Don Quijote'yi Anlamak Yada Yanlis Anlamak

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Kültür ve Sanat kategorisinde phi tarafından oluşturulan Don Quijote'yi Anlamak Yada Yanlis Anlamak başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 2,224 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Kültür ve Sanat
Konu Başlığı Don Quijote'yi Anlamak Yada Yanlis Anlamak
Konbuyu başlatan phi
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan phi

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Bir edebi eseri anlamak yaşamayı anlamaktır. Ancak biliyoruz ki her anlama, bir yanlış anlamadır. Özellikle insanoğlunun son üçyüz yıldır içinde yaşadığı modern ethos, geleneksel bakış açısının çözülmesinden, o bakış açısının akılsal kriterlerinin bir yana çekilmesinden sonra yanlış anlamaya ve hatta birbirini anlamamaya yol açmıştır. Tıpkı modern çağ gibi modern sanat eseri de kendi kriterlerini kendinden hareket edip oluşturarak ve bunun sonucunda kendi dışında hiçbir otorite tanımayarak kendisinin mutlak tikelliğini ilan eder. Bu ilanla birlikte tikeller arasında mümkün bir alış-veriş koşulları oldukça zorlanmıştır. Bu ortaya çıkan birbirini anlama ve birbiriyle diyalog içinde olma probleminin ilk elde görüldüğünden daha vahim sonuçları vardır. Bu sonuçların en önemlilerinden biri, modern sanat eserlerinin edebi niteliklerini kaybetmeleridir. Oysa Grek, Ortaçağ ve Rönesans kültürlerinde edebi(moral) eğitimin öncelikli amacı öyküler anlatmadır. Bu böyle olduğu içindir ki, her kültürün kendisine ait, özgül, öyküleri vardır –herşeye karşın bugün için de bu izi takip edebiliriz, çünkü kültür ile hikayelerin bu iç içe örülüşü sanat eserinin mayasında içkindir. Hikayeler bize, tıpkı destanlarda ve şiirlerde olduğu gibi, betimledikleri topluma ilişkin olarak güvenilir tanıklıklar sunarlar. Örneğin Aristoteles kendi komünitesinin, kendisinden öncekidurumunu, koşullarını Homeros’un toplum betiminden izleyerek anlamaya çalışır. Nikomakhos’a Ethik’e baktığımızda görürüz ki, Aristoteles etik üzerine düşünürken Homeros ve Hesiodos üzerine yaptığı okumalardan edindiği ipler ve ipuçlarıyla kendi textini örer; fakat bir yandan örerken bir diğer yandan da anlamaya çalıştığı toplum betimini çözer ya da söker. Bir başka şekilde ifade edersek Aristoteles, Homeros ve Hesiodos’un edebi yapılarının arkasına geçerek bu yapılar için bağlam oluşturan dünyaya varmak gibi bir anlama etkinliğini gerçekleştirmekle birlikte kendi komünitesinin anlamını bir yandan sökerken bir diğer yandan da o komünitenin ethikine ilişkin düşüncelerini örmektedir. Bu ifadelerimizden sonra şunu söyleyebiliriz: premodern ethosta kendini mevcut eden bir düşünürün işine şairce denemelerle başlaması veya işin henüz başında şairlere başvurması hiç de ender değildir. Ele alınan toplumun ve içinde bulununan dönemin tini(tinsel dünya) bize edebi bağlam içinde açılır. Ancak modern çağ ve modern sanat eseri betimledikleri toplum hakkında bize güvenilir tanıklıklar sunamazlar. Bu nedenle de betimlenen toplumun tinine dair bir anlama ulaşmamızın imkanı oldukça daralmıştır. Olabilecek mümkün bir anlama da neredeyse sanat eserinin yazarına rağmen olmak durumundadır. Bundan böyle artık sanatçıyla alımlayıcı arasındaki ilişki Schiller’in doğru görmüş olduğu gibi bir oyun ilişkisidir. Sanatsal etkinlikteki bu oyun engelini aşarak sözkonusu zamanın ve mekanın tinine ulaşmaya çalışabiliriz. Bu ulaşma çabasında önümüzdeki en zorlu engel sanatçının “Ben”idir çünkü modern sanat eserinin amacının kendisi olduğu söylenir. Modern kültür içinde bizler, premodern kültürde olduğu gibi moral eğitimin amacı için edebi eserler örgüsü içerisinde hikayeler anlatma hedefini dile getirmekten vazgeçtiğimiz gibi sanat eserini sanat eseri yapan onun edebi niteliğini unutmuşuzdur. Ahlaki idealler uğruna kurulan birf sanat eserinin oldukça “cansıkıcı” olduğu söylenir. Cansıkıntısı ise bize modernliği anlatan bir figürün en zorlu düşmanıdır. Dahası modern bir karakter olan estet için, içinde bulunduğu dünya kendi doyumunu gerçekleştirmek için bir fırsatlar dizisindfen ibarettir. Ama bu durum bir son değil midir? Keyfi bir zemin üzerinde, telostan mahrum, ayakta durmaya çalışan entellektüelin ölümü değil midir? Geleneksel entelektüel bir araştırma geleneğinin bakış açısından ele alındığında bu durum dünyanın sonu değil midir? İşte üzerinde düşündüğümüz, ilk roman olarak anılan, Cervantes’in Don Quijote’sitam da bu sonun başlangıcında yazılmıştır. Bu eser geleneksel kültürden bir kopuşun yaşanmaya başlandığı ama moder kültüründe kendini inşa etmeye henüz yeni başladığı bir tinsel boşluk içerisinde kendini ileri sürmüştür.Don Quijot’e karakterinde,geleneksel bağların ve kurumların çözülüşünün ortasında ama yeni bağ ve kurumların yokluğunda kahramanımızın, şeref, aşk, sadakat değerlerini şovalyelik kurumunda biraraya getirerek ve bu değerlerin ve kurumun pratik yaşamdan dışlanmasına rağmen onları canlı tutmaya çalışmasıyla kendini sergileyen bilge bir deliliğe tanık oluruz.Don Quijote, herhangibir toplumsal dayanağı olmayan ama hala hüküm sürebilen bir toplum yapısı içinde şeref, aşk, sadakat kavramlarınıa ve şovalyelik kurumunu veya bu imgeleri(işaretleri) varlıklara dikte ediyordu.Dolayısıyla Cervantes bize Aristoteles’çi ‘mimesis’in sonuna gelindiğini gösteriyordu. Sona gelinen aslında sadece hayatın temsil edici yanıyla sınırlı değildir. Hayat içinde artık mükemmellik,tam’lık, kamillik anlayışını barındırmayacaktır,bu nedenle hayat ve onunla ilintili herşey bir bayağılaşma girdabında geçici ve eğreti nitelikleriyle tarif edilecektir. Herşeyin geçici ve eğreti olarak yaşandığı bir dünyada şeref, aşk, sadakat değerleriyle hareket ettiğini söyleyen Don Quijote, bize acı bir ironiyi resmeder. O bize, böylesi bir ethosta nasıl yaşanabileceğini gösterir: delirerek. Delilik kavramı aslında J. Parla’nın ele aldığıyla sınırlı olarak kavranırsa, anlam tam olarak ortaya çıkmaz. J. Parla modernliğin modern sanatla birlikte işlendiğini söyler. (1) Biz ise deliliği her bilge insanın tuhaf ve garip olarak değerlendirilmesiyle birlikte anlıyoruz. Farabi’nin de belirttiği gibi bilge (filozof) kişi meseleleri ele alış biçimi ve kullandığı kavramların onu sevk ettiği davranış biçimiyle içinde yaşadığı toplum tarafından “garip” olarak değerlendirilir. Onun toplumuyla ilişkisi her zaman gerilimli olmuştur. Don Quijote da kendini ifade etme yollarının tıkandığı, işaretlerin işaret ettikleri şeyden yoksun oldukları bir ethosta haykırır: “Deliyim, deli olmak zorundayım.” (2) Biz bu haykırışı “garibim ve bunun nedenini biliyorum” biçiminde anlayabiliriz.
Don Quijote, onu o yapan değerleri, geleneği yaşatmak zorundadır; ilk iş olarak o, dedelerinden kalma mirasa, şövalye aksesuarlarına gider ve onların tozlarını alır. Bu durum bize onun mirasa dönük yüzünü gösterir. Don Quijote, içinde bulunduğu toplumsal durumdan hoşnutsuzluğunu şu şekilde dile getirir: “ Dostum Sancho, şunu bilmen gerekir ki, Tanrı beni bu demir çağında, altın çağ dediğimiz çağı geri getirmem için yarattı. Beni kaderim büyük kahramanlıklar, tehlikeler, yiğitliklerdir.” (3) Ancak o, bahsettiği büyük kahramanlıklara, o kahramanlıkların gerektirdiği cesarete, erdem, bilgeliğe ve onu bekleyen tehlikelere, gerçek ile hayali birbirine karıştırarak düşler yoluyla açılır. Onun bilgeliği kavramsal bir açıklamayla değil fakat hayal gücünün gerçeklik karşısında yetinmemesinden kaynaklanır. Buna benzer şekilde kavramsal bir açıklamaya giden bilgeler de olgusal veya reel durumun kendilerine verdikleriyle yetinmezler. Onları bilge yapan da zaten gerçeklik üzerine giriştikleri düşünümdür(reflektion). Mana olgusal olanda üzeri örtülü olanda bulunur. Düşünüm ile varlıkların hakikatlerinin içerikleri üzerindeki örtü kaldırılır(dis-cover). Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, kavramların varlıklara gönderimini kaybettiği bir bağlamda Don Quijote için, onun reel olan ile ilşkisinin mümkün yolu için hayal yetisini işlemekten başka yol kalmamıştır. Bu tarz bir kavrayış, aslında, Rönesans kültürünün temel unsurlarından biridir.Dolayısıyla filozof figürünün itibarını kaybettiği bu uğrakta, öne çıkan deneyimler simya ve büyüdür. Bu durumda bizim üzerinde dikkat çekeceğimiz şey,argümandan kopuştur. Rönesans kültürü akıldan ziyade hayalgücüne hitap eder. İşte Cervantes’in Don Quijote’sinde, geleneksel kültürün çözülüşüyle birlikte, şovalye kitapları hariç tüm ‘yerleşik bağlar’dan kopuk bir Don Quijote vardır. Gelgelelim onun trajik açmazı şudur: o hem geçmişin ifade edici bağlarından yoksundur hem de kendini şimdi içerisinde bir yere konduramamaktadır. Geçmiş ile şimdi arasında kendini var etme serüvenihde o, yokluğun farkında olduğu için marjindedir ve bu yokluktan bir imkan yaratma yolculuğunda ise delidir. Kavramsal açıklamaya muktedir olan filozof, manaya aklı başında olmakla ulaşırken, Don Quijote ise içinde bulunduğu ethos nedeniyle manayı delilikte bulmaktadır. Burada şöyle bir tespit yapalım: Modern bireyin ilk figürü olarak görülen Don Quijote’un kendini gerçekleştirme imkanını otoriteye karşı çıkışta bulduğu söylenir; fakat aslında o şövalye romanları geleneğinin otoritesine bağlı olduğunu bize gösterir. Yani o otoriteye karşı değildir, tam tersine bir otorite yoksunluğunun ızdırabını yaşamaktadır. Artık ifade güçlerini yitirmiş şövalye romanları ve o romanların yazarları onun kabul ettiği otoritelerdir. Otorite terimi, aslında, modern kullanımdaki pejoratif anlamını modern kültürün unutkanlığı sayesinde edinmiştir. Otorite modern kültürdeki anlamıyla eşitler arasında bir hiyerarşiye yol açmanın ve düşünümü engellemenin bir diğer adıdır. Otoritenin manası gerçekten de böyle midir? Otorite teriminin etimolojisine bakıldığında ‘author’ terimi karşımıza çıkar. Bu terimin basit karşılığı yazardır-yazarlık basit olmamakla birlikte. ‘Author’ olan kimse, iş gördüğü, çalıştığı alanda işini en iyi yapan, işinde “otorite” olan ve sözü dinlenen kişidir. ‘Author’u dışlamak aslında eğreti ve geçici bir hayata giden yolu da açmıştır. Söylemek istediğim şudur: Don Quijote kendini gerçekleştirme veya özgürleştirme serüveninde şövalye kitaplarına ve onların yazarlarına başvurarak, söylendiğinin aksine, otoriteye başvurmaktadır. Fakat onun içinde bnulunduğu delilik ve ironik hal bu durumun üzerini örtmektedir. Üzerindeki örtüsü kaldırılmış bir Don Quijote, modern kavrayışa değil, fakat geleneksel bir anlayışa daha yakın ve yatkındır. Bu tespitimiz, farkındayım ki, bu mesele hakkında oluşmuş teamüle uygun değildir. Don Quijote’a kendini gerçekleştirme veya özgürleşme yolunda üç figür eşlik etmektedir: Sancho, Rahip ve Berber. Bu üç figür Don Quijote’un kendileri vasıtasıyla dolayıma girdiği tipler olarak anlamlıdırlar. Sancho, bir uşak(köle), Don Quijote’un bir aynasıdır. O aynada Don Quijote kendini seyredebilme imkanını bulmaktadır. O kendini anlamak için, kendinin bilincine varmak için Sancho’ya muhtaçtır. Sancho olmasaydı Don Quijote da olmazdı. Cervantes’in rahip ve berber figürleri ise bize ‘logos’ ve ‘muthos’ kavramlarını hatırlatır. Şöyle de diyebiliriz: Don Quijote’ye bu serüveninde logos ve muthos eşlik etmektedir. Rahip geleneksel kültürde söz sahibi olan bir figürdür. Bu roman boyunca da bu karekteristiğini sürdürür. Rahibin şu sözlerine bakalım: “Her akıllı kişi bilirdi ki, herhangi bir mevkiye yükselebilmek, kişi soylu olmasa bile, dürüstlükle birleştiği taktirde, güzelliğe tanınan bir imtiyazdır...” (4) Rahip bu sözleriyle, elbetteki Cervantes’in konuşturmasıyla, akıllılığı, dürüstlüğü ve güzel olmayı biraraya getirmektedir. Bu ifadede bilgi, iyi ve güzel yanyana durmaktadırlar. Bu anlayış bize Grek’lerin “kalokagatia”sını hatırlatıyor: iyi-doğru-güzel’in birliği. Ele aldığımız şekliyle rahip logosun figürüdür. Berber ise hepimizin bildiği gibi kendi mekanında dedikodudan hikaye uydurmaya bir çok lafın ortaya atıldığı muthosun figürüdür. Komedya yazarları berber dükkanında dedikodu yapan erkeklere hep gönderimde bulunurlardı.(5)
Bir de sevgili vardır: Dulcinea. “Ulaşılkdıkça ulaşılmaz olan”. Don Quijote’un kendi tahayyülünün bir ürünü olan kendine gönderimli bir sevgili. O sevgili ki, Don Quijote’un içinde yaşadığı dönemde sahip olduğu niteliklerle eşine rastlanılamayacak niteliktedir. Dolayısıyla Don Quijote’un aşkı sadece bir terim olarak vardır. Ama o terimin işaret ettiği varlık mevcut değildir. Belki de sevgili tahayyülünün kurucusu olan Don Quijote, tipik modern bireyin kendi çevresini kalın duvarlarla öreceğinin ilk işaretlerini vermektedir.
Son olarak Don Quijote’ta biz dille gerçekliğin kopuşu çerçevesinde kavramların tarihsel anlamlarını yitirdiğini de görürüz. Kavramların içlerinin boşalmasıyla birlikte romandaki olaylar bize gülünç gelir. Bu gülünç hal acı bir ironiyi hazırlar. Bu ironi de bir bilinç durumunu ifade eder: Modern bilinç ötekini kabul edemediği sürece, nihilistik bir hareket noktasından kalkarak kendi kriterleriyle kendini belirleme durumundan ortak bir zemine ve o zemini ifade eden argümanlara geçemediği halde ironik bir tema olarak okunacaktır. Bu durum modern bireyin bilinç durumunu ele verir. Eğer o bu çıkmazdan kurtulamazsa “Vale” demekten tıpkı Don Quijote gibi kaçamayacaktır. Modern birey aslında Don Quijote’tan da yalnızdır. Onun yanında ne berber ne de rahip vardır. O, kendi içine kapalı bir ‘lojik’ ile kendini ‘dış dünya’ dan ayıran duvarını örmüştür. O lojik olan ile zehirlenmiştir. Tıpkı Don Quijote’un şövalye kitaplarıyla ve Madam Bovary’nin aşk kitaplarıyla zehirlendiği gibi.
bkz. ,Miguel de Cervantes Saavedra ; La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote, cilt 1, çev. Roza Hakmen, 2.Baskı, YKY. 1997 s.26
age. S.208
age. S.160
age. S.324
bkz. Richard Buxton, IMAGINARY GREECE, The contcxt of mythology, Combridge university Press, 1994, s.9-17, “Telling Talles”
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst