- Konbuyu başlatan
- #1
F
faust
Ziyaretçi
Toplumların insan ırkları şeklinde biyolojik-genetik temelde ayrılamayacağına ilişkin ilk çalışma, 1972 yılında Richard Lewontin tarafından yapılmıştı. Lewontin, bir siyahi toplum olarak, örneğin Bantuların, bir Fransızdan, İngilizden ve Almandan ya da bir Tatardan genetik açıdan pek farkı olmadığını ortaya koydu. En yeni tekniklerle yapılan daha kapsamlı çalışmalar da Lewontin'i doğruluyor. Bilim açısından "ırk" kavramının artık hiçbir anlamı yok.
İnsan toplulukları beşeri coğrafyası yüzyıllardır, aralarında geçiş yokmuş izlenimi olan "ırklar" temelinde algılanır. Bu algı, toplumsal hafızaya çöreklenen yabancı düşmanlığını ve sınıfsal önyargıları günümüzde dahi besler. Aslında karşımızda hem bilimin hem de vicdanın müdahalesini zorunlu kılan köklü bir cehalet ve sabıkası derin bir insanlık suçu durmaktadır.
Vicdani kısım için yapacak pek fazla şey yok; af buyurun, eşek kadar olmuş insana vicdan aşılamak deveye kanat takmak kadar zor olsa gerektir. Ancak "insan ırkları" konusunda yüzyıllar eskiten cehaletin, yaklaşık 40 yıldır genetik bilimi sayesinde en azından düzgün mürekkep yalamış zevat arasında iyice aşındığını hemen belirtelim. Peki o halde, ilerlemeci optimizmin samimi saflığından baktığımızda, 40 yıldan bugüne cehaletin azalıp, en azından bilgili ve makul insanların gerçeği göreceklerini beklerken, ünlü DNA keşifçisi ve moleküler biyolog J. D. Watson'un ırkçı ifrazatını neye yoracağız? (1) Emir büyük yerden; adam DNA'nın içini görmüş; ırk genine de bakmıştır herhalde, siyaseten doğruluk adına doğanın kaçınılmaz gerçeğini görmezden gelemeyiz mi diyeceğiz?
İşte sorun tam da bu noktada: Genetiği basit, indirgemeci, "her özelliğin bir geni vardır ve bizi biz yapan genlerdir" avamlığıyla ele almak ve ideolojik kurguların suç ortağı yapmak. Ancak genetik -ve göreceğimiz gibi özellikle de evrimsel genetik- modern biçimiyle bu suç ortaklığından bağışıktır. Modern genetiği çeşitli nedenlerden ötürü kavrayamayanlar, bu suç ortaklığına, uydurulan bir genetikten yola çıkarak, bilerek ya da bilmeyerek ısrarla katkıda bulunsalar da, ortada bilimsel bir gerçek vardır. İnsanları fizik antropolojide bugün genel tasnif amacıyla hâlâ kullanılan "ırklara" ayırmanın özellikle 19. yüzyıl biliminin insan çeşitliliğini kavrama kategorisi oluşturmak açısından bir zorunluluk olduğunu bilsek de, ırk kavramının kendisi tarihsel gelişimini şöyle ya da böyle izleyebileceğimiz bir ideolojik kabule dayanır.
Örneğin, Montaigne açısından, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı temelde ahlaki-toplumsal bir kalıba dayanır ve zenginliğinden, mevkisinden sıyrılmış insan, diğer insanlardan farksızdır (2). Yaklaşık 300 yıl sonra Macaulay, İngiliz toplumunda Yahudilere ayrımcılık yapılmasının ikiyüzlülüğünden dem vurmaktadır (3).Yine aynı yüzyılda, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni yayımlamasından sadece 10 yıl kadar önce, Charles Pickering'in 1851 tarihli hayli hümanist The Races of Man kitabının İngiliz baskısının yazar tarafından yazılmayan önsözü uzun uzun siyahların beyaz insanla -tekil yaratılışın bir sonucu olarak, insanların kardeşliğinden mülhem- aynı tür olduklarından, siyahları aşağı ırk saymanın ahlaki kötülüklerinden dem vurur ve de şaşılacak bir derinlikle sunulan anatomik, morfolojik ve hatta bilişsel diyebileceğimiz, siyah-beyaz insan aynılığına ilişkin kanıtları peş peşe sıralar (4). Ancak önsözün yazarı, yine de yaratılışın ortaya koyduğunu söylediği temel nitelikte, incelmişlik ve gelişmişlik düzeylerini yansıtan, zirvesinde beyaz ırkın oturduğu bir uygarlıklar hiyerarşisine inanır. Darwin'in İnsanın Türeyişi, dönemin ilerlemeci evrimciliğinin insanı bu kez de doğabilimsel olarak ırklara ayıran kaba pozitivist algısına mesafe koymaya çalışan evrimsel biyoloji teknik tonuna sahiptir (5). Alfred Russel Wallace, Darwin ve evrim savunusunda haklı olarak, doğal seçilimle insanlar arasındaki eşitsizlikler arasında ilişki kurmanın evrim kuramının gerçek yapısıyla ilgisi bulunmadığının üstünde durur (6).
20. yüzyıl, herkesçe bilindiği üzere insanın kanını donduran teknik sofistikeliğiyle, görev erdemiyle dolu mankafa vazifeperverlerin kutsadığı devlet aygıtıyla yürütülen ırkçılığın şahikası Yahudi soykırımının (7) (ve elbette Ruanda soykırımının) belleğimize kazındığı, insanların hukuki ve toplumsal yaptırımlarla ayrımcılıklarının teşhir edilmesi tehdidi altında aleni ırkçılığın artık dünyanın pek çok yerinde suç sayıldığı -bununla birlikte; derin, berkitilmiş toplum (...)
İnsan toplulukları beşeri coğrafyası yüzyıllardır, aralarında geçiş yokmuş izlenimi olan "ırklar" temelinde algılanır. Bu algı, toplumsal hafızaya çöreklenen yabancı düşmanlığını ve sınıfsal önyargıları günümüzde dahi besler. Aslında karşımızda hem bilimin hem de vicdanın müdahalesini zorunlu kılan köklü bir cehalet ve sabıkası derin bir insanlık suçu durmaktadır.
Vicdani kısım için yapacak pek fazla şey yok; af buyurun, eşek kadar olmuş insana vicdan aşılamak deveye kanat takmak kadar zor olsa gerektir. Ancak "insan ırkları" konusunda yüzyıllar eskiten cehaletin, yaklaşık 40 yıldır genetik bilimi sayesinde en azından düzgün mürekkep yalamış zevat arasında iyice aşındığını hemen belirtelim. Peki o halde, ilerlemeci optimizmin samimi saflığından baktığımızda, 40 yıldan bugüne cehaletin azalıp, en azından bilgili ve makul insanların gerçeği göreceklerini beklerken, ünlü DNA keşifçisi ve moleküler biyolog J. D. Watson'un ırkçı ifrazatını neye yoracağız? (1) Emir büyük yerden; adam DNA'nın içini görmüş; ırk genine de bakmıştır herhalde, siyaseten doğruluk adına doğanın kaçınılmaz gerçeğini görmezden gelemeyiz mi diyeceğiz?
İşte sorun tam da bu noktada: Genetiği basit, indirgemeci, "her özelliğin bir geni vardır ve bizi biz yapan genlerdir" avamlığıyla ele almak ve ideolojik kurguların suç ortağı yapmak. Ancak genetik -ve göreceğimiz gibi özellikle de evrimsel genetik- modern biçimiyle bu suç ortaklığından bağışıktır. Modern genetiği çeşitli nedenlerden ötürü kavrayamayanlar, bu suç ortaklığına, uydurulan bir genetikten yola çıkarak, bilerek ya da bilmeyerek ısrarla katkıda bulunsalar da, ortada bilimsel bir gerçek vardır. İnsanları fizik antropolojide bugün genel tasnif amacıyla hâlâ kullanılan "ırklara" ayırmanın özellikle 19. yüzyıl biliminin insan çeşitliliğini kavrama kategorisi oluşturmak açısından bir zorunluluk olduğunu bilsek de, ırk kavramının kendisi tarihsel gelişimini şöyle ya da böyle izleyebileceğimiz bir ideolojik kabule dayanır.
Örneğin, Montaigne açısından, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı temelde ahlaki-toplumsal bir kalıba dayanır ve zenginliğinden, mevkisinden sıyrılmış insan, diğer insanlardan farksızdır (2). Yaklaşık 300 yıl sonra Macaulay, İngiliz toplumunda Yahudilere ayrımcılık yapılmasının ikiyüzlülüğünden dem vurmaktadır (3).Yine aynı yüzyılda, Darwin'in Türlerin Kökeni'ni yayımlamasından sadece 10 yıl kadar önce, Charles Pickering'in 1851 tarihli hayli hümanist The Races of Man kitabının İngiliz baskısının yazar tarafından yazılmayan önsözü uzun uzun siyahların beyaz insanla -tekil yaratılışın bir sonucu olarak, insanların kardeşliğinden mülhem- aynı tür olduklarından, siyahları aşağı ırk saymanın ahlaki kötülüklerinden dem vurur ve de şaşılacak bir derinlikle sunulan anatomik, morfolojik ve hatta bilişsel diyebileceğimiz, siyah-beyaz insan aynılığına ilişkin kanıtları peş peşe sıralar (4). Ancak önsözün yazarı, yine de yaratılışın ortaya koyduğunu söylediği temel nitelikte, incelmişlik ve gelişmişlik düzeylerini yansıtan, zirvesinde beyaz ırkın oturduğu bir uygarlıklar hiyerarşisine inanır. Darwin'in İnsanın Türeyişi, dönemin ilerlemeci evrimciliğinin insanı bu kez de doğabilimsel olarak ırklara ayıran kaba pozitivist algısına mesafe koymaya çalışan evrimsel biyoloji teknik tonuna sahiptir (5). Alfred Russel Wallace, Darwin ve evrim savunusunda haklı olarak, doğal seçilimle insanlar arasındaki eşitsizlikler arasında ilişki kurmanın evrim kuramının gerçek yapısıyla ilgisi bulunmadığının üstünde durur (6).
20. yüzyıl, herkesçe bilindiği üzere insanın kanını donduran teknik sofistikeliğiyle, görev erdemiyle dolu mankafa vazifeperverlerin kutsadığı devlet aygıtıyla yürütülen ırkçılığın şahikası Yahudi soykırımının (7) (ve elbette Ruanda soykırımının) belleğimize kazındığı, insanların hukuki ve toplumsal yaptırımlarla ayrımcılıklarının teşhir edilmesi tehdidi altında aleni ırkçılığın artık dünyanın pek çok yerinde suç sayıldığı -bununla birlikte; derin, berkitilmiş toplum (...)