Entelektüel Nedir? Entel Kime Denir? Nasıl Entel Olunur?

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Serbest Kürsü kategorisinde daVinci tarafından oluşturulan Entelektüel Nedir? Entel Kime Denir? Nasıl Entel Olunur? başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 4,583 kez görüntülenmiş, 12 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Serbest Kürsü
Konu Başlığı Entelektüel Nedir? Entel Kime Denir? Nasıl Entel Olunur?
Konbuyu başlatan daVinci
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan UpBot

daVinci

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2013
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Değerli arkadaşlarım geçen gün bloglarda bu konuyla ilgili güzel bir röportaj buldum. Röportajı sizinle paylaşıp bu konuyla ilgili beni sizlerde aydınlatırsanız sevinirim. İşte o röportaj:

hayvan dergisinde yayınlanmış bir söyleşidir..

Mantık, bilim felsefesi, bilgi teorisi başta olmak üzere, felsefe tarihi, kültür felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren Prof.Dr. Ahmet İnam, Türkiye Felsefe Derneği Başkan Yardımcılığı'nın yanı sıra, ODTÜ Felsefe Bölümünün başkanlığını yürütüyor. İnam ile hayat üzerine konuştuk...

- Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?


Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var. Şimdi tabi bu lafı 1500 sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum. Hayatımız kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle.

İnsanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü, ama benim şikayetim bunların kötü olduğunu söyleyen insanlardan. Sürekli şikayet edene entel diyoruz. Ne kadar çok şikayet ederseniz o kadar entelektüel oluyorsunuz. Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada mutlu demek memnun anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri görür fakat bunları kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür, yolunu yordamını bulur. Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor.
Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum. İşin beteri kendimizi adam yerine de koymuyoruz. Yemek yemiyor artık çağımız insanı. Tıkınıyor.
Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz. Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü ortada zevk yok. Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.

- Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden?


Hazların peşinden koşarak değil tabi. O da hayatımızı sürdürmek için, sabah sekiz akşam beş çalıştığımız işler kadar kokuşma belirtisi. Eğlenmek için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor. Çünkü şu film seyredilecek deniliyor, herkes o filmi seyrediyor, şu yazar okunacak diye emir geliyor, herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan ne anlıyor? Madem ki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı. Ama fark da bize giydirilen bir şeye dönüşüyor.

Beymen'den giyinince farklı oluyorsun. Kendimizden kaynaklanmıyor. Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor. Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor aslında, birbirimize giydiriyoruz. Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir tehlike.

- Öğrencilerinizin yarısının anti-depresan kullandığı doğru mu?


Doğrudur. Bizim ODTÜ civarında hayat bir beladır diye algılanıyor herhalde.

Sürekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye. Ailelerin de beklentisi büyüyor. Ama küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma giriyorlar. O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki, acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor. Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla tahammül etmeye çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı gelişiyor.
- Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?

Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede duracağını bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun. Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş. İşkolik oluyorsun. Başarısız olsan geride durmaya tahammül edemiyorsun. O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir hayatı seçmiş olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence. Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman anti- depresancı oluyorsunuz.

Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı olmak zorundasınız. Yani dünyaya posta atmış, egemen değerlerin dışında bir insan olmak gerekir. Dünyaya posta atabilmeniz için de önce kendi değerlerinizin olması gerekir.

- Mutsuzluk bulaşıcı mı?


Pısırık, güvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Mutsuz ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra ölürsün.

Mutsuzluk uzun sürmez. Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin.
Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsız olursun. Onun için rahat olmak lazım.
On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor. Orada yazanların tam tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.

- Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama olur demişsiniz. " Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?


Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm, bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum. Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz. Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı Farsça'sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer.

Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti. Yani bilge insan, hayatın içindedir. Leman'ı, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı yaşamı, yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur.
Bizde bilge, yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez biri olarak bilinir. Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur.

Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor.


Akademisyenlik kötü bir iş. Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün. Ya da hepinize yüz, ne fark eder. Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.


- Biraz da aşktan konuşalım mı?


Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir. Emek ister. Hormonu iyi salgılayan aşık olduğunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir ama aşk ayrı bir şey. Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk. Hıyarların, hamhalat heriflerin işi değildir. Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir ateş düşüyor ve aşık oluyorum. Yok öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir mi?

Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da olmaz.
Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim hemen diyorsan, orada aşk yoktur. Ama aşk düştüğünde; kendimizi, hayatı, yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye çalışıyorsak, işte aşk odur.
Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler.
Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak çok iş var.
Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir arkadaşın evine gidip yiyişeceğiz... Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız aşk falan yoktur. Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik. Aşka giriş bile yok burada yiyiş var. Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle bir yere bir ağaç dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı kitaplar okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.
Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk. Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla'yı sevmek değildir. Leyla'da bütün insanlığı sevmektir.

- Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?


Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum.

Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini dinlerim, duvarlara bakıp öyle düşünürüm, belki yazasım gelir bir şeyler karalarım. Uykum gelince, bu dünya düzelmez arkadaş deyip yatarım. Bugün de kurtaramadık dünyayı ne yapalım derim. Hesabi duruş, mutluluğu öldüren şeydir. Örneğin Nıetzsche, adam hayatı boyunca bunu anlattı. Ama Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla girişmek istiyorum bazen. Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım. Benim insan gibi insan olabilmem, içimdekilerin olabildiğince bastırılmadan ortaya çıkabilmesidir. Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek zorunda kalıyoruz. Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş. Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki insanlığı da bastırmışız. Hala içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık var. Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz.
Bütün bu kalıplarım dışında felsefe; çözüm arayanların değil, soru soranların yeridir, şeytanla muhabbettir. Ne zaman ki şeytan sizi alt eder, o zaman insan olduğunuzu anlarsınız.

Kaynak: (kaynak göstermek mecburiyetindeyim Umarım bu durum başka sitelerin reklamı olarak algılanmaz. Zira memurda değilim.)
 

karamel

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
21 Tem 2013
Mesajlar
307
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kişiyi tanımıyorum.Yazılanları okudum ve şaşırdım.Felsefeyle uğraşan artık, konunun uzmanı olan kişi nasıl böyle sokak ağzıyla olaylara yaklaşır,böyle pespaye cümlelerkurar.Kusura bakmayın da sokaktan bir adam çevirseniz" birader nolacak bu entelerin hali" deseniz o dam da bunları söyler.Ne demek o cinsellikle ilgili bahisler, gitsin önce kendi takıntısını halletsin prof. bey...
 

daVinci

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2013
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Adamda bundan bahsediyor zaten, bilge kişi sokağa karışan, sokağın nabzını yoklayan kişidir diyor. Bana Ömer Hayyam ı tarif etmiş gibi geldi. Ömer Hayyam ın da rubailerine bakarsan sade ve açık bir ifadeyle yani sokak ağzıyla konuşuyormuş diyebilirsin. Ama sokak ağzıyla konuşmak bilge olmadığın anlamına gelmez. Zira Hayyam'a sokaktaki bir adam diyebilir misin??.
Cinsellikle ilgili düşünceleri kişiyi bağlar bizleri bağlamaz, orda hızlı tüketimi eleştirip hazlı tüketimi tavsiye etmiş diyebilirim. günümüzde herşeyin manasının içinin boşaldığı doğrudur. Bu nedenle zatın kendisine katılıyorum.
 

karamel

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
21 Tem 2013
Mesajlar
307
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Ben ikna olmadım.Tabi bu benim düşüncem..
 

daVinci

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2013
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Her zaman saygıyla...
 

istanbul2

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
9 Tem 2013
Mesajlar
33
Tepkime puanı
1
Puanları
0
yazıyı okuyunca kaybedenler kulübü filmi geldi aklıma yazının görsel hali gibi:) insanın yaşamdaki bakış açısına zenginlik katıyor bu tür yaşantılar.
'Kaybedecek bir şeyinin kalmaması, özgürlük galiba. Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir? Bazen büyük farklılıklar insanları birbirine daha da yakınlaştırır.'
 

sakal

Kahin
Yeni Üye
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
2,000
Tepkime puanı
1
Puanları
38
bu forumda başka bir söyleşisinde kendisini eleştiren ve yerenlerle ilgili açıklaması...söyleşi uzun,sadece yorumlarla bağlantılı olduğunu düşündüğüm kısmı aldım...merak edenler devamını ilgili başlıkta okuyabilir..


Halil Turan: Sizi çok sevenler, izleyenler olduğu gibi eleştirenler, yerenler de var. Size karşı bu farklı iki tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet İnam: Önce beni öven, sevdiğini söyleyenler için bir şeyler söyleyeyim; oradan başlayayım. Ne yapmaya çalıştığımın iyi anlaşıldığını sanmadığım için, bu övgülerin de çok anlamlı olduklarını düşünmüyorum. Övenlerin çoğu da zaten felsefeden anlamıyorlar. Dolayısıyla da beni övmeleri bir felsefeci olarak değildir. Belki bir Karagöz olarak övüyorlardır; belki Kavuklu diye övüyorlardır; yani meddah olarak övüyorlardır. Belki de sadece Türkiye'de yaşayan bir kültür insanı olarak övüyorlardır. Olmadı, suratımızı beğenmişlerdir filan da, onun için övüyorlardır. Bu övgülerin yazdıklarımın içeriğiyle ilgili olmadığını, dolayısıyla onların övgülerinin, onlardan özür dileyerek çok da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Yerenlere gelince, yerenlerin bir kısmının beni anlamadıklarını düşünüyorum. Beni yerenler arasında farklar var. Mesela, bunların bir kısmı beni bir akademisyen olarak görüp "Yahu, bir felsefecinin bu tür laflar etmemesi gerekir"; "Bu türden etkinliklere girmemesi lazım"; "Bu türde yazılar yazmaması gerekir" diye yeriyorlardır. Ama ben oralarda bir felsefeci olarak dolaşmıyorum. Benim bir felsefeci olarak görünmem, daha çok bir meslek sahibi olmakla ilgilidir. Felsefe üzerine konuşurken girdiğim tavırların laubaliliğinden dolayı beni yererlerse, o anlamlıdır. O yermeyi haklı bulurum ve haklı oldukları noktalar da vardır. Ama ben aşk üzerine konuşurken, bu konuşmayı bir felsefeci olarak yapmıyorum. Bu daha çok benim edebiyatçılığımla ilgili bir şey. Kaldı ki edebiyatla olan ilişkim felsefeden çok önce, daha 15-16 yaşlarındayken dergilerde yazmamla başlar. Söylediklerimin, yazdıklarımın çoğu edebi denemelerdir. Yazdığım kitapların çoğu da edebiyattır. O kitapları "felsefe" diye yutturduğumu da sanmıyorum. Eğer beni öyle eleştiriyorlarsa, o eleştiriler doğru değil. Ama beni felsefi tavrımla ilgili olarak eleştiriyorlarsa, orada benle ilgili bir sorun var; bu henüz kendimi anlatamamış olmakla ilgili bir sorun. Beni eğer Batı'daki bir takım kalıplara koyarak eleştiriyorlarsa, "işte postmodernist!", bilmem ne diye, bu yanlış. Çünkü, hangi izleğin ardında olduğumu çok iyi bildiklerini sanmıyorum. Beni Heidegger çizgisinde, Levinas çizgisinde veya bir fenomenolog olarak görüp onların peşlerinden gitmeye çalışan, ama onu da beceremediği için işi meddahlığa vurmuş biri olarak görüp eleştiriyorlarsa, bu yanlış bir şeydir. Çünkü ben böyle bir şeyi felsefe yazılarımda yapmadım. Felsefe yazılarımda henüz Batılı düşünürlerle hesaplaşmadım; onları kritik bir bakış açısıyla gözden geçirmedim. Levinas üzerine yazdığım son yazıda bile başka bir kaygı var. Oysa ben bu kültürden açılan bir kapıdan yürümek istiyorum ve bu yürüyüşte yalnız olduğum için, şaşkın görülüp, birçok eleştiri okunu çekmem anlaşılır bir şeydir. Ama bu bilerek kendimi maruz bıraktığım bir şeydir ve bu tarz eleştirilere de söyleyeceğim bir şey yoktur. "Bir şey" deniyorum ben. Takla atmayı denerken, diyelim ki "Beceremedi", "Atamadı", "takla böyle atılmaz, çünkü atalarımız şöyle atıyorlardı" diyerek eleştirenler var; ama ben "şöyle de takla atılabilir" iddiasında bulunan, ama henüz o taklayı atamamış biriyim. Taklayı attığım zaman da bir sürü insan yine beğenmeyecek. Yerenlerime o açıdan da teşekkür edebilirim. Hepsini de okuduğumu söyleyemem. Yerenlerimin bir kısmından da hoşlanmadığımı söyleyebilirim. Bu eleştiriye kapalı olduğum anlamına gelmiyor. Çünkü beni yerenlerin ? bu belki bir hüsnükuruntudur, kendimi aldatıyor da olabilirim ama ? beni anlamadıklarını düşünüyorum. Ama tabii bu bir kaçış da olabilir. Onun için bana dair söyledikleri bana yararı olacak şeyler değil. Fakat hem yerenleri hem övenleri saygıyla selamlıyorum.
 

karamel

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
21 Tem 2013
Mesajlar
307
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Muhteşem ego, zaten bu kadar güven patlamasına ne diye bilinir ki..
Adam konuşurken, bir çok manevra yapmış, yani takmam diyor, ben farklıyım, benim ışığım var diyor, o zaman kendisinin değerlendirilmesini
onu anlayan kitleye bırakıyorum..




Çok yönlü okuyunca yazdıklarını, edebi yönüde oldukça fazla ve haksız olduğumu düşündüm.

bir söyleşisi beğendim ve paylaşıyorumm

ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı, Türkiye Felsefe Kurumu üyesi ve Türk Felsefe Derneği Başkan Yardımcısı. Fakat kendine filozof denmesini sevmiyor: “Filozof olduğumu düşünmüyorum. Ben ancak bu toprakların geçmişiyle bütünleşmiş, bilgelik yolunda yürüyen bir bilge çırağı olabilirim.”Mantık, bilim felsefesi, bilgi teorisi, felsefe tarihi, kültür felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdürüyor. Çağımız insanını bilim, sanat, din ve kültür etkinlikleri içinde kavramaya çalışan bir felsefeci, bir eğitmen, bir yazar… Ancak belki de en çok o bir ‘gönül felsefecisi.’Ahmet İnam 1947 Sandıklı doğumlu. Ve Sandıklılı olmaktan gurur duyuyor:“Bize yerelliği ıskalayan bir evrensellik öğretilmeye çalışıldı. Yerel olmak, doğduğun bölgenin diliyle şivesiyle konuşmak, onun adetlerini taşıyor olmak uygar olamamanın, yeterince gelişememenin, aydın olamamanın bir sonucu gibi algılandı. Oysa insan kendi topraklarından gelen güçle insan olabiliyor. İnsan eğer bir dünya vatandaşı olacaksa, önce doğduğu yerin insanı olmalı… Ben Sandıklılıyım ve benim eğer bir farklılığım varsa, bu topraklarda doğmuş olmamdan gelen farklılığımdır.”Okudukça sevdiğim, sevdikçe daha çok okumak istediğim bir adam oldu Ahmet İnan… Ve size okuduklarımdan derlediğim üç bölümlük bir yazı dizisi hazırladım. İşte bu ilki…Yazmasam çıldırabilirim. Çok yazıyorum. Çok yazdığım için çok fire verdiğim söylenebilir ama korkmuyorum. Yazmasam çıldırabilirdim ve çıldırabilirim de… Her zaman çıldırmakla normal insan olmak arasındaki çizgide olduğumu düşünüyorum. Şimdiye dek çıldırmamışsam bunun bir şans olduğunu sanıyorum; yani bu benim büyük bir başarım değil. Nedense işler rast gitti. Bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt! Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz. Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana’yı Farsça’sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer. Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır, hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti. Yani bilge insan hayatın içindedir. Leman’ı, Penguen’i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı yaşamı yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur. Bizde bilge; ‘yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez biri’ olarak bilinir. Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur. Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor. Akademisyenlik kötü bir iş… Bilgeliğe aykırı. Otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün! Ya da hepinize yüz, ne fark eder. Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz. Felsefenin gücü insan aklının gücüdür. Felsefenin gücü insanın hayat karşısındaki problemlerini anlama ve çözme gücüdür. Elbette insan aklı sınırlıdır. İnsanın felsefeyle uğraşması insanın Tanrı olmaya soyunması anlamında -haşa- değildir. Çünkü felsefe haddini bilmekle başlar. Sokrates, Atina meydanında, agorasında dolaşıyor ve hiçbir şey bilmediğini söylüyordu. Çünkü bildiği konusunda hep kuşkuları vardı. Ve bildiğini söyleyenleri hep eleştiriyordu. Demek ki felsefe haddini bilme ile yapılabilecek, sınırlarını bilme, çaresizliğini bilme ile yapılabilecek bir etkinlik…Ama bunun yanında kendine güvenle, korkusuzlukla, cesaretle yapılabilecek bir etkinliktir. Çünkü felsefi serüvenin bir güvencesi yok. Hayatın anlamı konusunda düşünür, araştırır, bir şeyler söyleyebilirsiniz. Ama söyledikleriniz saçma sapan, anlamsız şeyler de olabilir. Belki daha hazini, daha önceden söylenmiş bir şey olabilir. Siz onu ‘yeni bir şey söylüyorum’ diye söyleyebilirsiniz. Felsefeyle girişilen ilişki, dolu ve zor bir yaşamdır. Asfaltta sizden önce nicelerinin yürüdüğü yollarda yürümek kolaydır. Sağlıklı kuşkuculuk, yeni olana, farklı olana açıklığı sağlayabilir. Ama ölçüyü kaçırdınız mı mızmız, korkak ve silik olursunuz. Kendinize olan güven, savunduğunuz düşüncelerin sorumluluğunu taşıma, bağlanma cesaretiniz sizi ‘yiğit’ bir düşünür kılar. Yanılabilirsiniz ama yiğitçe. Düşünmek ve yaratmak cesaret ister. Yiğitlik yobazlık değildir. Çoğunuza eskimiş değerlerden devşirilen bir kavram gibi görünebilir. Unutmayalım, büyük bilimciler yiğit insanlardı. Olgulara karşı açıktılar. Denenmemiş yollarda her türlü tehlikeyi, ‘kepaze olma’ riskini göğüsleyerek yürüdüler. Yalnızım ama kimsesiz değilim. Elbette ki yalnızım. Etrafımda insanlar varken yalnızım… Çünkü bu yolculuk yalnızlıktır. Eğer yalnız değilsiniz bilge çırağı da olamazsınız, hele hele filozof hiç olamazsınız. Bir başına insan olduğumu düşünebilirim ancak kimsesiz değilim. Acıların çocuğu!İki yalnızdık babamla… Birbirimizle iç dünyalarımız hakkında hiç konuşmadık. Yalnızlıklarımız arasında gizli bir iletişim olduğunu sezerdim. Bu sezgi yalnızlığımı daha da yoğunlaştırırdı.Ağlar mıydı? Anımsamıyorum. İçerdi ama içkinin onu içmesine izin vermezdi. Acısını gürültü çıkararak yaşamadı hiç. Kendisiyle paylaştı. Acısıyla derinleşti. Güzelleşti. Acılarla yıkanıyordu babamın ruhu. Acı çekmeyi, acıları karşılamayı bilmek elbette bir yaşama ustalığı ister. Bizim ıstırap kültürümüz, mazoşizme, arabeske çok kolay kaydırabilir insanı. Örneğin kendinizi kolayca ‘acıların çocuğu’ olarak görebilir, acılarınızdan zevk almaya başlayabilirsiniz. Babam bunu yapmadı. Abartmadı. Kaçmadı. Sonuna kadar yaşadı acılarını ve onları zaman içinde tüketti. Bence yiğitçe bir tavırdı bu. Acılarla karşılaşabilmek cesareti, bize kendimizle karşılaşabilme cesareti sağlayabilir. Acı çekmenin bir estetiği, bir etiği olduğunu onda gördüm. ‘İçlenmek’ bir sanattır, şairin dediği gibi. Acı çekmek de sanattır. İnsan olma sanatının yollarından biridir. Babam ki, ustaydı bu sanatta. Bak nasıl da yapıştırdım lafı adama!‘Hüzün’, ne hesap kitaba dayalı bir pişmanlık, ne de yaşanmış olanlar üzerinde geleceğe yönelik bir yaşama planının yarattığı duygu. Hüzün; yaşıyor olmanın, var olmanın ince bir sızısı. Sevinçle acının bir harmanı. İçinde sonsuzluğu duyan bitimli insanın garipliğini hissedivermesi. Sürekli olarak kendini güçlü göstermenin gülünçlüğünü, ikiyüzlülüğünü içinde yumuşak, dingin bir ruhsal ağrı olarak duymanın adı, hüzün. Siyasette yok. Yöneticilerimizin çoğunda yok… Hüznün terk ettiği dünya, sığlığın ve kabalığın egemen olduğu bir dünyaya dönüşüyor. Hüznü duyabilen insan, yaşadıklarını, yaşamış olduklarını gözden geçirebilen, bunu içtenlik ve açıklıkla yapabilendir. Hüznü yaşayan bireylerin olmadığı bir toplum, kendini gözden geçirmekte eksik ve özürlü kalır. Kendine, dünyaya, ilişkilerine bir hüzün mesafesi ile bakamaz. Hedefine, çıkarına ulaşmayı gözeten aklı ile gergin, hesaplı ve tetiktedir sürekli olarak. Kendini hep bir tehdit altında hisseder. Bu tehdit altındalık duygusu, hayatı seyri, temaşayı (teoriyi) olanaksız kılar. Üzülürken gergin, sevinirken, sevişirken gergin, eğlenirken gergindir. Ebette siyaset içindeyken de… Huzurluyken bile gergindir. Bu toplumdaki bireylerde, her ‘gevşeme’ bir saldırganlıkla son bulabilir. Hayata bakışlarındaki sözlerden bir kaçı şu ve şunun gibi sözlerden oluşur: ‘Bak nasıl da yapıştırdım lafı adama’, ‘Bak nasıl da mat ettim’, ‘Bana, ait olduğum topluluğa inancıma kimse bir söz söyleyemez, kodum mu oturturum’. Yüksek perdeden konuşmayı severler, konuşurken güçlerinin etkinliğini görmek için sık sık karşılarındakilerin gözlerinin içine bakarlar. Hüzün kendini içtenlikle, açıklıkla kabul edebilen bireylerin yaşantısıdır. Hüznü yaşayabilen, içi ile dışı arasındaki boşluğu en aza indirebilendir. Hüznü yaşayamayan, anlayamayan bir toplum kendini karşılayamaz. Kendinin karşısına çıkamaz. Sanat ve düşüncede ince ayrıntılarla zenginleşen ürünler ortaya koyamaz. Papağandır. Çevresini izler. Bir yerlerden bir şeyler alıp, kendi hayatına uygulayıp durur. Mutluluk tesadüfen gelmez. Hazırlık ister. Anten açıklığı… Mutluluk, mutluğu hak edecek karakter ister. Mutluluğu hak edecek ne yaptım ki mutluluğu diliyorum? Ey ben, ey gafil ben! Örneğin, yarıştığın, geçmeye çalıştığın bir rakibin seni aşarak başarılı oldu. Onu tebrik edebilir misin için yanmadan? Tüm varlığını kaybettin, bir işe girdin ve battın. Sevdiğin bir insan gülümseyerek selam verdi sana, içtenlikle, sevgiyle selamını alır, selamlaşabilir misin? Hayatta sürekli başarısız olduğunu düşünüyorsun. Ne kazandın ise yitirdiğini düşünüyorsun. Çok sevdiğin bir müzik çalıyor, çok sevdiğin bir kahvede, güneş batarken. Güneşe ve müziğe gülümseyebilir misin? Düşmanların seni sürekli sıkıştırıyor. Eleştirilip aşağılanıyorsun. Canın sıkkın. Yorgun ve bıkkınsın. Bir köpekçik, yağmurda ıslanmış, elinde tuttuğun bir simidi istiyor senden. ‘Defol git köpek!’ mi dersin, yoksa sevgiyle titrer mi için? Hasta yatağında öleceğini düşünüyorsun. Hiç sevmediğin bir insan geçiyor tesadüfen odanın önünden ve sana ‘geçmiş olsun!’ diyor. Yüzünü çevirir, ‘defol git lanet adam’ mı dersin? Mutluluk sınavlardan geçiyor. Mutlu olmak için ne yaptım ben? Soru bu. Hak ettim mi mutluluğu? Neden mutlu etsin hayat beni, dünyada bunca mutsuz varken? Birçok insan mutluluğu kaybetmekten korktuğu için mutlu olamıyor. ‘Şimdi, mutluyum dersem nazar değer, mutsuz olurum.’ Korkaktan mutlu olmaz. Yitirmekten korkmamalı. Bulmuşsak yitirebiliriz de, bundan doğal ne olabilir ki? Kayıplar olduğu için mutluyuz. Mutsuz olabildiğimiz için. Mutluluk bir karakter özelliği. Bir ömür boyu bu ahlak karakterini elde etmek için hazırlamalı kişi kendini. Geçici hazların, yaşantıların adı olmamalı mutluluk. Veya rastgele keyiflerin adı. Mutluluğu hak ettiğini irdeleyerek düşünen insanın mutluluğunun üstüne yoktur.——– o ——–İkinci yazımız: “Yemeğin tıkınmaya, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz.”Ve bu da dizinin son yazısı: “Hıyar heriflerin işi değildir aşk!” - See more at:
 

daVinci

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2013
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
16
[MENTION=3591]sakal[/MENTION] bu kişinin tavsiye ettiğiniz bir kitabı var mıdır?
 

glsezinrs

Kahin
Yeni Üye
Katılım
12 Ara 2010
Mesajlar
1,358
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Değerli arkadaşlarım geçen gün bloglarda bu konuyla ilgili güzel bir röportaj buldum. Röportajı sizinle paylaşıp bu konuyla ilgili beni sizlerde aydınlatırsanız sevinirim. İşte o röportaj:

hayvan dergisinde yayınlanmış bir söyleşidir..

Mantık, bilim felsefesi, bilgi teorisi başta olmak üzere, felsefe tarihi, kültür felsefesi ve ahlak felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren Prof.Dr. Ahmet İnam, Türkiye Felsefe Derneği Başkan Yardımcılığı'nın yanı sıra, ODTÜ Felsefe Bölümünün başkanlığını yürütüyor. İnam ile hayat üzerine konuştuk...

- Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?


Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var. Şimdi tabi bu lafı 1500 sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum. Hayatımız kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle.

İnsanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü, ama benim şikayetim bunların kötü olduğunu söyleyen insanlardan. Sürekli şikayet edene entel diyoruz. Ne kadar çok şikayet ederseniz o kadar entelektüel oluyorsunuz. Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada mutlu demek memnun anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri görür fakat bunları kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür, yolunu yordamını bulur. Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor.
Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum. İşin beteri kendimizi adam yerine de koymuyoruz. Yemek yemiyor artık çağımız insanı. Tıkınıyor.
Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz. Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü ortada zevk yok. Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.

- Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden?


Hazların peşinden koşarak değil tabi. O da hayatımızı sürdürmek için, sabah sekiz akşam beş çalıştığımız işler kadar kokuşma belirtisi. Eğlenmek için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor. Çünkü şu film seyredilecek deniliyor, herkes o filmi seyrediyor, şu yazar okunacak diye emir geliyor, herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan ne anlıyor? Madem ki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı. Ama fark da bize giydirilen bir şeye dönüşüyor.

Beymen'den giyinince farklı oluyorsun. Kendimizden kaynaklanmıyor. Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor. Ama kim giydiriyor derseniz, kimse giydirmiyor aslında, birbirimize giydiriyoruz. Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir tehlike.

- Öğrencilerinizin yarısının anti-depresan kullandığı doğru mu?


Doğrudur. Bizim ODTÜ civarında hayat bir beladır diye algılanıyor herhalde.

Sürekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye. Ailelerin de beklentisi büyüyor. Ama küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma giriyorlar. O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki, acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor. Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla tahammül etmeye çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı gelişiyor.
- Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?

Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede duracağını bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun. Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş. İşkolik oluyorsun. Başarısız olsan geride durmaya tahammül edemiyorsun. O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir hayatı seçmiş olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence. Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman anti- depresancı oluyorsunuz.

Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı olmak zorundasınız. Yani dünyaya posta atmış, egemen değerlerin dışında bir insan olmak gerekir. Dünyaya posta atabilmeniz için de önce kendi değerlerinizin olması gerekir.

- Mutsuzluk bulaşıcı mı?


Pısırık, güvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Mutsuz ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra ölürsün.

Mutsuzluk uzun sürmez. Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin.
Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsız olursun. Onun için rahat olmak lazım.
On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor. Orada yazanların tam tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.

- Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama olur demişsiniz. " Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?


Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm, bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum. Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz. Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı Farsça'sından okur, yatmadan önce iki bardak şarap içer.

Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti. Yani bilge insan, hayatın içindedir. Leman'ı, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp demez. Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı yaşamı, yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur.
Bizde bilge, yerinden kalkmaz, ak sakallı, yemek yemez, çişi gelmez biri olarak bilinir. Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur.

Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor.


Akademisyenlik kötü bir iş. Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün. Ya da hepinize yüz, ne fark eder. Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.


- Biraz da aşktan konuşalım mı?


Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir. Emek ister. Hormonu iyi salgılayan aşık olduğunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir ama aşk ayrı bir şey. Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk. Hıyarların, hamhalat heriflerin işi değildir. Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir ateş düşüyor ve aşık oluyorum. Yok öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir mi?

Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da olmaz.
Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim hemen diyorsan, orada aşk yoktur. Ama aşk düştüğünde; kendimizi, hayatı, yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye çalışıyorsak, işte aşk odur.
Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir sorumluluk yükler.
Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak çok iş var.
Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir arkadaşın evine gidip yiyişeceğiz... Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız aşk falan yoktur. Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik. Aşka giriş bile yok burada yiyiş var. Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle bir yere bir ağaç dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı kitaplar okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.
Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk. Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla'yı sevmek değildir. Leyla'da bütün insanlığı sevmektir.

- Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?


Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum.

Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini dinlerim, duvarlara bakıp öyle düşünürüm, belki yazasım gelir bir şeyler karalarım. Uykum gelince, bu dünya düzelmez arkadaş deyip yatarım. Bugün de kurtaramadık dünyayı ne yapalım derim. Hesabi duruş, mutluluğu öldüren şeydir. Örneğin Nıetzsche, adam hayatı boyunca bunu anlattı. Ama Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla girişmek istiyorum bazen. Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım. Benim insan gibi insan olabilmem, içimdekilerin olabildiğince bastırılmadan ortaya çıkabilmesidir. Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek zorunda kalıyoruz. Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş. Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki insanlığı da bastırmışız. Hala içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık var. Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz. Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz.
Bütün bu kalıplarım dışında felsefe; çözüm arayanların değil, soru soranların yeridir, şeytanla muhabbettir. Ne zaman ki şeytan sizi alt eder, o zaman insan olduğunuzu anlarsınız.

Kaynak: (kaynak göstermek mecburiyetindeyim Umarım bu durum başka sitelerin reklamı olarak algılanmaz. Zira memurda değilim.)

Paylaştığınız röportajı ilgiyle okudum..A.İnam'ı daha yakından tanımak için Türkiye'den felsefe manzaraları adlı kitabını önerebilirim..akıcı ve yalın..
 

daVinci

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2013
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
16
[MENTION=2165]glsezinrs[/MENTION] oneriniz icin tesekkurler en kisa zamanda okuyacagim.
 

UpBot

Kahin
Yeni Üye
Katılım
14 Ocak 2021
Mesajlar
1,017
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Teşekkürler. Konuyu güncel tutalım herkes görsün :)
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst