Atilla İlhan'ı Atatürk'e Bakışı

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Genel Tartışma Alanı kategorisinde turko29 tarafından oluşturulan Atilla İlhan'ı Atatürk'e Bakışı başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 5,479 kez görüntülenmiş, 21 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Genel Tartışma Alanı
Konu Başlığı Atilla İlhan'ı Atatürk'e Bakışı
Konbuyu başlatan turko29
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan turko29

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Atillâ İlhan ile Bir Röportaj

Ben birkaç yıl önce sizin hakkınızda yapılmış olan bir röportajı okumuştum. Sizinle konuşmaya gelen gençlerin çeşitli konulardan söz ettiğini, değişik alanlarla ilgilenen gençleri daha çok sevdiğinizi söylemiştiniz...

Subjektif ve objektif sebeplerim var. Subjektif sebebim şu, ben başarılı ve çalışkan bir öğrenciydim, ilkokuldan itibaren bütün sınıfları başarıyla bitirdim. Edebiyatla ilgilenmeme rağmen astronomiye çok meraklıydım, bu yüzden hep astronom olmak istedim, matematiğim de son derece iyiydi. İmtihana gireceğim zaman asla çalışmaz kitapların kapağını kapatır ve oyun oynardım. Çünkü ben derslerimi zaten birkaç gün evvel yeterince öğrenmiş olurdum. Sanat dünyasına intikal eder etmez farkına vardım ki, edebiyatçıların büyük bir kısmı tembel öğrenci. Bu kadar bilgi isteyen bir işin içerisindesin ve kitap okumaya üşeniyorsun. Bundan dolayı benimle görüşmeye gelen şair veya şair adayı yaptığı işle yeteri kadar ilgili değilse beni ilgilendirmiyor. Gelen bir genç, kendi dalında veya merak ettiği herhangi bir dalda yeteri kadar mücadeleciyse, bu benim hoşuma gidiyor. Objektif sebebe gelince, gençleri neden enteresan buluyorum: Son yirmi sene içerisinde, edebiyatla meşgul olan gençlerde bizim gençliğimize göre tam tersi bir durumla karşı karşıya kalıyorum. Müthiş bir yüzeysellik var. Edebiyat demek insan ruhunun mimarisini incelemek demektir, gençlerin çoğu insana ya yanlış bakıyor ya da hiç bakamıyor, dünyanın gidişatı hakkındaki bilgisi çok zayıf, gazetelerdeki birçok boş şeyi ciddiye alıyor. Bu gibi gençler geldiğinde onları ciddiye almak mümkün değil. Bir öğrencinin bana getirdiği şiirlerin üçü de çok güzeldi, ama mısra bilgisi yok, şiir mimarisini bilmiyor, kafiye nasıl kullanılır veya kullanılmaz bunu bilmiyor, şiirimiz ve eski şairler hakkında bir bilgisi yok. Sen şunları yapmalısın dediğimde, söylediklerimin hiçbirini yapmayacağını ben adeta gözlerinden okuyabiliyordum. Zaten bir daha da gelmedi.

Bir şiirinizde "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular" diyorsunuz. Bu, şiirde tema olarak aşk ve kadının çok sık kullanılmasından mı, sizin için gerçekten de aşık olmaya değer birinin olmayışından mı, 'O kadınlar'ın soyutlanan ve belki örneğini bizim göremediğimiz insanlar olmasından mı kaynaklanıyor?

Attilâ İlhan şiirinin o ayağını çok öne çıkarmaktan ileri geliyor. Bu kitapta da aynı şeyle karşı karşıya kalınıyor. Bu kitabın içinde toplumcu şiirler var, bu kitabın içerisinde hatta gerilim şiirleri var. Hiç kimse bu konular hakkında bana soru yöneltmiyor. İnsanların büyük bir kısmı bu konuları zaten hayatta yaşıyorlar. İnsanların dünyadaki varlıklarının nedenlerinden biri de öbü yanlarını bulmakla geçiyor. İnsanın öbü yarısı nasıl bulunur? Bu büyük bir soru... Sizin neslinizin anlayamayacağı bir yan var, isterseniz ben orayı anlatayım size: Sizin nesliniz bizim neslimizin buluğ ve daha sonraki çağlarda yaşadığı bazı şeyleri yaşamadı. İkinci Dünya Savaşı'nın gerek ülkemizdeki, gerekse dünyadaki etkileri vahimdir. Bu savaş, bizim bütünüyle iki şeye kaymamıza sebep oldu. İlk olarak yokluklar içinde yaşadık, yani 1942 veya '43 yılında sevgilini alıp pastaneye götüemezdin çünkü, şeker yoktu bu yüzden pasta da yapılamıyordu. Böyle birtakım sıkıntılar vardı. İkincisi, Tükiye ve dünyada o zamanki tabiriyle 'ahvali fevkalade', olağanüstü durum dolayısıyla son derece gerilimli bir dönem içerisinde bulunuyorduk. Yani durup dururken, yanlışlıkla söylemiş olduğun bir kelime yüzünden seni hapse atabiliyorlardı, orada on beş gün kalırdın, bu süe zarfında kimse senden haber alamazdı. Bizim dönemimizde özellikle toplumcu şairlerde bu psikoloji yer etmiştir. Benim şiirimin, büyük bir kısmında gerilim vardır. Hem de bir entrika öyküsü vardır, bu ikisi de sinemadan kaynaklanır. Ama bizim hayatımızda bunlar sahiden olduğu için inandırıcı oldu. Ben 'Duvar' şiirimi yazdığım sırada 'Duvar'ın ne olduğunu zaten biliyordum. Yani bilmeden onu yazarsan inandırıcı olmaz, inandırıcı olması için bir takım insanları etkilemesi gerekmekte. Bir mektup yüzünden seni hapse attılarsa aşkın ne kadar gerilimli bir şey olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bugün herhangi bir okulda, hergün yapılan bir şey, benim okuldan atılmama hatta ve hatta hapsedilmeme mal olabilirdi. Bu ortam içerisinde sanatçı yapılı birisiysen bundan etkilenirsin. Birinci olarak aşk imkansızdır, Nâzım'ın bütün aşkları imkansızdır, çünkü hep hapistedir. Bundan dolayı bir imkansızlık mevcut, ikincisi ki bu, daha büyük bir imkansızlık, şairin yaşama şartlarıdır. Çünkü, ben Suna ile evlenmeyi düşünüyordum, ama nasıl evlenecektim, babası bana açıkça kızımla birbirinize çok yakışıyorsunuz ama ona nasıl bakacaksın diye sordu... Doğru söylemişti, o kızla evlenecek olsam nasıl bakabilirdim. Çünkü, benim bir yerden devamlı maaş alarak çalışmam mümkün değildi. Çünkü, komünist diye adı çıkmış olanlara iş vermezlerdi. O ortamı yaşayan insanların aşkı da gündelik hayatı da askıda yaşamaktır. Benim kitaplarımdan bir bölümünün adı 'Askıda Yaşamak'tır. Askıda yaşamak işte budur, bir dakika sonranın ne olacağı belli değildir. Böyle olunca da sen hayali aşklar yaşıyorsun, çünkü hayali bir kadın seninle her an beraberdir...

Bir süe sonra bu bir alışkanlık halini mi alıyordu?

Bu durum insan hayatında iki tülü rol oynuyor, birincisi insanın hayattan aldığı etkilerle kendi kafasında bir sevgili hayali gelişiyor. Kız, buna benzeyen bir kişiliğe sahipse, büyük, bir şansı vardır. Şair o kıza ciddi bir şekilde yaklaşıyor çünkü onu çok beğeniyor. Ama tabii şair kendi şartları içerisinde tasarlamış, halbuki kızın kendi şartları var... Yan yana geldiğinizde o sana, hadi şuraya gidip oturalım, dediğinde, onun dediği yer senin hayatında asla gitmek istemediğin bir yer olursa oradan itibaren hayal bozuluyor, bu yüzden imkansız aşklar çok güzel, çünkü, bu hayal kırıklıkları onlarda yaşanmıyor. Benim hayatımda da birkaç tane imkansız aşk olmuş ve onlar beni çok derinden etkilemiştir. Sonradan başka hayal kırıklıklarına uğradığımda... onunla olsam bunlar olacaktı gibi bir teselli oldu. Mutlu aşk yoktur, aşkın yerine şefkat gelirse kurtarırsın. Ben kendi adıma şefkate ağırlık veren bir insan olduğum için, bazılarının kızıp bazılarının hoşlandığı alaka halkalarına sahip olabildim. Böyle olunca ilgi görüsün. Bu ilgi senin istediğin ilgi gibidir.

Bir Attilâ İlhan şiiri var. Bu şiirin sırrı nedir?

Babam Divan tarzında şiir yazarda bunları okurdu, ben büyüdükten sonra o şiirleri bana okutmaya başladı. Bu yüzden çok küçük yaşlarımdan itibaren Divan şiiriyle haşır neşir olmaya başladım. Evin içinde bir Divan şiiri atmosferi vardı. Eğer bir insan aruza hakim olamazsa Tükçe şiirle etkileyici bir mısra yapamaz. Çünkü, aruzla yapılmış olan mısraların inanılmaz bir sağlamlığı vardır. Hatta gençlerle sohbetlerimde onlara, yazdığınız şiirlerde mısralar mısra değil, devrik cümleyle söylüyorsunuz, mısra oluyor. Oysa mısra apayrı birşeydir. Mısranın ölçüsü çok kolay. Yatay olarak şiiri yazdığınız zaman, eğer metin gibi okuyabiliyorsanız mısra yoktur. Çünkü Yahya Kemal veya Ahmet Haşim'in şiirini yatay yazacak olursanız okuyamazsınız, mümkün değil. Ben aruzla şiir yazmaya başladım on yedi yaşımda, iki sene kadar aruzun nisbeten kolay yönleriyle kendime göre ustalaştım. Bu benim için çok büyük bir destek olmuştur. Tük halk şiirini antolojilerden, kitaplardan okudum. O zamanlar televizyon yok, radyo çok nadir bulunuyor, ki bırakın radyonun bulunmasını elektrik yok. Bu yüzden evde şiiri ben okurdum, çok güzel antolojilerimiz vardı. Bir taraftan halk şiirini bir taraftan Divan şiirini okuyorsun, bir taraftan koşma yazıyorsun, bir taraftan gazel yazmayı deniyorsun. Bütün bunların, serbest vezinle mısra yazmamda yararı olmuştur. O sesi kullanmana imkan veriyor. Benim 1949 yılında yazılmış şiirlerim vardır, onlarda da aruzu hissedersiniz, onlarda da hem Osmanlıca'yı hem aruzu kullanırım. Niye diye soracak olursanız çünkü, ben onlarla çok haşır neşir oldum. Ama sonra aynı şeyi Nâzım'ın yaptığını görünce çok sevindim, o zaman kendi kendime doğru yolda olduğumu anladım. Halbuki o sıralarda bizim toplumumuzda şiir ne yazık ki Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının resmi kötü politikasına dahil olmuştu, Halk şiirini geçerli sayıp, Divan şiirini red ediyordu. Halbuki Marksist olarak bakarsanız böyle bir şey mümkün değil, şundan dolayı mümkün değil, çünkü Divan şiiri de Halk şiiri de aynı altyapının şiirleridir. Kaldı ki bizim halk şairlerimizin bir kısmının Divanları, Divan şairlerinin bir kısmının ise hece ile şiirleri vardır, yani kesin bir ayrım yoktur. Hatta Tekke şiirinden bile yararlanılabilir ki ben yararlanmışımdır. Özellikle Kaygusuz Abdal beni çok etkilemiştir. Onun üzerinde çok durmuşumdur. Kaygusuz Abdal'ın kafiyesiz şiirleri vardır. Tüm bunların birleşiminden ortaya bir şeyler çıktı, ama Attilâ İlhan şiiri tek sesli bir şey değildir, bu benim şiirimin seslerinden sadece biridir. Gündelik konuşma şeklinde yazılmış, son derece düzgün, basit şiirlerim de vardır. Her çeşidi denerim, bu benim şiir yapımdır. Ben sese çok önem veririm, çok sesli olmaya çalışırım. Örnek olarak Behçet Necatigil'i verebiliriz, Behçet hoca iyi bir şairdir ama tek seslidir, ikinci bir ses yoktur şiirinde. Benim şiirlerimin bazıları kükreyerek bazıları ise mırıldanarak okunacak şiirlerdir. Kaset yapmamın sebebi de budur. Batı şiiriyle ilişkim Fransızca öğrendikten sonra başladı. Çünkü, şiirin çevirisinin olacağına inanmıyorum. Tükçe'ye Fransızcadan çeviri şiirler yayınlanıyor, o şiirlerin gerçekleriyle hiç alakası yok. Çevirenin kapasitesi kadar oluyor çeviri şiir. Dilin de kendine göre sıkıntıları var, onu ancak dili iyice öğrendikten sonra yakalayabiliyorsunuz. Apollinaire beni etkilemiştir. Apollinaire tarzında şiirler yazdım, bu tarzın da bana katkısı oldu. Neticede herkesin imzasız da yazsam benim olduğunu anlayabileceği bir tarz oluştu. Tük halkı da bu modeli çok sevdi, benim tüm kabahatim işte bu. Bandırma körfezindeki bir teknenin arkasında 'Pia' yazılıysa veya bir kamyonetin arkasında 'Ben Sana Mecburum'u görüyorsam işte burada çok güzel işaretler vardır. Bunları benim şahsi başarım sanıp kızıyorlar, halbuki bu benim şahsi başarım değil, Tükiye'de şiire bu sentez üzerinden gidip kendi şiirini oluşturacaksın. Bu sentezi ilk defa da ben yapmıyorum. Ahmet Arif, Nazım Hikmet neler başarmıştır, hatta Nazım birkaç kitapla ortalığı alt üst etmiştir, demek ki ortada çözümlenmiş bir olay var. Eğer çizgiyi tutturabilirsen başarılı olabilirsin. Genç şairlerin dramı bu, beğenilen her şeyi reddediyorlar. Yüz kitap, bin kitap basıyorlar, satamayıp harcanıp gidiyorlar. İçlerinde gerçekten çok başarılı olanlar da var ama bu yüzden yok oluyorlar.
{mospagebreak}
Yazdığınız denemelerle Tükiye'nin geçmişten geleceğe uzanan yönelmeleri hakkındaki düşüncelerinizi yansıtıyor, 'şimşekler çakıyorsunuz'. Yazarlığınızın bu yönünü göz önüne alarak sizden bir değerlendirme isteyeceğim: Bir Marksist olarak, özellikle bu son birkaç haftadaki gelişmelerin ışığında Tükiye'nin hangi yöne doğru gittiğini düşünüyorsunuz?

Bugün Tükiye'nin götüüldüğü yer 1900'lü yılların başlangıcında götüülmek istendiği yerdir. Tükiye'deki insanları ki bunlara sanatçılar da dahildir iki kısma ayırabiliriz: Bunların bir kısmı Cumhuriyet döneminde yetişmişlerdir, bir kısmı ise demokrasi döneminde yetişmiştir. Demokraside yetişen aydınları, Tanzimat aydınlarıyla karşılaştırdığınızda herhangi bir fark göremez hayrete düşersiniz. Cumhuriyet aydınları daha farklıdır. Bunu Batıdan belirli birtakım şeylerin mümesilliğini alıp, Tükiye'de bunun ticaretini yapmaya benzetebiliriz. Cumhuriyet memleketin içerisinden birşey çıkarıp bunu dünyaya göstermeye çalışmıştır. Bizim kuşaklar böyle yetişti. Bizde tarih, millet vs. bilinci vardı; yeni yetişen demokrasi çocuklarında bu bilinç yok. Tarih bilincinin olmayışı çok vahim, çünkü tarihini bilmeyen bir insan hiçbir yere ait olamaz. Bugün konuşulan birçok şey 1919'da İngilizlerin bizim halkımıza söyletmek istedikleri laflardır. Bu laflar İstanbul'da söyleniyor diye Anadolu'da savaştık, bugün çok rahat o lafları demokrasiye sığınarak söylüyorlar. Böyle bir konuda asla demokrasiye sığınmak olmaz. Bunların anlaşılmamasının sebebi tarih bilincinin olmaması. Bir de Milad'ı kendilerinden başlatmak gibi bir uğraşları var ki bu daha enteresan bir durum. Benden öncekiler ne yapmış, ne yazmış olurlarsa olsunlar, benimki en iyisidir deyip kestirip atıyorlar. Bu düşünceyle hiçbir yere varılmaz. Üniversiteler, yaptığımız anket sonrasında öğrencilerimiz en beğenilen şair olarak sizi seçtiler diyerek beni davet ediyorlar. Ben 1940 yılından geliyorum, benden sonra hiçbir şair çıkmadı mı ki onu çağırsınlar? '60'ların sonu '70'lerin başında ortalık karışırken çocuklar halkla beraber bir şeyler yapmaya çalıştılar, halk onlara katılmadı. Bu halk birşeyden anlamıyor diyorlardı. Kemal Paşa hangi halkla yaptı bu işleri? Kemal Paşa eğer o işleri halkla beraber yaptı da bugün sen yapamıyorsan, kabahati kendinde aramalısın, o zaman sende hata var. Sanatçının kendi memleketini, insanını tanımamasından kaynaklanıyor bu, adeta onu yadsıyorlar. Bir kişi bana hikayelerini getirdi, okuyunca dehşet içinde kaldım, kahramanların hepsi Hıristiyandı. Bu bir Tük çocuğu, o kadar nefret ediyor ki memleketinden kendisine, milletine ait olan şeyleri bile kullanamıyor. Her şey çok hesaplı ve mantıklı bir şekilde geri döndüülmeye çalışıyor. Bunun başlangıcı da, Tükiye'de Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun delinmesidir. Ondan sonra yetişen çocuklarda hep bir şey eksik kalıyor. Dini eğitim alan çocuklar bu toplumdan koptular, alt yapılan yok oluyor çünkü, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Tükiye'ye hitap eden bir sanatçı çıkmıyor, sadece bir kesime hitap eden insanlar çıkıyor, onlar da zaten küçük evrelerin içinde kaybolup gidiyorlar. İkincisi yabancı mekteplere itibar edilir oldu, kolej bitirenler gözde oldular. Halbuki yabancı dilde eğitim almaya başladığında referanslarının tümü yabancı oluyor. Devlet okullarında da yabancı dille eğitime başlandı, buradan çıkacak çocukların dil, yurt bilincine sahip olmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Küeselliğin manasını anlamak için Cumhuriyet gençliğine ait olmak gerekir.

Bu durumda, Tükiye'nin geleceğine olumlu bir açıdan bakabiliyor musunuz?

Bundan iki ay evvel, bir roket denemesi yapıldı, bütün teknolojisi Tüktü. Dünyada bunu 10 veya bilemediniz 12 devlet yapabiliyor. Uzay merkezi kurmak, nükleer teknolojiye geçmek istiyoruz, kızıyorlar. Tük ordusu en düzenli, en iyi eğitimli ordu. Batı bunlardan rahatsız. Özellikle aydınlarımız bunları görmezden geliyorlar. Onlar Hatay'ı, Kıbrıs'ı hak ediyorlar mı sanıyorsunuz. Bu gelişmeler Batı'nın gözünde Osmanlı'nın üemesi. Tükiye, Balkanlar'da, Kafkaslar'da, Ortadoğu'da yani eski Osmanlı topraklarında öncelik hakkı istiyor. Buna ne hakkın var diyorlar. O halde İngiltere'nin Hindistan'da ne hakkı var? Biz vazgeçelim ama onlar da vazgeçsinler. Biz büyük bir devletiz. Biz bin senedir buradayız. Balkan halklarının yüzlerini Tükiye'ye dönmesinden çok rahatsız oluyorlar aslında. Bundan dolayı da Tükiye'nin başarısız olmasını istiyorlar.

Bu noktada söyleşimizin konusu olan 'Attilâ İlhan'a Mektuplar'a gelmek istiyorum: Size gönderilen mektupların çoğunluğu politik olarak en hareketli olan '70'li yıllara ait. Aydın ve sanatçıların yazdıklarına baktığımızda politik görüşlerin yok denecek kadar az olduğunu görüyoruz. Mektuplarda politik düşüncelerin dile getirilmesinden özellikle kaçınılmış olabilir mi, yoksa başka nedenler var mıdır?

Mektupları yazanların büyük bir kısmının politikayla doğrudan bir ilişkisi yok. Çok azının politikayla ilişkisi vardı. Çok ilginçtir politikayla ilişkisi olanlar, mektuplar yayınlandıktan sonra birşey demediler çünkü, onlar kendileriyle barışık, on yıl önceki görüşleriyle bugünkü düşünceleri arasında hiçbir fark yok. Şair kısmının çoğunluğunun politik tercihleri yoktu, ben bu konuda özel bir tutum içindeyim. Ben Toplumcuyum, Marksistim ama bana akıl sormaya gelen genç bir edebiyatçıya asla fikirlerimi aktarmaya çalışmam. Onlara şu veya bu şekilde herhangi bir telkinde bulunmam. Böyle bir telkin yapmayınca merak edip sorarlardı. Onların hepsinde müthiş bir başarı kazanma hırsı ve başarı kazanma isteği mevcuttu. Onların o zamanki hallerinden utanmaları onların sorunu. Fikirlerin utanılacak bir yanı olmaz. Herkes fikrini özgüce dile getiriyor o mektuplarda. Sen diyebilirsin ki; o zamanlar o fikirdeydim ama şimdi geriye dönüp baktığımda aynı şeyleri düşünmüyorum. Nitekim Selim İleri böyle yapıyor. Mektuplarının yayınlanmasını bir anlamda kendi kendini tahlil vesilesi olarak değerlendirmeyip, karşı çıkınca biraz komik oluyor, çünkü bunun ne ahlakla ne de hukukla ilişkisi var. Ahlakla ilişkisi yok çünkü, bana yazılan mektupların içerisinde tek satır özel hayat katılmamıştır, edebiyatla ilgili eleştiriler vardır. Neden şunu görmek istemiyorlar: Benim hakkımda de çok sert eleştiriler var. Ben bunlardan hiç alınmıyorum. ilhami Soysal, 'Fena Halde Leman' için, sen bunu nasıl yazarsın diye bana çatıp, öbü tarafta hiç onunla alakası olmayan genç bir adam Hüseyin Yurttaş aynı mantıkla beni eleştiriyor. Bunlar, çok rahatlıkla ele aldığım, hatta çok teşekkü ettiğim eleştiriler oluyor, hiç birine de alınmıyorum. Bizim solculukta eleştiriyle adam olursun. O zamanlarda ben eleştirirdim çocukları ama üslubum çok farklıydı, bazılarını yapar, bazılarını yapmazlardı. Benimle çalışma içinde olan genç arkadaşım kitaba doğru gitmeye başladığı zaman o kişiliğini buluyor demektir, ona artık şunu şöyle bunu böyle yap demek ayıptır. Farkında mısınız olay çıkarmaya çalışan kişiler Amerikan okullarında okumuşlar, bu çok enteresan. Anadolu'da bir liseden mezun olmuş bir arkadaş mektubu olduğu halde bir şey söylemiyor. Amerika'da eğitim gören arkadaşların alınmalarının nedeni acaba nedir, ben bunu sormak istiyorum kendilerine. Demek ki iki tülü aydın yetiştiriyoruz, bir kısmı memleketin has aydınları, diğer kısmı ise bu memleketten memnun olmayıp bir an önce kapağı dışarı atmak isteyenler... Onlar zaten belli oluyor. Bunun bu kadar mesele edilmesi de yanlış.
{mospagebreak}
Size yazılan mektupları yayınlamanızdaki amacınız neydi?

Belirli bir dönem içerisinde genç şair ve yazarların hangi düşünceler içerisinde ortaya çıktıklarını göstermek istedim. Bin tane bastırayım yeter, diye düşünüyordum ama gündeme getirilince çok satmaya başladı. Bende okur ve dinleyici mektupları da var. Kitapta mektupları olanların hepsi kendini kanıtlamış insanlar. O zaman yazdıkları artık kişiye özel değildir. Bu mektupların edebiyat tarihçileri için büyük bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Benim ustam Ömer Faruk Toprak'tı, kendisine iki mektup yazar içine de şiirlerimi koyardım, o da bu şiirler hakkında eleştirilerini yazardı. Arama taramalar sırasında hepsi yok oldu: Eğer benim yazdığım mektupları yayınlayacak olurlarsa asla tepki göstermem. Bende kompleks yok.

Mektupların bu kadar gündeme gelmesi, basının magazine olan ihtiyacından kaynaklanıyor diyebilir miyiz?

Basının magazine olan ihtiyacından kaynaklandığı doğru.

Siz yalnız yazar olarak değil, dergici ve yayıncı olarak da uzun süe edebiyat dünyamızda yer aldınız. Bugüne baktığınızda edebiyat ortamında meydana gelen gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Edebiyat dünyasında gelişen şey sadece yayın alanında oldu. Eskiden asla bu kadar kitap yayınlanamazdı. Yayın endüstrisi çok kitap yayınlıyor ama kitapları çok iyi seçiyor demek zor. Marcel Proust veya Marquis de Sade'ın kitapları gibi hiç yayınlanmamış kitaplar yayınlanabiliyor ve hiçbir sorun çıkmıyor. Bunlar güzel şeyler, bu ortamın eskiye nazaran daha iyileştiğini, geliştiğini gösteriyor çünkü. Kitaplar toplanmıyor. Öbü taraftan, şimdiye kadar asla geliştiremediğimiz 'science fiction' ve polisiye tülerinde Tük yazarları hiç de fena olmayan eserler veriyorlar. Özellikle şiirde ve hikayede yeni eserler veriliyor ama tıkanıklık da var. Çünkü bazı insan çok bireyseldir, yalnız kendini yazar ama öyle bir yazar ki sen bundan son derece etkilenirsin. Mesela Kafka. Kimileri Kafka tarzında yazmak istiyor ama ortaya döktüğü kişilik çarpıcı olmuyor. Orada kendini önemsemeye çalışan, diğer insanlardan kendini farklı bir kategoriye sokmaya çalışan bir aydının anlaşılamama sıkıntılarını görüyorsun. Şiirde ise "şimdi kullanışlı şiir zamanı" deniliyor. Çocuk şiir yazıyor ama şiirin mantığı yok, oysa şiir mantık işidir. Her aklına gelen mısrayı kağıda dökerek şiir yazdıklarını sanıyorlar, işte en hazin olan bu. Başarılı şairlerin hepsi en çok '40'lı yıllardan geliyor. Demek ki sonraki yıllarda büyük yanlışlar yapıldı. Arabesk neden tüedi, çünkü, Tük halk ve sanat müziklerini batı enstrümanlarıyla üetmeye çalıştık, ama başarılamadı. '60'lı yıllardaki atılımlar güzeldi ama devamı gelmedi. Aynı şey şimdi şiirin başına geliyor. Halktan kopmuş olmak, okurunu kaybetmiş olmaktan dolayı bazı dengesizlikler oluşuyor. Okur, halk, olmadığı zaman topallarsın. Tük halkının belli bir yapısı var, halkın yapısına ters düşen şeyler yaparsan kabul görmez doğal olarak. Avrupa şiiri ile kıyaslayıp orada da büyük şairler çıkmıyor demek çok yanlış. Avrupa'ya baktığınız zaman gençleşemeyen bir toplum olduğunu görüyorsunuz, bunun edebiyatta da yansıması oluyor. Fransız edebiyatında aşağı yukarı otuz senedir benim heyecanla okuyabileceğim bir roman olmadı. Neden çıkmıyor, çünkü, muhtevası yok, gelişme bitmiş artık, o geçmişi korumakla uğraşıyor.

Eleştirmenlerin etkisi ne ölçüde?

Bu bakımdan Ataç'ın üzerinde çok daha tartışılır. Çünkü, Ataç, Nazım Hikmet şiirinin silinmesi ve onun yerine Garipçilerin şiirinin resmi Tük şiiri olması için çok savaş vermiştir. Eleştirmenlerin çoğunda olduğu gibi onun da yargılarında duygusallık vardı, eleştirmen duygusal olmaz. Ataç, böyle biriydi, yazdığı kişi onun tersine gittiyse onu yerden yere vurabilirdi. Mesela Fethi Naci benim arkadaşım, diyelim senin yazılarını çok beğendiğini söylüyor, eğer onun hakkında ters bir laf edecek olursan hemen fikrini değiştiriverir. Fethi Naci'yi ben kişisel olarak çok severim, Tükiye'de zaten doğru düzgün eleştiri yapan bir tek Fethi Naci var, başka da istesen bulamazsın zaten. Eleştirmenden çok, incelemeci var. Eleştirmen başka bir şeydir, o Naci'de daha çok var. Memet Fuat eleştirmenden çok incelemecidir. Memet Fuat da duygusaldır. Pınar Kü 'Yarın Yarın' kitabını yayınlanmak üzere Ankara'da bana getirmeden önce Memet Fuat'a vermiş, Memet Fuat onun kötü bir yazar olduğunu, iyi hikayeci olamayacağını, hatta hiçbir şekilde roman yazmaya teşebbüs etmemesi gerektiğini söylemiş. Ondan sonra kitabını götüdüğü birçok yayınevi kitabını yayınlamamış.. Bunun üzerine Hilmi Yavuz "Ankara'ya git Attila İlhan'a göster, bunu yayınlarsa o yayınlar" demiş. Bana geldi, yayıneviyle kavgalı olduğunu söyledi. Niye kavgalısın, diye sorduğumda, onlara bir çeviri yapmıştım parayı alamadığım için kavga ettim dedi. Kitap çok güzeldi, sadece ismini değiştirdik. Bir de kitabın birçok yerinde kadın kelimesi kullanılacağına karı kelimesi kullanılmıştı, bunları değiştirdik. Kitap bir süü baskı yaptı ve çok beğenildi. Memet Fuat, roman aleyhinde adeta bir kampanya açtı. Ben şair olduğum halde onlar kadar duygusal değilimdir. Çünkü ben önce solcu sonra şair oldum.

Bir tartışmanın ardından Ataç'a kitaplarınızı imzalayarak gönderdiğinizden söz edilir.

Gönderdim ve hâlâ da gönderirim. Ben bunu bir tartışma vesilesiyle yaptım, yine de yaparım. Benim 1946 yılında CHP Şiir Armağanı'nda ikincilik ödülünü almamda Ataç'ın çok önemli bir rolü vardır, ben bunu biliyordum. "Duvar"ı yayınladığımda Ataç beni göklere çıkardı ama solcu olduğumu bilmiyordu. Yavaş yavaş tehlike azaldıkça ben öbü konulara girmeye başladım. Ataç sinirlendi, kendi alanında da zor duruma giriyordu, çünkü bir solcuyu övmüş oluyordu. Buradaki tavır politik tavırla ilgili. Hakaret etti bana, ben de bu yüzden kitaplarımı kendisine gönderdim, sizin bana çok yardımınız oldu ve ben size hâlâ saygı duyuyorum, anlamına geliyordu bu.

Gerek yazı ve şiirlerinizde kullandığınız dil gerekse bu konudaki düşünceleriniz çokça eleştirilmiştir. Zaman zaman da 'Dil Devrimi'ne karşı oluşunuz gündeme getirilir?

Tükiye'de dil devrimi diye yapılan şey yanlış anlaşılmıştır. Dil birikimi içerisinde, ülkenin ümmet döneminden gelen kalıntılar bulunur, bu o dilin tacize uğradığı anlamına gelmez, bunun ispatı çok kolay. Fransızca, Fransız milletinin dilidir ama bunu kurcalamak lazım, Fransızca nereden çıktı? Hıristiyanlığın kabulünden sonra Yunanca ve Latince Batı'nın ümmet dili oldu. Milli devlete dönüştükleri zaman kendi dillerini yarattılar. Aslında Fransızca kötü bir Latincedir, Fransızca'nın % 85'i Latince kökenli kelimelerdir. Latince Hıristiyanlığın dilidir. Bunların dışında da diğer kavimlerden etkilenmiş bir dile sahiptirler. Fransız Akademisi Fransızca üzerine titrer. Akademi'deki birinin, dilimizden Latince ve Yunanca kelimeleri atalım dediğini, hiç duydunuz mu? Kimse böyle bir laf demez, çünkü, 118 kelimeleri kalır geriye. Bir milletin dili diğer dillerle olan etkileşimlerin sonucu ortaya çıkar. Bunu bize uygularsak; biz Doğu toplumu olduğumuz için Müslüman dairesi içerisindeyiz, bu daire içerisindeki diller de Farsça ve Arapça'dır. Farsça, Arapça'yla evlidir. Orta Asya'daki Tük topraklarında Arapça ve Farsça son derece doğal sayılmaktadır. Dil kendi akışı içinde değişmeli... Gecekondu kelimesi, kaptıkaçtı ne güzel uydurulmuştur. Kaptıkaçtı kelimesi '30'lu yıllarda ilk olarak otomobilden büyük, otobüsten küçük vasıtalar için kullanılmıştır. Duraklarda beklemediği için halk arasında adı 'kaptıkaçtı' oldu.
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
“...Gâzi´nin ´Nokta-i Nazarı´!..”

... - Mustafa Kemal Paşa dahil, - Türkçüler 'in 'Milli Mücâdele 'deki katkıları ve fedakârlıkları; ne reddedilebilir, ne de inkâr; bu böyledir de, sonraki yıllarda, -Mustafa Kemal Paşa dahil-, Kemalistler 'in takındıkları tavrın sebebi nedir? Sanırım bunu kavrayabilmek için, daha Müdafaa-i Hukuk 'un ilk yıllarında, İstanbul Türkocağı 'nda, en önemli Türkçülerimizden birinin, şu söylediklerini bilmek, üzerinde düşünmek, iyice anlamak gerekiyor.

''... Bizde Türkçülük akımının, gitgide iki kola ayrıldığını iddia etmek istiyorum. Bu akımı, şimdi moda olan tâbirlerle târif etmek istersek, birisine 'Demokratik Türkçülük', diğerine 'Emperyalist Türkçülük' diyebiliriz...''

'Türkçülüğün' iki türü...

''... ( Buraya dikkat! ) 'Demokratik Türkçülük' milliyet esasını, her millet için bir hak olarak kabul ediyor ve Türkler için talep ettiği bu hakkı, diğer milletlere de aynı derecede hak olarak tanıyordu. 'Demokratik Türkçülük', ihtimal ki Türklerin çoğunluğu, diğer milletlere mahkûm durumda bulunduklarına; ve hatta hâkim sayılanların bile, iktisadi ve kültürel olarak, yalnız mahkûm değil, adeta bağımlı olduklarına; ve bu nedenle, haklılığa dayanarak, kurtuluşun mümkün olacağına inanmaktan kaynaklanmakta idi. Bundan başka 'Demokrat Türkçüler', Türk'ün mevcut birikmiş kuvveti, şimdilik kendi kendini yaşatmaya ancak yeter diye düşünüyorlardı; diğer milletleri temsil etmek şöyle dursun, yönetmeye çalışmanın bile, o kuvveti zayıflatmaya neden olacağından zararlı sayıyordu...''

''... 'Emperyalist Türkçüler' ise, daha çok Avrupa Nasyonalistlerine benziyorlardı; herkes için geçerli hakka değil, sırf kendi kuvvetlerini arttıran milliyetçiliğe taraftar idiler. ( Buraya dikkat! ) 'Demokratik Milliyetçilik' hakka dayanan ve sadece savunma amaçlıdır; gasp edilen hakkı almaya, gasp edilmek istenilen hakkı savunmaya çalışır; 'Emperyalist Milliyetçilik' ise saldırgandır; diğerlerinin hukukuna tecavüzü bile onaylayarak, kendi milliyetini güçlendirmeye çalışır. 'Saldırgan Milliyetçilik' dünyada henüz bitmiş değildir; fakat zannediyorum ki bu tür milliyetçilik, er geç sona ermeye mahkûmdur: Rusların, Avusturyalıların ve Almanların başlarına gelen, bir gün olup diğer Emperyalistlerin de başlarına gelecektir...''

Gerçekliği ve sağlamlığı, günümüzde bile geçerli olan bu sözlerin sahibi; Gâzi 'nin safında 'İstiklâl Harbi' ne 'fiilen' katılmış olan, Türk düşünürü Yusuf Akçura 'dır; Kemalizm 'in oluşturulmasına katkıları inkâr edilemeyecek olan bu fikirlerin, daha Müdafaa-i Hukuk Doktrini 'nin henüz oluşturulmaya başlandığı yıllarda, bu kadar açık ve net olarak ortaya konulduğu görülürse, Mustafa Kemal Paşa 'nın yıllar sonra (1927), 'Büyük Nutuk' ta aynı bahse dokunurken, şu söylediklerine hiç şaşmamak lâzımdır.

Gâzi diyor ki...

''... Muhtelif milletleri, müşterek ve umûmi bir unvan altında cemetmek ve bu muhtelif unsur kütlelerini, aynı hukuk ve şerâit altında bulundurarak, kavi bir devlet tesis etmek, parlak ve câzip bir nokta-i nazar-ı siyâsidir. Fakat aldatıcıdır. ( Buraya dikkat! ) Hatta, hiçbir hudut tanımayarak, dünyada mevcut bütün Türkleri dahi bir devlet halinde birleştirmek, gayr-ı kaabili istihsal bir hedeftir. Bu asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların; çok acı, çok kanlı hâdisat ile meydana koyduğu bir hakikattir...''

''... ( Buraya dikkat! ) Panislâmizm, Panturanizm siyasetinin muvaffak olduğuna ve dünyayı saha-i tatbik yapabildiğine, tarihte tesadüf edilmemektedir. Irk farkı gözetmeksizin, bütün beşeriyete şâmil, cihangirâne devlet teşkili hırslarının netâyici de tarihte mazbuttur. Müstevli olmak hevesleri mevzu-u bahsimizin haricindedir. ( Buraya dikkat! ) İnsanlara, her türlü hissiyât ve revâbıt-ı mahsûsalarını unutturup; onları uhûvvet ve müsâvât-ı tamme dairesinde birleştirerek, 'insanî bir devlet' kurmak nazariyesi de kendine mahsus şerâite maliktir...''!

Gâzi, Türkiye Cumhuriyeti 'nin hangi prensibe oturduğunu, bu sözlerden sonra, şöyle ifâde edecektir:

''... Bizim vuzûh ve kaabiliyet-i tatbikiye gördüğümüz meslek-i siyâsi, 'Millî Siyâset'tir. Dünyanın bugünkü umumi şerâiti ve asırların dimağlarda ve karakterlerde temerküz ettirdiği hakikatler karşısında, hayalperest olmak kadar büyük hatâ olmaz. Tarihin ifâdesi budur; ilmin, aklın, mantığı, ifâdesi böyledir...'' (Bkz. 'Nutuk' Cilt II.)

Bu 'tefrik' niye?..

G erek Yusuf Akçura 'nın, gerekse Mustafa Kemal Paşa 'nın; Türkçülük 'te böyle bir 'tefrik' yapması nedendir? Bunda hiç şüphesiz, Akçura 'nın Çarlık Rusyası 'nda ve Osmanlı 'da; Gâzi 'nin ise, İttihatçılar 'ın -bilhassa Enver Paşa 'nın- Pan/Turanizm ve Pan/İslâmizm teşebbüslerinde yaptığı, vahim yanlışların önemli rolü olmuştur.

Mesela ne gibi mi?


Cumhuriyet, 10.01.2005​
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
“Gâzi´nin, O ´Dev´ Yalnızlığı!...”

Ne çetin bir 'dev' yalnızlığı içindeymiş! Çevresinde yaşamış olanlardan, hangisinin hassas ve akıllı 'hatırasına' el atsam; bu gerçeği yoğun bir sis halinde, görmüşümdür: Hasan Rıza Bey (Soyak) sayfalar boyunca, imâ eder durur; Fâlih Rıfkı Bey (Atay), üstelik sosyal haritadaki yerine koyarak, tarif etmiştir:

''... Mustafa Kemal'le, samimî olarak, yalnız Gökalp kolundan -yâni 'ırkçı' ve 'gelenekçi' olmayan, Batı kültür ve medeniyetçisi- Türkçüler, işbirliği etmişlerdir. Sayılarının ne kadar az olduğunu söylemekten sıkılırım; pek çokları, Mustafa Kemal gibi bir kurtarıcının her yaptığının, -kendi inançlarına aykırı da olsa-, doğru olduğu fikrine bağlı idiler; pek azı, yapılanları anlayarak ve onlara inanarak; pek çoğu Mustafa Kemal'e bağlı olarak, ona inanarak yürümüşlerdir...''

''...Atatürk, ileri atılışlarında; daima statükocu, el altından sinsi sinsi, Tanzimat bürokratlarının, pasif dayatışına uğramıştır. Gerçekte Atatürk Partisi, 'millet içinde' değil 'kendi partisi içinde', azınlıkta idi. (buraya dikkat!) Ölümünden sonra parti güdümü, bu inançsızların eline geçti. (Sizce kimleri kastediyor?) Türkiye'nin Atatürk sonrası ve Demokrasi Tarihi; dünya tarihine, karaktersiz aydınların, bir millete yapabilecekleri kötülükler örneği olarak; ve Kurtuluş tarihi ise, sağlam karakterde bir aydının, nasıl mucizeler yaratabileceğinin örneği olarak geçecektir...'' (bkz. 'Çankaya')

Durumun 'vahâmetini' daha açık, nasıl söylesin?

'...halkla kaynaşmak', asıl kime düşer?

O nesil yalnız bizde değil, -meselâ Çin 'de ve Rusya 'da da 'Çağdaşlaşma' yı, 'Batılılaşma 'yla karıştırıyordu. Osmanlı 'nın Teceddüt Tarihi', Batı 'dan -yâni Düvel-i Muazzama 'dan, yâni Emperyalizm 'den- medet uman aydınların tarihidir (yine öyle değil mi?); 'Yeni Osmanlılar' da, 'Jöntürkler' de, Padişah ve Halife'nin saltanatına karşı olmuş; yarı inkılapçı, yarı 'komprador alafrangası' olarak, kapağı mutlaka ya Paris 'e, ya Londra 'ya, ya 'Viyana'ya atmışlardı; bulabildikleri çözüm, Tanzimat 'tır, yâni altıyüz yıllık Devlet-i Aliyye-i Osmaniye 'yi 'batıran' süreç! Türklerde, Mustafa Kemal Paşa 'Kurtuluşu' Doğu 'da gören ilk ihtilalci idi: Dersaadet 'ten Avrupa başkentlerine değil, Samsun 'a gitmiştir.

O, Tanzimat 'oligarşisi' nin (Bürokrasi+Komprador Burjuvazi+Münevverân), ne türlü bir belâ oluşturduğunu, Fâlih Rıfkı Bey 'den (Atay) yıllarca önce (20 Mart 1923) söyleyecekti:

''...aydınlarımız arasında çok iyi düşünenleri vardır ama, genellikle şu yanılgıya düşeriz; inceleme ve araştırmalarımızda, daha çok kendi ülkemiz, kendi gelenek ve göreneklerimiz, ya da ihtiyaçlarımızı temel almalıyız; aydınlarımız, belki bütün dünyayı, bütün öteki milletleri tanır, ama kedimizi bilmeyiz...''

''...aydınlarımız, 'milletimizi en mutlu millet yapayım' der; 'başka milletler nasıl olmuşsa, onu da aynen öyle yapalım' der; ama düşünmeliyiz ki böyle bir düşünce, hiçbir dönemde başarı kazanmış değildir: Bir millet için mutluluk olan şey, diğer millet için yıkıma sebep olabilir; aynı neden ve şartlar, birini mutlu kıldığı halde, diğerini mutsuz edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken; dünyanın her türlü ilminden, icatlarından, gelişmelerinden yararlanalım; fakat unutmayalım ki, (buraya dikkat!) asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız...''

''...milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini; doğru dürüst ve sağlam olarak görmeliyiz. (buraya dikkat!) itiraf edelim ki hâlâ ve hâlâ, aydınlarımızın gençleri arasında, halkla ve halkın alt kesimleriyle yakınlık gerçekleşmiş değildir. Memleketi kurtarmak için, bu iki kesim arasındaki uygunluğu (uyumu) sağlamak gerekiyor; bunun için de, biraz halkın yürüyüşünü hızlandırması, aydınların da çok hızlı gitmesi lâzımdır; fakat halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak, daha çok, daha fazla, aydınlara düşen bir görevdir...''

'Dip dalgası' ne durumdadır?

G eçenlerde, '...sizin 'dip dalgası' ne durumdadır? Bu çıkmazdan, nasıl kurtulacağız?' diye soran bir emekli albay'a Gâzi Mustafa Kemal Paşa 'nın bu sözlerini okudum, hayret ve dehşet içinde dinledi; sonra da dedi ki: ''-...üzerinden üç çeyrek yüzyıl geçmiş, durum aynı görünüyor; bu nasıl olabilir?..'' Şaşkınlık da, dehşet de, yanlış ve yersizdi; soru da: İnönü Cumhuriyeti' yıllarında, devletin kültür politikası 'resmen' yeni bir Tanzimatçılık olursa, sonuç başka ne olabilirdi ki?

Bunu da, nereden mi çıkardım? Göreceğiz...


Cumhuriyet, 05.01.2005​
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
“...Ufukta ´Ulusalcı´ Sosyalizm!..”

... 'Anadolu İhtilâli' nin o en sıcak yıllarında, Mustafa Kemal Paşa , bazı hallerde sonu kötüye varan, anlaşmazlıklar içinde idi; buna mukabil, en umulmadık bir şekilde, 'Bolşevikler 'le anlaşmasına ne demeli? Dilimde pelesenk olmuştur, söyleyip dururum:

a/ Kurtuluş Savaşı'nın ve Anadolu İhtilâli'nin en muhâtaralı aşamalarında; en ünlü Türkçüler de, en ünlü Müslümanlar da, en ünlü komünistler de Gâzi'nin yanı başındaydılar.

b/ Bolşevikler'in tâlihsizliği -belki Anadolu'nun tâlihi- kalkıştıkları Dünya İhtilâli'nin; Emperyalizm'in yeryüzünü, bir ahtapot gibi kollarıyla kuşattığı, bir dönemde vukû bulmasıdır. Bu, XIX. yy. boyunca 'karşıt' sayılan 'Ulusalcılık'la 'Sosyalizm'i fena halde birbirine yaklaştırmıştı.

Asya, Afrika ya da Güney Amerika 'daki; XX. yy. 'Ulusal Demokratik Devrimleri 'nin -hemen tamamının- Sosyalizm 'e yakınlığı su götürür mü? Dahası, 'Sovyet Bloku' yla, 'III. Dünya Hareketi', 'Beyaz, Hıristiyan ve Batılı' Emperyalizm' e karşı; XX. yy. boyunca hep yan yana, hatta iç içe olmadı mı? Demek ki 'Ulusalcı Devrimciliğin' öncüsü 'Anadolu İhtilâli' nde, başka türlü olamazdı: Mustafa Kemal Paşa , Meclis Reisi sıfatını alır almaz, Vladimir İlyiç 'ten yardım talebinde bulunmuş; o da, bilindiği gibi Gâzi 'ye ve 'ihtilâli' ne arka çıkmıştır.

Peki, bu 'girizgâh' niye? Önce, ilk Meclis'teki iki 'fırka' nın, düpedüz 'komünist' olmasının nedenini anlamak için; sonra da Komintern 'in Müslüman kesiminde Sultan Galiyef 'in yardımcısı olan Mustafa Suphi Bey 'in; Ankara 'da oluşturulan Sosyalist/Kemalist bileşkede yer almayı neden talep ettiğini; ve Gâzi 'nin bunu niye kabul ettiğini kavrayabilmek için! 'Kapitalizm'in Son Aşaması: Emperyalizm', Batı Avrupa'da 'Amele Sınıfı'nı içinden çürütmüş; Üçüncü Dünya'da ise 'Ulusalcılar'ı, Sosyalistlerle iş ve eylem birliğine götürmüştü. Hadi bunu benden duymuş olmayın da, 'Batılı' aydınlarımızın kabul edebilmesi için, ünlü bir 'Batılı' söylesin!

İşin ucu 'Jakobenler'e dayanıyor...

''... ulusun toplumsallaşması, doğal sonucu olarak, Sosyalizm'in 'ulusallaşmasını' getirir: 'Ulusal sosyalizm' teriminin, bir Nazi icâdı olmadığını söylemeye gerek bile yok. Bu terimin ilk kez, Frederick Naumann'ın oluşturduğu aydınlar grubu tarafından; 1885 yıllarında, Almanya'da kullanıldığı sanılıyor. (Fakat) Milliyetçilik ile sosyalizm arasındaki 'ittifak', Jakobenlerin 'ihtilalci milliyetçiliği' içindeki ilk tohumlarına kadar geri götürülebilir. Jakoben geleneğinin güçlü kaldığı Fransa'da, 'Sol', ardı ardına gelen sonraki ulusal krizlerde -1871'de, 1917'de ve 1940'ta-; 'Sağ'ın 'uzlaşmacı' ve 'teslimiyetçiler'ine karşı, 'ulusal çıkarların' koruyucusu olarak öne çıktı. Ancak ittifakın tarihi, modern biçimiyle, Lassalle'ın eğittiği Bismarck'a kadar dayanır; Bismarck Alman işçilerine, keskin ve amansız bir milliyetçilikten kazanacakları ne çok şey olduğunu gösterdi...''

''... aynı dönemde, o zamana kadar görülmemiş bir şeyi -halk yığınlarının milliyetçiliğini- tanımlamak için, Büyük Britanya'da 'aşırı milliyetçilik' terimi bulunmuştu. Bir on yıl sonra da bu, karşı taraftan Harcourt'un ünlü sözleriyle, ''Biz şimdi sosyalistiz' sözleriyle yanıtlandı. Tory (Muhafazakâr) demokrasisinin başarıları, Joseph Chamberlaine'in kariyeri ve Liberal Parti'nin 1906'dan sonra, kapsamlı toplumsal reform tedbirlerini kabul etmesi... bütün bunlar, Milliyetçilik ile Sosyalizm arasındaki yakınlaşmanın ilk belirtileriydi. 'Ulusal' politika, bundan sonra, halk yığınlarının desteği üzerine kurulacaktı; karşılığı, halk yığınlarının ortaklaşa çıkarlarının ve tutkularının aracı haline dönüşmüş olan 'ulusa bağlılık'tı...'' ( Edward Hallett Carr , ''Milliyetçilik ve Sonrası'' , s. 33/34. İletişim Yayınları.)

Niye kaçınılmazdı?

Bir 'Batılı' nın, manasını handiyse şıp diye kavrayacağı bu satırların; ülkemizdeki bir toplumcuya ya da siyasi iktisat meraklısına çetrefil gelmesi; besbelli, toplumumuzun, Batı 'daki 'klasik gelişme şeması' na uymayışındandır. Bunda muhakkak ki, o yöredeki 'mülkiyet' idraki ve uygulamasıyla bizim bu taraflardaki mülkiyet idraki ve uygulamasının birbirine uymayışı, hatta karşıt oluşu yatıyor. Orada derebeyi, yalnız arazisine değil, arazinin üstünde yaşayan halka da, neredeyse sahip iken; bizim burada, tımar ve zeametin mülkü, sahibinin değil; hatta, bunu işletsin ve kullansın diye ona veren Padişah'ın da değil, doğrudan doğruya Allah'ın idi. Osmanlı 'nın, Batılı derebeylerini 'taklidi' ne sahip olabilmesi için, zaman içinde Rumeli âyânlarının peydahlanması; hatta bunların Padişah 'a kafa tutması gerekmiştir.

Bu yüzden, XIX. yy. nihayetine doğru Batılı toplumlarda, 'mülk sahipleri' ile 'mülksüzler' ; yâni Burjuvazi ile İşçi Sınıfı (Proletarya) arasındaki farkı -fark da lâf mı, düpedüz karşıtlığı- ifade edebilmek amacıyla; bunların 'iki millet' sayılması bizim için anlaşılmaz, en azından zor anlaşılır bir şey! Halbuki, 'mülksüzler' in -yâni işçi sınıfı ve ortaklarının- yersiz yurtsuz, dolayısıyla 'vatansız', yâni 'beynelmilel' sayılması, doğrudan bununla ilişkiliydi; zira, 'vatan' sadece 'mal sahipleri' ne ait kabul edilmişti.

Emperyalizm, sömürge soygunundan metropole aktardığı servetle; XX. yy. başlangıcında bu açığı kapatmış; işçilerin 'beynelmilelliği'ni ortadan kaldırmıştır: Sosyalizm'in Ulusallaşması, artık kaçınılmazdı.


Cumhuriyet, 17.01.2005​
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
“...´İleri Bir Tanzimatçı´ Ne Demek?..”

...Fâlih Rıfkı Bey (Atay) o günleri anlattığı eserinde; aslında, bir hayli yakından tanıdığı 'Milli Şef' i nasıl târif etmiştir, bakar mısınız?

''...İsmet Bey, hiçbir zaman 'devrimci' olmamıştır. İlk gençliğinden beri, tanışma fırsatını bulduğu insanlara, kendini saydıran ve sevdiren, bir 'vazife adamı'dır: o, bir 'düzen adamı'dır, 'hiyerarşi adamı'dır: 'ileri bir Tanzimatçı' idi!..'' (bkz. Çankaya, Cilt. 2)

İşin çarpıcı yanı şudur ki, 'Hatıralar' ında 'Milli Şef' bu tesbiti basbayağı doğruluyor: Terakkiperver Fırkası 'nı kuran ve Gâzi 'ye karşı muhalefete geçen, eski 'silah arkadaşları 'yla aralarındaki farkı anlatırken, demiştir ki:

''...Terakkiperver erkânı reformcu kimselerdi ama, 'Osmanlı Reformcusu' (yâni 'Tanzimatçı') idiler: ben dâhil hiçbirimiz, reformculukta Atatürk metodlarını daha evvel görmüş, düşünmüş, benimsemiş değiliz. (yâni, hiçbirimiz Atatürkçü değiliz diyor) Atatürk Metodları (yâni 'devrimcilik') meydana çıkınca, ben sükûnetle vaziyeti mütâlaa ederek, 'hâlin, zamanın tedbirleridir' diye düşünmüşümdür. Atatürk'le konuşmalarımızda, 'yapılabilirse, bu şimdi yapılır' dediği zaman; benim inanmam, ötekilerin korkması: farkımız bundan geliyor!..'' (bkz. Hatıralar, cilt. 2)

...'Mahiyet' değil 'derece' farkı...

G örülen ne? Terakkiperver erkânıyla, Milli Şef arasındaki fark; hakikatte, 'mahiyet' farkı değil, 'derece' farkıdır: her iki taraf da, Mustafa Kemal 'in 'inkılapçılığına' sahip değil; 'önceki kesim', daha Osmanlı 'reformcusu' (yâni Halifeci ve Padişahçı, yâni 'İngilizci') oysa İsmet Paşa, başka ve yeni bir 'reformcu' tipi ama, o da aslında 'Tanzimat aydını', yoksa, Gâzi 'nin cumhurbaşkanlığı makamına kurulur kurulmaz, Terakkiperver Fırkası 'takımını' niye 'alayıyla' etrafına toplasın. Yeni Türkiye 'nin, 'milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini doğru dürüst ve sağlam olarak görmesini', zorunlu sayan Gâzi 'ye rağmen; açıkça 'Perikles devri' diye anılan bir çığır açarak, devletin 'milli eğitimini', Yunan/ Latin (affedersiniz ama, yâni Tanzimat) temeline niye kaydırsın?

Abartıyor muyum, hayır! 'Millî Şef' in o tarihteki kültür danışmanı Nurullah Ataç, CHP 'nin 'nâşir-i efkârı' 'Ulus' gazetesindeki köşesinde, aynen şu satırları döktürmüştü:

''a/ ...bizim 'devrim' dediğimiz hareketin amacı, bu ülkeyi Batı ülkelerine benzetmektir: devrimcisi ile, gelenekçisi ile...''

''b/ ...biz görüyoruz eksiğimizi: Yunanca öğrenmedik, Latince öğrenmedik, Avrupalıların eğitiminden geçmedik; onun için, ne denli uğraşsak, Avrupalılar gibi olamıyoruz, buna üzülüyoruz...''

''c/ ...gençleri, kendilerine hür edebiyatı öğreterek kurtarabiliriz. Eski Yunaneli'nin, eski Roma'nın edebiyatını; Platon'un, Aristophanes'in, Euripides'in, Herakles'in, Vergilius'un eserlerini okusunlar; onların etkisi ile Avrupa edebiyatlarının eserlerini okusunlar...''

Hepsi bu kadar mı, hayır! Neredeyse yirmi beş yıl önce kaleme aldığım bir 'Söyleşi' de, bakar mısınız ne demişim:

''...buna karşılık Ataç, Halk Mûsıkisi'ni sevenleri 'uygarlığa düşman' saymakta; aydınları, 'bu lâubâlilikten vazgeçirmek gerektiğini' ileri sürmektedir; 'o zaman, Alaturka Mûsıki'den de, belki kurtulurmuşuz'; 'Divan Şiiri'ni okumamak gerekirmiş'; onun için de, 'severekten, yüreğimiz kanayaraktan kapatacağız Divan Şiiri'ni' dememiş midir?'' (bkz. 'Hangi Atatürk' )

'Kültür, zeminle mütenasiptir...'

O ysa Mustafa Kemal Paşa , onun bu söylediklerinin tam karşıtını düşünüyordu; zaten öyle de yapmıştı; daha Cumhuriyet 'in ilânından önce ( Temmuz 1921 ) verdiği bir 'tarif' te -tadını çıkarasınız diye, kelimesi kelimesine aktarıyorum- demişti ki:

''...şimdiye kadar tâkip olunan (Tanzimatçı) tahsil ve terbiye usûllerinin, milletimizin tarih-i tedenniyatında en mühim âmil olduğu kanaatındayım. Onun için 'millî' bir 'terbiye programı'ndan bahsederken, eski devrin hurâfatından ve evsâf-ı fıtrıyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, Şarktan ve Garbdan gelen bilcümle tesirlerden uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenâsip bir kültürü kasdediyorum...''

''...çünkü dehâ-yı millîmizin inkişâfı, ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. (buraya dikkat! Lâalettâyin bir ecnebi kültürü, şimdiye kadar tâkip olunan ecnebi kültürlerin tahrip edici neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (haraset-i fikriye) zeminle mütenasiptir, o zemin milletin seciyesidir...'' (bkz. Enver Ziya Karal, 'Atatürk'ten Düşünceler')

Fâlih Rıfkı Bey, ilk 'Kemalistler' i anlatırken, ne diyordu bilir misiniz? Şunları:

''...bizler, 'Türkçülük'le idealsiz kalmaktan ve boşlukta sallanmaktan kurtulmuştuk. 1923'te Atatürk, Meşrutiyet milliyetçilerinin de hayallerini çok yukardan aşıp giden devrimlerini tasarladığı vakit, onu inanarak anlayanlar ve anlayarak ona sarılanlar, hep Türkçüler olmuştur...'' (Bkz. 'Batış Yılları')

Peki, hep öyle kalmışlar mıdır?

Cumhuriyet, 07.01.2005​
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
“...´Kahrolsun Faşizm´, Kimin Sloganı??...”

(Tespit/1. ''Hepsinde değil, birkaç gazetede, şu haber resmiyle birlikte görüldü; ülkemizdeki siyasal kargaşalık düşünülürse, anlamsız da sayılmaz:

''...Yıllarca Sol gruplar tarafından kullanılan 'Kahrolsun Faşizm!' sloganı, Ülkü Ocakları'nın, ABD Başkanı George Bush Jr'ı hedef alan, afişlerine de yansıdı. Ülkü Ocakları'nın Ankara'nın bazı sokaklarını süsleyen afişinde; Alman diktatör Adolf Hitler'le ABD Başkanı Bush'un resimleri yan yana yer aldı. Afişlerde, ''Kahrolsun Faşizm' sloganının yanı sıra, Sol örgütlerin simgelerinde yer alan yumruk figürü ve 'Müslümanlar Küfre Karşı Tek Yumruk' ifadesi dikkati çekti!..'' (Hürriyet, 28 Ocak 2005)

Türkçüler' in, İsmail Gaspırnskiy' den (Gaspıralı) bu yana, Emperyalizm 'e -dolayısıyla Kapitalizm 'e- karşı olduğunu, düşündüğüm ve yazdığım için; ne afişe şaşmıştım, ne de 'Kahrolsun Faşizm' sloganına; aslında Faşizm , 'totaliter' bir sermaye diktasıdır ki, ırkçılıkla alâkası; zamanın Almanya 'sında, Yahudi Sermayesi'nin, Cermen Sermayesi'ni denetime kalkışması yüzündendir; bu manada, ne Franco, Hitler kadar ırkçıydı, ne de Mussolini; Türkiye 'den gitme bazı Musevi ailelerinin, Fransa işgal edilince, Alman işgal bölgesinden, İtalyan işgal bölgesine kaçtıkları, bilinir. Irkçı/Turancı ya da daha sonra, Ülkücü diye adlandırılan (buraya dikkat!) Türkçüler'in, işi ırkçılığa, Müslümanlığa, ya da ikisine birden yoğunlaştırması; Türkçülüğün ruhundan ve temellerinden çok, o sıradaki uluslararası konjonktürün, Batı'ya -yâni Emperyalizm'e- Türkiye'de bu türden sorunların çıkartılmasını gerektirdiğindendi...

Şimdi bizzat 'Alafranga, Batılı ve Beyaz' Emperyalizm; Müslümanlığın 'ılık ve onlara uysal' ; -deyim yerindeyse 'alafranga' - bir çeşidini; Türkler 'in ta kendisine ve Müslümanlıklarına karşı kullanmaya kalkıştıysa; yeni durum değerlendirmeleri yapan gençlerin, yeni çözümlere varmasına şaşılır mı? Hem, benim çok sevdiğim bir atasözümüz vardır; biraz değiştirerek söylerim ama, sanırım daha doğrusu budur: Ne demişler: 'Türk'ün aklı geç gelir.. ama gelir!'' )

'Tek ülkede sosyalizm'in asıl anlamı...'

(Tespit/2 ''... Lâf tabii burada, Edward Hallett Carr 'ın Sovyet İhtilâli 'nden itibaren, Sosyalizm' 'in ulusalcılığa yöneldiğini saptamasına geliyor. İlk tanıdığım 'Ulusalcı' Komünistler, Senegal' den ''Fildişi Sahili 'nden, fakülte öğrencisi zencilerdi; yâni Doktor M'ba ve arkadaşları; ikinci Paris dönüşümde, Hasan' a (Tanrıkut) durumu anlatmıştım, epeyce tartıştık; henüz gidip durumu yerinde görmediği için, söylediklerim ona ya ters geliyordu, ya da abartılmış; ne yazık ki, Beyoğlu 'nda, Meşrutiyet Caddesi 'ndeki Lala Kıraathanesi 'nde (ilk değil, ikinci 'Lala' , önceki az daha ilerde, sazlı sözlü bir yerdi; Dario Moreno 'nun şarkı söylediği yer) o yıllarda, ben de, 1921 tarihli Sovyet/ İngiliz Anlaşması' ndaki o malûm ve mahût maddeyi henüz okumamıştım; bilgi noksanımız çok, üstelik elimizde henüz, İnternet gibi bir kolaylığımız da yoktu; oysa Anlaşma 'nın 'madde-i mahsusu' nda deniyordu ki:

''... Özel olarak, Rus Sovyet Hükümeti -başta Hindistan ve Afganistan bağımsız hükümetleri olmak üzere- Asya Halklarını; askeri, diplomatik ve herhangi bir eylem ve propaganda biçimiyle, İngiliz çıkarlarına veya İngiliz İmparatorluğu'na karşı, düşmanca eylemlere teşvik etme girişimlerinden, imtinâ eder ( çekinir )...'' (bkz. 'Ulusal dergisi' , Güz 1997 sayısı, s. 99)

Aslında, 1917 Sovyet İhtilâli 'nde, 'zurnanın zırt dediği yer' , işte burası! Komintern , -yâni III. Enternasyonal - Devrim 'in uluslararası düzeyde sürdürülmesini savunuyor; oysa Sovyetler Birliği Yönetimi ve Bolşevik Partisi, Ukrayna ve Kırım 'da açlıktan ölen onca insanı, Beyaz Ordular 'ın yaptığı tahribatı, daha da yapabileceklerini düşünerek, 'Ulusallığa' -yâni bir bakıma, 'Tek Ülkede Sosyalizm' fikrine- yatıyorlar.

İşte bunun 'nedeni' araştırılmalıdır.

Bozkurtlar, 'yanılıyor' mu? Hayır!..

K endi kendime, 'adını koymak lâzım' demiş, öyle de yazmıştım: Kimse açıkça itiraf etmese de, III. (Komünist): Enternasyonal 'in kuruluşu, Bolşevikler dolaylı olarak II. Enternasyonal 'e üye oldukları halde, II. (Sosyalist) Entarnasyonal 'in Sovyet İhtilâli 'ni bir 'dünya ihtilâli' ne dönüştürmeye yanaşmayışıdır; tartışılan sebebi, Rusya 'da İşçi Sınıfı 'nın azınlıkta oluşuydu; gizli sebebiyse; 'Beyaz, Batılı ve Hıristiyan' ülkelerin, Sosyalistleri 'nin de, Batı Emperyalizm 'inden yararlandığı; Mazlumlar 'ın soygununa katıldığıydı. Hadi en iyisi bu değerlendirmeyi, işin erbabı yapsın; daha o zaman Batı 'ya şiddetle karşı çıkan Sultan Galiyef , demişti ki:

''... Doğu'nun Batı sermayesi tarafından sömürülüşünün derecesi hesap edilebilse; buradan hareketle, Avrupa ve Amerika uygarlığının; ve gürültücü Burjuva Kültürü'nün kuruluşundaki dolaylı katkıları ölçülebilseydi; Beyaz'ların maddi ve manevi zenginliklerinin büyük bölümünün, her renkten, her ırktan milyonlarca yerli emekçinin kanları ve alınteri pahasına toplanmış, Doğu'nun artıklarından faydalandığı görülecekti... ( 'Türk/Diplomatik' dergisi, sayı 37/38. Ocak/Şubat 1998)

Şu kadarcık aydınlık bile, 'Bozkurtlar' ın yeni afişlerinde 'Batı Faşizmi' nin adını koyup, öyle çağırmış olması; şaşkınlığı ya da bilgisizliği göstermiyor; tam tersine, Türk 'ün aklının geç de olsa geldiğini gösteriyor; yanlış mıyım?


Meraklısı için NOT: Cumhuriyet 'te ilk başladığım sıralar, sorunu ayrıntılı olarak ele almış, işlemiştim; o 'Söyleşiler' , şu iki kitapta bulunabilir: 'Bir Sap Kırmızı Karanfil' ve 'Sultan Galiyef/Asya'da Dolaşan Hayalet! ; hem Sağ 'ımıza, hem Sol 'umuza 'şâyân-ı tavsiye'dir.


Cumhuriyet, 07.02.2005​
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Benim Ataturk anlayisim birazda CHP'nin yani Deniz Baykal'in Ataturk anlayisi aslinda hadi onuda arastir bul paylas. Aslinda birazda Kazim Karabekir'in Ataturk anlayisi aslinda. Hatta dur dur arastirp paylasirken Necmettin Erbakan'in Ataturk anlayisindan da azcik Ataturkculugum vardir onuda arastir paylas. He birde Churchill'in Ataturk anlayisinida severim bak ondan da etkilenmisimdir az. Onuda paylas. Unutmadan Ismet Inonun Ataturk'ude fena degil onuda paylas. Aslinda Nihal Atsiz ve Alparslan Turkes'i Ataturk'ude fena degil ha. Kafam karisti ne kadar cok Ataturk varmis ya. En iyisi sen kendi olusturdugun Ataturk'u sev ben kendi olusturdugum Ataturk'u seveyim. Cunku benim Ataturk'un senin Ataturk'une benzemiyor.
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Ben samimiyetine inanarak Atilla İlhan Atatürkçüsüyüm dediğin için ve atilla İlhanın bu yazdığım bilgilerine güvendiğim için anlaştığımız yanlar diyerek yayınlamıştım, Nihal Atsız ve diğerleri yabancı olmadığım araştırmalarımda bir çok kez başvurduğum bir birleri ile ayrı kutuparda insanlar, Anladığım kadarı ile Atatürk konusunda Fehmi Koruya müracaat edeceğiz, yazdıklarına bakınca... Yani Başka bir Atatürk'e...
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Atilla Ilhan'in Ataturk'unu oku biraz, o benim Ataturk anlayisima daha yakin bir anlayisla anlatiyor.

Ben bunu dedim.

Ben samimiyetine inanarak Atilla İlhan Atatürkçüsüyüm dediğin için

Demedim.

Cunku Atilla Ilhan Ataturk'u daha bir islamci anlatir. Bu yonunude begenirim ve severim. Ataturk anlayisimada yakindir yani. Ama asla ve asla onun bunun Ataturkcusu degilimdir. Kabulde etmem yani boyle bir yakistirmayi. Ataturk'u elestirin dendi elestirdim. Yanlislari var dedim. Kotu mu ettim :)
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
“...´İç Muhâlefet´, ´Millî´miydi?!..”

...meraklısı elbette hatırlayacaktır, Leopar'da ('Il Gatttapardo', 1958). Palma Dükü Giuseppe Toması di Lampedusa, ne demişti: '' Bazı şeylerin değişmemesi için, bazı şeylerin değişmesi zorunludur ; ya da, buna benzer bir şey! 'İstiklâl Harbi' ni müteâkip, Ankara 'daki belirli 'muhitler' de hâkim olan ''mantalite'' apaçık buydu; zaten, Kadrocular 'ın - Gâzi 'nin de özendirmesiyle- karşı çıktığı da, bu; çünkü onlar, 'tam bağımsız', 'özgür' ve 'ilerici' bir Türkiye Cumhuriyeti istiyorlar!

Cumhuriyet 'in ilânı, Halifeliğin lağvı ve Halife'nin yurtdışına çıkarılması; tam da Musul, Kerkük ve Süleymaniye 'meselesi' nin çözümlenmesi için, Haliç Konferansı 'nın toplandığı tarihe rastlıyordu; Halk Fırkası 'na mukabil ve karşıt, yeni bir fırka'nın örgütlenme hazırlıkları hızlandırılmıştı: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası! (buraya dikkat!) Aslında bu, 'Komprador Alafrangası Osmanlılığın' devamı; böylece, kalıcılığı meydana çıkan Bolşevik Rusya'ya karşı, Akdeniz'e bir Türk seddinin oluşturulması anlamını taşıyordu ki, Londra'da 'Majesteleri'nin Hariciye Nezareti'nde tasarlandığında hiç kuşku yoktu!

Peki, Ankara 'da hiç mi teşebbüs olmamıştı?

'...bir mülâkat hatırlarım!..'

İsmet Paşa, Hatıraları' nda -âdeti üzere- bunu, yine çok üstü kapalı; hayli dolaylı yollardan; fakat dürüstçe anlatmıştır:

''...Fevzi Paşa ile, bugünlerde, bir mülâkat hatırlarım: ikimiz, baş başa konuşuyoruz. Fevzi Paşa bana, 'bundan sonra yapılacak ıslahat ve icraat için; Atatürk'ün, eski arkadaşları ile, ileri gelen arkadaşlarla görüşüp; yapılacak işleri beraber kararlaştırmayı, usul ittihat etmesini' teklif etti. Kendi aralarında görüşmüşler; Fevzi Paşa vasıtasıyla bana teklif ediyorlar; ben de 'evet' dersem, Fevzi Paşa gidip Atatürk'e bu kararı söyleyecek; ve bundan sonraki çalışmaların böyle yürütülmesini teklif edecek. İşte bütün ihtilâflar bundan çıkıyor. Şikâyet eden arkadaşlar, herkes, yarın ne yapılacağını bilmiyoruz; emrivâki karşısında bulunuyoruz. Düşünce bu; bunun ilerisi nereye varacak, onun endişesi içindeler; bunları bir esasa, bir beraber çalışma arzusuna bağlayalım arzusundalar...''

''...Fevzi Paşa vaziyeti anlattı, 'sen bu fikirde mutâbık olursan, ben hepimiz namına Atatürk ile konuşurum' dedi. Fevzi Paşa'ya şunları söyledim: 'devletin resmi müesseseleri, devlet işlerinin, tertiplerin konuşulacak, müzakere edilecek ve mutabık olunacak zamanları ve vazifeleri tayin edilmiştir. Benim bütün hayatımda inandığım usul budur. Bunun için bir iç müessese ile devlet reisini kordon altına almanın doğru olmadığı mütalaasındayım. Ve kendisi ile böyle bir konuşma yapılmasına benim muvafakatım yoktur. Böyle bir teşebbüste benim beraberliğimi istihsal etmek şöyle dursun, böyle bir teşebbüsü ben doğru bulmam.' Kendisine bu cevabı verdim. O tabii olarak, 'Demek, istemiyorsun?' dedi. 'Hayır' dedim. Mesele böyle kaldı...'' (Hatıralar, s. 172)

'Mesele' elbette 'böyle' kalmadı: Bu 'içerden' bir 'muhalefet' teşebbüsü idi; çoğunluk onlarda ya, bu türden toplantılardaki iç baskılarla, İnkılâb 'ın tutturduğu radikal istikamette gelişmesine engel olacaklar; İsmet Paşa 'nın, yerinde ve demokratik muhalefetiyle, iş suya düşünce; tek çare olarak kalan, 'dış muhalefet' yoluna başvuracaklardır: Birbirini izleyen tarihlerde, Karabekir Kâzım Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa kumandanlıklardan istifa derler; Rauf Bey, Halk Fırkası 'ndan ayrılır; sonunda bir araya gelip, Mustafa Kemal Paşa 'nın 'emrivakilerini önlemek için', Terakkiperver Fırka 'yı kuracaklar.

Hem de tam ne zaman? İngiltere 'nin, Musul Meselesi 'ni büyüttüğü; Ankara 'ya, reddedilen malûm ve mahût 'ültimatomu' verip; üstelik, Hakkâri 'yi de talep ettiği; dahası, Şeyh Sait ve tayfasının, 'Şeriat İsterük!' çığlıklarıyla, Cumhuriyet 'in üzerine saldırdığı sıralar!...

Onu da görmek lâzım!...

İ smet Paşa 'nın, Başvekil ve Halk Fırkası Genel Başkanvekili olarak, 'koyduğu' dürüst ve demokratik tavır; Paşa 'nın ruhundaki demokratlıktan, meşrûiyet itiyâdından, Mustafa Kemal Paşa 'ya mutlak inancından mı ileri geliyordu; yoksa aslında öyle düşünmüyordu da; daha önce açıkladığı gibi, 'o şartlar altında, böyle olmasının doğru olacağına' aklı mı yatmıştı... Bu ilginç ve kafa karıştırıcı sorunun, tam ve net cevabı; ancak yıllar sonra, Paşa, Kâtib-i Umûmi Recep Bey 'le (Peker) beraber, 'Fırka' nın nizamnâme ve programını değiştirmeye kalkıştığı zaman anlaşılacaktır.

Ona da bir göz atmak lâzım, lâzım ama, siz hiç o sırada kurulan Terakkiperver Fırka 'nın -özellikle ekonomik- programı ile; meselâ Londra 'daki uluslararası iş çevrelerinin, Türkiye hakkındaki görüşlerinin, ne kadar birbirine benzediğine dikkat ettiniz mi? Mübarek, sanki günümüzdeki 'liberal' (küresel) hükümetlerimizle; IMF ya da Dünya Bankası 'nın, bu hükümetlere 'tavsiyeleri' !...

Tabii, onu da görmek lâzım!


Cumhuriyet, 18.02.2005​
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
“...Gâzi´nin ´Kutsal Sırrı´nı Kim Biliyor?...”

( Tesbit/ 11. ''...çok rica etsem, şu aşağıdaki satırları, dikkatle okur musunuz? Bence, Gazi ve dönemi konusunda atıp tutanlar için, ciddi bir 'ibret' içeriyor da, onun için söylüyorum.

''... 29 Ekim 1933 törenlerinin görkemli geçmesi için, her türlü önlem alınıyor, çalışmalar yapılıyordu. Ankara'daki törene SSCB'den Savunma Bakanı Voroşilof, Genelkurmay Başkanı Budienni ve Büyükelçi Karahan katılacaklardı. Başında, İstiklâl Marşı'nı besteleyen Zeki Üngör'ün bulunduğu, Mûsıki Muallim Mektebi öğrencileri, birkaç ay önce Sovyetler'in ulusal marşı Enternasyonal'ı öğrenmeye başlamışlardı. Zeki Bey'in işaretiyle ve ilk sözcüğü 'stavay' la (uyan) başlayan marş pencerelerden taşıyor, ritmi, iniş çıkışlarıyla Cebeci'ye yayılıyordu...''

''... 29 Ekim 1933 günü geçit töreninde sıra Mûsıki Muallim Mektebi'ne gelince, Riyâset-i Cumhur Bandosu 'Enternasyonal'ı çalmaya başladı. Öğrenciler marşı Rusça söyleyerek, Atatürk'ün ve yabancı konukların önünden geçtiler...'' (Kemal Anadol, 'Karşı Yaka Memleket' , s. 32. 3. Basım. Doğan Kitap. 2003.)

Sadece iki noktaya dikkatinizi çekeceğim:

1/ 29 Ekim 1940'ta, yâni İsmet İnönü 'Cumhuriyeti'nde böyle bir 'mârifet' yapılsaydı, o öğrencilerin de, İstiklâl Marşı bestecisi Zeki Üngör'ün de, başına ne türlü belâlar gelirdi, düşünebiliyor musunuz?

2/ Türkiye Cumhuriyeti'nin 10. yıldönümü törenlerine, acaba niye yalnız SSCB'nin önemli adamları katılmışlardı? Acaba niye, günümüzde canciğer kuzu sarması olduğumuz, kuyruklarına takıldığımız 'demokrasiler'den hiçbirinin yüksek temsilcisi yoktu?

Bu sakın, Mustafa Kemal Paşa'yı kendilerinden saymadıkları için olmasın?)

'Nutuk' aslında neyi anlatır?

(Çağrışım/ 4. ''... söylemiştim sanırım, ben 'Nutuk' u ikinci defa, Paris 'te okudum. Turbigo 'daki, o pisliği, karışıklığı ve kuşkululuğu tartışılmaz, üçüncü sınıf bir otelde, ki bize Paris'ten ziyade, o devrin Sirkeci otellerini hatırlatırdı. Isınma yerine, odada bir gaz sobası, tuvalet koridorun sonunda ve pis, yolcuların kimler olduğu, niçin geldiği belirsiz; ama 'hancının' kimliği açık: Monsieur Gailhac! 'direniş'e katıldığı için mi nedir, 'temerküz kamplarında' hayli yatmış, Bretön asıllı bir Fransız: Ona medyûn-u şükrânım, ikamet iznim olmadığı halde, ay- larca otelinde barınmama ses çıkarmamıştır.

Gazi 'nin Nutku 'nu hangimiz doğru dürüst okumuştur, merak ederim: Çoğumuz kitabı, bir 'Kurtuluş Savaşı' hikâyesi diye alır, bazılarımız da Gâzi'nin 'doktrini' diye; dikkatli okunursa görülür ki, Nutuk'ta Gâzi, -belgelerini de ortaya koyarak,- aslında, İstiklâl Savaşı'ndaki arkadaşlarıyla yollarının sonradan nasıl ayrıldığını; onların, adeta karşıdevrimci bir tavırla nasıl onun karşısına çıktıklarını anlatıyor. Bunda şaşılacak bir şey yoktur, zira...

a) Mustafa Kemal Paşa, Anadolu 'ya intikal ederken, 'maiyeti erkânından farklı olarak', bir değil, iki amaç taşıyordu: a/ Emperyalizm'e karşı bağımsızlık savaşı vererek, ülkeyi kurtarmak; b/ Anadolu'da, 'ihtiva ettiği mana, hemen akla geldiği gibi, ihtilal olmakla beraber, ondan çok daha vâsi bir tahavvülü ifade eden' bir 'inkılap' yapmak! Galiba, daha işin başında (Havza'da mı?) benzer bir inkılap içindeki Sovyetler'le temasa geçmesinin, ya da geçmek istemesinin sebebi budur.

Cumhuriyet 'in 10. yıldönümünde, kutlamaya hiçbir Batılı 'Şahsiyetin' gelmeyişine mukâbil, sadece Sovyet temsilcilerinin bulunması da; geçit töreninde, Yüksek Mûsıki Muallim Mekteb i öğrencilerinin, Enternasyonal 'i -üstelik Rusça- okuması da, bununla irtibatlı olmak lâzım gelir. Bildiğiniz gibi, o yıldönümünü tes'it eden, 'Ankara Türkiye'nin Kalbidir' belgeselini de, Sovyet yönetmeni Yutkeviç çekmişti.

Bilerek bilmeyerek 'atlanılan nokta'...

(Tesbit/ 12. ''... özetin özeti, Gâzi'nin fırsattan istifâde ederek, Anadolu'da gerçekleştirmeyi düşündüğü 'tahavvül' başka; onunla beraber görünen, silah arkadaşları ve politikacıların 'tahayyülü' bambaşkaydı: Mustafa Kemal Paşa, XIX. yüzyıl boyunca yeryüzünü altüst etmiş olan, 'Hıristiyan, Beyaz ve Batılı Emperyalizm'in yalnız başını değil, XX. yüzyıl boyunca her uzvunu ağrıtacak 'Kurtuluş Savaşları' nın başını çekmekle kalmıyor; tam bağımsız ve özgür ülkesinde, Fransızların XVIII. yüzyılda gerçekleştirdiği 'Ulusal Demokratik Devrim' i gerçekleştirmeyi de tasarlıyordu. Nutuk 'a bunları, 'kutsal bir sır olarak sonuna kadar sakladığını' kendisi söyler.

'Kafkas Seddi' hakkındaki değerlendirmesini okumuş muydunuz? 1920 senesi 'iptidasında', bütün kumandanlara ve mülki idari amirlere telgrafla ulaştırılmıştır ki, orada Gâzi, jeopolitik ve jeostratejik olarak, hem Anadolu'nun yerini belirler; hem de, Emperyalizm'e karşı savaş verebilmek için, Bolşevikler'le temasa geçilmesi; bunun için de İngilizlerin Kafkaslar'da gerçekleştirdikleri 'Kafkas Seddi'nin (Gürcistan, Ermenistan, Resûlzade Azerbaycan'ı¯) yıkılması zarûretinin altını çizer. Bilindiği gibi, olay, Bolşevikler'le Kemalistler'in ortak çabasıyla, gerçekleştirilmiş; 'Kafkas Seddi' bir güzel yıkılarak, yerine, Emperyalizm'in Asya sömürgeleriyle bütün bağlantısını koparan, büyük 'Kemalist/Komünist Seddi' kurulmuştur. Sanırım 'Nutuk' yorumcularımızın çoğu, bilerek bilmeyerek bu noktayı atlıyorlar.
(turko29 eklenti( Bu bölüm Büyük Millet Meclisi Gizli Zabıtlar) da detaylı olarak mevcut aynı zamanda telgraflarlada sabit... )geniş bilgi için

O zaman başladığımız yere dönebiliriz: Efendim, Türkiye Cumhuriyeti 'nin 10. Yıldönümü kutlamalarına, münhasıran Sovyet büyüklerinin katılmasının olduğu kadar, Yüksek Mûsıki Muallim Mektebi öğrencilerinin, şeref tribününün önünden geçerken Enternasyonal 'i, hem de Rusça söylemesinin nedeni budur.

Meraklısı için NOT: Aslında Enternasyonal, Fransız İhtilâli'nden müdevver bir marştır ki, Sovyet İhtilâli başladıktan sonra, Moskova'nın çağrılarına Avrupa sosyal demokrat ve sosyalistleri 'yan çizince' , Dünya İhtilâli'nin marşı olarak, Komintern'ce kabul edilmişti.

Daha sonra Stalin , 'Dünya İhtilali' nden vazgeçip, 'tek ülkede (ulusal) sosyalizm' modeline karar verince, 'Enternasyonal' , Sovyetler'in 'ulusal marşı" olmaktan çıktı; yerine başka bir marş bestelendi. Enternasyonal, Komintern'in (3. Enternasyonal) marşı sayıldı.


Cumhuriyet, 15.08.2005
Atilla İlhan Özetle Söylediği Aşama Aşam Atatürk Bolşevik anlayışta bir sosyalizim değil ama Devlet Sosyalizmi için adımlarını atıyordu, yol arkadaşları ile ayrıldığı noktada buydu diyor.
Ve Atatürk Devlet sosyalizmi bizim izleyeceğimiz yolduru Mecliste söylediği gibi bir çok konuşmasındada belirtiyor.
Atatürkün Vatandaşa Yurt Betiği.
Atatürk ve Devletcilik Afet İnan
Atatürkün el Yazmaları Afet İnan
Halit Rıfkı Atay da bu konuda kaynak ve Rejimlerin araştırılması için Roma ve Moskovaya gönderilen görevlilerdendir...
İşte Atilla İlhan ın Atatürke bakışı, Atilla İlhanın Dine bakışıda bu düzlemdedir...​
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Atilla İlhan'dan;

"Bir celiski var. Ancak insanlar bilmedikleri icin yanlis yorumluyor ve oyle tavir aliyorlar. Mustafa Kemal'in laiklik hareketinde Islamiyet'e direkt olarak bir saldiri yoktur, olamazda. Laiklik Turkiye'nin anayasasina 1937'de girmistir. Bu tarihe kadar parti tuzugunde tutuluyordu. Gazi'nin olumunden bir sene once anayasaya konuldu. Bunuda Ismet Pasa ve onun takimi ayarlamistir. Daha sonra bu programa da Ataturkculuk dendi. Ataturkculuk ile uzaktan yakindan alakasi yoktur. Ismet Pasa'nin yanlis gosterimi Turkiye'de yanlis bir Ataturkculugun dogmasina sebep oldu. Gazi'nin yaptiklarini, soylediklerini uc cilde sigdirmislar. Gerisini dikkate almamislar. Kutahya'da yaptigi konusma 70 sayfa fakat soylev ve demeclerde bu 6 sayfada veriliyor. Orda dine ve islamiyete dair butun dusuncelerini soyluyor. Bazi gercekler ortaya cikincada en cok Ataturkculer sinirleniyor. Cunku havada olduklari ortaya cikiyor."
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Atatür 1928 yılında yaptığı teklifle "Türkiye Devletinin dini İslamdır" cümlesinin anayasadan çıkmasını sağlatmış ve 1937 yılındada anayasaya 6 oktan biri olarak koydurmuştur.
Laikliğin ve Kainatın oluşumu ile ilgilide çok geniş bilgiyi kendi el yazmaları ile notlarıda vardır, sürekli vurguladığı da din adına ortaya çıkan sürekli olarak dini toplumda bir baskı olarak kullananların ayıklanması ve toplumun inançlarında arasına kimsenin girmemesini sağlatma çabası olduğunu vurgular...
Atatürk hiç bir zaman insanların inancına saldırmamıştır, Din adına ortaya çıkan ülkeyi arkadan vuran topumu soyan toplumun duygularını talan eden anlayışa, radikal hareketlere ve onların liderlerine karşıdır ve bunuda yasalar çerçevesinde türümesi için yasaların oluşmasını sağlamıştır...

Aşşağıdaki sözler sadece bu konuda özettir, Tüm konuşmalarında tam orjinal metinleri elimde mevcuttur... Buralarda sadece inanca saygıdan bahseder, ve inancında istismarları ile ortaya çıkanların toplumu ve ülkeyi nasıl hançerlediğinden bahseder...

Türkiye Cumhuriyetinde, her yetişkin dinini seçmekte hür olduğu gibi, belirli bir dinin merasimi de serbesttir. Yani, ibadet hürriyeti vardır. Tabiatiyle ibadetler, güvenlik ve genel adaba aykırı olamaz; siyasi gösteri şeklinde de yapılamaz. Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi durumlara artık Türkiye Cumhuriyeti asla katlanamaz. Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde, tüm tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vesaire yasaktır. Çünkü bunlar gericiliğin kaynakları ve cehaletin damgalarıdır. Türk milleti, böyle müesseselere ve onların mensuplarına katlanamazdı ve katlanmadı. 1930
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sade din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.
Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir. 1930
Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse hiçbir kimseyi, ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz. 1930
Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, İlerleme ve canlığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz.
Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler. İğrenç kimselerdir. İşte bu duruma karsıyız ve buna müsaade etmiyoruz. 1930
Bunun gibi bağlı bulunmakla inanmış ve mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere, bir politika aracı durumundan kurtarmak ve yükseltmek gerektiği gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve tanrısal olan inanç ve vicdanlarımızı karışık ve türlü renkte bulunan ve her türlü çıkarlar ve tutkuların alanı olan siyasetten ve siyasetin bütün öğelerinden bir an önce kesinlikle kurtarmak, milletin dünya ve ahiret mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak böylece İslam dininin yüceliği gerçekleşir. 1924
Vatandaşları içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adil ve tarafsız tutum ve davranışta bulunmaya ve mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit adalet uygulamakla vazifeli olan bir hükümet, fikir ve vicdan hürriyetlerine uymaya mecburdur. 1927
Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar. 1924
 
M

monaliza

Ziyaretçi
Atilla İlhan'dan;

"Bir celiski var. Ancak insanlar bilmedikleri icin yanlis yorumluyor ve oyle tavir aliyorlar. Mustafa Kemal'in laiklik hareketinde Islamiyet'e direkt olarak bir saldiri yoktur, olamazda. Laiklik Turkiye'nin anayasasina 1937'de girmistir. Bu tarihe kadar parti tuzugunde tutuluyordu. Gazi'nin olumunden bir sene once anayasaya konuldu. Bunuda Ismet Pasa ve onun takimi ayarlamistir. Daha sonra bu programa da Ataturkculuk dendi. Ataturkculuk ile uzaktan yakindan alakasi yoktur. Ismet Pasa'nin yanlis gosterimi Turkiye'de yanlis bir Ataturkculugun dogmasina sebep oldu. Gazi'nin yaptiklarini, soylediklerini uc cilde sigdirmislar. Gerisini dikkate almamislar. Kutahya'da yaptigi konusma 70 sayfa fakat soylev ve demeclerde bu 6 sayfada veriliyor. Orda dine ve islamiyete dair butun dusuncelerini soyluyor. Bazi gercekler ortaya cikincada en cok Ataturkculer sinirleniyor. Cunku havada olduklari ortaya cikiyor."

Baştan beri söylemek istediğim buydu. Teşekkürler Majör.
Şimdi Majör yanlısı olmadım ben,anlayacağınız ...
Özetlemek istediğime tercüman oluşuna teşekkürlerim..
Doğruların ve doğrucuların yanında olmayı sevmişimdir her zaman..
Objektif olmayı sevdiğim için..
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Hablemitoğlu Atilla İlhan için önemli bir kaynaktır ve neden öldürüldüğüde malumdur, Atatürk'ün neye karşı olduğunu kimlere ve neden karşı olduğu bu yazının içindedir...

SİYASAL GEREKÇELERİ VE ABD ÖRNEĞİ ÇERÇEVESİNDE "ULUSAL ANDIÇ" RAPORU

Doç.Dr. Necip Hablemitoğlu


Rüşvetin belgesi olur da Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet belgesi olmaz mı? Elbette olur. İşte böyle tipik bir belgeden rastgele seçilmiş alıntılar:

o Araştırmanız sırasında insan haklarının bozulması konusunda bilgi toplarken, askeri veya polis birliğinin hangi bölümünün bu işle ilgisi olduğunu sorunuz. Biz suçlu, suçun mahiyeti, hangi tarihte işlendiği, suçun nerede işlendiği ve kurbanın adı hakkında bilgi toplamağa çalışıyoruz.
o Eğer doğrudan bir birliği tespit edemezseniz, birliğe işaret edebilecek başka bilgiler toplamağa çalışınız. Örneğin: Ne tip silahlar kullanıldı? Askeri birlik operasyonunu hangi şehirden yürüttü? Üssü neredeydi? Askerler hangi yoldan ilerlediler? Üniformaları nasıldı? Onların üniformalarının üzerindeki rütbeler ve araçlarının üzerindeki işaretler nelerdi?
o Bilgilerinizi şu adrese gönderiniz: Officer for Turkey, Department of Democracy, Human Rights and Labor, United States Department of State, Washington, DC 20520.


Bu belgede, Türk vatandaşlarından Türk Silahlı Kuvvetler ve Polis Teşkilâtı mensupları hakkında -muhbirlik değil- resmen casusluk yapmaları istenilmektedir. Kim tarafından? Sözde dost ve müttefik ABD tarafından. Türk insanını ülkesi ve devleti aleyhine casusluğa azmettiren bu Türkçe belge, gizli yöntemlerle mi dağıtılmaktadır? Hayır!.. Tam aksine halka açık mekânlarda, izinli toplantılarda, tarikat ve cemaat mekânlarında, kamu kurum ve kuruluşlarında, legal dernek ve siyasal partilerde, kısaca hemen her yerde. Sorumluları hakkında MİT, Emniyet ya da Cumhuriyet Savcılıklarınca başlatılmış yada hâlâ sürdürülmekte olan -bilinen- resmi bir takibat sözkonusu mudur? Kesinlikle hayır!..
Bu belge, şu gerçeği ortaya koymuştur: Türkiye, çok acıdır ama bir casus cennetidir. ABD, Almanya, İngiltere, İran ve benzeri ülkelerin casusları, Türkiye sözkonusu olduğunda, almış oldukları eğitimlerindeki "gizlilik" gibi teknik düzeydeki temel hususları bir kenara bırakarak, pervasızca "icra-i faaliyet" gösterebilmektedirler. Anlaşılan, casus-etki ajanı bulmak için klasik yöntemlere, örneğin, Fulbright, Konrad Adenauer, Heinrich Böll, Georgetown, Hoover, Tubingen gibi vakıf, enstitü, üniversitelerde özel seçime ve eğitime gerek kalmamıştır. Çünkü, ülke yönetiminde mevcut yerli işbirlikçilerinin sağladıkları "dokunulmazlık" sayesinde casusluk mesleği, tekniğe ihtiyaç duyulmayacak yöntemlerle adeta arabeskleştirilerek dejenere edilmiştir, tabiri caizse ayağa düşürülmüştür. Nasıl mı? Gönüllü casus aday adaylarının irtibat kurabilecekleri adres ve telefonlar verilerek!..İşte, Washington'da telefonla ulaşabileceğiniz iyi derecede Türkçe bilen resmi görevlinin adı Mauerau Greenwood. Kendisiyle görüşmek, pardon Türk Silahlı Kuvvetlerini ve Türk Polisini şikâyet etmek için önce 600 Pennsylvannia Avenue. SE, 5. Washington DC 20003 adresindeki "Amnesty International USA" binasına giderek 5. kattaki odasında yüzyüze konuşabilirsiniz. İsterseniz, (202) 544.02.00 nolu telefondan dahili 222 numaralı telefonu isteyerek bizzat bir öngörüşme ile randevu da alabilirsiniz. Diyelim ki, Türkiye'desiniz. Ve yol paranız yok, ABD sefaretinden vize alabilmek için deklare edebileceğiniz bir mal beyanına da sahip değilsiniz. İşte bu durumda, çaresiz olduğunuzu hiç düşünmeyin, çünkü Greenwood ile öngörüşmeyi yaptıktan itibaren CIA'nın "müşfik kanatları" tarafından şefkatle (!) sarıldığınızı ve tüm kapıların -Delta ve TWA'ya ait uçak kapıları dahil- size açıldığını görürsünüz.
Gerçeği tam ifade etmek gerekirse, Greenwood amatör muhbirlerle-casus aday adayları ile ilgilenmektedir. PKK ve benzeri kürtcü örgüt militanlarının aynı prosedüre tabi olarak bu kapılardan geçebilmesi için Henri Barkey'den (1); Fethullahçıların ve diğer şeriatçı mürit militanların da Graham Fuller'den randevu ve onay alması gerekmektedir. Bu CIA görevlilerinden en çok meşgul edileni, hiç şüphesiz ki Graham Fuller'dir. Özellikle fethullahçılar, hocaefendilerini ziyaret etmek ve de mümkünse hocaefendilerinin soluk aldığı havayı soluklamak ve çevresinde küçük bir koloni oluşturabilmek için Graham Fuller'i öylesine yoğun biçimde aramışlardır ki, fazla mesaiden bunalan bu CIA görevlisi, geçtiğimiz ay içinde Pennsylvania'daki FBI mülkü çiftlikte ağırlanan hocaefendiyi (!) ziyaret etmiş ve giderek büyüyen başvuru sorununun çözümüne somut katkılarda ya da önerilerde bulunmasını istemiştir (2).
Her neyse, biz yine sözkonusu belgemize dönelim. Diyelim ki, ABD'ne gitmek için şartlarınız uygun değil. Üstelik ille de Türkiye Cumhuriyeti'ne ihanet etmek ya da en azından devletinizi gammazlamak istiyorsunuz. Belge, size bu olanağı da hazır altın tepsi içinde sunuyor. Hem de ingilizce bilmenize bile gerek yok. Türkçe ihbar mektubunuzun formu bile hazır:

MEKTUP ÖRNEĞİ
(BURAYA TARİH KOYUN)


Sayın Madeleine Albright
Dışişleri Bakanı
Amerika Birleşik Devletleri Dış İşleri Bakanlığı
Vaşington, DC 20520
Sayın Bakan Albright,
Dış Operasyonlara Ödenek Ayrılması hakkındaki kanunun 570 ci maddesi olan Leahy Kanunu ile ilgili olarak bir güvenlik birliği tarafından insan haklarına aykırı hareket edildiği dikkatimizi çekmiş bulunuyor. Bu kanıt konusunda size bilgi vermek istiyor ve burada adı geçen birliğe Leahy Kanununun uygulanıp uygulanmaması gerektiğine karar vermek amacıyla bir tahkikat başlatılmasına gereğini arz ediyoruz.
(BELİRLİ GÜVENLİK BİRLİĞİNİN İNSAN HAKLARINA AYKIRI DAVRANMASI HAKKINDA DETAYLI BİLGİYİ YAZIN)

Bu konuyu gözden geçireceğiniz için çok teşekkür ediyoruz.
(İMZALAYIN).

I. TÜRKİYE'DE İHANET KAVRAMININ KURUMSALLAŞMASI
Dört sayfalık bu ihanete azmettirici belgenin alenen dağıtıldığı ilk yer, İstanbul Barosu'nca düzenlenen uluslararası bir toplantı. Toplantının davetlilerine bakıldığında, hiçbirinin bu belgenin içeriğine ters düşmeyecek isimlerden oluştuğu görülüyor: Anne Burley (Amnesty International USA Avrupa Seksiyonu Başkanı), Yücel Sayman (yorumsuz), Akın Birdal (yorumsuz), Yılmaz Ensaroğlu (yorumsuz), P. Dankert (Avrupa Parlamentosu Türkiye Delegasyonu Başkanı), Derek Evans (A.I.-USA Avrupa Seksiyonu Sekreteri), Şanar Yurdatapan (yorumsuz), Helsinki Yurttaşlar Derneği, HADEP, İHD, Mazlum-Der gibi kuruluşların Güneydoğu şube yöneticileri, Almanya Dış İstihbarat Servisi BND'nin kontrolünde Türkiye'de etnik ve dinsel bölücülükle doğrudan ilgili espiyonaj ve provokasyon faaliyetlerini sürdüren, Türkiye'nin Güney Doğusunda "Kürdistan"ı ve de başkenti olarak da Diyarbakır'ı "de facto" pozisyonunda kabul ve ilân eden Konrad Adenauer Vakfı ile Heinrich Böll Vakfı temsilcileri-uzmanları ve daha pekçokları.
Yücel Sayman'ı Türk kamuoyu İstanbul Barosu Başkanı olarak tanır. Daha ötesi pek bilinmez. Örneğin, Türk Anayasası'nın ve Türk Cumhuriyeti'nin ruhunu oluşturan "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusundur" hükmünü erozyona uğratacak uluslararası toplantılar (3) düzenlediği; buralarda Hasip Kaplan'dan (yorumsuz) Lars Peter Schmidt gibi artık deşifre olmuş Alman istihbaratçılarına kadar pekçok ünlüyü (!) konuşturduğu -tabii ki bu toplantılara hasbelkader ççağrılan Prof.Dr. Mümtaz Soysal gibi Cumhuriyet aydınlarını tenzih ederiz-; F tipi cezaevleri konusunda hemen her kanalda konuşmalar yaparken, koğuş tipi cezaevlerinde örgütiçi infaz kapsamında -üstelik sorgulama ve infaz aşamaları kaydedilen- işkence ile öldürülen mahkûmların yaşama haklarına hiç ama hiç değinmediği; keza, bölücü ve şeriatçı teröristlerce şehit edilen güvenlik görevlilerinin ve geride bırakmış oldukları ailelerinin temel insan hakları ile hiç mi hiç ilgilenmediği; ulusal gurur ve onur, bağımsızlık, laik hukuk sistemi gibi kavramları yok ve gereksiz saydığı; örneğin, türbana destek verirken, türbana karşı hukuksal mücadele verdiği için vahşice öldürülen meslekdaşı Gümüşhane Barosu Başkanı'nı gözardı ettiği; keza Sivas Katliamına karşı suskun kaldığı ve bu yüzden şeriatçı basının ve de Baro içindeki yandaşlarının tam desteğini (4) aldığı gibi hususları bilenlerin sayısı oldukça azdır.
Yücel Sayman'ın tüm bu faaliyetlerine rağmen İstanbul Barosu'na ikinci kez seçilmesi, Türkiye'de gerçek insan haklarının, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliğinin de üstünde olduğu gerçeğini, istismar-ihmal ve suistimal boyutuyla ortaya koyan en tipik örneklerden biridir. Türkiye, bu haliyle -pardon vurdumduymazlığıyla- dünyanın özgürlükleri en sınırsız ülkesidir. Türkiye, Cumhuriyeti özgürlükler adına yıkmaya çalışanların, savunmaya çalışanlardan daha özgür ve güçlü olduğu garip bir ülkedir. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesi, ABD ve AB ülkeleri dahil, kamu güvenliği gerekçesiyle kayıtlara geçmiş, sürekli izlemede tutulan bireylerine sınırsız özgürlük tanımazlar. IRA taraftarı olduğundan kuşku duyulan birinin sözde özgür ve özerk BBC'den konuşma yapması mümkün değildir, hatta dolaylı haber olarak bile verilmesi olanaksızdır. ABD'nde "sol" damgası vurulan aydınların maruz kaldıkları baskılar (taciz ölçüsünde izleme, kamu görevi ve askerlik yaptırmamak, pasaport sınırlamaları vd.) artık hiç kimsenin meçhulü değildir. Keza, kamu düzeninin korunması, Almanya'da Anayasa dokunulmazlığı ölçüsündedir; rejim karşıtlarının tipik ve bilinen bir örnek olarak Bader Meinhoff çetesi üyelerinde olduğu gibi yaşama hakları bile sözkonusu edilemez ve kimse de Alman Devleti'ni imaen bile olsa suçlayamaz.
A.B.D. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, A.B.D. çıkarları açısından risk ifade eden ülkelere ve de kişilere, bu yılın başında son derecede net bir gönderme yapmıştır: "ABD'nin belleği sonsuzdur!". Yüzde yüz doğrudur ve haklıdır. Büyük devletlerin belleğinin dostu ve düşmanları için sonsuz olması gerekmektedir. Ya Türkiye'nin?!. Türk Devletinin bir süredir yönetildiği çapsız yöneticiler ve etki ajanları sayesinde belleği güdükleştirilmiştir, hatta sıfırlandırılmıştır. Daha dün Yaşar Kemal'in Türkiye'ye, Türk Devletine, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne hakaretler yağdıran söylemlerini, bugün unuttuk, unutturulduk. Yarın da Şevki Yılmaz'ı, Yaşar Kaya'yı, Mehmet Sabri Erbakan'ı, Metin Kaplan'ı, Hasan Mezarcı'yı, Taner Akçam'ı, Halil Berktay'ı, Cengiz Çandar'ı, Nazlı Ilıcak'ı, Mehmet Eymür'ü, Merve Kavakçı'yı, belki de Abdullah Öcalan'ı ve de onbinlerce şehidimizin acısını unutacağız, unutturulacağız. Türkiye, işte bu olgu nedeniyle uyanamamakta, derlenip toparlanma fırsatı bulamamaktadır. Politika, Basın ve daha pekçok alanda Türk Devletinin belleğini yokeden etki ajanları bizi yönetmeye, ülkenin gündemini belirlemeye, kamuoyu oluşturmaya devam etmektedirler. Bunca Devlet, Türklük ve Cumhuriyet düşmanı şeriatçı ve ayrılıkçı-etnik ırkçının yanısıra, bu statükonun devamından yana olan dış ülkelerin de lojistik desteği eklendiğinde, bu kara yazgının biz örgütsüz-dağınık Cumhuriyet aydınları tarafından değiştirilmesi hayli zor görünmektedir.
Ya Atatürk?!. Atatürk döneminde Türk Devleti'nin belleği sonsuzdur. Adı farklı olsa da ihanet sahiplerinin adlarından oluşan ilk andıcı hazırlama ve gereğini yerine getirme onuru Atatürk'e aittir (5). O'nun "150'likler Listesi" olarak anılan bu ilk memosunda isimleri yazılı 150 vatan haini, Türk vatandaşlığından çıkarılarak sınırdışı edilmiştir. Atatürk, bu bellekle uyumlu "misilleme politikaları" üreterek uygulamaya sokmuştur: Etabli sorunu, Musul sorunu, sefaretlerin Ankara'ya nakli sorunu, Osmanlı dış borçlarının ödenmesi sorunu, yabancılara ait okullarda tarih ve Türkçe derslerinin Türk öğretmenleri tarafından Türkçe okutulmaları sorunu, Pozantı-Nusaybin demiryolu hattının devletleştirilmesi sorunu, Uluslararası Boğazlar Komisyonu sorunu, Türkiye dışında yaşayan Türklerin insan hakları sorunları, Hatay sorunu ve daha pekçok sorunda, Atatürk Türkiye'si, İngiltere, Fransa, Yunanistan gibi devletlere istediğini yaptıracak, sorunların çözümünü dikte ettiği biçimde sonuçlandırılacak misilleme politikalarını hayata geçirmiştir. Bu dönemin çok iyi bilinmesi, günümüz yöneticilerinin güdük ve kısır ve de teslimiyetçi politikalarının daha iyi teşhirine imkân verecektir.
Türkiye'de çok ayrıntıya ve örneklendirmeye gitmeye gerek yok, tüm dış odakların akredite ettikleri, hatta Türkiye Cumhuriyeti'nin kurumlarından bile üstün tuttukları ve güvenilir buldukları, sözde insan hakları savunucularının toplandıkları dernekler ikiye ayrılır: Azınlık ırkçısı sosyalistlerin derneği, azınlık ırkçısı şeriatçıların derneği. Peki sorarsınız, hiç mi Cumhuriyet aydınlarının, gerçek insan hakları savunucusu entellektüellerin kurdukları kuruluş yok?!. İsterseniz kurmayı deneyin, tabii Valilikten ve dış faaliyet izni için Bakanlar Kurulu'ndan onay alabilirseniz. Kurdunuz diyelim, dış basını bıraktık, önce Türk Basındaki etki ajanlarının barikatını aşıp da sesinizi duyurma şansınız var mı? Kesinlikle yok!.. Sözde insan hakları savunucu örgüt temsilcileri, konuk devlet adamları, diplomatları Türkiye'ye geldiklerinde İHD, Mazlum-Der ve Fener Patrikhanesi'nden sonra sizi de ziyaret ederek dinlerler mi? Asla!.. Yurtdışındaki insan hakları ihlallerini saptamak ve müdahalede bulunmak için maddi güç bulabilir misiniz? Tabii ki hayır!.. Yanıtları belli bu soruları arttırmak mümkün. Neden hesap sorma, devletin kendi kendini savunma mekanizmasını harekete geçiremiyoruz?!. Ve hangi nedenle ve ne süreyle, gerçek çapını ve kapasitesini bildiğimiz malûm politikacılara, gazetecilere, sözde sanatçılara, şeriatçı ve bölücü medya kuruluşlara, vakıflara, derneklere, tekke ve zaviyelere, örgütlere, espiyonaj ve provokasyon amaçlı dış vakıf temsilciliklerine, casus diplomatlara ve sahtekâr-ikiyüzlü insan hakları sömürücülerine -sözde demokrasi adına- tahammül etmek zorundayız? Daha hangi süreyle altımızın oyulduğunu, bağımsızlık ve özgürlüğümüzün altımızdan kayıp gidişini sessiz-sonuçsuz çığlıklar atan seyirciler gibi izlemek durumunda kalacağız?!.

II. A.B.D. DERİN DEVLET YAPILANMASI VE ANDIÇ TRAFİĞİ
ABD, sonsuz belleğe, derin devlet kavramı ile bütünleşen ve birbirleri ile uyumlu çalışan kurumları sayesinde sahip bulunuyor. ABD'nin iç ve dış tehdit odaklarının -tabiri caizse- çetelesini tutan, izleyen, raporlaştıran ve sonra da gereklerini yerine getiren kurumlar ağının zirvesinde Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC) yeralıyor. ABD Başkanı, bu Konseyin de Başkanlığını yürütüyor. Altında ise Başkan Yardımcısı, Dışişleri Bakanı ve Savunma Bakanı bulunuyor. İstihbarat konularında CIA Başkanı, askeri konularda da Genel Kurmay Başkanı, bu Konseyin "dışarıdan" ancak "sürekli-değişmez" danışmanı statüsünde görev yapıyor (6). Ayrıca, derin devletin zirvesinde, NSC gibi yürütme yetkisi olmayan, ancak NSC'nin yol haritasını saptayan, bir başka ifadeyle A.B.D. ulusal güvenliğinin ilkelerini ve stratejisini belirleyen Amerikan Ulusal Güvenlik Komisyonu da son iki yıldır ülkenin geleceğinde önemli rol oynuyor (7). Pentagon, CIA, FBI, DIA, NSA, SDDS, CFR gibi doğrudan iç ve dış güvenlikten sorumlu kurumlar da, belirlenmiş sınırlar içinde ve rekabet etmeksizin yasal fonksiyonlarını yerine getiriyorlar (8). Tüm bu kurumlar, derin devletin gücünü temsil ediyorlar.
Ya işin mutfak kısmı?!. Dış Temsilciliklerden gelen raporlar, Amnesty International USA ve benzeri sözde NGO'lara gelen ihbar metinleri, her türlü istihbari bilgiler, bölgelere ve konularına göre tasnif edildikten sonra, ilgili alt kurumlara değerlendirme için gönderiliyor. Örneğin, Türkiye sözkonusu olduğunda, özellikle Amerikan Üniversitesi ve Georgetown Universitesinin yanısıra, yarı müstakil olarak da Birleşik Devletler Barış Enstitüsü (USIP) -ki burada Andıç kurbanı (!) diye takdim edilen Cengiz Çandar'ın yanısıra Mark Grossman, Morton Abramowitz gibi Türkiye'de bilinen isimlerin görev yaptığı önesürülüyor- ile Edgar Hoover Enstitüsü, Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (CSIS), Küresel Barış Merkezi, Kürt Enstitüsü gibi alt kurumlar devreye sokuluyor. Bu alt kurumların toplantılarında ise Türklerden özellikle fethullahçı-nurcu kesim adına Dr. Hakan Yavuz, Prof.Dr. Şerif Mardin, kürtlerle ilgili Prof.Dr. Doğu Ergil, nakşilerle ilgili Merve Kavakçı, Elisabeth Özdalga, joker olarak da Cengiz Çandar, en sık rağbet ile davet edilen edilen isimler olarak dikkat çekiyor. Bu alt kurumlarda etkili olan ABD'li istihbaratçılar arasında ise Dr. Chomsky, Henri Barkey, Paul Henze, Graham Fuller, Dr. Michael Gunter, Richard W. Murphy, Francis J. Ricciardone gibi isimler başı çekiyor. Değerlendirilen tüm kişiler ve kurumlar, ülke (ABD) çıkarları açısından dost-düşman sınıflanmasına sokulduktan sonra, önerilerle birlikte bir rapor halinde bir üst makama gönderiliyor. Bir başka ifadeyle, Türkiye'de kullanılacak etki ajanlarının belirlenmesi, lojistik destek sağlanması, bu memorandumların gereğini yerine getirmekle yükümlü sözkonusu alt kurumlar tarafından gerçekleştiriliyor. Özetle söylemek gerekirse, her gün yüzlerce bilgilendirme-değerlendirme raporunun ve de memorandumun (andıç) döndüğü bir trafik sözkonusu (9). Ve A.B.D. tarihinde hiç kimse çıkıp da, birinci derecede gizliliğe sahip bu andıçları deşifre etmiyor, hele hele hazırlayan kurumları ve yetkililerini mahkemeye verecek bir sapkınlığa tevessül etmiyor. En basitinden, çok sıkı bir istihbarat araştırmasından sonra akredite edilmiş yabancı basın mensuplarının, doğal olarak en çok ilişkide bulunacakları Dışişleri Bakanlığı binasının ilk iki katından yukarıya çıkmalarına izin verilmediğini kimse sorgulayamıyor. Ya bizde?!. Nedense, ikiyüzmilyonu aşkın ABD vatandaşı arasından, Nazlı Ilıcak, Cengiz Çandar, Gülay Göktürk, Recai Kutan, Deniz Baykal, Mehmet Barlas, Mesut Yılmaz, Fehmi Koru ve benzerleri gibi bir tek bile demokrat (!) çıkmıyor. Tabii bu nasıl demokratlıksa!..

III. ETKİ AJANI BORSASINDA SERBEST PİYASA EKONOMİSİ KOŞULLARI VE PAZARLAMA YÖNTEMLERİ
Türkiye'de devlete ihanet etmenin dayanılmaz hafifliği içinde, en küçük çıkar karşılığı kendisini -tüm birikimleri ve deneyimleri ile- isteyene kiralamaya hazır nice aydın bulunmakta. Bunlardan yurtdışında bulunan Mehmet Eymür gibi kimileri, kurduğu internet sitesinde, eskiden çalıştığı kurumun ve de devletin gizli bilgi ve belgelerini fabrikasyon mamule dönüştürerek pazarlama yapmakta ve de Henri Barkey sayesinde amacına ulaşmakta. Kimileri, ABD'nden yazı yazdığı gazete sorumlusunu tehdit edebilecek pervasızlık göstermekte. Sözde insan hakları kuruluşlarında görev alarak kendini CIA, BND, MI6'ya pazarlama çalışanların haddi hesabı ise belli değil. Ülkemizde resmen bir etki ajanı-casus borsası oluşmuş durumda. Eskiden, Yunanistan'a ve de Almanya'ya kaçan aşırı sol örgütlerin militanları kendilerini bu devletlerin servislerine pazarlarlardı. Sonra onları, Almanya'ya kaçan ülkücülerden bir grup (bu grup daha sonra menzilci oldu) ile hemen hemen tüm şeriatçı yapılanmalar izledi. Şimdi ise, moda, milliyetçi-muhafazakâr kesimle ikinci cumhuriyetçilerin bu borsada yeralması. Yurtdışındaki Türkiye ve Türk düşmanlığına, etnik ve dinsel bölücülüğe, ekonomik sömürüye, her alandaki çifte standarda, hatta ve hatta tipik bir örnek olmak üzere Alman ırkçıları tarafından Solingen'de diri diri yakılan vatandaşlarımıza ses çıkarmayanlar, şimdilerde daha da pervasızlaşarak gerçek içyüzlerini hem de kıvırmaksızın teşhire başladılar.
Türkiye'deki etki ajanı borsasının en iddialı pazarlamacıları, siyasal islâmcılar; en iddialı cemaati ise, hiç şüphesiz fethullahçılar (10). Fethullah Gülen, Türkiye'den kaçmadan -pardon şeker, tansiyon, anjin, mantar ve de prostata yakalanmadan- önce, Lynne Emily Webb adında bir A.B.D.'li kadın yazarın ABD ile ilişkisini sorgulayan sorusuna şu cevabı veriyordu: "... Asya'daki bazı okullarda, Amerikalı öğretmenlerin çalışması buna delil olabilir mi? Amerikalı, Alman, İngiliz, kısaca her milletten öğretmen veya başka tür görevli dünyanın her tarafında, Türkiye'deki çeşitli okullarda, hattâ bazı hassas Türk resmi dairelerinde çalışmıyor mu? Meselâ, istihbarat teşkilâtımız olan MİT'in CIA ve MOSSAD'la şu veya bu şekilde münasebeti olduğu ve bazı konularda işbirliği yaptıkları bir vakıa değil mi? Aynı şekilde, Türk ordusu NATO içinde Amerika ordusu ile yakın işbirliği içinde değil mi?" (11). Görüldüğü gibi, dış odaklarla ilişkiye girmek, kendisine kıtmir (köpek) diyecek kadar mütevazi (!) bir ilkokul mezununda, MİT ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile bir ve eş düzeyde tutacak, kıyaslayacak megolomaniyi yaratabiliyor. Müritlerinin kimi çıkarlarından, kimi düşük IQ'sundan, kimi küçük yaştan itibaren risalei nur eğitimiyle akıl ve mantık yürütme yetisi güdük bırakıldığından ve de tüm inançları-fikirleri bir tek şeyh üzerine bina edildiğinden, tartışılması mümkün olmayan kavramları bile değişen durumlara kolayca ve de ahlaksızca adapte ettirebiliyorlar. Örneğin: Vatan kavramı gibi...
Daha düne kadar ABD ve Avrupa'dan bahsederken, "Şeytan Amerika", "Gavur-Şer Cephesi", "Batı Kulübü", "Zalim ve Kefere Avrupa", "Tek Dişi Kalmış Canavar" tanımlamalarını kullanan şeriatçılar, şimdilerde, ABD'ne ve AB ülkelerine övgüler düzüyorlar, merhametlerine sığınıyorlar, mahkemelerine gidiyorlar; bir yandan öz vatanlarını pazarlarken, diğer yandan öz devletlerini acımasızca şikâyet ile ihbar ediyorlar, tazminat davaları açıyorlar. Düne kadar "ittihadı islâm"danbaşka hiçbir amaç teleffuz etmeyenler, bugünlerde AB'ye girilmesi doğrultusunda yoğun propaganda sürdürüyorlar. Ne değişti?!. Fikirlerin değişebileceğini varsayalım. Ya vatan, bayrak, bağımsızlık, özgürlük gibi kavramlar?!. Bunların değişmesi mümkün mü?!. Cumhuriyet aydınları için asla ama Cumhuriyet düşmanları-etki ajanları için binlerce kez evet!..
Zaman gazetesinden hiç yorumsuz bir alıntı:

"Bu ülke her geçen gün daha fazla yaşanmaz hale geliyor. Bu sınırlardan çıkıp bir yerlere gitmek isteyenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Bu ülkeyi yaşanmaz kılanlar ise zaten bunu arzu ediyor olmalılar ki 'yanlışlıklar komedyası' sürdürülüyor, devam ediyor.
'PKK ile mücadele'de yapılan yanlışlar nasıl Kürtlerin önemli bölümünü PKK'ya doğru itti ise 'irtica ile mücadele'de yapılan kasıtlı yanlışlar halkın önemli bölümünün 'vatan-millet-Sakarya' kavramlarında önemli ölçüde aşınmaya, değişikliğe yol açıyor....
Çevreme bakıyorum da ne kadar çok insan Yeşil Kart başvurusunu sabırsızlıkla bekliyor. ABD bu yıl 1011 Türk'e kura ile yeşil kart verecek. Her yıl Türkiye'den Yeşil Kart başvurularına katılım çığ gibi büyüyor. (Bu arada Yeşil Kart kurasına katılmak isteyenler için başvurular 3 Ekim-1 Kasım tarihleri arasında yapılıyor.).
... Psikolojik savaşı liseli-üniversiteli kızların başörtüleri üzerinden yapıyorlar. Çocukların karşısına eli silahlı polisleri çıkarıyorlar, çatılara keskin nişancılar yerleştirerek topluma korku veriyorlar. Böyle muameleye tabi tutulan, İslâmın emri ile derin devletin kanunsuz emirleri arasında tercihe zorlanan insanların ne yapmaları beklenir, vatan-millet-devlet hakkında ne düşünürler ki?... Bunların yaşanmaya başladığı bir toplumda yaşamak istememek, vatanı terk etmek normal olmalı.
Vatan sevgisi mi dediniz?
Almanya'ya göç bize 'Doğduğun yer mi yoksa doyduğun yer mi vatandır?' sorusunu doğru cevaplandırmamızı sağlamıştı. AMERİKA İSE VATANI, 'DAYAK YEMEDİĞİN YERDİR' DİYE TANIMLAMAMIZA YARIYOR! Galiba bu tanım daha fazla efradını cami, ağyarını mani!..
Evet evet, galiba ben de böyle düşünmeye başladım. 'Beni Türkiye'de bilmem kim sömüreceğine Brüksel sömürsün. Hiç değilse Brüksel dövmüyor, sadece sömürüyor!" (12).
Görüldüğü gibi, nakşibendilerin ve şafiilerin öndegelenlerinden kimileri çıkıp, "zekât ve fitrelerinizle A.B.D.'ne talebe gönderin, okutun, dinini-diyanetini orada öğrensin" kampanyaları açarken, esas maşa fethullahçıların bu ihanet yarışında geride kalmayacakları zaten beklenmekteydi. Ama bu kadar da değil, fethullahçıların bunca yıldır sızdıkları, üst yönetimini adeta ele geçirdikleri, mitinglerde şeriatçılara hoşgörüyle yaklaşıp memurlara ya da öğrencilere kıyasıya copla girişen kimi polislerden şikâyet etmeleri bir başka çelişkiyi demogoji biçiminde ortaya koymuyor mu? Farklı din renk ve ırktan oldukları için ölesiye dövülenler, gözü iyi görmeyen tek tanık ifadesiyle idam edilenler, keza klu-klux-klan örgütünce ateşe verilen zenciler, dikenlitellerle çevrili toplama merkezlerinde yaşamak zorunda bırakılan kızılderililer, hukukdışı bir yargılama sürecinden sonra hapiste işlemediği bir suçtan dolayı sırf Türk olduğu için yatmak zorunda bırakılan Fügen Gülertekin gibileri nerede yaşamakta? Uzayda mı, yoksa ABD'de mi?!. "Beni Türkiye'de bilmem kim sömüreceğine Brüksel sömürsün" diyebilmek hangi ulusal gururun, hangi milliyetçi-mukaddesatçılığın, hangi sağcılığın, hangi istiklâl duygusunun tezahürü?!. Bu gibilerin boyunlarına şu yafta asılmış sanki, yeni vatanlarının diliyle; "for rent or for sale"...
Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarının kendilerini yabancı servislere pazarlama faaliyetleri, doğrudan-aracısız yöntemlerle ve alenen gerçekleştiriliyor. Görüyorsunuz, izliyorsunuz ama hiçbir şey yapamıyorsunuz... Çünkü devleti maalesef sizler yönetmiyorsunuz...
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Atatür 1928 yılında yaptığı teklifle "Türkiye Devletinin dini İslamdır" cümlesinin anayasadan çıkmasını sağlatmış ve 1937 yılındada anayasaya 6 oktan biri olarak koydurmuştur.

Cumlene ithafen;

"Ey millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. "Allah'ın selâmeti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz, Cenâb-i Hak tarafından insanlara hakâyik-i diniyyeyi tebliğe me'mur rasûl olmustur. Kanun-u Esâsîsi, cümlemizce malûmdur ki, Kur'anı Azumissandaki nusustur. İnsanlara feyz vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevâfuk ve tetâbuk ediyor. Eğer akla, mantığa, hakîkate tevâfuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânin-i tabiiyye-i ilâhiyye beyninde tezad olması icab ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyyenin menbai Cenab-i Haktır. Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber mesaisinde iki dâra, iki hâneye mâlik bulunuyordu. Biri kendi ikâmet eylediği hânesi, diğeri din işleriyle iştigal buyurduğu Allah'in evi idi. Kendi husûsi işlerini kendi evinde görür, âmmenin, ummetin hizmetini de Allah'ın evi olan câmi-i şerîf'te ru'yet eylerdi. Biz de hazret-i peygamber'in usûlune ikdida ederek, milletimize tealluk eden husus için şu Beytullah'ta toplandık. Şimdi Hazret-i Allah'ın huzurundayız. Bunu bana müyesser eden Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarına arz-i şükran ederim. Çok memnunum ve bu vesile ile büyük bir sevâba nâil olacağımı ümid ediyorum.
Efendiler, câmiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Her şeyden evvel itâat ve inkiyâd-i tâmme ile ibâdet, din ve dünya için neler yapılması lâzım geldiğini düşünmek için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferd başlı başına bir hizmet ifa etmelidir. İşte biz de burada din ve dünya için istiklâl ve istikbâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Amal-i milliyye, irâde-i milliyye yalnız bir salisin düşüncesinden değil, bil'umum efrâd-i milletin arzularının, emellerinin muhassalasından ibârettir.
Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim."

Gunumuz Turkcesi ile;

"Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Cenâb-i Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizami, hepimizin bildiği Kur'ân-ı Azimuşşan'daki açık ve kesin hükümlerdir.
İnsanlara maneví mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab-ı Hak'tır.
Arkadaşlar! Cenab-ı Peygamber çalışmalarında iki yere, iki eve sahipti. Biri kendi evi, diğeri Allah'in evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hazret-i peygamber'in mübarek yollarını takip ederek bu dakikada milletimize ve milletimizin şimdiki ve geleceğine ait konuları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde, Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. Beni bu şerefe kavuşturan Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, söylenenleri dinleme ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması lazım geldiğini düşünmek, yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz için her şeyden önce hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.
Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşüncelerini anlamak istiyorum. Millî emeller, millî irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, millet fertlerinin tamamının arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim."
07 Şubat 1923 BALIKESIR - Zagnos Paşa Camii


Bu vikipedi amcamizin hutbe anlayisi.



“Ey millet, Allah birdir.Şanı büyüktür.Allah’ın selameti, sevgi ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dinsel gerçekleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Anayasası, cümlemize malumdur ki, Kur’an-ı azimüşandaki husustur. İnsanlara aydınlanma vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel (eksiksiz) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uygunluk arz etmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uygun olmasaydı, bununla diğer ilahi doğal kanunlar arasında çelişki olması icap ederdi. Çünkü bilcümle varoluş kanunlarını yapan Cenabı Haktır.
Arkadaşlar; Cenabı Peygamber mesaisinde iki karargaha, iki yere malik bulunuyordu. Biri, kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin mübarek yolundan giderek bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal mekanda Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden, Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret (görüşme ve danışma) için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması önemlidir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz için; bilhassa hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben sadece kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. Milli gaye ve milli irade sadece bir şahsın düşünmesinden değil; tüm halkın arzularının, emellerinin toplamından ibarettir. Binaenaleyh, benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim” diyerek minberden aşağı inmiştir.
Bu arada camide bulunan cemaat tarafından yirmiyi aşkın sorular hazırlandığını; bu sorulardan bir tanesinin de hutbelerle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Atanın bu soruya ilişkin cevabının şu olduğunu görüyoruz:
“Hutbeler hakkında sorulan sualden anlıyorum ki, bu günkü hutbelerin tarzı; milletimizin düşünce, duygu, dil ve medeni ihtiyaçlarına uygun görülmemektedir.
Efendiler, hutbe demek insanlara hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin anlamı budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım değişik kavram ve anlamlar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi irat eden hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamberin kutlu asrında hutbeyi kendisi irat ederdi. Gerek Peygamber efendimiz ve gerek Hülefa-i Raşidin dönemine ait hutbeleri okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek Hülefa-i Raşidinin söylediği şeyler o günün meseleleridir. Yani o günün Askeri, İdari, Mali, Siyasi ve Sosyal hususlardır.
İslam Ümmeti çoğalıp Ülkeler genişlemeye başlayınca cenabı Peygamberin ve Hülefa-i Raşidin’in hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkan kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye bir takım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük başkanlardı. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar halkı aydınlatmak için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdır. O da, milletin başkanı olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmamasıdır.
Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı, durum hakkında faaliyette bulunacak, iyi şeyler yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir.
Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin, halkın anlamayacağı bir dilde olması ve bu günün gerekleri ve ihtiyaçlarına temas etmemesi; halife ve padişah adını taşıyan istiptatçıların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi.
Hutbelerden maksat, halkı aydınlatmak ve irşat etmektir. Başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hutbelerin her hal ve şartta halkın kullandığı dille olması fevkalade önemlidir.
Geçen sene millet meclisinde verdiğim bir nutukta demiştim ki, minberler halkın dimağları ve vicdanları için bir aydınlanma ve bir ışık kaynağı olmalıdır. Böyle olabilmek için minberlerden yansıyacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve bilimsel gerçeklere uygun olması lazımdır. Hutbeyi veren kişilerin siyasi, sosyal ve medeniyet çağının gereklerini takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinler yapılmış olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır”


KAYNAKÇA :
1) KOCATÜRK, Utkan,Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi, 1918-1938. TİT Yayınları : I. Cumhuriyetin 50.Yılı. A.Ü. Basımevi, 1973.
2) BULUT, Mehmet, Diyanet İlmi Dergi, Cilt.28,Sayı: 1,Sayfa 148.

Bunun gibi degisime ugramis daha binlerce belge var.
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Cumlene ithafen;

İslam Ümmeti çoğalıp Ülkeler genişlemeye başlayınca cenabı Peygamberin ve Hülefa-i Raşidin’in hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkan kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye bir takım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük başkanlardı. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar halkı aydınlatmak için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdır. O da, milletin başkanı olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmamasıdır.
Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı, durum hakkında faaliyette bulunacak, iyi şeyler yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir.
Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin, halkın anlamayacağı bir dilde olması ve bu günün gerekleri ve ihtiyaçlarına temas etmemesi; halife ve padişah adını taşıyan istiptatçıların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi.
Hutbelerden maksat, halkı aydınlatmak ve irşat etmektir. Başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hutbelerin her hal ve şartta halkın kullandığı dille olması fevkalade önemlidir.
Geçen sene millet meclisinde verdiğim bir nutukta demiştim ki, minberler halkın dimağları ve vicdanları için bir aydınlanma ve bir ışık kaynağı olmalıdır. Böyle olabilmek için minberlerden yansıyacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve bilimsel gerçeklere uygun olması lazımdır. Hutbeyi veren kişilerin siyasi, sosyal ve medeniyet çağının gereklerini takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinler yapılmış olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır”


KAYNAKÇA :
1) KOCATÜRK, Utkan,Atatürk ve Türk Devrimi Kronolojisi, 1918-1938. TİT Yayınları : I. Cumhuriyetin 50.Yılı. A.Ü. Basımevi, 1973.
2) BULUT, Mehmet, Diyanet İlmi Dergi, Cilt.28,Sayı: 1,Sayfa 148.

Bunun gibi degisime ugramis daha binlerce belge var.

Bunun ardından gelen gelişme işte Atatürktür...
Ezanın ve Hutbelerin Türkçeleşmesi ve herkesin anlayacağı dile dönerek din tüccarlarının elinden kurtarılması yolunda atılan adım.
Atatürk her zaman her türlü inanca saygılı birisi idi.
Her türlü inanca nedense inanmayanlar saygı gösterirken İnandıklarını söyleyenler saldırmayı elden bırakmazlar, elbetteki bırakmayacaklar, yoksa bu ekonomik güç ve saltanat nasıl oluşurdu...
Her tarafta cemaatler ve tarikatlar sadece bunlar değil küresel sermayeninde tek derdi ve hedefi Atatürk...
Didik didik edilerek bulunan üç beş satır sanki define gibi görünüyor ama ardından Atatürk'ün gerçekleştirdiği ikna yolu ile atılan adımda hayal kırıklığı yaşanıyor, Bu konuda değilmiydi zaten ilk yazınızdaki eleştiriniz...
Evet Atatürk din bezirganlarının elinden bu masum halkı kurtarma doğrultusunda attığı adımı istediğiniz biçimde değerlendirme hakkına sahipsiniz...
Samimi olanlar Atatürkün kendilerini kandırdıklarını çok zeki biri olduğunu söylüyor bu konuda...
 

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Bunun ardından gelen gelişme işte Atatürktür...
Ezanın ve Hutbelerin Türkçeleşmesi ve herkesin anlayacağı dile dönerek din tüccarlarının elinden kurtarılması yolunda atılan adım.
Atatürk her zaman her türlü inanca saygılı birisi idi.
Her türlü inanca nedense inanmayanlar saygı gösterirken İnandıklarını söyleyenler saldırmayı elden bırakmazlar, elbetteki bırakmayacaklar, yoksa bu ekonomik güç ve saltanat nasıl oluşurdu...
Her tarafta cemaatler ve tarikatlar sadece bunlar değil küresel sermayeninde tek derdi ve hedefi Atatürk...
Didik didik edilerek bulunan üç beş satır sanki define gibi görünüyor ama ardından Atatürk'ün gerçekleştirdiği ikna yolu ile atılan adımda hayal kırıklığı yaşanıyor, Bu konuda değilmiydi zaten ilk yazınızdaki eleştiriniz...
Evet Atatürk din bezirganlarının elinden bu masum halkı kurtarma doğrultusunda attığı adımı istediğiniz biçimde değerlendirme hakkına sahipsiniz...
Samimi olanlar Atatürkün kendilerini kandırdıklarını çok zeki biri olduğunu söylüyor bu konuda...

Benim Ataturk konusundaki elestirim Ataturk'u elestirme basliginda. Bu baslikta bahsetmek istedigim sey elimize gecen belgelerin objektif olmamasi. Benim elestirimde Ataturk dini siyaseten kullandi cumlemin hala arkasindayim. Cunku kullandi. Camide bu hutbeyi veren biri daha sonra kalkip Biz gokten indigi zannedilen kitaplara gore degil, hayatin gerceklerine gore politika yapiyoru, tabiat insani yaratti, gibi cumleler kurarsa sence bunun aciklamasi ne olabilir ki?

Dedigim gibi silah arkadaslarida Ataturk olabilirdi. Ama onlar Ataturk kadar liderlik vasiflarina, zekaya, ozellikle siyasi zekaya sahip degillerdi. Bu yuzden de olamadilar zaten. Ismet Pasa Ataturk'un sag koludur. Donemine bakin bir kere Ataturk'ten bahis edilmis mi? Paraya bile resmini bastirdi. Icinde ki Ataturk kiskancligindan oturu. Ama Ali Fethi Okyar hukumeti Ataturk'e olan saygisini ve hurmetini her zaman gostermistir. Suan Ataturk'u boyle tanimamizin sebebi Ismet Inonu'dur. Ve onun gibi degisime ugramis basta CHP'dir. Ataturk'u siyasete bulastiranlardir. Ataturk'u camilerden uzak gosterenlerdir. Ataturk'u dinsiz gosterenlerdir. Ataturk'u ickici gosterenlerdir. Ataturk'u ilahlastiranlardr. Ataturk'u peygamber olarak gosterenlerdir. Ataturk'u basortusune karsi gosterenlerdir. Ataturk'u agzindan dusurmeyenlerdir. Kisacasi Ataturk'u tanimayip Ataturkcuyum diye gecinenler yuzundendir.
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
İsmet İnönü Atatürkün hiç bir zaman sağ kolu olmadı, he an arkadan vurmaya hazırdı, Ama Kurtuluş Savaşında va öncesinde bu ülkeye büyük katkıları olmuş ender bir stratejistti ve Kurtuluş şavaşınında kahramanlarındandı, Kazım karabekir, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak gibi... Sadece o kadar Atatürkün ölümünden sonrada İttatçı mantığı ile Ülkeyi ABD ve Almanyanın kucağına attılar, Atatürkün olmazsa olmaz dediği Ebedi Dost Sovyetler bir numaralı düşman yapıldı...
Atatürk Dini kullanma dan çok Din istismarcılarını kendi silahları ile vurdu diyorum ben, Samimi inanç içinde olan topluma hiç bir zaman saygısızlık yapmadan vereceklerini zamanı geldiğine inandıkça verdi...
Fevzi Çakmak Atatürkü tutuklamak için Erzuruma Kazım Karabekirin yanına gittiğinde Kazım karabekir geldiği yere postaldı onu, Taki makamından olduktan sonra tutuklanma tehlikesi ortaya çıktığında Telgrafla İsmet İnönüye Ankaraya gelmek istediğini söylediğinde Atatürk önce kabul etmedi, İnönünün kefilliği doğrultusunda gelerek o da başka bir Ulusal Kurtuluş Savaşının Kahramanları arasında yerini aldı, elbetteki bu tip birlikteliklerde yol ayrımlarıda kaçınılmazdı ve olduda....
Sol görünüşlü ABD nin arka bahcesi olan partilerin arka bahçelerince Atatürkün tabulaştırılması ve posterleştirilme çerçevesi içerisinde bırakılmasına karşıda tepkimizi koymaktan çekinmiyoruz...
Hiç kimse yada ulus bir başkasının görüşleri ile ülkesini refaha ulaştıramamıştır, bunu hiç bir dönemde tarih yazmamıştır, onlar sadece geçmişin bu günlere tutulacağı ışıktırlar, doğru veya yanlış fikir ve pratikleri ile....
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst