Cezmi Ersöz

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Düzyazı kategorisinde kalliope tarafından oluşturulan Cezmi Ersöz başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 3,662 kez görüntülenmiş, 6 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Düzyazı
Konu Başlığı Cezmi Ersöz
Konbuyu başlatan kalliope
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan istanbul2

kalliope

Ordinaryus
Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
727
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
ARAMIZDAKİ GÖRÜNMEZ BAĞLAR

Tek başıma hiç sorunun yanıtını bulamıyorum. Hep yeni hayatlar yaşamayı isterken kendimi aynı hayatı tekrar tekrar yeniden yaşarken buluyorum... Sisli bir gecede yolunu kaybetmiş gemilere benzetiyorum kendimi... Yanına gidip konuşmak isteğim insanları da işte bu kayıp gemilere benzetiyorum. Uzaktan soluk ışıklarını görüyorum... Ama ne onlar bana yaklaşabiliyorlar, ne ben onlara... Sisli gecede birbirimize uzaktan bakıp yeniden kendi kayboluşlarımıza karışıyoruz...Umudum kalmadı artık; bu dünyada düşüncelerimi, beni, duygularımı gerçekten anlayacak birini bulmam imkansız görünüyor artık bana... Ama evimde duramıyorum yine de... Kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak, kendimi onlara anlatmak istiyorum. Dinliyor gibi gözüküp dinlemeseler de,anlıyor gibi yapıp gerçekte anlamasalar da... Anılar birer zorba gibi yükleniyorlar üzerime. Durmadan hesap soruyorlar benden... Tekrar tekrar aynı görüntüler belleğimi kanatıyor... Ve hep o yüz... Yüzdeki o ışık ömrümü ortadan ikiye bölüyor. Ne geriye dönebiliyorum, ne ileri gidebiliyorum...
Öğrendiğim her yeni bilgi eski inançlarımı koyulaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor... O yüzün sahibine kaderini anlatmak isterdim... Oysa o yüz ışığının farkında bile değil. Kendisine rağmen yaşıyor o ışık yüzünde... O yüz ki sevgiden önce nefret etmeyi öğrenmiş... O da kayıp bir gemi ve o da bu kanlı sisin içinde yitirdiği yolunu arıyor... Her kayıp gemi bana kırılgan ve bitimli aşkları hatırlatıyor... Dostluklar sisin ortasındaki kayıp gemiler gibi boğulmuş insan sesleri çıkarıyor... Ziyan olmuş hayatlar bu sisi biraz daha koyultuyor... Her talihsiz karşılaşma başka bir karşılaşmayı daha talihsiz kılmaya gidiyor... Her ziyan edilmiş hayat başka bir hayatı ziyan etmeye gidiyor... Evimin duvarları bile ayrılığın şarkısını söylüyor. Bir başıma dinlemek istemiyorum ayrılığın şarkısını...Ayrılık zorba anılarıyla geliyor... Her zorba anı beni ayrılığın karşısında küçük düşürüyor: Onunla görüşmeye ara verdiğimiz bir dönemdi. Bu defa biraz uzun sürmüştü. Ama hasret yine ağır basmış ve yeniden bir araya gelmiştik. O zaman itiraf etmişti biriyle birlikte olduğunu. Hiç unutmuyorum, ilk tepkim kaç kez oldun, onunla kaç kez yattın, demek olmuştu. Yüzüme çok tuhaf, ve o güne dek hiç bakmadığı gibi bakmıştı... Sadece, ilk bu mu geldi aklına, seni tanıyamıyorum, demişti... Neden ilk tepkimin o olduğunu bugün bile anlamış değilim; ama ne zaman aklıma gelse yüzüm kızarır, utanırım... Ve daha binlerce zorba, acıtan anı... Bu anıların verdiği acıdan kurtulmak için insanların arasına karışmak istiyorum. Demir parmaklıkların arkasında değilim, istediğim yere gidebilirim, istediğim her şeyi yapabilirim; ama ne yapsam, nereye gitsem hep aynı şeyleri hatırlayan belleğimin tutsağıyım sanki... Ben değil, bu zorba anılar götürüyor beni istediği yere... Sevgi nasıl bulaşıcıysa nefret de öyle bulaşıcı... Nasıl bakıyorsa insan dünyaya, öyle görüyor ne görüyorsa... Kararmışsa gönlü insanın, nereye baksa orada kararmış gönüller görüyor... Dibe vurmuşsa hayatı, kimi görse dibe vurmuş sanıyor... Hem öyle bir gece ki bu gözlerim kapanmayı bilmiyor... Gözlerim nereye baksam varlığımın o eski bataklığına çekiyor beni... Oysa hayallerimin rüzgârı beni benden alıp uzaklara götürsün isterdim... Ama hayallerimin kanatları beni anılarımdan koparacak kadar güçlü değil... Hayallerim beni, ben anılarımı seyredip duruyorum... İnsanlardan ne kadar umudu kessem de yine de insansız yapamıyorum. Beni dinlemeyecekleri, asla anlamayacaklarını bilsem de onlara hayatımı anlatmayı seviyorum... Hem korkuyorum onlardan, hem korkularımdan kurtulmak için onlara sarılıyorum yine de.. Tek başıma dolaşıyorum Beyoğlu'nda..Gecenin kim bilir hangi saati, yine de her yer insan dolu.. Kimse evine gitmek istemiyor sanki... Gece koyulaştıkça yalnızlık derdi artıyor... Sadece benim evimin duvarları değil, bütün evlerin duvarları sanki aynı ayrılık şarkısını söylüyor. Kimse tek başına bu şarkıyı dinlemeye katlanamıyor... Evler saçmalığın kederinde boğulmuş, yanlış yerde arıyor herkes kendisini... Anılar zorba, bellek yorgun, hayaller kanatsız... Kimin gözlerine baksam, bu gördüğün ben değilim, ben aslında çok başkasıyım, diyor... Kimi sevsem bu sevgiyle yarışacağı yerde benimle yarışıyor... Kim beni sevse bu sevgide önce kendi yaralarını onarmaya çalışıyor... Sevgi bir eliyle çağırıyor, korku iki eliyle itiyor... Kim beni öpse ayrılığın ipini geçiriyor boynuma... Nereye gitsem, oraya benden önce anılarım gidiyor... Oraya benden önce sevgiyi öğrenmeden önce nefreti öğrenen kadın gidiyor... Nereden dönsem ardımda küskünlüğüm kalıyor... Kimse kurtulamıyor bu küskünlükten. Şiirler, aşk nefret etmektir, diye bitiyor... Taksim'de gecenin bir yarısı tek başıma dolaşıyorum... Bunca geç bir saate rağmen her yer öylesine gürültülü ve kalabalık ki... Onca gürültüye ve onca kalabalığa rağmen her yer aslında öylesine sessiz ve ıssız ki... Sanki insanlar bu ıssızlığı ve sessizliği gizlemek için durmadan boylukta dolaşıp duruyor ve anlamsızca konuşuyorlar... Biraz kuytu, kalabalıktan biraz uzak bir banka oturuyorum... Sanki her yer gözüküyor bu banktan. Ayaklarımın altından mahvolmuş hayatların yanık suları geçiyor... Güçsüz düşmüş inancım aşkımı ne kadar kirletmeye çalışsa da sanki bir el durmadan yıkayıp arıtıyor onu... Kendimle o kadar meşgulüm ki, biraz geç fark ediyorum yanımda orta yaşlı bir adamın oturduğunu. Uzaklara bakıp, benimle hiç ilgilenmiyormuş gibi davransa da beni düşündüğünü anlıyorum... Uzaklara baksa da hayretle ve acıyla aydınlanmış gözlerini görüyorum... Yüzüme bakmadan soruyor: Gece ne kadar sessiz değil mi... Şaşırıyorum benimle aynı şeyi düşündüğüne... Evet, diyorum bir an durakladıktan sonra... Onca gürültüye rağmen öylesine sessiz ki... Çünkü, diye devam ediyor, kimse kimseyi dinlemiyor, herkes kendisine öylesine gömülmüş ki... Neden böyle? diye soruyorum ona... Ellerini kavuşturup uzaklara bakarak yanıtlıyor beni: Hepimiz kendimizi başkalarından çok farklıyız sanıyoruz, ama aslında birbirimize o kadar benziyoruz ki... Bu yüzden birbirimize ne denli çok görünmez bağlarla bağlı olduğumuzu bir bilsek her şey öylesine değişecek ki... Ama bu bağları göremiyoruz bir türlü... Herkes kendisi diye bilmediği bir başkasını anlatıyor ve sonra yeniden kendi karanlığına gömülüyor... Birlikte ama yalnızız, çok yalnızız... Bilir misiniz, İbranice'de bu iki sözcük tek bir harfle ayrılır...Yalnız, yahid, demektir, birlikte ise yahad... Sonra usulca dönüp yüzüme bakıyor: Bana hikâyenizi anlatır mısınız, diye soruyor... Şaşırmıyorum bu sorusuna. Yalnızlık ve hayatın bu korkunç belirsizliği öylesine hırpalamıştı ki ruhumu, ona kendimden bahsedersem az da olsa bir teselli bulacağımı hissediyorum... Kanlı bir sisin içinde kaybolmuş gemilere benzettiğim insanları... Ziyan olmuş hayatları... Aşkların nasıl bu kadar kısa bir sürede nefrete dönüştüğünü... Yaralarını onarmak için ilişkiye girenleri, sevmekten korkanları... Zorba anıları, yorgun bellekleri, kanatsız kalmış hayalleri... Her talihsiz karşılaşmanın başka bir karşılaşmayı daha talihsiz kıldığını... Yalnızlığımı ve hayatın o korkunç belirsizliğini..Artık beni anlayacak birini bulmaktan ümidi kestiğimi anlatıyorum ona.. Derin bir nefes alıyor ve sonra yine şehrin solgun ışıklarına bakarak yanıtlıyor: Öyle demeyin.Sizi anlayacak birileri mutlaka vardır.Hem yalnızlık bizi olgunlaştırır, yeni keşiflere hazırlar.Belirsizlikse çoğu kez özgürlüğün kapılarını açar bize. Biraz önce söyledim, hepimiz görünmez bağlarla bağlıyız bir birbrimize.İşte bu bağları görebilmek ve birbirimizi anlamak için daha çok çaba harcamalıyız. Bize çoğu kez anlamsız görünen olayların, tesadüflerin ardındaki gizli anlamlı göremiyoruz... O şimdi ne yapıyordur... Kim, diye soruyorum şaşkınlıkla... Ayrıldığınız insan. Sizi anlamadığını düşündüğünüz...
İçimden karanlık bir ürperti geçiyor: Uyuyordur, bu konuştuklarımızdan hiç haberi yoktur. Dantellerle, pullarla kaplı yastığında uyuyordur, diyorum... Bence o şimdi sizin uykunuzu uyuyordur,sizin rüyanızı görüyordur.Kim bilir belki birazdan uykusundan ağlayarak uyanacak ve bu konuşmayı duymadan duyacaktır... Sizin varlığınızda onun için yaşattığınız her duyguyu hissedecektir... Hiç tahmin edemeyeceğimiz işaretlerle anlayacaktır bunu... İnsanlar arasındaki bu büyüye inanmak gerekir. Karşılaşmalara, tesadüflere inanmak gerekir. Mucizelere... Yaşadığımız her şeyin, en anlamsız görünenin bile ardında bir anlam yatar... Size kendi hikayemi anlatmamı ister misiniz?.. Elbette, diyorum merakla, dinlemeyi çok isterim... Ben birini öldürdüm biliyor musunuz... Bunu der demez susup etraftaki o gürültülü sessizliği dinliyor bir an. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Adamın önce yüzüne sonra da büyük bir dikkatle ince uzun parmaklarına bakıyorum...Bana böylesine huzur veren ve bilgelik dolu şeyler anlatan bu insan bir katildi öyle mi... Yo, bana öyle bakmayın, dedi gayet sakin bir tavırla...Ben de birini öldürmeden önce insan öldürmenin kendim için ne kadar imkansız olduğunu çok düşünmüşümdür hep. Ama birini öldürmek çok anlık bir şey. O an zaten siz siz olmuyorsunuz. Bir başkası giriyor sanki içinize... Şaşkınlığım sürdüğü için lafını kesiyorum: Neden öldürdünüz peki...Bir sakıncası yoksa söyleyebilir misiniz: Bencillik... Kibir... Ruhumu körleştiren arzular... Kıskançlık... Daha çok şey eklenebilir bunlara... Hepimizin içinde var bu duygular... Dilerseniz devam edeyim... Bu korkunç olaydan önce durumum çok iyiydi. İyi bir evliliğim, çok sevdiğim bir kızım, iyi bir çevrem vardı... Karım beni terk etti. Kızım bu olay yüzünden beni reddetti... İşimi, çevremi, dostlarımı kaybettim. Kimse arayıp sormaz oldu. Dayanılması çok güç yıllardı. Geçmişimi bir saplantı haline getirmiştim. Demiştiniz ya, anılar zorbadır, diye... İşte o zorba anılarda kurtulmak bu hayatımın üstüne çıkabilmek için kendimi kitaplara adadım. Elime ne geçerse okuyordum. Felsefe, psikoloji, dinler tarihi, edebiyat... Kitaplar olmasaydı o korkunç yıllar başka nasıl geçerdi ki... Sonra bir gün artık özgürsün, dediler. İnanamadım özgür olduğuma. Ama bir amacınız yoksa, sevdikleriniz yoksa özgür olmanın pek bir anlamı yok... Günlerce karımı aradım, ama bulamadım. Kızımdan da bir haber yoktu... Ne dostlarım, ne param, ne de bir işim vardı. Bunca işsizlikte hapishaneden çıkan, sabıkalı bir adama kim iş verir? Hem de bu yaşta birine... Günlerce başıboş dolaştım.Orada burada yattım. Nereye gidecektim, ne yapacaktım... Kitaplardan öğrendikleriniz bir yere kadar size yardımcı oluyor... Hayat başka bir şey... İntihar etmek istedim, onu bile beceremedim. Bir gün garip bir rastlantı sonucu çok eski bir arkadaşımla karşılaştım. Çok zengin olduğunu duymuştum. Bir yerde oturduk, ona başıma gelenlerden bahsettim. Anlattıklarımdan çok etkilendi. Gözlerinden okudum bunu... Artık benim için hayatın bir anlamı kalmadığını, ölmek istediğimi söyledim ona. Aslında içten içe bana yardımcı olmasını, iş bulmasını ya da biraz para vermesini istiyordum... Benim sana verecek hiç param yok, dedi. Neden, diye sordum, çok zengin olduğunu duyduğumdan bahsettim. Artık değilim, dedi. Bütün paramı, mal varlığımı kimsesiz kalmış sokak çocukları için kurduğu bir vakfa bağışlamış. Zenginlik ruhunu kirletmiş... Ruhunu kurtarmak, arınmak için bu amaca adamış kendini... Eğer ölmek istiyorsan seni engelleyemem. Karar senin, ama dilersen gel benimle vakıftaki işlerimde bana yardımcı ol. Yatacak bir yerin olur, üç öğün karnını doyurursun. Sana başka bir şey veremem... Bunları söyleyip sustu ve gözlerini hiç kaçırmadan gözlerime baktı... İşte o an onun gözlerinde kendi kaderimi gördüm. İnsanların arasındaki o görünmez bağlar vardır, demiştim ya, işte onunla aramdaki o bağı gördüm. O işareti ve o mucizeyi... Tamam, dedim, kabul ediyorum... Ve o gün bu gündür onunla kimsesiz sokak çocukları için çalışıyorum. Hayatımın anlamı buymuş meğerse benim. Bugüne dek bütün yaşadıklarım bu günlere bir hazırlıkmış... O karşılaşma anından sonra her şeye böyle bakıyorum artık... Her birimizin bir başkasının üzerinde mutlaka bir etkisi vardır... Yeter ki aramızdaki o bağı görelim... Sonra yine susup o dingin, o huzur gülümseyişiyle uzaklara bakmayı sürdürüyor.. O susuyor, ama benim içimde bambaşka bir konuşma başlıyor bu defa. İnsanlar arasındaki o görünmez bağların varlığını bildiğim halde neden görmek için daha fazla çaba harcamadığımı soruyorum kendime... Karşılaştığım insanlardan çok kendi benliğime takılı kalmıştı gözlerim... Kendimi keşfetmeye harcadığım enerjinin birazı da başkalarını keşfetmeye çalışsaydım anılarım bu kadar zorba olmazdı bana... Belleğim bu kadar yorgun, hayallerim bu denli kanatsız olmazdı... Ayrılsam da, bir daha onu görmeyecek olsam da, bir zamanlar o çok sevdiğim insanın uykuya daldığında benim rüyamı göreceğini bilmezden gelmezdim... Bu iç konuşmalarımı o sırada önümüzden geçmekten olan bir şair arkadaşım bölüyor. Haberin var mı, diyor, Ece Ayhan bu gece öldü...Ustayı kaybettik... Bir an ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu gece her şey o kadar üst üste gelmişti ki benim için... Binlerce anı üşüşüyor beynime o an... Ama bu defa anılar eskisi gibi zorba değildi... Her anı bir diğerine ekleniyor; her anlam, her görüntü, her işaret bir diğerine bağlanıyor ve bağlandıkça yine anlamlar, yeni değerler kazanıyordu... İster misiniz, size Ece Ayhan'la ilgili bir hatıramı anlatmamı, diye soruyorum yanımdaki adama... Yanıt vermeden sadece başını sallıyor ve yüzündeki incecik hüzünle gülümsüyor... Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar... Sadece benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan, şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o... Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri, ama garip büyü, bir tılsım vardı onlarda... Sanki bilinçaltımızı okurdu o... Bu ülkenin bilinçaltını... Hayatımda vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi. Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece Ayhan'ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti. Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o narin, o kırılgan bedenini... Ne acıydı ki birileri bu intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde; 'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor... Bunu duyduğumda çok üzülmüştüm. Çünkü o üzerindeki ceketten başka ceketi yoktu Ece Ayhan'ın... Eminim, kırmızı şarapla lekelenen o ceketini temizleyiciye verecek parası bile yoktu... Bu sırada yanımdaki adam sözümün arasına giriyor: Kim bilir, belki de Ece Ayhan'ın başından aşağı şarap döken o kız benim kızımdır... Bunu bana yapmayı çok isteği halde yapamadığı için ona yapmıştır... Çünkü onu küçük yaşta hapse girerek babasız bıraktığım için beni hiç affetmedi... Ama lütfen siz devam edin... Bu olaydan birkaç gün sonra babam öldü. Önce Nilgün, ardından babam... Nasıl bir rastlantıydı bu... Hayatta en çok sevdiğim iki insanı peş peşe kaybetmiştim... Bir gün eve gittiğimde annemi gözyaşları içinde babamın elbiselerini fakirlere, ihtiyacı olanlara dağıtmak için torbalara yerleştirdiğini gördüm. Babamın bir ceketini istedim annemden... Ne yapacaksın, diye sordu. Kim olduğunu sorma anne, birine vereceğim sadece, dedim... Pekiyi, sen bilirsin, deyip bir ceket uzattı bana, sonra da babamın diğer elbiselerini katlayıp torbalara doldurmaya devam etti... Babamın ceketini önce bir temizleyiciye verip temizlettikten sonra Ece Ayhan'a götürüp hediye ettim. O zaman Tarlabaşı'nda virane bir evde kalıyordu... Zahmet etmişsin, ihtiyacım olduğunda giyerim, dedi sadece... Aradan bir iki hafta geçti. Bir gün annemle oturmuş konuşurken, biliyor musun dün gece baban rüyama girdi, ceketini verdiğin adamı sordu, söyle ona dedi, ceketimi verdiği adam çok iyi bir insanmış, iyi bir şey yapmış, dedi... Sahi kime verdin o ceketi, diye sordu annem... Tanımazsın anne, sorma, diyerek gözyaşları içinde yanından ayrılıp öbür odaya geçtim...İşte sizin söylediğiniz o görünmez bağlar... O işaretler, o mucizeler... Daha konuşacak ne vardı ki; neredeyse sabah oluyordu, ama gözlerim kapanmak bilmiyordu... Kalkıp yanımdaki adama son kez bakıyorum ve ona veda ederken şunu soruyorum: Pekiyi, siz ne arıyorsunuz bu saatte, bu bankta kimi neyi bekliyorsunuz? O dingin, o gözyaşlarıyla biraz daha aydınlık bakan gözleriyle: Kim bilir belki de sizi bekliyordum, diyor... Bana hikâyenizi anlatmanızı bekliyordum...

CEZMİ ERSÖZ
 

kalliope

Ordinaryus
Yeni Üye
Katılım
23 Ara 2008
Mesajlar
727
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Ynt: Cezmi Ersöz

ANCAK BİR BENZERİM ÖLDÜREBİLİR BENİ

Artık daha fazla böyle yaşayamazdı. İçindeki o sadece ve sadece kendisine ait olan özü ortaya çıkarmak ve onu yaşatmak istiyordu. Çünkü böyle, birden fazla ve kendisinin olmayan ve gerçek mi sahte mi olduğunun ayırdına varamadığı kişilikleri taşıyordu, sıkıntılı bir yük gibi... Peki, gerçek ve sadece ona ait bir özü var mıydı onun? Varsa neredeydi ve kimdi o? Öylesine çok maske kullanmış, öylesine çok değişik kalıplara girmiş, şekil değiştirmek zorunda kalmıştı ki, gerçek niteliğini yitirmiş olarak duruyordu. Belki de hiç olmadığı korkusuna kapılıyordu arada bir. Sık sık o gerçek özünü bulabilmek, ona ulaşabilmek için eve kapanıyor, günlerce hiçbir arkadaşını, yakınını aramıyordu. Kendisine yeni bir koza örmeliydi ve gerçek özünü bulduğunu sanıp, 'artık insanların içine çıkabilirim, onları gerçek kişiliğimle görüp, hissedebilirim' diye düşünüyor, yanlarına sevgi ve hasretle koşuyor, ama biraz konuştuktan sonra, konuşmanın yine kendisine ait bir öz olmadığını görüyordu. Bir başkasıydı sanki o. Ya da kimseye ait olmayan birinin özüydü taşıdığı. Unutulmuş, tesadüfen bulunmuş ya da korkudan, kaygıdan alelacele oluşturulmuş yapma bir şeydi. O ânı kotarması için, ilişkileri geçiştirebilmek, kendini orada o an için var edebilmek için yarattığı sahte bir kişilikti sanki...

Bu yüzden arkadaşlarına dostlarına sevgiyle, umutla koşar, sonra da yapma kişiliğinin yarattığı sıkıntı, tatsızlık, boşluk belli belirsiz bir kasvet duygusuyla yeniden gerçek özünü bulmak için evine, odasına dönerdi. Yine olmamıştı. İçindeki o gerçek öz, eğer bir ara var olmuşsa onu belki de sonsuza kadar terk etmiş, onu böyle öksüz, hep doyumsuz, geçicilik ve kenarda kalmış olma duygularıyla bırakmıştı. Bu hep geçicilik duygusuna, şu anlamsızlık duygusuna daha fazla dayanamazdı. Bir gün gerçek kendisiyle buluşacaktı. Bu tutkuyla bekleyiş, ona geçmişte bir ara, belki çok kısa bir süre bu özle birlikte yaşadığı inancını veriyordu. 'O vardı ki ben onu böylesine çok özlüyorum' diyordu... Şimdiyse 'binlerce hiç kimseydi'. Tek başına bile değildi. Çünkü tek başına olmak bir sağlam varoluştu ve bakım isteyen bir şeydi. 'Tek başınalık bir şans'tı.

Yalnız bile olamadığı, bir hiç kimse olduğu için bu yüzden kim gerçek dostu, kim düşmanı, kim onu seven, kim katili, asla içtenlikle anlayamıyordu, algılayamıyordu. İşte bu yüzden onu gerçekten sevenleri göremiyor, onu pek de ciddiye almayanlara çok yakınlık duyduğunu sanıyordu. Çoğu kez sevgisinden ve nefretinden emin olamadığı için hep endişeler ve kaygılar içinde ve güvensizlik duygularıyla yaşıyordu.

Hep bir doyum arıyor, ama yine hep açlık hissediyordu. Kahramanlık yapmak, cesur serüvenler yaşamak istiyor, ama korkuları buna izin vermiyordu. Hep o sahte kimliklerinin tümünden kurtulup çılgın ve başıboş bir aşk yaşamak istiyor, sonunda güvenli, ancak sıkıntılı, coşkusuz, tekdüze ilişkilere saplanıp kalıyordu...

CEZMİ ERSÖZ
 

şehrin yabancısı

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
22 Şub 2009
Mesajlar
426
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
52
Ynt: Cezmi Ersöz

Aşkta Yarın Yoktur Sevgili

Aşk Bu Dünyanın Ölçüleriyle Açıklanamaz Sevgili
O İlkel Bir Acıdır, Yaban Bir Ağrıdır.
Gelir ve İçimizdeki O Çok Eski Bir Şeye Dokunur.
Sonra Bir Perde Açılır ve Yolculuk Başlar
Bu Yolculukta Artık Para, Tarifeler
Beklentiler, Randevular, Taksitler, İş,
Anneler ve Korkular Yoktur
Aşkın Kendi Gerçekliği Vardır Sevgili.
İnsan Başka Bir Işığa Teslim Olur,
Daha Derinden Anlamaya Başlar, Bilgeleşir
Hiç Bilmediği Sezgileriyle Buluşur
Yükü Çok Ağırdır, Kendiyle Buluşmuştur
Hem Dışındadır Dünyanın, Hem de Tam Ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin Yakılan
Yoksun Adamın Hissettikleri de Onunladır,
Yitirdikleri de...
New York'ta, Bir Sokakta,
Kartondan Kulübesinde Yaşayan Kadının
Çıplak Yalnızlığı da
Her Şey Onunladır, Ona Emanettir Sanki,
Ama O, Çıldırtıcı Bir Yalnızlık İçindedir Yine de...
Aşkın Kültürlü Olmakla, Bilgili Olmakla da İlgisi Yoktur Sevgili,
Kanımıza Karışan İlkel Acı, O Yaban Ağrıyla
Hiçbir Kitabın Yazamadığı Hakikatlere Daha Yakınızdır,
İnan...
Kim Demiştir Hatırlamıyorum,
Aşk Varlığın Değil, Yokluğun Acısıdır Diye.
Belki de Bu Yüzden İlk Gençliğimde,
O Yoğun Aşık Olduğum Yıllarda,
Gözüme Uyku Girmez, Dudağımda Bir Islıkla
Bütün Gece Şehri, O Karanlık, O Hüzünlü Sokakları Dolaşır,
İnsanları Uykularından Uyandırmak İsterdim.
Uyanıp, İçimde Derin Bir Sızıyla Uyanan
O Derin Sancının Acısına Ortak Olsunlar Diye...
Aşk Çok Eski Bir Şeydir Sevgili
Onun İçinden O Çileli Çocukluğumuz Geçer
Sevdiğimiz İnsanların Çocuklukları da...
Oradan Üvey Anneler, Eksik Babalar, Parasız Yatılılar Geçer
Ve Sonra Aşk Bütün Bunları Alır, Daha da Eskilere Gider,
Hep O İlkel Acıya, O Yaban Ağrıya...
İnsan Bazen Nedensiz Yere Umutsuzluğa Kapılır
Kimselere Veremez Sevgisini,
Kimselere Derdini Anlatamaz, Evlere Kapanır...
Bazen Denizler Kıyılar Çeker İnsanı.
İnsan Bu Kapılmayı Anlayamaz,
Oysa
Çok Eski Bir Yerde Yaşanmasından Korkulup
Vazgeçilmez Aşkların Sızısıdır Bu.
Bu Sızı, Bu Yenilgi Mevsimlerle Yıllarla Devrilir Başka İnsanlara...
Bir İnsanın Yaptığı Bir Hatanın
Tüm İnsanlara Yayılması Gibi...
İşte Şimdi Biz de Sevgili,
Ya Olmadık Zamanlarda Umutsuzluğa Kapılıp,
Soluğu Evlerde Alacağız,
Ya da Denizler, Kıyılar Çekecek Bizi.
Nasıl Biz Başkalarının Korkularını Taşıyorsak,
Başkaları da Bizim Korkularımızı Taşıyacak,
Yenilgimizi, Umutsuzluğumuzu...
Birazdan Sabah Olacak...
Para, Tarifeler, Beklentiler, Randevular, Taksitler,
İş, Anneler ve Korkular Başlayacak...
Bunlar Varsa Bizim İçin Geçerliyse
Aşk Yoktur ve Hiç Olmamıştır Sevgili.
Birbirimizi Kandırmayalım...
Hadi Güne Hazırlan,
Yaşadıklarımızı Unutmaya Çalış
Aşk Bize Güvenip Verdiği Büyüsünü,
Sırlarını, Cesaretini, Bilgeliğini ve O İlkel,
O Yaban Ağrısını Geri Alacak
Bunlar Olurken İçimiz Bir an Üşüyecek,
Sonra Geçecek...
Hadi, Oyalanma Birazdan Yarın Olacak...
AŞKTA YARIN YOKTUR SEVGİLİ

Cezmi Ersöz
 

nilüfer

Üye
Yeni Üye
Katılım
29 Kas 2008
Mesajlar
246
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
ANNELİK OYUNU BİTTİ

O akşam ne çok şey konuşmuştuk onunla... Filmlerden, Polonyalı yönetmen Kieslowski’den. Yakınlarda kaybetmiştik onu. Peki Kieslowski o özellikle Mavi filminde aradığı iyiliği bulmuş muydu? Neredeydi iyilik? Arınmak? Görünmeyen, saklı bir yerde miydi? En dipte miydi iyilik, düşkünlükte miydi? Yoksa iyilik, arınma diye bir şey yok muydu, biz dünya sürgünlerinin çektiğimiz aşk özlemi gibi bir şey miydi, iyiliğe, arınmaya duyduğumuz bu dinmez özlem...

Sahi, Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmini de konuşmuştuk... İnsan bir fotoğrafa âşık olabilir miydi? Belki de bugüne dek yapılmış en umutsuz aşk filmiydi Sevmek Zamanı. Gerçekliğin acımasızlığından korkup suretlere sığınan kalplerimizin trajik bir özetiydi sanki...

Sonra Behçet Necatigil’i anmıştık, onun Kaçmalar şiirini: Sızlar ince içerlerde yara / Vurur yüzeylerde şeylere üzüntüsü, acısı / Elden kayar bir çatal / Ya da düşüncelerde erir boy’na sigara.../

Sonra ansızın başını örten şehirli kadınları konuşmuştuk, bir gece rüya görüp, sabah ansızın örtünen subay ve hakim eşlerini... Şehirlerin insanı yapayalnız bıraktığını, buralarda kimsenin kazanamayacağını, sürekli bir yenilgi duygusuyla yaşanacağını anlatmıştık birbirimize...

Anlamıştım. Ayrılığımız, geceye birbirimizi emanet edişimiz bu konuştuklarımızla bağdaşmayacak ölçüde yorgun ve ürkekti... Sanki bunca önemli duyguyu, sözü hakkımız olmadan konuşmuşuz gibi suçlu bir şekilde vedalaşmıştık...

Acemice kaçar gibi... Bütün bu zamansız vedalaşmaları bir gün konuşmayı düşünerek yatıştıracaktık sanki bu acemiliğin, bu birbirimizden ansızın kopmaların suçlu tedirginliğini... Eve gelince biraz kitap okudum. Bir iki satır bir şey yazdım. Eski yazılarımı gözden geçirdim. Bir türlü bitiremediğim şiirime birkaç dize ekledim... Ama ne yapsam onunla vedalaşırken yaşadığım o suçlu tedirginliğimi içimden atamadığımı hissettim... Bu tedirginlik yoruyordu beni, uyumaya çalışmalıydım...

Biraz müzik dinlersem rahatlarım diye düşündüm. Radyomu yanıma alıp yatak odama geçtim. Yatağıma uzandım, bütün gece yalnızları gibi kendime uygun bir radyo istasyonu aramaya başladım... Radyonun frekansları arasında rastgele dolaşırken bir frekanstan gelen sesle ansızın irkildim: “Benim adım Tülay. Sizin radyonuzu ilk kez dinliyorum. İnsanları birbirleriyle buluşturmanız ilgimi çekti. Bu şehirde insanlar çok yalnızlar... İnsanlar ne gariptir ki, sevgiye çok ihtiyaç duyuyorlar, ama sevgiden çok korkuyorlar, özgürlükten korktukları gibi...”

Evet, bu onun sesiydi. Birçok şeyi konuştuktan sonra suçlu bir tedirginlikle vedalaştığım insandı bu. Peki, onun ne işi vardı bu tuhaf radyoda? Bir anlam verememiştim. Tam bu sırada araya programcı girdi: “Tülay, sen bizim radyoya bir alış, bırakamazsın. Muhabbet FM tiryakilik yapar... Sen de yalnızlıktan yakınıyorsun değil mi? Benim bildiğim bir şey var, kaçan kovalanır, yani kendini ağıra satacaksın; bir de çok önemli bir kural var, kıskandıracaksın.” Programcı o bildik, o yapay, dahası alaycı ses tonuyla hızlı hızlı konuşurken, Tülay o mahcup sesiyle araya girmeye çalışıyordu: “Yo, tam böyle değil asıl söylemek istediğim benim... Biraz önce arayan bir arkadaş vardı, yalnızlıktan bahseden... Bence çok önemli şeyler söylüyordu, sözleri arada kaynadı gitti.”

Bu sırada programcı sıkılmış olmalıydı ki aynı alaycı ve küçümseyen ses tonuyla: “Bak Tülay istersen sana şöyle dertlerine uyan bir şarkı çalalım, ne dersin? Yoksa karşılıklı konuşacak birini mi istersin, karar ver, bize göre hava hoş.” Bunu duyunca can havliyle hemen yanıbaşımda duran telefonumun tuşlarına basmaya başladım. Meşgul çalıyordu. Tekrar tuşlara bastım. Bu sırada programcı Tülay’a hangi şarkıyı istediğini soruyordu bir taraftan. Tülay, Mahler’den Ölü Çocuklar Ağıdı’nı istedi... “Haydaaa, o da ne yahu? ” dedi programcı... “Gel sana Selami Şahin’den Özledim’i çalalım, ne dersin? Bak bu şarkı sana çok uyar, dinle beni...” İşte tam bu sırada radyonun telefonunu düşürmeyi başarmıştım. Telefonda karşıma çıkan kıza programa dahil olmak istediğimi söyleyince beni de hemen konuk ettiler. “Tülay, benim” dedim, “ne işin var senin bu radyoda, çok şaşırdım. Bu adam düpedüz seninle alay ediyor, buna nasıl izin verirsin? ” Önce bir sessizlik oldu. Tülay’ın sesi adeta titriyordu: “Ben... Öylesine frekansları dolaşırken rastlantı olarak yani. Şimdi sen karşıma çıkınca... Çok tuhaf oldum...” Programcı fırsatı kaçırmamıştı tabii: “Ooo, Tülay, yoksa eniştemiz mi, evet, şimdi de sizi tanıyalım. Muhabbet FM. İşte böyle buluşturur. Hadi bana dua edin yine... Siz konuşurken fona Devran Çağlar’dan Hep Seveceğim’i koyuyorum. Hadi iyisiniz, böyle hizmet hiçbir yerde yok...”

Öfkeden deliye dönmüştüm: “Ne bu rezalet? Bu adamla konuşacak ne buluyorsun” diye sordum...

Bir an bir sessizlik oldu. Sonra Tülay konuşmaya çalıştı, sesi güçlükle çıkıyordu ağzından: “İnsanları buluşturuyor o. Bence çok kötü biri değil... Sen de değilsin...” Tülay kesik sesle konuşuyordu. Sanki unutmuştu bir radyoda herkesin önünde olduğunu... Sanki kendisiyle konuşur gibiydi. Devam etti: “Sadece sen daha çok şey biliyorsun ondan... Ama o da olduğu gibi, farklı görünmeye çabalamıyor... Sen ve senin gibiler çok önemli, çok farklıymış gibi görünüyorsunuz, o görünenin altı bomboş, yüzeyin altında pek bir şey yok aslında...”

Bu sözler karşısında insan ne diyebilirdi ki susmaktan başka. Hayır görünenin altında yoğun derinlikler, büyük serüvenler, anlamlar mı var demeliydim? ..

Sadece şunu söyledim: “Bugüne dek konuştuğumuz hiçbir şeyin pek bir önemi yoktu sence öyle mi? ..” Yine bir sessizlik oldu, Tülay bugüne dek benimle hiç konuşmadığı düşünceleri anlatıyordu şimdi bana: “Bir anlamda yoktu evet, ne konuşursak konuşalım, ben yine evime aynı iç sızısı, aynı eksiklik duygularıyla dönüyordum. Aynı boşluk duygularıyla... Yetmeyen bir şeyler vardı hep. Her şey sadece sözlerdeydi sanki. Sanki: ‘Hadi hemen bir şeyler yapalım’ desem hiçbiriniz yanımda olmayacakmışsınız gibiydiniz... Hareketsizdiniz sanki hep. Bedenleriniz, elleriniz, ayaklarınız yok gibiydi... İçinizde kimse birbirine bir şey vermeye hazır değilken, herkes birbirinden bir şey alıyor, alamayınca da düşman oluyordu...”

Programcı yine araya girmişti: “Hadi yahu, bitmedi mi tartışmanız, bekleyenler var sırada, çabuk tutun elinizi...”

“Tülay, ” dedim, “deminden beri ne yaptığımızın farkında mısın? Herkes bizi dinliyor”. “Farkındayım” dedi, acı bir ses tonuyla... “Biliyor musun, benim için hiç önemi yok, ha seninle başbaşa konuşmuşum, ha bu radyoda, herkesin önünde. Biliyor musun ben geceleri belki beni anlayan bir insan, bir dost bulurum umuduyla bu radyo frekanslarını dolaşıp duruyorum... Ama pek bulduğum da söylenemez... Aslını söylemek gerekirse, herkes kendisini o kadar çok zaman gizlemiş ki, sonunda kaybolmuşlar galiba... Şimdi çok istese dahi kimse kimseyi bulamıyor... Kaybolduk! ”

Sonra sustu. Kısa bir sessizlikten sonra telefonunu kapattı. Ardından ben de...

Yarın yeniden konuşmayı denemeliydim onunla. İlk ve belki de son kez. Hem de bugüne dek bütün konuştuklarımızı unutarak... Buralardan çok uzakta, karanlık bir ormanda karşılaşan ve birbirini o ana dek hiç tanımayan kaybolmuş iki insan birbiriyle nasıl konuşmaya başlarsa öyle... Kurtulmaları, bütün deneyimlerini hiç saklamadan anlatmalarına bağlı olan iki kayıp gibi...

Cezmi Ersöz
 

nilüfer

Üye
Yeni Üye
Katılım
29 Kas 2008
Mesajlar
246
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
BANA TÜRKÇE BİR EKMEK VER/BİR BADEM AĞACI GİBİ YAŞAMAK

Gülben Anastasias hep duygularına göre hareket etti. Öyle yaşadı. Duyguları daha sahiciydi, onlara inandı. İlk kocasından ayrılıp Almanya’ya işçi olarak gitmeye karar verdiğinde aristokrat ailesi şiddetle karşı çıktı kendisine. Aldırmadı, gitti. Siemens fabrikasına girdi. Almancasını geliştirdi. Onu büro işine aldılar. Bir süre sonra büro işi onu boğdu. Bu sırada Victor (Anastasias) adlı Güney Amerikalı bir dişçiyle tanıştı. Sevdi onu; bağlandı. Birlikte Türkiye’ye geldiler. Güzel Sanatlar’ın Seramik Bölümü’ne girdi.3. sınıfa kadar okudu. Kocasıyla Ege sahillerini dolaşırken Bodrum’da Yalıkavak Köyüne geldiler. 'İşte burası sahici bir yer' dediler, manzarasına, doğasına hayranlıkla bakarak. Yalıkavak’ta bir ev, iki değirmen, biraz tarla alıp burada yaşamaya başladılar. Burada Gülben’in Viktor adında bir çocuğu oldu. Sonra kocası kendi dünyasına, Şili’ye döndü. Gülben, Yalıkavak’ta duygularına göre yaşamayı sürdürdü. Vejetaryendi, vegan oldu. Yani hayvan sütünü, yumurtayı, yoğurdu, tereyağını, sentetik şekeri, deri ayakkabıları kendine yasak etti. Köylülerden yufka ekmeği yapmasını öğrendi. Buğdayın besleyici gücünü keşfetti. Buğdaydan çeşitli yemekler yapmasını öğrendi. Ve güneşin, ayın, börtü böceğin, badem ağacının ritmiyle yaşamayı sevdi. Hep duygularıyla. Akşamları yaptığı en sahici iş, bütün işlerini bitirip günbatımını seyretmek oldu. Tıpkı badem ağaçları gibi hayal kurarak yaşamaya başladı...
Ancak Yalıkavak’ta kaçtığı şeyler peşini bırakmadı: Para, yol, televizyon, teknoloji, beton binalar... Yalıkavak 'beyazlar' tarafından işgal edilmişti. O çok sevdiği köylüler ocaklarını söndürmüşler, Aygaz edinmişler, toprak tencerelerini atıp, emayeler almışlar; el örgüsü halılarını, dokuma halılarla değiştirmişler; dantel perdelerini çıkarıp sentetik perdeler takmışlardı. Artık akşamları, günbatımlarını değil, televizyonda 'yalan rüzgârları'nı seyrediyorlardı! ..

Gülben, Yalıkavak’taki düşünü bitirip Fethiye’deki dağ köyüne göç etti. Bir marangoz arkadaşına,3 metreye 5 metre baraka yuvasını yaptırdı. Ormana ve denize kendini konuk ettirdi. Seramik fırınları yaptı kendine burada. Köylülerle, çevredeki hayvanlarla, ağaçlarla, börtü böcekle tanıştı. Gökyüzüyle, her çeşit kokuyla...

Yıllardır olduğu gibi burada da hep güneş doğmadan uyandı. Kuşluk vakti, çiçeklerin uyanışıyla birlikte. Kahvaltı yapmadan dışarı çıkıyor, ormana, ormanı derin duygularla geçip denize ulaşıyor. Kayalıklardan iyileştirici sulara bırakıyor kendini. Yaz-kış, hep güneş doğarken. Dağların doruklarında kar varken yüzmekten delice bir zevk alıyor. Tekrar ormana döndüğünde bedenindeki o sağlıklı sıcaktan; içindeki kanın delice akışından da. Sonra 'selam, selam' adını verdiği meditasyon hareketleriyle doğan güneşi karşılıyor. Ve gün başlıyor. Gün onun için bizlerde olduğu gibi anlamsız bölümlere ayrılmamış. Gün bir akış onun için. Mükemmel bir bütünlük... Yemek öğünlerine bölünmüş bir telaşlar, koşuşturmalar, kopuşlar hali değil. Bir ırmak gibi erinçli bir şey onun için...

Peki, ne yer ne içer bu kadın? Her şeyi, doğadaki saf olan her şeyi. Köylü kadınlarla yufka ekmek açar. Biraz zeytinle o yufka ekmeğinin tadına doyulmaz. Sonra çok sevdiği gomassio vardır yediği. Susam ve deniz tuzu karışımı bir yemektir bu. Zeytinyağından tampirinç yapar. Meyvenin bir çeşidi. Sebzeler. Buğdaydan yapılan onlarca ekmek. Buğday tatlısı. Şekersiz aşureler. Bulabilirse koko adı verilen tahıl sütü. Doğa o kadar cömerttir ki...

Peki, ona kentli bir soru soralım: Koca gün nasıl biter o dağ başında? Bağışlar bu soruyu, tebessümle karşılar. İş o kadar çoktur ki dağ başında. Seramik fırını yakılır. Seramikler, emaylar yapılır. Buğday öğütülür. Ekmek açılır. En uzak çeşmeden su getirilir. Çiçeklerin saksısı değiştirilir. Köylü kızlara çeyiz yapılır. Onlara İngilizce öğretilir. El işi yapılır. Otlar toplanır. Değişik çaylar yapılır. Doğal yaşam ve beslenme üzerine kitaplar yazılır.

İşte büyüleyici bir sessizlik! Çoban kız yayladan dönüyor keçileriyle. Sesleri derinden derine yankılanıyor. İşte çoban kız keçileriyle konuşuyor, onlarla dertleşiyor. 'Boziş gel buraya, ne o Kırıkboynuz neyin var? ' Gülben işte bu sesleri duyunca bütün işini gücünü bırakıp dinlenmeye başlıyor. Günün sahici işlerinden biri de bu. Günbatımını seyretmek de apayrı bir iş onun için. Sonra cin fikirli köy çocuklarını evine çağırıp, beyaz kâğıtlara renkli kalemlerle şekiller çizdiriyor. O şekilleri alıp bembeyaz perdelerine desenler yapıyor. İşte size bir iş daha! ..

Sonra gün tamamen batıyor. Güneşle vedalaşıyor. Uyku vakti gelmiştir. Hayvanlarla, ağaçlarla, börtü böcekle birlikte. Doğanın, uykusunun koynuna girip melekler gibi uyumaya başlar. Güneş hiç üzerine doğmayacaktır.

Peki Gülben neleri bırakmıştır yaşadığı bu hafiflik, özgürlük ve saf sağlık duygusu için? Elektrik kullanmıyor. Güneş ışığıyla aydınlanıyor. Buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, telefon, gazete, ilacın her türlüsünü hayatından çıkarmış. Yanında para ve saat taşımıyor. Yaşadığı yerde tek bir bakkal bile yok. Burada rekabet, hırs, nefret, kin, kıskançlık, didişme, ayak oyunları, sevgisizlik yok. Bir badem ağacı gibi neşeli, güleryüzlü, bereketli yaşayıp gitmek var. Yumuşacık bir düş gibi...

Peki 'yalnızlık' diyorum. 'Sen yine de bir badem ağacı değilsin. Kentlerin havasını yıllarca soludun. Birçok dostun var, ilişkilerin.' 'Asıl kentte çok yalnızım' diyor. 'Beni anlamayan, beni, yaşantımı garip, tuhaf bulan insanlar arasında inan çok yalnız hissediyorum kendimi. Ben burada dağ köyümde, buradaki, bu kentteki dostlarımı düşünerek daha dopdoluyum. Hem aradan çok yıllar geçti. Ben kenti, kentleri çoktan kapattım. Tanıdığım insanlar da orada kaldılar.'

Gülben o uzak, o ıssız dağ köyünde kentteki gibi kaçınılmaz, zorunlu 'dostluklar' yaşamıyor üstelik. Dünya küçük. Onun dağ köyündeki pastoral yaşantısını duyan birçok insan gelip onu buluyor burada. Avusturya’dan, İngiltere’den, Latin Amerika’dan, İstanbul’dan, Ankara’nın birçok yerinden bu kazanılmış hayatı arzuyla merak edenleri küçücük barakasında, köylü dostlarının yardımıyla konuk ediyor. Ormanı gezdiriyor, hayvanlarıyla, ağaçlarıyla tanıştırıyor.

'Peki, tümüyle hayatına baktığında, bir eksiklik duygusu, keşke şunu da yapsaydım arzusu, içinde uyanmaz mı senin? ' diyorum. 'Kentte, kentlerde çok sık yakalar da bu duygular insanları. Sen ne dersin? ' 'Söylediğin duyguların zerresi yok içimde' diyor. 'Öylesine dolu dolu yaşadım ki, inan bazen, artık yeter, diyorum. Doydum, diyorum. Öyle bir an gelirse, yani bu duygunun sahiciliğine tamamen inanırsam, hayatıma kendi ellerimle son vermek istiyorum. Bunu bir kez çok yoğun duydum. Bir keresinde ‘Heraklia’ diye bir yere gitmiştik. Geceydi. Yazdı. Bir kaleye çıktık. Aşağıda deniz muazzam görünüyordu. Gökyüzünde bir yıldız yağmuru vardı. Doğa sarhoş gibiydi sanki. Bir an kendimi öylesine mutlu hissettim ki, işte o an hayatıma son vermeyi düşündüm. Kendimi denizin yumuşacık kollarına bırakmayı...'

Öyle güzel anlatıyordu ki intihar düşünü; sanki ben de o gece, onunla birlikte yumuşacık denizin kollarına atılmış gibi hissettim kendimi. Sonra o usulcacık bir sır verir gibi, mahcup: 'Bu yaz sana gelsem, bir gece olsun beni konuk eder misin, bir gün olsun senin gibi yaşamamı sağlar mısın? ' diye sordum. İri mavi gözleri şefkatle açılıyor, heyecanla: 'Hemen gel, bu yaz, yoksa çok geç kalabilirsin, bir dahaki yazlarda benim ormanım, barakam yerinde olmayabilir, teknoloji o kadar hızlı geliyor ki, çevreciler ‘çok geç olmadan’ falan diyorlar ya, aslında yanılıyorlar. Aslında çok geç oldu. Benim cennet köşem teknolojiye teslim olmadan, bu yaz gel, gecikme...'

Gülben Anastasias, İstanbul’a seramiklerini, emaylarını satmaya ve dostlarını görmeye gelmiş. Arkadaşımın arkadaşı. Kentte çok kalamadı, duygularına kapılıp yine Fethiye’deki dağ köyüne, tahta barakasına döndü. Daha sahici olan yüreğine. Sevgilerine...

Cezmi Ersöz
 

şehrin yabancısı

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
22 Şub 2009
Mesajlar
426
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
52
BİR YABANCISIN SEN

Hiçbir hedefin olmadı senin...
İçindeki canlılığın gözüne girmeye uğraşırdın en çok.
Öyle çok inanırdın ki kendine, hayata aldanmak kutsal bir şölendi senin için....
Yaşanmış herşeyi unutarak, yani bütün hedeflerini yakarak, gözünün içindeki melekle bakardın, insanların kederli göğüne.
Kuşkulandığın herşeyin üzerine bir sevgi yağmuru gibi yağarak....
Kuşkuna lanet okuyan ve bu dünyanın diliyle ahmak bir sevgi yağmuru gibi yağarak...
Bakardın insanların kederli göğüne...
Tarifsiz biriydin yakından bakıldığında....
Çünkü kimsenin bi işine yaramıyordun...
Öyle biriydin ki bütün oyunlar bozuluyordu sende...
Senin saflığın bütün tarifleri bozuyordu...
Hayattan bir sonuç almak isteyenlerin ezberini bozuyordun.
Oysa sende tutarsızdın.
Hayatın dokusundaki o silinmez laneti görüp de sustuğun için.
Bütün felaketlerden kendini sorumlu tutup varlığını siper ettiğin için o başı ve sonu belli olmayan kötülüğüne...
Üstelik alabildiğine bencildin...
İçindeki inanışın yarattığı sevgi yağmurunu yaşarken kimse bu laneti ve sonsuz kötülüğü görüp, taşlaşmasın diye kendi canını verecek kadar bencildin!..
Ve ihanet, gündelik yaşam biçimindi senin!...
Çünkü sevgiyi planlamıyordun sen.... Sevgiye karar veremiyordun bir türlü... Gözünde kameran, yanında cetvelin, açı ölçerinle dolaşmıyordun. Elinde değildi, hep sevgiya maruz kalıyordun sen. Sevgi hiç beklemediğin bir yerde, hiç düşünmediğin bir zaman gelip seni buluyordu...
Ve maruz kaldığın her sevgi içindeki her sevgiyi tek tek yeniden özlenen bir sabaha uyandırıyordu....
Beklenen, gururlu ve aslında o kimsesiz sabaha...
Böyle sabahlarda, doğurgan bir sevgi anası olmana rağmen şaşıp kalıyordun sevgiler arasındaki bu büyülü kardeşliğe.
Teslim alıyordu seni sevgiler arasındaki zulmün olgunlaştırdığı ve cesur kıldığı kutsal fısıldaşmalar...
İçinde taşıdığın ve yollarını hazırladığın herşey seni büyülüyordu.
Kimi kez elinde olmadan kendi derinliğine vuruluyordun...
Bunu düşünmek bile tepeden tırnağa mahçup kılıyordu seni...
Oysa mahçup olmaktan çok çekinirdin, çünkü bilirdin ki mahcubiyet bir yorgunluktur...
Sevgiler değil, asla değil, ama enerjinin neredeyse tamamı içindeki ümitsizliğe gidiyordu...
Ona yardıma, susturmaya, belki biraz olsun dinginleştirmeye...
Böyle böyle bir soytarıya çevirdin ümitsizliğini.
Ona gülümseyen, umutlu bir maske taktın.
Ona sevecen sözler öğrettin. Kimsenin kalbi kırılmasın diye bu dünyadan o kabına sığmayan ümitsizliğe vakitsiz bahar giysileri giydirdin.
Eksik yaşanmış ve hep eksik yaşanacak bahar giysileri.
Kendin için değil, aşklar için değil, sana güvenen insanlar için gizledin ümitsizliğini...
Sanki yazgı değişecekmiş gibi hiç durmadan seviştin bu ümitsizlikle...
Zehirlenmesin diye incelik, küçük düşmesin diye şiir hep acıyla seviştin...
Kimseye bulaşmasın diye gördüğün ve yaşadığın cinnet...
Kimsenin onulmaz bir kötü yapmasın diye bu dünyanın dokusuna kazınmış lanet...
Oysa masken ve hedefin olmadığı için asıl bütün dengeleri bozan sendin...
Herkese ait gibi görünüyordun ama hiçbir yere ait değildin. Yürüyüşlere katılıyordun, isyanını haykırıyordun ama sonra birden kayboluyordun.
Herşey kendiliğinden olsun diyordun, aşk gibi, isyan gibi, hüznün o güzel yüzlü perisi gibi...
İçinden geldiği gibi hareket ettiğin için istikrarı bozuyordun.
Kimse seni elde var bir diye düşünemiyordu.
Sayıları sayan kafaları karıştırıyordun.
Aileler, gelinler, damatlar, evin büyükleri, idealleri olanlar, hayattan hep bir sonuç bekleyenler, yararlı olmak isteyenler hep birbirine düşüyordu senin yüzünden...
Oysa sen cesur bile bulamazdın kendini.
Yaşamın kıyısında yolculuk eden bir kimsenin cesareti acımaktır çünkü en çok.
Kendi gibi olan ruh kardeşlerine acımak.
İçindeki derin merhamet, seni gövdene düşman kılan öfkeyi bile durmaksızın küçük düşürürdü.
Acının da ötesi vardı çünkü... Hayatta kalan içindi intihar. Bu derin acıyı yüklenecek olan birisi içindi...
Sana hep bu acının ötesinde ve intiharlardan sonra bu acıyı yüklenecek birisi olmak kaldı...
Omuzlarında bunca yük varken unutulmak istedin, unutturulmak.
Zaten doğuştan kanayan içini, bir kez daha kanatırdın, bir kez daha... Bir kez daha...
Yakışmak için lanetli dünyanın lanetli insanlarına ve göze batmamak için acıyı talihsiz bir hastalık gibi yaşayanlara...
Ne kadar içini kanatsan da, ne kadar yüklensende başkalarının talihsizliğini sen bir yabancıydın dünyaya...
Çekiciydi yüzündeki ışık ama ancak uzaktayken özlenirdin...
Yakınlaştıkça tutuşur maskeler, karışırdı hesaplar...
Ruhlardaki mezarlıkta kargaşa başlardı...
Kemikleşmiş korkular ayaklanırdı...
Kıyamazdın yine de geçip giden zamana, aldanırdın içindeki inanışa, ne olursa olsun deyip girerdin insanların içine.
Girerdin olduğun gibi, öyle korkusuz, öyle maskesiz, içindeki inanışın en saf karmaşası ve akıl dışı telaşıyla.
Sonra, sonra öyle bir an gelirdi ki ne kadar istesen kendine bile geri dönemezdin...
Gün gelirdi lekesiz bir inanışla kaderini birleştirmek istediklerin, seni lanetlemekten yorulup sıkılırlardı.
Yorulup sıkılırlardı...
Yorulup sıkılırlardı....

Cezmi ERSÖZ
 

istanbul2

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
9 Tem 2013
Mesajlar
33
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Ben askta hiç cüretkar olamadım. Severken , hep korkarak sevdim.. Çok severken , hep yitirmekten korktum. Kime bağlandıysam , derin bir minnet hissiyle bağlandım.. Sevilmeye layık bulamadım hiç kendimi.. Severken kırıp incitmekten korkarak sevdim.. Yaralıydı ömrüm.. Kimi sevsem , onun yaralarını kanatmaktan korktum.. Hep yenik hem bagımlı , hep zayıf basladım sevmeye.. Öyle bir korkuydu ki sevgimin doruğunda çıkardı hep ortaya..bu insan beni nasıl sever , benim gibi birini nasıl alır hayatına diye düşünürken sevgimden çok yaralarım cıkardı ortaya ; sevgimden cok o derin minnetim görünürdü ona en çok.. Sevgimin gücünden çok , çocuklugumun o derin korkuları çıkardı ortaya.. Ben kimi ne kadar çok sevsem , o kadar çabuk kaybederdim.. Bu yüzden sevgime karşılık bulurken değil , hep ayrılıklarda cesur oldum.. Hep kaybedişlerimde çıktı ortaya gücüm.. Birlikteyken değil , "ben gidiyorum artık " dediğinde yüzün bütünüyle benimdi ancak.. Birlikteyken değil , terk edilişlerde mümkündüm ancak..

Cezmi ersöz
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst