Anormalleştirilen Normali Savunmak

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe Kulübü kategorisinde BABLİSOK tarafından oluşturulan Anormalleştirilen Normali Savunmak başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 2,204 kez görüntülenmiş, 8 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe Kulübü
Konu Başlığı Anormalleştirilen Normali Savunmak
Konbuyu başlatan BABLİSOK
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan el acayip

BABLİSOK

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
4 Haz 2012
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
ANORMALLEŞTİRİLEN NORMALİ SAVUNMAK
İnsanın kendisini ve etrafındaki her şeyi yok etmekte sergilediği inanılmaz ve dayanılmaz yaratıcılık, medyadan saat başı akan haberlerle çeşitlendikçe, soruyoruz birbirimize; yanlışı nerede, ne zaman, nasıl yaptık? İnsan denilen canlı türü, nasıl oldu da kendi yaşamını, dünyayı, hatta yavaş yavaş uzayı ve diğer gezegenleri cehenneme çeviren bir varlığa dönüştü(Zerzan:2009) ? gibi bir sorgulamayı tarihsel açıdan irdelemek, daha açıklayıcı olacaktır.
Günümüz dünya düzenine, devlet yapılarına baktığımız zaman birtakım kavramlarla karşılaşırız. Bu kavramların başında ''ben ve öteki'', ''biz’’ tarafından ötekileştirilen ‘’diğerleri'', ''normal ve anormal'' gibi kavramlarla karşılaşırız. Bu tür kavramlar, ''ben'' kavramını yücelten ''öteki'' kavramını ise her zaman olumsuzlayan görüşlerden kaynaklanmaktadır. Bu görüşleri en iyi şekli ile savunup topluma empoze etmeyi amaç edinen devlet, dolayısıyla kendi egemen düşüncesini ve kendi egemenlik haklarını meşrulaştırmak için her türlü dezenformatif eylemlerde bulunmaktadır. Bu eylemler çerçevesin de kendi görüşü dışındaki görüşleri akıl almaz, anormal olarak nitelendirmekte ve bu niteliğini dilin her türlü etkinliğinde göstermeye çalışmaktadır. Bu noktada norm, normal ve anormal gibi kavramları iyi bir şekilde analiz etmek ve bu kavramları en iyi şekilde irdelemek gerekmektedir. Normal kavramı alışıla gelen, olağan, aşırı olamayan anlamlarına sahiptir. Normal kavramının türediği norm kavramı ise uyulması gereken kural, düzen, prensip, kriter, düzgü anlamına gelmektedir. Normal kavramının olumsuz hali anormal ise genel olana, alışılmışa ve kurala aykırı olan, normal olmayan anlamına gelmektedir. Burada önemli olan ‘’yasa’’ kavramını da gözden kaçırmamamız gerekmektedir. Yasa, uyulması gereken kurallar bütünüdür (TDK). Norm kavramından yola çıkarak bu uyulması gereken kuralların hazırlayıcısı ve prensiplerin, düzenin düzenleyicisi ve sahibi kimdir? İşte bu noktada temel kavramımız olan normu elinde tutan ve kendi ideolojisi çerçevesinde şekillendiren devlet, siyaset felsefesinin en tartışmalı konusu haline gelmektedir. Artık tartışma, ''Devlet nedir?'' Devlet bir doğal kurum mu? Devlet insanlar için gerekli mi? gibi sorgulamalarla süre gelmiştir
Antikçağın en önemli filozoflarından Platon ve Aristoteles’e göre devlet, doğal bir kurumdur. Modern çağ düşünürlerinden Locke, Hobbes, ve Roussaeau’ya göre devlet, yapay bir kurumdur ancak devletin varlığı gereklidir. Buna karşın 19.yy’ın önemli düşünürlerinden William Godwin, Mihail Bakunin, Kropotkin, Proudhon, Tolstoy ise, devletin doğal bir kurum olmadığı ve devletin gereksiz olduğu görüşündedirler. Burada üzerinde duracağımız devletin gerekli olduğu düşüncesini savunan Rousseau’ya karşı devletin gereksiz olduğu düşüncesinde olan anarşist düşünürleri inceleyeceğiz.
Rousseau, toplumsal düzenin toplumu oluşturan bireylerin iradelerini yansıtan ‘’Toplumsal Sözleşme’’ dediği bir uzlaşmaya dayanması gerektiğini, politik yöntemin ancak böyle bir sözleşme çerçevesinde anlam kazanacağını ileri sürmektedir. Rousseau’nun toplum sözleşmesi kitabının girişinde; ‘’ İnsan özgür doğar, ama her yerde zincire vurulmuştur.’’ Kendisini başkalarının efendisi sanan biri bulunabilir ancak böyle sanması bu kişinin onlardan daha çok köle olmasına engel değildir. Nasıl gerçekleşmiş bu değişim? Bilemiyorum. Bu durumu meşru kılan nedir? (Rousseau:2008,57) sözleriyle başlayan Rousseau politik problemi olabilecek en açık bir biçimde ortaya koyarken, var olan tüm sistemlerin gayrimeşru olduğunu ima eder. Rousseau’ya göre insanın özgür doğduğu, istediği gibi yaşama hakkına sahip olduğu yerde insan zincirlere vurulmuştur. Bu süreç tarımın başlaması ve buna bağlı olarak mülkiyet kavramının ortaya çıkması ile insan doğal durumdan kopmuş ve uygarlığa ilk adımını atmıştır. Rousseau, uygarlığın bu yozlaştırıcı etkisini ileri sürerek, insanın doğal yaşamından kopmuş olmasını olumsuz bir gelişme saymaktadır ancak bu olumsuz gelişmeyi sözleşme ile olumlu hale getirmeye çalışmıştır.
Rousseau, devletin doğal bir kurum olmadığı bilakis yapay bir kurum olduğu ve insanların doğal durumlarından uzaklaşırken ortaya çıkan toplumsal sözleşme’nin gerekli olduğu vurgusunu yapar. Doğa durumunda yaşayan insan, tüm ihtiyaçlarını içinde bulunduğu koşullarda sağlamaya çalışmıştır ve doğa şartlarında yaşam sürdürmeye çalışan insan belirli bir uğraşa, barınağa sahip değildir. Rousseau, doğa şartlarında yaşayan insanın yalnız yaşadığını, öteki insanlarla beraber olamadığını ve ilkel insanların iyinin ne olduğunu bilmediklerinden dolayı kötü olmadıklarını öne sürmüştür.
Rousseau, insanları doğa şartlarında yaşadıklarından dolayı sosyal varlıklar olarak görmez. Doğa şartlarında yaşayan insan, toplumsal varlık değildir. Sosyal varlık olmayan insanlar, bu anlamda bir toplum meydana getirememiş ve böylece bütünüyle başıboş olarak yaşamışlar. Bu durumda olan insan; özgür, mutlu ve her türlü baskıdan uzak bir hayat yaşıyor, mevcut bulunan her şey üzerinde sınırsız haklara sahip bulunuyordu. Böyle bir ortamda, iyi-kötü, haklılık-haksızlık, eşitlik-eşitsizlik ve mülkiyet gibi kavramlar gelişmemişti, dolayısıyla insanlar her bakımdan birbirleriyle eşit durumdaydı. Rousseau ‘’İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni’’ adlı kitabında, ‘’bir parça toprağı himayesine almış, ‘’bu benim’’diyebilen ve ona inanacak kadar saf insanlar bulmuş ilk insan, medeni toplumun gerçek kurucusudur’’sözleriyle insanın doğa şartlarından nasıl koptuğunu dile getirir(Rousseau:2003,64). İnsanların toprağı işlemeye başlamasıyla topraklar çitlenmeye başlanmış ve bununla beraber hak ve haksızlık, sömüren-sömürülen, efendi-köle kavramları ortaya çıkmıştır. Toprağın işlenmesiyle mülk kavramı ortaya çıkmış ve ilkel insanın içinde bulunduğu eşitlik yerini eşitsizliğe bırakmıştır.
Rousseau, doğa durumundan çıkmış olan insanın artık o şartlara geri dönemeyeceği ve yeni bir alternatif ortaya koyamamalarından dolayı kendilerini korumak için ortak bir noktada buluşmaları gerektiğini öne sürer. Ona göre doğa durumundan çıkan insan kaybettiği özgürlük ve eşitliği ancak toplumsal sözleşme ile kazanabilir. Rousseau toplumsal sözleşmede ‘’ her bireyin malını ve canını tüm ortak gücüyle savunan öyle bir toplum biçiminin bulunması gerekir ki, bu toplumda her birey herkesle bir olduğu halde sadece kendine itaat etsin ve eskisi kadar da özgür olsun’’düşüncesiyle hareket eder(Rousseau,2008:67). Ona göre toplumsal anlaşma kesinlikle doğal eşitliği ortadan kaldırmaz tersine anlaşmayla doğanın verdiği fiziksel ve zihinsel eşitsizlik yerine ahlaksal ve meşru olan bir eşitlik getirir. Rousseau’ ya göre bu şekilde insanlar doğuştan güç ve zeka bakımından eşit olmasalar da yasalarla eşit olurlar. Toplumsal sözleşmeyle beraber insanlar tüm haklarıyla topluma bağlı olmalıdır. Eğer insanlar bütün hakları ile topluma bağlanırsa kimseye de bağlanmamış olur. Bu durum böylelikle eşitlik ortamını da yaratır. Toplumsal sözleşme ile amaç insanın geçişle beraber kaybettiği eşitlik ve özgürlüğü, sözleşme ile daha üst seviyeye çıkartmaktır.
Toplumsal sözleşmeyle beraber egemen güç genel iradedir. Bu genel irade bireysel ve toplumsal çıkarları uzlaştırmaktadır. Ona göre insanların eskisi gibi eşit ve özgür kalabilmelerini sağlayan, tüm hakları kendi içerisinde taşıyan genel iradedir. Genel iradenin hüküm sürdüğü toplumsal koşullar yasalarla düzenlenir ve egemenliğin sahibi olan halktır.
Sonuç olarak Rousseau’ya politik bağlamda baktığımız da egemen olan, iktidar sahibi halktır. Rousseau anlaşmayla insanların eşit ve özgür kalabileceklerine vurgu yaparak burada egemen varlık olan devletin gerekliliği düşüncesini ileri sürer.
Jean Jacques Rousseau’nun insanın doğal durumundan kopmasıyla kaybettiği eşitlik ve özgürlüğü geri almak amacıyla oluşturduğu devletin gerekli olduğu görüşüne karşın, devletin bir baskı aracı, insanları sömüren ve özgürlüklerini kısıtlayan, varlığı yapay ve gereksiz bir kurum olduğu görüşüne sahip anarşist düşünürler 18 yy’la damga vurmuşlardır.
Devletin yapay ve gereksiz bir aygıt olduğu düşüncesi, tarihin her aşamasında yönetenler tarafından anormal bir durummuş gibi ortaya konmaya çalışılmıştır. Yöneticiler kendi ideolojilerine ters düşen düşüncülere anormal nitelikler yükleyerek ve bu anormal düşünceye sahip olan insanlara deli, düzenbaz etiketi yapıştırarak bu anormal hale getirilen düşünceyi yok etme çabasına girişmişlerdir.
Rousseau‘ya karşın anarşist düşünürler, insanın insan olma özelliğinin, özgürlüğünün ve bir insanın başkası üzerinde egemenlik kuramamasının ancak devletsiz toplumlarda gerçekleşebileceğini öne sürerler. Onlar, devletin bir sömürü aracı ve insan kötülüğünün bir ürünü olduğu düşüncesine sahiptir. Bu görüşler her zaman iktidarlar tarafından yozlaşmış düşünceler, anormal düşünceler olarak halka empoze edilmeye çalışılmıştır. Anarşist düşüncelere baktığımızda insan doğasına ilişkin düşünceler, var olan düzene ilişkin bir eleştiri, özgür toplumlara ulaşmak için bir amaç olarak karşımıza çıkar. Anarşizm, yapay olan devleti ve devletin meşruluğunu reddeder, insanları mahkum eden siyasal otoriteyi ve her türlü hiyerarşi ve hakimiyeti reddeder. Anarşistlere göre, hükmetme yetkisinin çoğulluğun elinde bulunması, iktidar sahiplerinin bu konumlarını halkın seçimi sayesinde elde etmiş olmalarının hiç bir önemi yoktur. Çünkü devletin, iktidarın özü hiçbir zaman değişmez; biçimi ne olursa olsun özü kötülüktür.
Peki anarşizm nedir? Anarşizm, yoksunluk bildiren yunanca ‘’an’’önekiyle kral, yönetici güç anlamına gelen ‘’arkhos’’ sözcüklerinin birleşiminden türeyen bir terimdir(cevizci:2005,100). Politik düşüncelerini ‘’anarşist’’ kavramıyla açıklayan ilk düşünür 18. yy’da yaşamış olan Proudhon’dur. Ona göre anarşizm ‘’efendinin, hükümdarın olmamasını’’ amaçlayan politik bir kuramdır. Kropotkin ise anarşizmi, toplumun denetimsiz olarak tasarladığı bir yaşam ve davranış teorisine ya da ilkesine verilen ad olarak tanımlar(Kropotkin:2009,51). Emma Goldman’a göre anarşizm; insan yapımı yasalarla kısıtlanmamış özgürlük üzerine kurulu yeni bir toplumsal düzen felsefesi; bütün yönetim biçimlerinin şiddete dayandığını ve bu yüzden yanlış, zararlı ve gereksiz olduğunu savunan teoridir(Goldman:2012,14). Anarşizm doğal olana değil yapay olana, varolana değil icat edilmiş olana karşı bir başkaldırıdır. Anarşizm bu düşüncelerden hareketle devlete, hiyerarşiye ve her türlü otoriteye karşıdır. Bu karşı çıkış insanın içinde bulunduğu katı ve yapay kurallardan kurtulma çabasıdır. Buradan yola çıkarak anarşizmin bir hayat felsefesi bir yaşam tarzı olduğunu söyleyebiliriz.
Rousseau, insanın doğal şartlardan kopuşunu olumsuz bir durum olarak ele alır ancak bu olumsuz durumu sözleşme ile olumlamaya çalışır. Ona göre insan kaybettiği özgürlüğünü sözleşme ile daha üst bir seviyeye çıkaracaktır. Bu noktada anarşistler, Rousseau’nun bu görüşüne karşı çıkarlar. Onlara göre sözleşme ile insan köleliğe adım atmıştır. Çünkü; insanın asıl özü hükümetsiz, iktidarsız halidir ve insan bu doğal şartlarda özgür bir yaşam sürdürür. Bu konuda Godwin; ‘’insan doğal olarak özgür bir toplumda yaşama yeteneğine sahipse, toplum aslında doğal bir gelişimse, o zaman insan yapımı yasalar dayatmaya ya da pozitif kurumlar yaratmaya çalışanlar toplumun gerçek düşmanlarıdır’’düşüncesini ileri sürer(Woodwoc, tarihsiz) . Anarşistlere göre insanın kendini gerçekleştirebileceği yer devletsiz toplumlardır çünkü; devletsiz toplumlar da hiçbir baskıya maruz kalınmaz, hiçbir otorite yoktur. İnsan ancak devletsiz bir toplumda özgür ve eşit olabilir. Bu düşünceden hareketle Rousseau’nun görüşüne karşı çıkarlar ve devletin yapay ve gereksiz bir şey olduğu görüşünü ileri sürerler. Rousseau’nun ‘’toplum sözleşmesi’’yerini, devletsiz bir toplumda gerçekleşmesi mümkün olacak olan ‘’özgürlük sözleşmesine’’bırakır.
Anarşistlerin gereksiz olarak vurguladıkları ‘’DEVLET’’ nedir? William Godwin’e göre devlet insan kötülüklerinin bir eseridir. İnsan, toplum ve devleti birbirinden ayırt ederek, devlete karşı bir tutum sergilemelidir. Ona göre toplum ihtiyaçlarımızın bir ürünüdür, devlet ise kötülüklerimizin bir mirasıdır(Arvon:2007,35). Godwin’e göre devletin yasaları doğal değildir, tersine yasalar yönetenler tarafından oluşturulmuş, onların tutkularının, kıskançlıklarının, ihtiraslarının bir ürünüdür. Devletin yapay olan yasalarıyla insanları yönetmesi, insanları doğallıktan uzaklaştırmıştır çünkü; insanlar, doğal durumda eşittir ancak bir insanın başkası tarafından yönetilmesiyle eşitlik ortadan kalkacaktır.
Willam Godwin devletli topluma karşı, doğal ve eşitlikçi bir toplumu savunur. Bu eşitlikçi toplumu yaratmak için rehber ‘’akıl’’ve ‘’eğitim’’olmalıdır. Onun için özgürleşmenin yolu eğitimdir ve reformun aracıdır. ‘’Eğitimin nihai amacı, bireysel anlayışı geliştirmek ve çocukları özgür bir toplum yaratmaya ve zevk almaya hazırlamak olduğunu savunur’’(Marshall:2003,309). Godwin’nin kurmak istediği toplum modelinde şiddet yer almaz. Aklın rehberliğinde verilecek olan eğitimle insan bilinçlendirilecek, bu şekilde varolan devlet rejimi aklın zaferiyle yıkılacak ve böylece insan özgürleşecektir. Godwin tüm idari biçimlerin basitleştirilmesini, merkezsizleştirilmesini savunur. Godwin’e göre büyük, karmaşık, merkezileşmiş devletler insanlığın iyiliği için tehlikeli ve gereksizdir. Bu merkezi devletler yerine özgür ve eşit bireylerin gönüllü birliklerinden oluşan, merkezi olmayan yerelleşmiş idari biçimler yer almalıdır.
Rus anarşist Mihail Bakunin’e göre devlet, hayvanlığı insanlığa bağlayan zincirin gerekli bir halkasıdır, devlet mutlak kesin bir şey değildir: tarihsel, geçişsel nitelik taşıyan bir kurum ve toplumun geçici biçimidir (Arvon:2007,35-65). Bir özgürlük düşünürü olan Bakunin, bütün sömürülerin, savaşların, yabancılaşmanın, kötülüklerin, ortaya çıkan tüm sorunların kaynağı olarak devlete işaret etmektedir. Bakunin devletten nefret eder bunun nedeni olarak, devletin baskıyla insanı köleleştirdiğini ve buna bağlı olarak insanı insan yapan, insan için değişmez olan özgürlüğünü elinden aldığını öne sürer. Bunun için bakunin devletin tümüyle yok edilmesini savunur. Ona göre insan devlet aygıtı ile özgürlüğünü kaybetmiştir. Bu özgürlüğün geri alınması da ancak devletin ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır. Bakunin göre devlet özü gereği baskıcıdır ve dayatmacıdır. Bu özelliklerinden kaynaklı olarak devlet, insan özgürlüğünü yok ettiği için ortadan kaldırılmalıdır. Devleti ortadan kaldırmak için şiddet kullanılmalıdır ancak bu şiddet ‘’bireysel eylemler için değil, devleti ortadan kaldırmak için ayaklanan yığının zorunlu olarak kullanacakları şiddet’’ olmalıdır(Gönül:2008,27). Bakunin devleti, iktidarı, yıkmak adına şiddeti meşru görür. Devleti yıkma yöntemi olarak şiddetten kaçınan anarşistlerin tersine ‘’ yıkıcı tutku, yaratıcı tutkudur’’ diyerek tüm kurumları yıkmak için şiddeti meşrulaştırır. Burada amaç bireysel özgürlüğü elde etmek değil, bütün topluma evrensel bir özgürlük kazandırmaktır.
Mihail Bakunin’e göre devletin ortadan kaldırılmasıyla, devletin doğal temelini oluşturan özel mülkiyetinde ortadan kaldırılması gerekir. Varolan her türlü sermayenin, toplumun ortak mülkiyeti haline getirilmesini ileri sürer. Bakunin, devletin yerine federalizmi getirmek ister ve bu federalist düşüncenin, merkeziyetçi düşünceye karşı savunulmasını ister.
Kropotkin ise devleti tarihin akışı içerisinde toplumun benimsediği siyasal bir örgütlenme biçimi olarak ele alır. Devlet, ‘’insanların doğrudan bir araya gelmelerini önlemek, yerel ve bireysel inisiyatifin gelişimini durdurmak, mevcut özgürlükleri ezmek, yeninin çiçeklenmesini önlemek ve bütün bunları kitleleri azınlıkların iradesine tabi kılmak için’’ geliştirilen bir kurumdur(Marshall:2003,459). Kropotkin dönemin devletçi-kapitalist toplumunu ve onu meşru kılan tüm kurumları eleştirir. Ona göre devlet insanları baskı altına alan ve kapitalizmin koruyucusundan başka bir şey değildir. Kropotkin, ‘’Toplumun herkesin herkese karşı doğal bir mücadele içinde olduğu yer olarak algılanmasını reddeder, devletin bu dengeyi sağlayan doğal bir aygıt olduğu görüşüne de karşı çıkar.’’(Cantzen:1994,25) Kropotkin’e göre devletin koruyucusu olduğu kapitalizm, temel olarak birilerinin sömürülmesine dayanır. Bu sömürünün ve kapitalizmin özünü oluşturan özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla kapitalist sistem engellenebilir. Devletin ve iktidarın ortadan kaldırılması Kropotkine göre ‘’eylem yoluyla propaganda’’ ile gerçekleşecek olan toplumsal devrimle mümkündür. Kropotkin, kapitalist sistemi ve baskı aracı olan devletin yıkılmamasını ezilenlerin güçsüzlüğüne değil de koşulların uygunsuzluğuna bağlar. Devleti ortadan kaldırmak için şiddeti önermez, ancak bazı durumlarda şiddetten kaçınılamayacağını da ileri sürer. Kropotkin anarşizmin çağımız insanı için değil, gelişmiş insanlık için uygun olduğunu dile getirir.
Tolstoy ise devletin dört etki aracı sayesinde varlığını sürdürdüğünü ileri sürer. Bu dört araç bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Birinci araç, devlet din ve yurtseverlikle birey üzerinde uyguladığı bir tür hipnozdur. Tolstoy’a göre devlet bunu kamuoyunun hileyle yanıltmasına dayandırır. İkinci araç ise suistimaldır. Vergiler sayesinde devlet, görevler halkı köleleştirmek olan memurları besler. Üçüncü araç ise baskıdır. Devlet mutlak bir saygıya ve herkesin yüceltmesine hakkı olan kutsal bir şey gibi sunulur. Dördüncü araç ise zorunlu askerlik hizmetidir. Tolstoy’a göre bu araç, devlet’in ezdiklerinin yardımıyla baskıyı sürdürmesini sağlar(Arvon:2007,68). Tolstoy, her türlü şiddete karşı olan bir düşünürdür onun politik görüşü ‘’dayatılan baskıya, kötülüğe karşı şiddete başvurmadan direniş’’ yoludur.
Sonuç olarak anarşizm her türlü otoriteye, hiyerarşiye ve hegemonyaya karşı olan bir düşünce akımıdır. Anarşizm devletin, iktidarın olamaması gerektiği vurgusunu yaptığı için, her zaman yöneten yani iktidar tarafından anormal bir düşünceymiş gibi yansıtılır. Ancak anarşizmin amacı bireysel özgürlük temelinde evrensel bir özgürlük yaratmaktır. Peki insanı merkeze alan bu düşünceler neden yönetenler tarafından anormal olarak yansıtılmaya çalışılır? Anarşizm; devlete, baskı ile kurulmuş olan düzene karşı olan bir akımdır. Bu nedenle iktidarlar varlığının devamını sağlayabilmek için, anarşizmi anormal bir düşünce olarak yansıtmaya çalışırlar.
Anarşizm, sözleşmeci olan Rousseau’nun tersine devletin gereksiz olduğu düşüncesini savunur. Çünkü; onlara göre insanın kendini gerçekleştireceği yer devletsiz toplumdur. Günümüz de devlet, mutluluğu, huzuru, düzeni sağlayan, her türlü kargaşayı önleyen bir kurum olarak gösterilse de bunun öyle olmadığını görebiliriz. Son yüzyıldaki sömürüye dayalı ortaya çıkan savaşlar, devletin kendi himayesindeki insanları öldürebilmesi, insan haklarının gözardı edilmesi, ve toplumda varolan gelir dağılımındaki uçuruma baktığımız da devletin kurulma aşamasında sahip olduğu ilkeleri gerçekleştirmediği ve bu nedenlerden dolayı devletin gerekli olmadığı sonucuna varabiliriz. Emperyalist ülkelerin sömürüsüne izleyici kalmayan, toplumdaki ekonomi temelli uçurumun kaldırılması gerektiğini öne süren insanlar, devlet tarafından anormal olarak gösterilmeye çalışılır. Özet olarak sömürü ve köleliğe dayalı toplumda insan doğası değerinden yitirir.






KAYNAKÇA
ARVON, H.(2007) Anarşizm, (çev. Ahmet Kotil) İstanbul: İletişim yayınları
CANTZEN, R.(1994) Daha Az Devlet Daha Çok Toplum, (çev. Veysel Atayman), İstanbul: Ayrıntı Yayınları
GOLDMAN, E.(2012) Anarşizm Neyi Savunur?, (çev. Derya Kömürcü), İstanbul: Agora Yayınevi
GÖKBERK, M. (2008) Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi
GÖNÜL, T. (2008) Anarşizm Nedir?, İstanbul: Kaos Yayınları
GRAHAM, R. (2007) Anarşizm: Özgürlükçü Düşüncelerin Belgesel Bir Tarihi, (çev. Nil Erdoğan- Mustafa Erata), İstanbul: Versus Yayınları
KROPOTKİN, P.(2009) Anarşi, ( çev Işık ergüden), İstanbul: Kaos Yayınları
MARSHALL, P. (2003) Anarşizm Tarihi, ( çev. Yavuz Alogan), Ankara: İmge Kitabevi
ROUSSEAU, J. (2008) Toplum Sözleşmesi, (çev. İsmail Yerguz), İstanbul: Say Yayınları
ROUSSEAU, J. (2003) İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni, (çev. Ertuğ Ergün) Ankara: Yeryüzü Yayınevi
ZERZAN, J.(2009) Gelecekteki İlkel, (çev. Cemal Atila), İstanbul: Kaos Yayınları
WARD, C.(2000) Eylemde Anarşi, (çev. Deniz Güneri), İstanbul: Kaos Yayınları
WOODCOCK, G.(1997) Bir Düşünce Ve Hareketin Tarihi, (çev. Alev Türker), İstanbul: Kaos Yayınları

YAZAN : BABLİSOK !
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Anarşizm doğal olana değil yapay olana, varolana değil icat edilmiş olana karşı bir başkaldırıdır. Anarşizm bu düşüncelerden hareketle devlete, hiyerarşiye ve her türlü otoriteye karşıdır. Bu karşı çıkış insanın içinde bulunduğu katı ve yapay kurallardan kurtulma çabasıdır.

Hiyerarşi insanın uydurmuş olduğu bir kavram değildir..Hiyerarşi doğanın bir ürünüdür..Bir yırtıcıyı avlanan , bir ot oburu ise av yapan insan değildir doğadır…
 

BABLİSOK

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
4 Haz 2012
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
DoĞal olani deĞİŞtirme imkani yoktur insanin.. İnsan yapay olana karŞi Çikabilecek bir guce sahip bir canlidir. EŞİzsİzlİĞİ meŞrulaŞtiran yada mumkun kilan tum kosullara baŞkaldirmalidir...yapay olan koŞullarla uzlaŞilmamalidir...
 

darkmoon

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
5 Eyl 2012
Mesajlar
48
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
52
Hiyerarşi insanın uydurmuş olduğu bir kavram değildir..Hiyerarşi doğanın bir ürünüdür..Bir yırtıcıyı avlanan , bir ot oburu ise av yapan insan değildir doğadır…

beslenme zincirinin doğal bir hiyerarşi olarak sunulması yanlıştır zannımca.. doğada hiyerarşi filan yoktur.. aslan tavşanı yer o halde aslan kraldır, yada fil kaplandan büyüktür o halde patrondur türü bir yaklaşım herhalde insan zihnininin icadı kavramlarla düşünmekten ibaret bir yanılsamadır..
bunu önemsiyorum, çünkü bir yandan insanın iktidar ve güç mücadelesinin şifrelerini içeriyor bu bakış, öte yandan ise kendini doğaya karşı konumlandırmasının, piramitin en tepesine bencilce kurulabilmesinin anahtarını taşıyor..
.
ve en nihayet.. normlar değiştiğinde normal de değişir..
 
M

monaliza

Ziyaretçi
Anormalleştirilen normaller kadar; normalleştiren anormaller de zarar verir, insan ve topluma.
Bizim toplumuma da en büyük zararı normalleştirilen anormallikler ve normal görünen anormaller vermiştir.
 

Ferdinand Bardamu

Kahin
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2012
Mesajlar
1,302
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
beslenme zincirinin doğal bir hiyerarşi olarak sunulması yanlıştır zannımca.. doğada hiyerarşi filan yoktur.. aslan tavşanı yer o halde aslan kraldır, yada fil kaplandan büyüktür o halde patrondur türü bir yaklaşım herhalde insan zihnininin icadı kavramlarla düşünmekten ibaret bir yanılsamadır..
bunu önemsiyorum, çünkü bir yandan insanın iktidar ve güç mücadelesinin şifrelerini içeriyor bu bakış, öte yandan ise kendini doğaya karşı konumlandırmasının, piramitin en tepesine bencilce kurulabilmesinin anahtarını taşıyor..
.
ve en nihayet.. normlar değiştiğinde normal de değişir..

Hiyerarşiden kast edileni krallık , beylik yahut paşalık gibi bir içeriğe siz sokuyorsunuz ben sokmuyorum..Besin zincirinde av yahut avcı arasında bir hiyerarşi vardır..Buradaki hiyerarşi hayatta kalabilme süresi, kabiliyeti vesairesi üzerinedir..Bazı canlıları avlayabilecek avcı sayısı pek azken, bazılarını önüne gelen avcı avlayabilmektedir..Bir çita ile örneğin bir leoparı uzun mesafede hız konusunda karşılaştırırsanız üstünlük çitadadır..Yok eğer yakın mücadelede sarfedebilecekleri güce bakarsanız çitanın hiç şansı yoktur..İşte burada farklı özellikler açısından farklı sıralama yapıldığında bir hiyerarşi ortaya çıkmaktadır...
 

el acayip

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
28 Eki 2012
Mesajlar
12
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
doğrudur çunku o insana artik her şeyi yaptırabılırsın
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst