerin sokağını ve semtin bir bölümünü görür; 1000 metreye geldiğimizde de bazı vahşi kuşlarla selamlaşırız.

Yer yüzünden uzaya fırlatılan bir uzay aracının yerçekimi kuvvetini yenerek bir daha geri dönmemesi için ilk hızının saniyede 11.2 kilometre olması gerekir. Bu hıza insanlık alemi ilk kez ‘sputnik’ adlı bir uzay aracı ile 1958 yılında erişti.

10.000 metrede artık şehirler görülmez, yüksek dağ silsileleri, kıvrım kıvrım akan nehirler, yemyeşil ormanlar göze çarpar. Artık metre birimi yetersiz kaldığından kilometre ölçeğine gerek duyuyoruz. İşte çıktık 100 kilometrelik yüksekliğe.

Artık bu seviyede atmosfer tabakası görülmüyor. Biraz aşağıda, ozon gazının gün geçtikçe azalan kalınlığına rastlıyoruz. Ozon bizi güneşten gelen mor ötesi ışınların tehlikelerinden koruyor. 1000 kilometre yukardan dünyamızın görünüşü ne kadar güzeldir! Kutup bölgelerindeki buz dağlarından yansıyan ışığın, okyanusların azgın dalgalarından akseden koyu lâcivert renklerle karışımı ne kadar uyumludur! 10.000 kilometrede dünyamızın yavaş yavaş batıdan doğuya doğru kendi ekseni etrafında döndüğünü fark edeceksiniz. 100.000 kilometre yukarıda ilk astronot Yuri Gagarin'in gördüğü manzarayı siz de şaşırarak, hatta korkarak seyredeceksiniz. Uzay şimdi bu bölgede artık kapkaranlıktır. Nedeni ise çok açık! Her ne kadar uzakta, çok çok uzakta güneşi görüyorsak ta, onun ışığını ve ısısını fark edemiyoruz. Zira güneş ışınları ancak hava içinden geçerken dağılır ve ortalık aydınlanır. Havasız bir ortamda ses yayılmadığı gibi, ışık ışınları da yayılamaz!

Burada artık gece - gündüz gibi kavramalar da anlamını kaybederler. Yalnız gece gündüz değil; yukarı, aşağı, kuzey güney gibi yönleri de unutmamız gerekir!

Dış ortamın sıcaklığı ise mutlak sıfır olan -273 dereceye çok yakındır. Ay bütün güzelliği ve gülümserliği ile bize göz kırpar. 1.000.000 kilometreye çıktık. Bu ortamda ayı da bir hayli geride bıraktık. Güneş etrafında kendi halinde dolanıp duran gezegenleri görüyoruz. Kimisi nefes nefese hızlı; kimisi de nazlı nazlı yavaşça yörüngelerinde yol alıyorlar.

Yerden şimdi 10.000.000 km. uzaktayız ama, Güneşimize hâlâ ulaşamadık. 100 milyon kilometrede biraz yaklaştık desek de, "güneş rüzgârları" adı verdiğimiz çok enerjik yüklü parçacıklar önümüzü kesiyorlar! Güneşteki akıl almaz fışkırmaları, girdapları, yakın uzaya korkunç hızlarla püsküren sıcak alevleri gördükçe, doğrusu, içimizi bir korku kaplıyor. 1 milyar kilometre uzakta olmamıza rağmen, hâlâ güneş sisteminin dışına çıkabilmiş değiliz.

Güneş rüzgârları denilen elektrik yüklü parçacıklar tüm yakın uzayı hareketlendiriyor. Saniyede 465 milyon ton hidrojen, 460 milyon ton helyuma dönüşüyor. Bu dönüşümden termonükleer reaksiyonlar denilen enerji açığa çıkıyor. Işık ve ısı böylece oluşuyor. Dünyamız en hassas uzaklıkta bu ısıyı ve ışığı alarak ‘besleniyor’. Tabiî bizler de!

Milyar kilometrelerin de artık yetersiz kaldığı uzayın o uçsuz bucaksız ufuklarında kendimizi yapayalnız hissediyoruz. Hızla yol almamıza rağmen 1 trilyon kilometreye şimdi varıyoruz. Güneşi epeyce arkada bıraktık ama, karşımıza daha yeni güneşler yeni yıldızlar çıkmadı. Güneşe de "yıldız" diyoruz. Işık ve ısıyı kendiliğinden yayanlara yıldız deniyor. Oysa Dünyamızla birlikte Merkür, Venüs, Mars ve Jupiter gibi gezegenler güneşten aldıkları ışığı yansıttıkları için onlara "yıldız" diyemiyoruz. Şimdi 100.000 triyon kilometredeyiz. Burası galaksimizin merkezi olarak kabul edilebilir. Galaksi demek yıldız kümesi demektir. Her nedense yıldızlar da tıpkı insanlar gibi uzayda toplu olarak bulunurlar. Güneşin ve tüm gezegenlerin de içinde yer aldığı bu galaksiye Türkçemizde "Samanyolu" derler. Açık ve berrak bir gecede üstümüzde bir uçtan öbür uca kadar yayılan puslu ve bulanık bir kuşak görürüz. İçinde bizim yıldızımız güneş gibi 200 milyar güneşin yer aldığı bu galaksiyi öyle kolayca terketmek zor görünüyor. Çünkü artık milyar, trilyon kilometreler de anlamını yitiriyorlar.

Gökbilim uzmanları, uzunluk kavramını birbirlerine daha iyi anlatabilmek için "ışık yılı uzaklığı" denilen yeni ve anlaşılabilir bir ölçü birimini geliştirdiler. Işığın da bir hıza sahip olduğu ve bu hızın bir saniyede 300.000 kilometre olduğu gerçeğinden hareket ederek, ışığın bir dakikada, bir saatte, nihayet bir gün ve 365 günde kat'edeceği mesafeye bir ışık yılı uzaklık adını verdiler. Bu tanımlama ile işler biraz kolaylaşır gibi oldu.

Güneşten sonra dünyamıza en yakın bir yıldız (güneş) vardır. Bu yıldıza astronomi bilginleri "Alfa Centauri" ismini veririler. Sadece güney yarıküreden görülen bu yıldızın ışığı bize tam 4.5 yılda gelir! Bu tarife göre, en yakın yıldızın bizden uzaklığı 4.5 ışık yılıdır. Bu uzaklığı zihnimize yerleştirmek için Alfa Centauri'den 4.5 yıl önce çıkan ışınların "şimdi" bize ulaştığını idrak etmemiz yeter! Veya başka bir anlatımla, bu uzak yıldızda bulunan bir gözlemci "şimdi" dünyaya baksaydı, bizim 4.5 yıl önceki halimizi görmüş olacaktı.

Uzay yolculuğumuz devam ediyor. Bizden 500 yıl ışık yılı ötede, 1500 ışık yılı ötedeki yıldızların birer birer yanlarından geçiyoruz. Ancak o ünlü deyişle "Ömür bitiyor ama, yol bir türlü bitmiyor!" Eğer uzun çok uzun bir ömrümüz olsaydı, 1.000.000 ışık yılı ötedeki yıldız adacıklarını da görüp, ıssız ve karanlık uzayda sessizce yolumuza devam ediyor olacaktık!

İşte nihayet bize de en yakın olan bir galaksi göründü. Bu galaksiye "Andromedea"" adını veriyorlar. Bize en yakın olmasına rağmen, onun uzaklığı tam 2.5 milyon ışık yılı mesafede.

İnanır mısınız, artık milyon ışık yılı uzaklıklar da yeterli olmuyor! Milyar ışık yılı uzaklık birimine geçiyoruz. Geçmesine geçiyoruz ama, uzayın bir türlü sınırlarına varamıyoruz. Burada aklımıza şu ilginç fikir geliyor: Uzayda ne kadar uzağa gidersek, zamanda da o kadar geriye gidiyoruz demektir. Bu son derecede açık ve anlaşılabilir bir sonuç. Çünkü nasıl güneşin ışığı bize 8 dakikada geliyor ve güneş bizden "şimdi" 8 ışık dakikası uzakta görünüyorsa; bu, güneşle dünya arasında 8 dakikalık bir zaman farkının mevcudiyetine işaret ediyor demektir. Yani güneş, "şimdi " sönse, biz onu 8 dakika daha görmüş olacağız! Alfa Centauri de "şu an sönmüş" olsa, biz onu 4.5 yıl daha ışıl ışıl parıldadığını izleyeceğiz demektir. Benzer misal Andromedea için de geçerlidir. Bu galaktik sisteme şimdi baktığımız zaman onun 2.5 milyon yıl önceki durumunu görüyoruz demektir. Bir başka anlatımla, bir yıldız kümesi bizden ne kadar uzaksa, bizim zamanımızdan da o kadar "geride" demektir.

Bu galaksi (yıldız adası) bizden 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktadır. Bu gerçeğin anlamı şudur: Biz onu ‘şimdi’ gördüğümüz zaman, aslında galaksiden çıkan ışınlar, zamanımızdan 2.5 milyon yıl ‘ÖNCE’ yola çıkmışlardı. Zamanda böylece ‘geriye’ gittik!!

Uzatmadan hatırlatalım. Bizden 10 milyar hatta 12, 13 ve 14 milyar ışık yılı ötede ve ismine "kuasar" denilen çok enerjik yıldızların (veya yıldız gibi şeylerin) varlığını anlıyoruz. Oralara artık teleskoplarımız ulaşamıyor! Optik sistemlerle değil, radyo sistemleri ile onların varlığını kabul ediyoruz.

Çok derin, çok uzak, çok ahenkli, çok çok... anlamlı bir evrenle karşı karşıya bulunuyoruz!

Biraz önce bizden 500 ışık yılı uzaktaki yıldızların varlığından söz etmiştik. O uzaklıktaki bir yıldızda bir gözlemci olsa ve aletlerini dünyamıza, hatta İstanbul'a çevirse, acaba kimi görürdü?
Cevap, evrenimizin özellikleri ile tam olarak bağdaşan ve fakat akılları karıştıran şaşırtıcı bir gerçekle örtüşür: Gözlemci, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul surlarına doğru atını sürdüğünü görecekti. Bu görüntü bir hayal, video filmi veya fotoğraf değil, kelimenin tam anlamıyla "gerçek" olurdu!

Hepsi iyi hoş da, biz Fatih'i ölmüş biliyorduk!

Demek ki, ölüm ve ya diri olmak, sadece bir zaman farkının izafi görüntüsünden başka bir şey değildir!

Bu gerçeğe göre soracağım sorunun cevabını artık siz vereceksiniz, ben izninizle aradan çıkıyorum; "Bizden 1450 ışık yılı ötede bir yıldız olsa, oradaki bir meraklı gözlemci, Arabistan yarımadasına çevirdiği teleskobu ile “gerçek” olarak kimi görürdü dersiniz?"

Taşkın Tuna - Fizik Yük. Müh. / taskintuna.org
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Şeyin imgesi ile o şeyin kendisi aynıymış gibi düşülmemelidir. FSM ölmüştür, ancak bu bilgi, 500 ışık yılı uzaktakilere henüz ulaşmamıştır denebilir. Genel olarak denildiği üzere, duyular aldatıcı olabilirler ki burada da bunun bir örneği görülmektedir. Bu nedenle, sadece duyulara güvenilmez. Bunun yanında spekülatif/akılsal düzeyde konu üzerine kafa yorulur ve pratikte sınanarak bilginin doğruluğuna kanaat getirilir. Biz, gökyüzüne baktığımızda nasıl bazı yıldızların artık orada olmamasına rağmen, görüntüsünün --uzaklığa bağlı olarak--henüz kaybolmayacağını teorik olarak biliyorsak, 500 ışık yılı uzaktaki kimseler de muhtemelen bu hesabı yapabileceklerdir. Özetle, 500 ışık yılı ötedekiler, gördüklerinin, gördükleri anda Dünya üzerinde olan değil de, geçmiş zamana ait olduğunu idrak edecek ve bu gördüklerini, Dünya'nın o anki --gördükleri andaki-- gerçeği olarak değil de, en fazla geçmiş zaman ki gerçeği olarak niteleyebileceklerdir.
 

Objectivity

Kahin
Onursal Üye
Katılım
23 Ara 2012
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
319
Puanları
83
Şeyin imgesi ile o şeyin kendisi aynıymış gibi düşülmemelidir. FSM ölmüştür, ancak bu bilgi, 500 ışık yılı uzaktakilere henüz ulaşmamıştır denebilir. Genel olarak denildiği üzere, duyular aldatıcı olabilirler ki burada da bunun bir örneği görülmektedir. Bu nedenle, sadece duyulara güvenilmez. Bunun yanında spekülatif/akılsal düzeyde konu üzerine kafa yorulur ve pratikte sınanarak bilginin doğruluğuna kanaat getirilir. Biz, gökyüzüne baktığımızda nasıl bazı yıldızların artık orada olmamasına rağmen, görüntüsünün --uzaklığa bağlı olarak--henüz kaybolmayacağını teorik olarak biliyorsak, 500 ışık yılı uzaktaki kimseler de muhtemelen bu hesabı yapabileceklerdir. Özetle, 500 ışık yılı ötedekiler, gördüklerinin, gördükleri anda Dünya üzerinde olan değil de, geçmiş zamana ait olduğunu idrak edecek ve bu gördüklerini, Dünya'nın o anki --gördükleri andaki-- gerçeği olarak değil de, en fazla geçmiş zaman ki gerçeği olarak niteleyebileceklerdir.

Herşey An'da gerçekleşiyor ise biz zamanı farklı algılıyor olabiliriz ki Kur'an da dünya zamanının farklı olduğunu söylüyor zaten. Geçmiş-gelecek yok herşey An-da gerçekleşiyor.
 

Objectivity

Kahin
Onursal Üye
Katılım
23 Ara 2012
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
319
Puanları
83
Zamanın Bilinmeyen Yüzü – Kainat ve Tekillik

Zamanın varlığını, uzaydan yani mekândan bağımsız olarak düşünemeyiz. Eğer uzay varsa zaman vardır veya zaman varsa uzay vardır. Biri olmadan diğeri var olamaz. Burada bahsettiğimiz uzay; en, boy ve derinlikten oluşan üç boyutlu varlık alanımızdır. Zaman da bir boyuttur ve “bu diğer üç boyutun varlığının sürekliliğini sağlayan dördüncü boyut” diyebiliriz ona.

Zamanın bir başlangıcı olduğunu (Big Bang anı) ve bu başlangıcın yaklaşık 13.7 milyar yıl önce gerçekleştiğini modern astronomi her ne kadar ortaya koysa da -ve yine her ne kadar uzayın sonsuz bir boşluk olmadığı Big Bang teorisiyle anlaşılmış olsa da- şimdi burada zamanın pek bilinmeyen bazı sırlarını çözmeye çalışacağız.

Maddeyi, dolayısıyla uzayı (uzay sanıldığı gibi boş bir alan değildir) oluşturan atomların yapısına baktığımızda, onları oluşturan çekirdek, nötron, proton ve elektron gibi elektriksel parçacıkların farklı sayısal değerlerle bir araya gelerek maddenin türünü belirlediklerini görürüz. Buradan hareketle evrenin “sayısal bir yazılım” veya “sayılarla yazılmış bir kitap” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ve kitabın sır perdesini de bu sayısal yazılım dilini çözerek aralayabiliriz. Şimdi iki basit örnekleme yapalım ve karşımıza neler çıkacağına bakalım.

Birinci örneğimiz, İngiliz halk efsanelerinde, zenginden alıp fakire veren ünlü Robin Hood karekteri üzerinden kurgulanmış bir mantık problemidir:

Robin Hood, yayını gerer ve okunu hedefe doğru fırlatır. Robin Hood ile hedef arasındaki mesafe 50 metredir. Ok yaydan çıktıktan sonra, önce yolun yarısını kat eder ve hedefe 25 m. yaklaşır, sonra geri kalan yolun yarısını kat eder (12,5 m. yaklaşır), sonra onun da yarısını kat eder (6,25 m. daha yaklaşır). Ok hâlâ hedefe doğru ilerlemektedir…
Sonra onun da yarısını (3,125 m. daha yaklaşır),
sonra (1,5625 m.),
sonra (0,78125 m.)
sonra (0,390625 m.)…

Ok ilerledikçe, kalan mesafenin yarısı daha küçük hâle gelir ve ok gittikçe yaklaşmaya devam eder. Ama geri kalan mesafeyi sonsuza kadar 2’ye bölerek küçültebilirsiniz. Bu mantıktan hareketle aslında okun hedefe sürekli yaklaşması ama asla ulaşamaması gerekir. Gerçekteyse böyle olmaz, ok hedefe “tak” diye saplanır. (Bu problemin çözümü; okun hızının, içinde ilerlediği uzay kesitlerinin boyutlarına olan oranıyla açıklanabilir. Kesitler küçüldükçe okun hızının o kesitlere oranı ışık hızıyla bile mukayese edilemeyecek kadar yükselir. İşte bu uzayın içinde hareket edebilmemizi sağlayan ama varlığından bile habersiz olduğumuz bir sistemdir.) Şimdi bunu bir kenara koyup ikinci bir bilmece soralım ve bulacağımız cevabın bizi uzayın ve zamanın derinliklerine götürmesini umalım.

En büyük sayı ve en küçük sayı kaçtır?

En büyük sayısal değerin, basitçe “sonsuz” olduğunu söyleyerek işin içinden sıyrılabiliriz. Peki ama en küçük sayısal değerin ne olduğunu bilebilir miyiz? Bir mi?.. Ama birden daha küçük sayısal değerlerin var olduğunu biliyoruz. Mesela 0,1. Veya daha da küçüğü 0,01. Bu sayıları gittikçe küçültebiliriz.

0,001
0,0001
0,00001
0,000001
0,00000…(1)

Sıfırdan sonraki virgül ile birin arasına ne kadar çok sıfır koyarsak, sayı da o kadar küçülür. Ve bu sıfırların sayısını sonsuza kadar artırarak sayımızı sonsuza kadar küçültebiliriz. Yani en küçük sayı da ‘sonsuz’dur. Biraz düşününce buradan çıkan sonucun, aslında en büyük sayı ile en küçük sayının aynı sayı olduğunu (sonsuz) kolaylıkla görebiliriz. İşte bu çok önemli bir bilgidir. Ve zamanın büyük bir sırrını çözmemizde bizim için anahtar görevi görebilir. Çünkü bu bilgi, en uzağın en yakında olduğunu; en yüksek ısının, en soğuk sıcaklık derecesinde sonlanacağını (-273,16°C, yani sıfır Kelvin derece); en yüksek hızın (300.000 Km/sn yani ışık hızı) en yavaş hız (durma noktası(1)) olduğunu; yani kısacası bütün “en”lerin hep aynı olduğunu bize gösterir.

Dolayısıyla zamanın başlangıç anının (Big Bang) ve bitiş anının (Big Chrunch) aynı an olması gerekir. Ve bu bilgi de bize yepyeni ufuklar açar. Şimdi bu muazzam ufuklara doğru yelken açalım…

Şimdi klasik görüşe uygun bir zaman oku çizelim…

Ekli dosyayı görüntüle 1199

Düz bir zaman oku modelinde zamanın başlangıç noktası bitiş noktası ile asla çakışmayacaktır. Öyleyse az önce elde ettiğimiz verilere uygun bir alternatif zaman oku modelleyelim. Eğer zamanın başlangıç anını, temsili bir nokta ile gösterirsek bitiş anını da aynı nokta olarak kabul etmemiz gerekecektir.

Ekli dosyayı görüntüle 1200

Dairesel olan ikinci modele göre “zamanın başlangıcının, şimdinin ve zamanın sonunun” bir tekillik içinde hâli hazırda mevcut olduğunu görüyoruz. Aralarında sadece izafi uzaklıklar vardır. Ve bu durum yeni bir bilgiyi açığa çıkarır. Eğer “zamanın başlangıcı, şimdi ve zamanın sonu” hâli hazırda mevcut ise o hâlde bize göre “gelecek” olan zaman dilimleri de hâli hazırda mevcut olmalıdır. Bu sonuca göre yarın yapacaklarımızı da yapmış bulunuyoruz. Ama yarını hatırlamıyoruz; sadece dünü hatırlıyoruz. Bu meseleye 2004 yılında yazdığım “Takyon x Uzay Zaman Zıt Paralelliği” başlıklı bir makalemde değinirken şu cümleyi kullanmıştım: Şu anda sadece bu yazıyı okumuyorsunuz, doğuyorsunuz, okula gidiyorsunuz, televizyon seyrediyorsunuz, ölüyorsunuz, dedeniz doğuyor, tarihte ki olaylar gerçekleşiyor vs.

Netice olarak burada ana hatlarıyla incelediğimiz (ve incelemediğimiz) tüm veriler bize zaman çizgisi üzerinde gerçekleşen tüm olayların aynı anda yaratıldığını ancak bizim tarafımızdan sıra ile algılandığını ortaya koyuyor.

Kenarları artı değerde (örneğin 10 cm.) olan bir geometrik şekil çizmeniz istense elinize bir cetvel alıp bunu kolaylıkla çizebilirsiniz, öyle değil mi? Peki ya kenarları -10 cm. olan bir geometrik şekil çizmeniz istenseydi ne yapardınız?.. Bunu başardığınız anda zamanda ve uzayda kestirme yolları kullanarak seyahat edebilmenin yolunu bulmuş olacağınızı belirtmek isterim.

Uzay-zamanın veya zihninizin ufuklarına ulaşmanız dilekleriyle… İyi yolculuklar!

Hamza Yardımcıoğlu / 26.03.2012 / anahtar.tv
 

serdar53

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
2 Mar 2013
Mesajlar
6
Tepkime puanı
0
Puanları
1
Yaş
34
Zekanın yüzde kacını kullanıyorsan okadarı gercektir. Kullandıgın zekanın icinde de gercek oldugunu sandıgın seyler vardır
 

Objectivity

Kahin
Onursal Üye
Katılım
23 Ara 2012
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
319
Puanları
83
Zekanın yüzde kacını kullanıyorsan okadarı gercektir. Kullandıgın zekanın icinde de gercek oldugunu sandıgın seyler vardır

Bu başlık Taşkın Tuna'nın makalesine ait aslında fakat gerçek olan sadece zaman mıdır? Her olay an'da gerçekleştiği fakat biz farklı zamanlarda oluyormuş gibi algıladığımız için bu başlığı seçmiş olmalı diye tahmin ediyorum.

Gerçeklik kişiye ve zamana göre değişecektir. Mesela zeka ile ilgili olarak yapılan son araştırmalar insanların her geçen yıl daha zeki doğduklarını gösteriyor. Gerçeklik algısı da zeka ile doğru orantılı olarak değişecektir mutlaka.

"Yeni Zelanda Otago Üniversitesi’nden James R. Flynn 28 yıl önce toplumbilim uzmanlarının günümüzde bile açıklamaya çalıştıkları bir olguya tanık oldu: IQ düzeyleri 20. yüzyılın başlarından beri hızla yükselmekteydi ve artışın 21. yüzyılda da sürüyor olması daha da dikkat çekiciydi." Kaynak; e-psikiyatri.com
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst