Çevre Felsefesi ve Mühendislik

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Ekoloji kategorisinde chimera tarafından oluşturulan Çevre Felsefesi ve Mühendislik başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 2,437 kez görüntülenmiş, 1 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Ekoloji
Konu Başlığı Çevre Felsefesi ve Mühendislik
Konbuyu başlatan chimera
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Nejdet Evren

chimera

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
9 Mar 2008
Mesajlar
463
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
56
Çevre Felsefesi ve Mühendislik
Yazar : Duygu Canan Öztürk


Felsefe bazılarının kafasını karıştırırken, bazılarına baş ağrısı verir, ya da bazılarına yıkıcı ve tehlikeli görünür. Ayrıca, felsefenin kendi yaşamlarıyla hiç bir ilgisinin olmadığını düşünenler de vardır. Öyle ise, nedir bu felsefe?

Felsefe kelimesi ilk kez Samos'lu Phytagoras tarafından filos (sevgi) ve sophia (bilgi) sözcüklerini bir araya getirerek kullanılmıştır. Sözcük anlamıyla "bilgelik sevgisi" anlamına gelen felsefe, bütün bir varlık alanını her yönüyle araştırma, kuşku duyma, anlama gibi edimlere odaklanan düşünme etkinliği olarak tanımlanabilir. Filozof ise, bilgiyi arayan ve ona ulaşmak isteyen kişidir.

Arkaik çağlarda insanlar doğada hazır bulduklarını toplarken ve avcılıkla uğraşırken alet yapıp kullanmaya başlamışlardır. Tarımcılığın da gelişmeye başlamasıyla doğaya her gün biraz daha egemen olmuşlardır. 6. yy'da, Antik Ege'de ilk kent özelliğini taşıyan "polis"ler gelişen ekonomik gücün ve demokrasinin beşiği konumuna gelmişti. Miletli Thales insanların binlerce yıldır aklını kurcalayan "Evren nedir?" sorusuna ilk kez teolojinin dışında yanıt aramıştır. Tam olarak ne zaman başladığı konusunda kesin bir veri olmasa da Thales'in bu ünlü sorusu felsefenin başlangıcı olarak kabul edilir. O dönemde, doğa filozofları arasında evrenin bir ilk olandan (arkhé) değişerek oluştuğu düşüncesi yaygındı. Ancak, her biri farklı arkhéler öne sürmüşlerdir. Örneğin Thales'e göre arkhé su iken, Phytagoras'a göre sayı, "Aynı nehirden iki kez geçemezsiniz" sözü ile Herakleitos'a göre ateş, Empedokles'e göre toprak, su, ateş ve hava ile bunları birbirine karıştırıp çözen, değişimin nedenleri olan sevgi ve nefret idi.

17. yy'da, Yunan ve evreni tanrı üzerine temellendiren ortaçağ felsefe sisteminden farklı olarak metafizik ve ontolojik anlamıyla köklü değişikler meydana gelmiştir. Bunun bir sonucu olarak insanın kendini ve içinde yaşadığı evreni tanımlama biçimi tamamen değişmiştir. Bu çağda bütün felsefi sistemini kendi varlığı üzerine inşa eden "Düşünüyorum, öyleyse varım" sözü ile Descartes, kesin bir bilgiye ulaşmak için her şeyden şüphe ederken düşünen bir varlık olarak kendi benliğinden asla şüphe etmemekteydi. Descartes kartezyen (ruh-madde düalizmi) metafiziği ile ruhu (düşüncesi) ile kendi "ben"liğini önemini vurgularken cansız, ruhsuz olan maddenin tek özelliğinin yer kaplamak olduğunu iddia etmekteydi. Dolayısıyla insanın ondan daha değerli kıldığı sonsuz, hiç tükenmeyen maddi dünyayı istediği gibi kullanabilme ve değiştirebilme yetisi olduğunu ileri sürmüştür. "İnsanın doğal kaynakları rasyonel ve azami kullanımı onun refahını ve genelde uygarlığın gelişmesini sağlar." ifadesi ile doğayı sağladığı yarar ve mutluluk ölçeğinde istediği gibi kullanması meşrulaşmıştır. Böylece, doğanın içsel ve metafizik boyutunun dışlandığı ve sadece araçsal bir değerinin olduğu yaklaşımı "dünyanın kaybedilmesi" olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle tartışılması ve yeniden tanımlanması gereken insan-çevre ilişkileri ve/veya insanın doğadaki konumu gibi dualist/bütüncül kavramlardır.

Çevre, üzerinde ortak bir tanıma ulaşamadığı gibi araştırma, yöntem ve teknik farklılıkları ve yeni paradigmaların geliştirilmesi ile daha da karmaşık hale getirilmiştir. En basit tanımıyla çevre, insanların, flora ve faunanın (diğer canlıların) yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları, fiziki, biyolojik ve kimyasal ortamdır. Ekoloji sözcüğü ilk defa 1869'da Alman bilgini Ernest Haeckel tarafından kullanılmış olup, Latince eikos (ev, konut, yaşanılan yer) ve logy (bilim) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Buna göre ekoloji "Ev bilimi", "Yerleşim bilimi" anlamına gelmektedir. Ekosistem ise, bir alandaki canlı organizmalar ve cansız varlıkların hepsinin birden oluşturduğu sistem. 'Birleşme', 'oluşma', 'bir araya gelme' anlamını taşıyan sistem, birbiriyle etkileşen veya ilişkili olan, bir bütün oluşturan cisim veya varlıkların bileşkesidir. Doğal sistemler, sibernetik (kapalı) sistemler ve açık sistemler olarak ikiye ayrılır. Sibernetik sistemler sadece enerji girdi çıktısı olan özdenetimli sistemlerdir. Canlıların örnek verilebileceği açık sistemlerde ise enerji ve madde girdi-çıktısı süreklidir. Ekosistemde üretim ve tüketim arasında homeostatik bir denge vardır. Ortam koşullarına tam uyum, gelişme ve devamlılık gösteren ve kararlı yaşama birliğine klimaks (denge noktası) denir. Ekolojik bir felaket ile sistem klimaks olmaya doğru bir değişim gösterir. Ancak felaket sonrası etkiler devam ederse direnç periyodu sonunda sistemin toleransı tükenir ve teslim olurlar. Sıfır toleransın yol açtığı ekolojik felaketler siyaset gündeminde, ideoloji alanında kendine geniş bir yer açmıştır. Çözümleme sürecinde ise, çeşitli felsefi, teolojik ve politik düşünce setleri oluşturulmuştur. Temel olarak insan-merkezci, çevre-merkezci ve biyo-merkezci yaklaşımlar sunulmuştur.

İnsan-merkezciler (Anthropocentric)

Hasan Ünder "Çevre Felsefesi" adlı kitabında, insan- merkezcilerde savunulan fikirlerin sağgörünün ve öz-çıkarın argümanı olduğunu ileri sürmektedir. Amaçları, insanların çevresini daha temiz, estetik açıdan daha güzel bir hale getirmektir. Çevre koruması adına yürüttükleri eylemler insan olmayan varlıklardan ziyade insanlığın refahı, mutluluğu ve bekası için yaparlar."Hayatta kalmamız, çocuklarımız, gelecek kuşaklarımız, sağlımız" gibi deyimler bu akımın söyleminde önemli yer tutar. İnsan zekasının, ekonomik büyüme ve refahın önündeki tüm engelleri kaldıracağını; yani doğa bilimlerinin ve uygun teknolojinin geliştirilip kullanılmasıyla bütün sorunlarının çözülebileceğini iddia eden teknokrat bakış açıları da insan-merkezci akıma örnek verilebilir.

Çevre-merkezciler (Ecocentric)

Ünder, çevre-merkezcilerin insanın sosyal ve kültürel çevresi ile değil de, doğal çevresi ile yani insan olmayan varlıklar ve onların yaşadıkları habitatlarla ilgilediklerini ifade etmektedir. Çevre-merkezciler genellikle doğal varlıklara zarar veren faaliyetleri protesto ederler. Onlara göre, çevreyi ya da doğayı korumak insana karşı korumak anlamındadır. Çevre etiğinin konusu ise, insan-insan ilişkileri ile ilgili değil, insanın diğer canlılarla ya da onların türleriyle ilişkileridir.

Biyo-merkezciler (Biocentric)

Vahşi doğayı merkeze alan biyo-merkezcilerde "doğa" ile mistik bir "birlik" düşüncesi vardır. Tüm canlı varlıkların eşit ‘özsel değerlere' sahip olduğunu ifade ederler. Onlara göre, tüm insanlar ekolojik felaketlerden eşit oranda sorumlu tutulur. Bakteriler ve virüsler de dahil olmak üzere, "içsel değer" in tüm türler arasında eşit şekilde dağıldığı anlayışı yaygındır. (Şadi İdem) İnsan sevmezlik / ilkelcilik (misanthropy) fikri ile vardıkları sonuçlar: Dünyada ne kadar az insan olursa o kadar iyi olur. Onun elini değdirdiği her şey bozulur. İnsan doğaya elini sürmemeli, müdahale etmemeli, ilerlememeli, hatta gerilemeli.

Çevre üzerine temellendirilen felsefi fikirlerden derin ekoloji, biyo-bölgecilik, çevrecilik ve toplumsal ekoloji gibi çeşitli akımlar doğmuştur.

Derin Ekoloji (Mistik Ekolojistler)

Derin ekoloji, ekolojik krizin insan-merkezci faaliyetlerden ve aşırı nüfustan kaynaklandığı iddia etmektedirler. Onlara göre tek çözüm nüfusun düşürülmesidir. Derin ekolojinin bazı destekçileri AIDS ve açlıktan ölümlerin doğanın insanlardan intikamı olduğunu ve buna karışmamamız gerektiğini açıklamışlardır. Biyo-merkezciliğin insan sevmezlik karşıtı düşüncesi, derin ekolojinin en önemli dayanığıdır.

Biyo-bölgecilik

Rus asıllı anarşist Kropotkin'in düşünceleri biyo-bölgecilik modelinin esas kaynağını oluşturur.Bu akımda, insan ekosistem içinde, ekosistemin bir parçası olarak görülür.
Tanımlanan topluluğun ülkesinin sınırları, ekosistem olarak görülebilecek biyoregion sınırları ile belirlenir. Çevrecilik akımını reddeden biyo-bölgecilik, kendilerini dünyanın çeşitli biyo-bölgelerindeki ekolojik sorunların çözümüne adamışlardır. "Ekolojik olarak sürdürülebilir, kendi kendine yeten, yöresel doğal kaynaklarla uyumlu bir yaşam biçiminin yerleştirileceği biyo-bölgelerin yaratılması gerekliliğini vurgularlar."

Çevrecilik

Çevreci hareketler genellikle belirli bir çevre sorununun çözümü için noktasal çalışmalar yaparlar. Bulundukları yerlerde yaşanan çevre sorunlarını ele almak, çevre bilincini geliştirmek için eğitimler düzenlemek hedefleri arasındadır. Üç Ekoloji Dergisi'nde Ümit Şahin çevrecileri şu şekilde tanımlar: "Kurtarılan tek bir kaplumbağa, yanması engellenen bir orman, bir sulak alanın yeniden canlılık kazanması sonuçları daha elle tutulur çabalardır ve bireysel anlamda da daha fazla tatmin ve mutluluk sağlarlar. Ancak seçtikleri bu yol, çevrecileri sıklıkla ilgilendikleri çevre sorununun kökenini göz ardı etmeye (ya da gereğince öncelik vermemeye) zorlar ve hatta daha da önemli bir risk almalarına, yani dert ettikleri çevre sorununun kökenindeki aktörlerle (devlet, kapitalistler gibi) zaman zaman aynı tarafa düşmelerine, ya da karşı tarafta kalsalar bile taviz vermelerine, veya düpedüz kullanılmalarına neden olabilir."

İngiliz Yeşiller Partisi'nden Jean Lambert, "Eğer sorunları birbirleriyle bağlantı içinde görüyorsanız, o zaman bir ekolojistsiniz. Eğer yumaktan sadece tek bir ipliği çekip onu izole bir biçimde ele alıyorsanız o zaman da siz bir çevrecisiniz demektir. Çevrenin korunması ağaçlar ve yeşil alanlar için tasalanmak kadar ekonomik ve sosyal değerlerle ilgili şeyler yapmayı da gerektirir" derken "çevrecilik" ve "ekolojizm"i birbirinden ayırıyordu. Örneğin, asit yağmurunun nedenini santral bacalarından salınan karbonmonoksitin filtrelerde tutulmaması olarak görmek "çevreci", nedene toplumsal, siyasi ve hatta felsefi nosyonlar yükleyip çözümleme yoluna gitmek "ekolojist" bir yaklaşımdır. Joel Kovel "Doğanın Düşmanı" adlı kitabında çevreci yaklaşımı şu şekilde ifade eder: "Sorun daha çok biyolojik çeşitliliğin yok oluşu veya iklim değişikliği gibi "çevre" düzeyinde ele anınır, hükümetlerin veya halkın değişiklikler yapması gerektiği vurgulanır...Hükümetlerin "büyük ölçekli" ekonomik düzenlemeler yapması gerektiği, Kuzey'in zengin insanlarının daha az tüketeceği, Güney'in yoksul insanlarının daha az çocuk dünyaya getireceği gibi yeni hayat tarzları oluşturulmaya çalışılır. Vergi politikaları, uluslararası anlaşmalar vb. konularda çeşitli tavsiyelerde bulunulur...Sonra da herkes evine çekilir, doğa harap olmaya devam eder."

Toplumsal Ekoloji

Murray Bookchin'in," İnsanın doğayı sömürmesi ve hükmü altına alması gerektiği yolundaki temel kavrayış insanın insan üzerindeki tahakkümü ve sömürüsünden kaynaklanır." ifadesi toplumsal ekoloji anlayışının temelini oluşturmaktadır. Toplumsal tahakküm kavramı; ataerkil ailede erkeğin kadını sömürmesi, devletin halk üzerinde baskı oluşturması, egemen grupların sahip olma hırsı ve rekabetçi tutumlarıyla insanlığı metaya dönüştürmesi ile açıklanabilir. Bookchin, ekoloji hareketinin, bütün yönleriyle tahakküm sorunun kucaklamadıkça, zamanımızın ekolojik bunalımının kökenindeki nedenlerini ortadan kaldırma yönünde hiç bir katkıda bulunamayacağını, yani yalnızca "çevrecilik"te takılıp kaldığı sürede insan ve doğa sömürüsüne dayalı sistemin bir ayağı olmaktan öte gidemeyeceğini ifade etmiştir.

Sonuç olarak felsefi fikirlerin tüm modern düşünceyi, teknoloji, mühendislik, siyaset, sosyal ve diğer tüm bilimleri ve ilgili alanlarını etkilediği görülmektedir.

Mühendislik ve Felsefe

17. yy'da otomasyon teknolojisinin başlamasıyla mühendisler, toplumsal bir kategori biçiminde
sanayileşmenin gereği olarak ortaya çıkmışlardır. Sanayi devriminin ilerlemesiyle buluşların endüstriye uygulanması; bu yolla üretimin hızla artması, mühendislerin üretimindeki rolünü de arttırmıştır. Büyüyen ölçekte ve seri üretime zorlayan bir üretim modeli olan Ford sisteminin benzer teknoloji ile diğer sektörlere uygulanmasıyla beraber mühendislere olan ihtiyaç da artmaktaydı.

Ahmet Öncü "Para, Mühendislik ve "Bizim Mühendislerimiz" adlı makalesinde, mühendisler iki uç konumda tanımlanmıştır. Birinci konumdaki mühendis "bilimsel yönetim" ilkelerinin kurucusu ve savunucusu olan Frederick W. Taylor'ın görüşlerinde şekillenmiştir. Taylor'a göre her şeyden önce bir "yönetici" olan mühendisin temel görevi "tüm çalışanların tek tek maksimum refahını sağlamaya bağlı olarak işverenin maksimum refahını sağlamaktır." Kısaca, Taylor'a göre mühendislik, "herkese herkesin çok istediği "parayı" verecek tılsımlı bir güce sahiptir."

İkinci konumdaki mühendis ise Throstein Veblen tarafından tanımlanmıştır. Veblen için mühendis, Taylor'un aksine işletme düzeyinde bir yönetim işlevine değil, sanayinin koşullarında sürekli iyileştirmelerle üretkenliği artırıp, insani var oluşunu geliştirebilme gücüne sahiptir.
Veblen, Taylor'un aksine mühendisi tüm çalışanların önderi konumunda ve servet sahibi, kapitalist sınıfların karşısında görür.

Aslında her iki konumda da kendini ayrıcalıklı bir grup içinde görme eğiliminde olan mühendislerden ikinci konumda olanlar toplumsal egemenliğe karşı felsefi ve politik bir bilinç geliştirecek ve toplumsal değişim faaliyetlerinde aktif yol almaya başlayacaktır. Öyle ise Veblenci bir mühendis tutumu toplumsal ekolojinin yansımasında kendini bulabilir. Taylorcu bir yaklaşımla mühendis, doğanın bir parçası olan insan adına üretkenliğini ortaya koyarken doğayı meta olarak kullanabileceği bir kaynak olarak değerlendirebilir. Emekçinin üzerinde tahakküm kurma çabası paralelinde doğal kaynakların sömürüsü insan merkezci bir yaklaşımda kendini bulur.

Descartes ve Bacon gibi ego-merkezci filozoflar doğaya ilişkin bilimsel bilgiyi, doğayı kontrol etmek ve ondan yararlanmak için bir araç olarak görür. Onlara göre amaç, insanın evren üzerindeki egemenliğinin sınırlarını genişletmek, hayatın güçlüklerini fethetmek, doğaya boyun eğdirmektir. Nitekim, mühendisin yürüttüğü her faaliyet basitçe toprak, su, hava bileşenlerine birer "etki" olarak değerlendirilirse, ekolojik riskler toplamı da bir "tepki" olarak ifade edilebilir. Giderek büyüyen etkiler çevresel sapmalara neden olacak ve sonuçta ekolojik krize neden olacaktır.

Çevresel risk öngörmede bir faaliyet için "etki" değerlendirme, ölçme ve izleme süreçleri ile oluşturulan disiplinler arası bir modelde çevre mühendislerinin sahip olduğu yönetme ve uygulama yetisi önemli bir yer tutar. Böyle bir modele "felsefi" bir nosyon yükleme, "tepki" nasıl minimize edilebilir sorusu ile mümkün olur. Çözümleme sürecinde adım adım cevaplandırılacak sorular ise şu şekilde sıralanabilir:


Her çevre mühendisi bir "çevreci" midir?

"Zorunlu çevrecilik" tutumu nedir?

Çevre mühendisliği uygulamaların felsefi bir açısı olabilir mi?

Çevre mühendisliğine ekolojik boyutlar kazandırılabilinir mi?

Eko-felsefi modeller oluşturulabilinir mi?


KAYNAKLAR
Ahmet Öncü, Para, Mühendislik ve "Bizim Mühendislerimiz, 2005
Hasan Ünder, Çevre Felsefesi, Doruk Yayımcılık, 1996
İbrahim Özdemir, Çevre Sorunlarının Antroposentrik Kaynakları
İlhan Talınlı, Tehlikeli Madde Kitap
Ümit Şahin, Ekolojizmi Çevrecilikten Ayırmak: Bir Yeniden Düşünme Denemesi, Üç Ekoloji Dergisi, 2005
tr.wikipedia.org
www.felsefe.ekibi.com
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
Ynt: Çevre Felsefesi ve Mühendislik

toplumsal ekoloji üzerinde durmakta yarar olduğunu düşünmekteyim. biçimlendirmek/senkronik organizasyon/yapılandırma olarak kendisini gösteren mühendislik egemenlik kurma düşüncesinden kaynaklanarak nicel ve nitel birikim ile günümüze ulaşmıştır. canlı türü olarak insanın yaşamsal sürecinde doğaya bağımlılığı/atmosfere bağımlılığı onların üzerinde düşünme/irdeleme/gözlemeyerek değiştirip/dönştürmeleri sonucunu doğurmuştur. tüm empirik bilgiler ayrışarak çeşitli bilim dallarını doğurmuştur.

eko-sistemleri tüm canlı/cansız doğa ile birlikte yeniden yorumlamadıktan sonra egemenlik ve tüketim anlayışı doğal kaynakların hızla yok olmasına ve yaşanabilir bir dünyanın yok olmasına neden olabilecektir.

"insan insanın kurdudur" diye boşuna söylenmiyor
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst