doğu felsefesi yaşıyor mu

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Genel Tartışma Alanı kategorisinde meraklı tarafından oluşturulan doğu felsefesi yaşıyor mu başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,552 kez görüntülenmiş, 5 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Genel Tartışma Alanı
Konu Başlığı doğu felsefesi yaşıyor mu
Konbuyu başlatan meraklı
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan meraklı

meraklı

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
21 Eki 2009
Mesajlar
31
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
özellikle son iki yüz yıl içinde felsefe alanında yaşanan gelişmelerin öncülüğünü batı yapıyor. bu anlamıyla doğuya düşen nedir diye sormak istiyorum. doğunun felsefe öncüleri var mı, doğu da felsefe yapmak için gerekli birikim yok mu, filozof doğuracak atmosfere sahip değil mi doğu. özellikle ortadoğu boyutunda değerlendirmeler olursa sevinirim
 

Turgut Saka

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
13 Eki 2009
Mesajlar
498
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
41
bana kalırsa doğu öldü gitti. kokuşmak üzere...
doğuda yapılan sanatsal, bilimsel, siyasal devrimlerin çoğu ve belkide hepsi batı destekli-ya da tabanlı.
en azından türkiye'ye bakarsak kendimize özgü hiç bir şeyimiz yok. her şeyi batıdan almışız ama herşeyi... bu gidişle rusya gibi ne idiğü belirsiz bir toplum olacağız.

müziğimiz bundan yüz yıl öncesinde de aynıydı, edebiyattımız da öyle, resim deöyle, din de öyle... üzerlerine eklediğimiz batı motiflerini gelişme olarak görüyoruz çaresizlikten halbuki daha aşşağıda olduğnu bile söyleyebilirim kendi bakış açımla.

Folklorumuz artık halk arasında değil de sadece gösteri merkezlerinde çalışır oldu, daha nelerimiz düşmedi ki bu sahnelere...
öldüler çoktan. hepsini anmak için arada bir öyle merasimler düzenliyoruz.

belki kalmıştır bazıları dokunulmadık ama işte malesef ki onlara da gelişemedikleri için ölecekler...
 

meraklı

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
21 Eki 2009
Mesajlar
31
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
tamam birçok şeyimiz batı gölgesi altında gelişiyor gibi görünebilir ama hakkını vermelisin ki batıya felsefe ve tüm bilimleri kazandıran topraklarda yaşıyoruz. bu geleneğin yaşatılması için birçok görev ve sorumluluk doğunun düşünen insanlarına kalmış.
eğer pes edip doğunun muhteşem mirasını godaman avrupalılara kaptıracaksak felsefe yapmaya ne gerek var.
o zaman ununu ele eleğini as.
aksine doğu felsefesi kapitalist sistemin yaşadığı kriz ve kaostan çıkışın yolunu gösteren yegane yoldur. şu anda amerika öncülüğünde yaratılmak istenen yeni düzen kesinlikle doğunun dinamikleri üzerinde yükseliyor.
tamam dogmatik ve tutucu devlet yapılanmaları olarak doğu sistemleri gericiliği temsil ediyor ama halklar arasında kesinlikle bu felsefenin yaşamsal dinamiklerini bulmak ve bunları güncelleştirmek gerekiyor.
zerdüştten tutalım, bedrettine kadar
birçok filozof ve düşünceleri halen güncel takipçileri tarafından izleniyor. önemli olan onlara katkı sunmak
inanın batının geleceği doğu felsefesinin performansında gizli...
 

Turgut Saka

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
13 Eki 2009
Mesajlar
498
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
41
bilim ve felsefe kimseye ait değildir ve insanlığın ortak malıdır diye düşünüyorum. batıda ya da doğuda üretilmesi önemli değil bence önemli olan nasıl kullanıldığıdır. batı bunu sömürge aracı olarak çok güzel kullanıyor, belki ister istemez...
ayrıca batının ışığıyla aydınlanıyoruz gölgesi altında kaldığımız doğru olmaz bence ki bu ışığın da radyasyon yaydığını :) söyleyebilirim kendimce...
doğunun dinamikleri herhalde petrol ve madenlerdir ha tabi; ucuz iş gücü, tüketme potansiyeli, tarım da buna dahil edilebilir.
bakın etraf virtüözlerle, derlemecilerle, kopyacılarla, taklitcilerle dolu... bu adamlarla bir yere varılmaz bilimde de sanatta da, felsefede de....
müzik berbat, resim berbat, sinema berbat, kokuşmak üzereler... mimarimiz içler acısı ve o da kokuşmak üzere...
Güzel şeyler yapılıyor gibi gösteriliyor bence ama ortalığı bok götürüyor desem yeridir...
ben bunu insan gibi görüyorum, nasıl biliyor musun...? mesela bu insana bakılınca mükemmel, kusursuz siz ne derseniz işte... ama gelin görünki bu insanın eşi öldü gitti, çocukları da öldü gitti, tek kendi kaldı, sonra o da yaşlanmya başladı yürüyemez oldu, yemeğini veren yok...
gelişemiyor kısacası ve üreyemiyor... bırakırsanız çürür ki şuan ben çürümye yüz tutmuş bir kültür görüyorum özellikle anadolu da görüyorum...............
 

meraklı

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
21 Eki 2009
Mesajlar
31
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
A- ORTADOĞU’YU DOĞRU KAVRAYABİLMEK
SORUN NEDİR ve NASIL GELİŞTİ?

1- Kurumsal çözümlerden önce kavramsal çözümleri yeterince aydınlatmak önemlidir. Eğer toplumların tarihlerinde ve güncelliklerinde adeta birlikte yatıp kalktıkları kavramları doğru tanımlayamazsak, yapılacak varsayımların aydınlatıcı değeri hayli düşük olacaktır. Örneğin bir ‘Allah’ kavramının sosyal bilim analizi yapılmadan hangi tarihsel dönemi ve toplumu tanımlayabiliriz? Avrupalılar ortaçağ feodalizminden çıkarken, zihniyet düzeyinde en çok teolojiyi, theodice’yi boşuna tartışmamışlardır. The’oyu, yani Allah’ı o denli tartışmışlardır ki, bundan bilim ve felsefenin ipuçlarını da yakalayabilmişlerdir. Theo’ya inanış, kutsallık da yoğun yaşanmıştır. Haklı olarak madem bu kadar inanıyor ve kutsuyoruz, o halde anlamını da bilmek en doğru yaklaşımdır diyebilmişlerdir. Dogmatizmi sarsabilecek düşünceyi tartışma ve yenilikler getirme cesaretini göstermişlerdir. Ortaçağdan çıkışta düşünsel tartışmanın temelinde teoloji vardır. Ortada bilim ve felsefe adına varolan düşünceler de teolojiyle sıkıca bağlantılıdır. Önemli olan, bu tartışmadan rasyonel felsefe ve bilim için gerekli bazı sonuçları çıkarmış olmalarıdır. İslam teologları ise tartışmadan sonuç çıkarma yerine, dogmayı kutsallaştırarak düşünceyi dondurmuşlardır. İmam Gazali daha 12. yüzyılın başlarında felsefeyi mahkûm ederek, içtihat kapısını da iyice daraltmaya yol açarak, ortaçağın karanlıklarında kaybolmasına yol açmıştır. Bugün bile bu yönlü bir tartışmaya cesaret edilmemektedir. Daha doğrusu bu yetenek gösterilememektedir.
Kaldı ki, Ortadoğu toplumlarında zihinsel derinlik mitolojik çağa uzanmaktadır. Mitolojinin en usta yaratıcıları olan Sümer rahip ve edebiyatçılarının yapıtlarını üç tek tanrılı dinde geliştirilmiş versiyonlar olarak kullanmıştır. Hz. İbrahim’i tek tanrılı dinin –tevhid- kurucusu olarak biliriz. Halbuki kendisi Babil hanedan krallıklarının –Nemrut- içinde yetişmiştir. Halen anısı diri olan Urfa’da Nemrut’un yanında bir memur olan babasının bekçilik yaptığı Pantheon’da –tanrı heykelleri topluluğu- etki-tepki sonucu bir zihniyet dönüşümü yaşadığı bilinmektedir. O halde Nemrut Pantheonu’nu bilmeden İbrahim’in dinini nasıl anlayabiliriz? En değme ilahiyat profesörlerinin bu konudaki söylemi, “İbrahim baltayla putları kırmış. Nemrut kızmış, kim kırdı demiş; o da büyük put kırdı demiş. Nemrut, cansız put nasıl kırar demiş. O da, put tanrı değil mi demiş” biçimindedir. Böylece sürüp gider. Masalımsı bir anlatımdan öte değeri yoktur bu söylemin. Nemrut Pantheon’larının dayanakları olan Sümer mitolojisinin sosyolojik çözümlenmesi yapılmadan, Hz. İbrahim’in dinsel devrimciliğini tanımlayamayız. Onu tanımlayamadıkça, Hz. Musa’yı, Hz. İsa ve Hz. Muhammed dinsel devrimlerini de anlayamayız. Ortadoğu’da o kadar üniversite ve ilahiyat fakültesi, imam-hatip okulları, tarikat ve diyanet kurumları olduğu halde, hiçbiri sosyolojik bir ilahiyatçılık yapmaz. Yapsa sihir bozulur. Şapka düşer, kel görünür. Görülecektir ki, tek tanrı düşüncesinin temelinde iki olgu yatar: Doğadaki kuvvet birliğinin ifadesi olarak ve toplumda yükselen hiyerarşik şef ve kral olarak. Yani hakim toplum anlayışı ve buna bağlı hakim doğa anlayışının en yüce ifadesi geliştirile geliştirile, 99 sıfatlı Allah’a kadar ulaşılmıştır. Bu yönlü tartışma hiç yapılmadığı gibi, günümüzde Hizbullah –tanrı partisi- adıyla tanrı düpedüz siyasileştiği, hatta askerileştiği halde, halen gökte aranan bir varlık aldatmacası sürüp gider.
Peygamberlik kurumu da ilahiyatta dogmatik tarzda ele alınır. Toplumsal gelişmeyle bağı yokmuşçasına soyut bir anlatıma bürünür. Halbuki bir yandan şaman-şeyh geleneği, diğer yandan yükselen krallık otoritesine bağlı baş yürütmesi olarak vezirlik kurumu bu oluşumda etkilidir. Devletle hiyerarşi gelişmesi arasında yaşanan sorunlarda peygamberlik bir çözüm olarak neşet eder. Bu, siyasetle ilgili bir gelişmedir. Hem kitlesel, hem eylemsel bir temeli vardır. Bilgelikle siyasal önderlik arası gelişmelerde de rol sahibidir. Önemli olan, kutsiyeti olsa bile, toplumsal gerçeklikteki yerini araştırmaktır.
Böyle yapılsa, gerçekten bazılarının tarihi kişilikleri daha iyi anlaşılabilir. Tarihin kendisi de aydınlanır. Dogmatik anlatım her iki yönü de karanlıkta bırakır. Benzer birçok teolojik kavram kutsiyet anlamında aynı karanlık hizmeti görür. Cehennem, cennet kavramları bu anlamda daha da çarpıcıdır. Kökenleri Sümer mitolojisine kadar gider. Sınıflı toplumun yükselişiyle bağı açıktır. Çalışan sınıfların düzeni çoğu durumda cehennemi -kelime olarak bugünkü Lübnan’da Hinom’un yeri; kötü, pis, leş deresi gibi yer- andırırken, artı-ürünü gasp edenlerin yaşam yeri ise giderek cennet misali olur. Bu örnekleri çoğaltmak yerine, sosyal bilim analizlerinde aydınlatmak önemlidir.
 

meraklı

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
21 Eki 2009
Mesajlar
31
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Ortadoğu düşüncesinde hala mitolojiyle din arasındaki ayrım bile tartışılmamıştır. Kaldı ki, mitolojinin kendisi de yorumlanmamaktadır. Söylencedir denilip bir tarafa bırakılıyor. Halbuki bu düşünce tarzı binlerce yıl halen yaşadığımız toplumların hafızasını işgal etti. Binlerce yıllık temel düşünce formu oldu. Toplumların maddi yaşamının sembolik ifadesinin şiirsel anlatımı olarak, kendisinden sonraki tüm din ve edebiyat biçimlerini etkiledi. Kavramlarını mitolojiden almayan hiçbir din ve edebiyat yoktur. Mitolojiyi efsaneler uydurması olarak bir tarafa bırakmak, kendini en zengin bir kültür kaynağından mahrum bırakmaktır. İnsanlığın çocukluk çağının düşüncesi olarak mitolojiye anlamlı bir değer biçmeden, sağlıklı bir din ve edebiyat-sanat çözümlemesi yapılamaz. Mitolojiyi yadsımaya değil canlandırmaya ihtiyacımız vardır.
Mitolojinin hangi dönemlerde ve formlar altında dine kaynaklık ettiği de başlı başına bir tartışma konusu olur. Söylendiği gibi mitoloji kesin inanç kuralı haline geldiğinde dinleşir. Bu anlamda dinleşmek mitolojiyi kesin gerçek olarak kabul etmekle ilintilidir. Dinleşme iki yönlü değer taşır. Mantıkta ‘kesin düşünce’ kavramına yol açar. Böylelikle yasallık fikri gelişir. Tanrısal yasa giderek doğa yasasıyla bütünleşir. Diğer yandan doğada ve toplumda diyalektik hareketlilik düşüncesi daha doğmadan engellenmiş olur. Bu yönüyle idealist düşünmenin yolu açılır. Düşünce, alabildiğine olgulardan koparak kendi başına kontrolsüz bir gelişmeye uğrar. Kendi içinde bitmez tükenmez bir serüvene giren idealist düşünce, toplumsal zihniyeti bir kat daha gerçekler aleminden uzaklaştırır. Dinsel düşüncenin gelişmesi giderek hukuk, siyaset, ekonomi, ahlak, sanat gibi birçok temel alanda katı dogmalar haline gelir. Yasa niteliği kazanır. Aslında yükselen devletli sınıfa muazzam bir yönetim kolaylığı sağlamaktadır. Dinin her kuralına kanun değerini vermekle hem yasallık, hem meşruiyet birlikte hal edilmiş oluyor. İlk ve ortaçağlarda dinin bu kadar yüceltilmesinin temelinde sağladığı bu yönetim kolaylıkları gelmektedir.
Özenle işlenmiş bir yönetim ideolojisidir din. Egemen sınıf her zaman dinin soyut niteliğinin farkındadır. Aşağıdaki toplum tabakaları ise ona gerçekmiş gibi inandırılmışlardı. Dine bu kadar yatırım yapılması, mabetlerle temsili, ritüeller, hepsi devletin yönetim erkiyle yakından bağlantılıdır. Bu nedenle içyüzünün anlaşılmaması için tartışma yasağı getirilmiştir. Tartışılsa iki sonuç ortaya çıkacaktır: Krallığın yükselişi ve doğal yasallık. İkisi de çok önemlidir. Tanrı-kral ve tanrı gölgesi-sultanın nasıl yüceltildiği anlaşılacak; dolayısıyla toplum korkutucu, cezalandırıcı bir tanrı anlayışından kurtulacaktır. Yine doğaya ilişkin bölümü ise bilimselliğin kapısını aralayacaktır. Kuantum ve kozmos fiziğine kadar bilimsel olgular dünyasına hükmeden ilkeler anlaşılacaktır. Avrupa’nın üstünlüğü, ortaçağdan çıkarken bu teolojik -ilahiyat- çözümlemeyi çok yoğun yapmış olmasıdır. Şüphesiz düşünsel gelişme yalnız başına teoloji, theodice tartışmasına bağlanamaz. Ama bu olmadan da çağdaş düşünceye kapı aralanamaz. 12., 13. ve 14. yüzyıllardaki Dominiken, Francisken mezhep tartışmaları olmadan Rönesans herhalde kolay gelişmezdi.
Ortadoğu ilmiye sınıfı kendini tam da bu 12., 13. ve 14. yüzyıllarda tartışmaya kapattı. Tartışmayı dinden çıkmayla suçlayarak katı dogmatizmi topluma dayattı. Zaten iktidar geleneğinin de çok beslediği bu eğilim, sonuçta Ortadoğu uygarlığının tarihte ilk defa öncülüğü Batıya kaptırmasına yol açtı. 15. yüzyıl büyük ayrışma yüzyılıdır. Doğuyla Batı arasında gittikçe derinleşecek bu ayrımın temelinde teolojik yaklaşım farkı yatar. Aslında 9., 10., 11. ve 12. yüzyıllarda felsefi düşünce büyük gelişme sağlamıştır. Batı sadece tercüme yaparak aktarım yapmaktadır. Düşünce üstünlüğü kesin Ortadoğu’dadır. Mutezile mezhebi rasyonaliteyi esas alarak dogmatizme savaş açmıştır. İbni Rüşt 12. yüzyılın en büyük filozofudur. Hallacı Mansur ve Sühreverdi gibi tasavvuf felsefesinin önde gelenleri düşüncelerini hayatları pahasına savunmuşlardı. Artan baskılar 12. yüzyılın sonlarında Ortadoğu’nun günümüze kadar süren rengini belli edecektir.
Edebiyatın zayıf kalmasında dinsel dogmatizmin payı küçümsenemez. Edebiyat mitolojik kaynağa bağlı büyük gelişme kaydedebilecekken, aynı yasaklama bu alanı da kurutmuştur. Günah ve yasaklamalar insanlığı en zengin kaynaklarından mahrum bırakmıştır. Avrupa ise bu yıllarda ilk klasiklerini ortaya çıkarmaya başlamıştır. Edebiyat ancak sultanlara kaside düzmeye, hayat öykülerini ballandıra ballandıra anlatmaya indirgenmiştir. İşin en acıklı yönü, Ortadoğu’nun dinsel ve mitolojik gerçekliğinin edebiyatlaştırılması işine de günümüzde Batılıların el atmış olmasıdır. Edebiyatın nasıl yapılacağı bile ciddi bir sorundur.
Avrupa’nın Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma ile yaşadığı zihniyet devrimi ve açılımları, Ortadoğu toplumunda halen gündeme dahi konulamamaktadır. Eklektik aktarımlar, Rönesans, Reform ve Aydınlanma anlamına gelmemektedir. Tersine bir gidişten bile bahsedilebilir. Radikal İslam aslında yenilenmeyi değil tutuculuğun canlandırılmasını ifade eder. Siyasi İslam kavramının iktidarın geleneksel dini kullanımından başka bir anlamı yoktur. Batının yaşadığı zihniyet süreçleri atlanarak Ortadoğu’nun zihinsel gelişme yoluna girmesi olası değildir. Dine sarılarak, hatta salt bilimcilik, pozitivist felsefi yaklaşımlar bile tek başına zihniyet dönüşümünü sağlayamaz. Rusya ve Çin’in mevcut geriliğinin temelinde Batının düşünce süreçlerine dayanmayan ‘reel sosyalizm’ mezhepçi yaklaşımının belirleyici etkisi vardır.
Kördüğüm olmuş toplum kurumlarını aşmak ve yeniden yapılandırmak için zihniyet devrimi şarttır. Zihniyet devrimi sadece Batı düşüncesini özümsemek ve aktarmak değildir. Bu alanda bile sınırlı gelişmeler eklektik nitelikte olduğundan, yama olmaktan öteye rol oynamamaktadır. Batılı düşüncenin ezberi yaratıcı kılamaz; verimsiz kılacağı gibi, olası düşünce devrimlerini de engeller. Ortada ezberci çok aydın olduğu halde, gerçek bir sosyal bilimci yoktur. Ortalıkta çağdaş mollalık diyebileceğimiz üniversite softalığından geçilememektedir. Klasik çağ sofistlerinin bile çok gerisinde bir sofizm geçerliliği vardır. Gönülden filozof-bilimci, entelektüel mumla aransa bulunmaz. Böyle bir gereksinime inanç yoktur. Batının ideolojik malzemeleri daha da kötü aktarılmıştır. İster milliyetçilik, ister liberalizm ve sosyalizm olsun, çağdaş ideolojik formlar Ortadoğu aydın zihniyetinde gerici bir rol oynamaktan öteye gidememişlerdir. Ortadoğu gerçekliğinin bu tip şablonlarla izah edilemeyeceği, daha da renk kirliliğine uğradığı mevcut uygulamalardan iyi bilinmektedir.
Zihniyet devrimi Batı formlarını kullanmakla birlikte, içeriğini kendi öz gerçekleriyle doldurmak durumundadır. Tüm temel tarihsel toplumsal yapılanmaların dayandığı anlam zeminini adeta düşünce bombardımanıyla aşmadan, yeni yapılanmanın dayanacağı anlam gücü oluşturulamaz. Anlamı olmayan yapılanmaların ise toplumsal değeri, yeri olamaz. Düşüncede kendi toplumsal gerçeklerini çözmeden, ulusal, etnik, dini olguları aydınlatmadan, siyaset ile toplumsal ve ekonomik kurumların aydınlatılması da zordur. Batılı düşüncede din, ulusçuluk, ırkçılık gibi akımlarla ilgili gelişmeler büyük çabalar gerektirmiştir. Yeni yaşam paradigması ancak bu yönlü zorlu çabaların olumluluğuyla hakim olmuştur.
Ortadoğu aydını ve siyasetçisi sanki kendi somutunda bu çabalara denk gelen büyük mücadeleye gereksinim yokmuşçasına, ezbercilik ve teknik aktarımla ona ulaşacakmış gibi bir tutum içindedir. Sonuç ise kendi zihniyet devrimine cesaret edememek, zihinsel bağlılık, küresel kapitalizm karşısında çaresizlik, çözümsüzlüktür. Ortadoğu kaosu kendi Rönesans, reformasyon ve aydınlanmasını yaşamadan halklar lehine aşılamaz; son iki yüzyıllık Batılı cilayla makyajlanmış binlerce yıllık despotizmden kurtulamaz.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst