- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 19 Ağu 2008
- Mesajlar
- 3,589
- Tepkime puanı
- 179
- Puanları
- 63
- Yaş
- 60
teknik bir olumsuzluğu düzeltirken, katılımcılara teşekkür ediyorum
--------------------------------------------------------------------------------
ADINI KOYMADIKLARIMIZ/BEN/ETİK
Adını koymadığımız olgular belki de dokunmak istemediklerimiz olgulardı; belki de dokunmaya kıyamadıklarımız; kim bilir? Ad koyduklarımız hep yitip gittiler ve özelliklerini yitirdiler bir-bir! Neden mi gittiler? Süreçlerini tamamlamış olmalarından olsa gerek bu? Yaşarken hissedip, ad koymaya kıymadıklarımız ise süren olgulardır ki, süre-gelmek hayatın özünde saklı olandı...
Dil-döngüsünü keşfeden insan türü o gün bu gündür hep konuşur; bıkmadan usanmadan imgelerin peşine takılır. Gün gelir öyle bir hal alır ki bu imgeler içinden çıkılan ve yaratılan ögelere dönüşürler. İnsan insanın aynası olur ve aynadan yansıyan görüntü demeti değil ses demeti olur...
Görüntünün dili farklı sesin dili farklıdır. Karşıdan yansıyan “ben” bendeki “ben” ile tam örtüşmemektedir. Bendeki “ben” in ondaki “ben” ile çelişkisini “ben” yaşar. Bu çelişki beden-döngüsünü yaratır/zorlar/doğurur. Aslında beden-döngüsü dil döngüsünden önce vardır zaten. Beden-döngüsü bu iki “ben” arasındaki farkı giderip sentezleyemez ise dil-döngüsünün düşünce-döngüsü ile yabancılaştığı/örtüşmediği ortaya çıkar. Ayna gerçeği görme eğilimindedir ve bu yönelim düşünce, dil ve beden döngülerinde bir uyumluluk gerektirir. Aynanın “saf”lık derecesi geri yansıyan “ben” in görüntüsündeki “saf”lığı belirler. Bu aşamada ise bendeki “o”nun yansıması ona geri gider. Karşılıklı aynaların “saf”lık dereceleri eşit ya da çok yakın ise “ben”ler ve “o” larda kırılma olmaz; değilse “ben” ya da “o” dan biri mutlaka kırılacaktır.
Bakışların “ben” üzerindeki etkileri yağmur damlasının “ten” üzerindeki etkisi gibidir.Her ikisinden de asla kaçınılamaz. Yağmurun hızına, miktarına göre adım-sayılarımızın artması ya da değişmemesi “ben” in tercihidir. “ben” her koşulda bu tercihi yapabilecek güçtedir. Bakışların yoğunluğuna “ben”, “sen” ve “o” nun vereceği tepki de aynen böyledir. Adımların hızlanması yağmurun etkisini, değişmemesi ise “ben”in etkisini gösterir. Hastalanmak ve görünme korkuları aşıldığında yağmur ıslatacak ve gözler değecektir; ancak, yürüyüşün şekli asla değişmeyecektir. Bakışların korku yaratmaları çoğunlukla “ben” ile ilgilidir. Korkular “ben”i hapseden kalın duvarlara benze.
“ben” sendeki “o” dur ve ondaki “sen”dir. Bendeki “sen” “o” dur ve bendeki o “sen” dir. Ben, sen ve ondaki sen, ben ve o bir sonuçtur ve hepsi “ben” dir.
Çıkış anındaki eylem/eylemsizlik ve düşüncenin etiği kendisi ile örtüştüğü oranda eşitlenir. Buna kendi içinde çelişkisizlik/barışık olma durumu denebilir. Oluşan bu değer başka bir değer ya da değerler ile ölçümlendiklerinde ötelenip zamana yayılma eğilimi taşıdıklarında ise iki durum/olasılık var demektir. İlk değer ya aynı ölçülerde gün-yüzüne çıkar ya da ötekinin yargısına bağlanır. Bu son duruma ise etiğin kendi içinde tükenmesi denebilir.
Ekim/kasım 2008
Küçüksu
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
nejdet
--------------------------------------------------------------------------------
ben” kendi yansımasını ve gizlediği baskılarını öz-benliğine bir değer olarak aktardığında kendisini/değerini belirlemiş ve buna göre de “diğer/o” kişi tarafından görülerek yansıtılmış olur. Bir yönü ile “ben” yansıdığı olgudaki “netlik” derecesini de belirleme gücüne sahiptir diyebiliriz buna. Tarihsel biriken kavga/çatışma/didişme ve buna bağlı olarak toplumun ve bireylerin kolektif ve bireysel çıkarları üzerinde cereyan eden bireysel ve kolektif korku ve endişeleri “ben” doğduğunda hazır bulur. Hatta daha ileriye giderek şunu da söylemek mümkündür ki kalıtım ile “ben” üzerine yüklenen sadece fizyo/biyolojik özellikler değildir. Kalıtım tarihsel belleği “ben” e dölüt oluşmaya başladığı andan itibaren aktarmaya başlar. Her “ben” bu bellek ile dünyaya gelir. Bu nedenledir ki tarihsel baskılar çoğu kez kişinin “ben” in kendisine ilişkin sanılır. “ben” “neden” sorusu ile bunun farkına varabilir. buna farkında olmak diyebiliriz. Ben iç dünyasındaki o savaşımı barışık olarak çözümleyemez ise gerçek barışı yakalayıp, yaratacak özne konumuna asla gelemeyecektir.
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
nejdet
--------------------------------------------------------------------------------
Canlı türleri arasında ‘insan’ tanımı yalnızca sosyal olan bir türe yapılan işaret değildir. Canlı türleri arasında ‘insan’ tanımı yapılırken ‘insan dışı/olmayan’ tanımı da kaçınılmaz olarak bu tanımın içerisinde yer alacaktır. Ellerini alet olarak kullanmaya başlayan/başlamak zorunda kalan insan türünün hayatını sürdürmesi için el-dil-beyin diyalektiği ile diğer türlerden farklılaşarak üretim aletlerini geliştirmesi ve üretim ilişkileri ile sosyal statüler belirlemesi sonucunda, hem tüm canlıyı izleyip, gözlemleyerek bulduğu gerçekleri not etmesi ve hem de bunu yaparken önce çizgi ile başladığı soyutlama sayesinde kendisini de aynı gözleme tabi tutmuş ve diğer canlılar üzerinde kurduğu egemenliğe bağlı olarak da kendisini onlardan ayırmıştır. Bu biraz da insan türünün kendisini diğer canlı türlerden daha üstün olduğu düşüncesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Canlı türleri arasında yapılan gözlemlerde orangutanların ticari alı-veriş yaptıkları gözlemlenmiştir ki insan türü dışındaki canlılar için bir ilktir bu. Ayrıca insan türünün sosyal yapısının diğer türlerden çok gelişkin olmadığı da gözlemlenmektedir. Örneğin hiçbir maymun topluluğunda sokak çocuğu yoktur ve tüm topluluk üyeleri diğer tüm üyeleri sahiplenebilmektedir. Oysa insan türünün milyonları aşan sokak çocuğu vardır. Her insanın tarihsel bellek taşıyarak dünyaya gelmesi içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların, toplumsal dinamiklerin baskısı ile şekillenirken, hazır bulduklarını nedensel olarak tartıştığında/sorguladığında; kabullenmek yanında red etmek ve yeni olguları tanımlayarak süreçlere katılmayı gerçekleştirdiği ölçüde bir dünyasının olduğunu görecektir. Ben, buna ‘her can bir dünya’ diyorum. İnsan dünyasını keşfetmek sanırsam dünyayı keşfetmekten çok daha zor olsa gerek. Belleğin gelişmişlik düzeyi ile insan sadece dış olguları değil kendi bedeni ve tin-ini de keşfetmek/görmek/ne olduğunu bilmek arzusu/merakı/ilgisi içerisindedir. Bunu yaparken hem kendi yapısını hem de içinde bulunduğu sosyal dokuyu tanımlamak zorundadır. ‘ben’ bu tanımlamayı yaparken ‘o/diğer’ olanın kendisindeki yansımasına ve ‘o/diğer’ deki kendi yansımasına bakar. Her ‘ben’in farklı olduğunun bilincine varması kendisini tanımlaması ile mümkündür. Bu durum, ‘ben’ ‘kimim’ sorusu ile ‘ben’in kendisine karşı sorduğu ilk soruya yanıt aramak ile başlayan, belki de dünyanın en sessiz, en karmaşık ve en zor savaşımıdır. Her canlı türün bir dünyası ve içerisinde bulunduğu ortama bağlı olarak paylaştığı çok sayıda dünyaları vardır. İnsan ayrıca soyutlama yetisini geliştirmiş bir canlı türü olarak sadece o an ile değil geçmiş ve gelecek dünyalar ile de dünyalarını zenginleştirebilmektedir. Gördüğümüz gibi insan türünün birden fazla ve ‘ben’ ekseninde dünyaları vardır ve bunların hepsi onun dünyasıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
chimera
--------------------------------------------------------------------------------
Bendeki o'nun yansıması yada ondaki ben'in yansımasının farklılığı toplumsal yaşamımızı bukadar etkilerken,savaşlar ve birbirini öldüren insanlar bu kadar artmışken;dediğiniz gibi 'benle' barışık olma insanın en büyük savaşımı olmalıdır.Teşekkürler paylaşımınız için..
--------------------------------------------------------------------------------
Adın yokdu tanıştığımızda,sonrada olmadı.Çünkü başka biri oldun zamanla..
fides
--------------------------------------------------------------------------------
Mustafa Günayın bir yazısını aktaracağım. "Ben" beğendim umarım siz de beğenirsiniz.
BEN(CİLLİK), SEN(CİLLİK)VE ÖTESİ
GİRİŞ:
Benden, benlikten söz ederken, “sen”den, ötekinden de söz etmek durumundayız. Elbette benlik kavramı ve benliğin ne olduğu üzerine psikolojiden felsefeye ve edebiyata kadar çeşitli disiplinlerde çok şey yazılmış ve söylenmiş bulunmaktadır.
Bu yazıma başlarken “ben” üzerine üç şiirden bazı alıntılar yapacağım:
“beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri” (Yunus Emre)
“bakanlar bana
gövdemi görürler
Ben başka yerdeyim” (Asaf Halet Çelebi)
“elimden gelen bu ben iki kişiyim
Çoğalmak neyse ne azalmak zor” (Attila İlhan)
Her insan bir bendir, kendi benlik bilincine sahiptir. Ama ben olmak ile bencil olmak aynı şey değildir. Gerçekten benliğinin bilincinde olan, ben olan kişi sencil olabilir ancak. Çünkü sen’i bilmeyen, anlamayan, sen ile kendini oluşturmayan ve tamamlamayan ben, eksik bir ben olarak kalmaya yazgılıdır. Söz konusu eksikliğin ve çarpıklığın görünümleri, şiddet, terör, cinayet, kıyım vb. olarak dünyamızı yaşanılmaz bir yere dönüştürmektedir.
Ben, varoluşsal bir kavram ve gerçekliktir. Ben, hem maddi hem de tinsel bir gerçekliktir. Bencillik ise varolan bir ben’in diğerleriyle ilişkisinde ortaya çıkan bir tutum/anlayış, ilişki biçimi ve etik boyutu içeren bir eylem tarzıdır.
Bir ben olarak her insan, kim olduğunu, ne olduğunu ve olması gerektiğini kendine sorar. Bir bakıma felsefe de insanın kendi varoluşunun neliğine yönelik sorularla kendini ifade eder. Bu soruları araştıran başka insan bilimleri de vardır günümüzde. Ama felsefenin temel soruları diğer bilgi disiplinleri için de yol açıcı ve aydınlatıcıdır.
Bir ben olarak her insan, diğerleriyle birlikte ve onlarla kurduğu ilişkiler/iletişimler bağlamında kendi benliğini de oluşturur ve bunun bilincini edinir. Unutulmaması gereken önemli bir şey de şudur: diğerleri karşısında her kişi, her ben de bir “öteki”dir. Ben nasıl bir öteki ise, öteki de bir ben’dir. Bu gerçeği gözden kaçırmanın ya da görmezden gelmenin bedelini, gerek kişisel ilişkilerimizde gerekse toplumsal-kültürel ortamda, her gün çok ağır biçimde ödemiyor muyuz?
Kendine bakan, ben’inin aynasında ötekini de görebiliyorsa, kendini görebilir. Aklımız bir gözümüz ise kalbimiz ikinci gözümüz değil midir? Bütün gözlerini kapatan insanlar olabilir. Ama tümüyle kör olan, körleşen bir insan olabilir mi?
Felsefe, şiir, bilim başta olmak üzere, bütün bilgi biçimleri insana kendini, kendi benini ve ötekini görmeye yönelen bir göz ve bakış edinme olanaklarını sunabildikleri ölçüde anlamlı ve değerli olmazlar mı?
BİR SORU: KİMİM?
Bir soru sor kendine: ben kimim? Olabilir soracağın soru, ya da başka bir soru...Bu soruyu başkalarına da sorabilirsin elbette. Sorduğun kişilere göre, bu soruya farklı yanıtlar alabilirsin. Anne-baban, “çocuğumuzsun” diyeceklerdir, öğretmenlerin “öğrencimsin”, arkadaşların ise “arkadaşımsın” diyeceklerdir. Eğer kardeşin varsa, “kardeşimsin” diye yanıt vereceklerdir soruna. Alışveriş yaptığın market ya da manav “müşterimsin” diyecektir. Bir devlet görevlisine soracak olursan, “yurttaşsın” yanıtını alacaksın büyük olasılıkla.
Hangi kişilere sorarsan, onlarla olan ilişkilerine/konumuna göre, alacağın yanıtlar ve karşılıklar da farklı olacaktır. Bütün bu yanıtlar seni tanımlamada, kim olduğunu belirginleştirmede büyük bir rol oynayacaktır hiç şüphesiz. Ancak “kimim?” sorusuna, insanın kendisi bir yanıt vermedikçe, herşeyden önce de bu soruyu kendisine sormadıkça, ne kadar çok yanıt alırsa alsın, bu farklı yanıtlar çokluğunda yine de bir eksiklik söz konusu olacaktır. Niçin mi? “Ben kimim?” sorusunu yönelteceğimiz herkes, bizi kendi bakış açılarına ve konumlarına göre tanımlama ve değerlendirme durumundadırlar. Aynı şey bizim başkalarına yönelik tutum ve değerlendirmelerimiz için de geçerlidir.
“Ben kimim?” sorusu, insanın kendini tanıma ve bilme çabasının başlangıcını oluşturur. Felsefe, bilim, sanat ve öncelikle de eğitim, kişilere bu soruyu sordurabiliyor ve yanıt aramada yollar-yöntemler sunabiliyorsa, işlevini yerine getirebiliyor demektir.
Sahi, sen bu soruyu sormuş muydun kendine? Sormadıysan, henüz geç kalmış sayılmazsın. Yanıtları bulmak uzun zaman alabilir, ama önemli olan bir soru sorup onun ardından gidebilmek değil midir? İnsan yaşamını anlamlı ve değerli kılan da, sorulardan yanıtlara yanıtlardan sorulara doğru sürüp giden bir düşünme, arama, öğrenme ve yaratma serüveni değil midir?
Sözler:
“Kendi kendimi araştırdım.” (Herakleitos)
Dizeler:
“Ne dedim, ne yaptım
Nasıl davrandım?
Düştüm peşime izledim.
Sanki ben ve bendim
Önümsıra, ardımsıra
Dehlizinde kendimizin.” (Metin Altıok)
BİR BAŞKA SORU: ÖTEKİ KİM?
“Ben kimim?” sorusu, başka bir soruyu da içerir: “öteki kim?” Çünkü kendimizi soru konusu yaparken, bu sorgulamayı ve soru sormayı başkaları olmadan yapamayız. Başkalarından/ötekilerden dolayı kendimizi sorgulamaya yöneliriz. İnsan, birey olarak belli bir çağda ve toplumda yaşayan bir varlıktır. Toplum ise öteki bireylerle birlikte olduğumuz anlamına gelir. Yalnızlıklarımız da toplumsaldır. Bu yüzden kendimizle ilgili soruların ve problemlerin öteki/lerle ilişkili olarak ele alınması gereklidir. Kendi yüzüne bakan ötekine de bakar, ötekine bakan kendine de bakmış olur, görmese de...
Ben, ötekilerle birlikteyim. Benim için öteki bireyler, birer öteki olduğu gibi, ben de onlara göre bir “öteki” olarak varım. Öteki kim? Annem-babam, kardeşim, arkadaşlarım, sevgilim, eşim, çocuklarım...Bir bakıma benim dışımdaki bütün bireyler ötekidir. Öteki, başkasının varlığını/varoluşunu ifade eden ontolojik bir kavramdır. Ancak bu kavram, etik-politik ve estetik değer yargılarından ve bakış açılarından da bağımsız değildir. Bu nedenle ötekini düşünürken, ona yönelirken ve ona doğru eylerken, “ötekileştirme” tutumundan kaçınmak gerekir. Ama yaşamda sık sık düşeriz, ötekileştirme tuzağına. “Öteki”ne yönelik bilincimizin bulanıklığı/çarpıklığı bu durumun başlıca nedenlerinden biridir.
Ötekini niçin ötekileştiririz? Başkalarının benim gibi olmasını, benim gibi düşünmesini, kısacası bana tabi olmasını ve benden bağımsız özgür ve özgün varoluşuna saygısız davranmayı doğru gördüğümde, ötekileştiririm ötekini. Ötekileştirme, kişiler arasında problemler yarattığı gibi, toplumlar ve kültürler arasında da aynı şey söz konusudur. Çatıştırılmak istenen “uygarlıklar”, aslında önce ötekileştirilmektedir. Batı Doğu’yu ötekileştirmiştir bugüne kadar, AB de bizi ötekileştiriyor, ABD ise bütün dünyayı...
Kendimi anlamam-bilmem ve yaşamam için ötekine ihtiyacım var. İnsan olmak, kişi olmak, ancak ötekilerle birlikte söz konusudur. Ötekileştirme, insanın insan olma kimliğine yabancılaşmasıdır. Köle-efendi diyalektiğini aşamayan bir dünyada, ötekilerle ilişkilerimiz hep kırılgan ve çarpık olacaktır. Ötekileştirme, anlamayı ve diyalogu da imkansız kılar.
Özgürlük bilinci ve mutluluk isteği, hem kendimiz için hem de öteki için, ortak bir yaşama temeli olarak anlaşılıp özümsenmedikçe, yeryüzünün trajedi vadilerinde akan kan ve gözyaşı nehirleri kurumayacaktır.
“Demir Ökçe”nin dünya ve insanlık üzerindeki ayak izleri, küresel masalların silemeyeceği kadar derin değil midir?
Sözler:
“Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” (Montaigne)
Dizeler:
“bir başkasının yaşantısıdır dönüp ardımıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tuksak” (Attila İlhan)
YALNIZ VE BİRLİKTE
Bir şiirinde şöyle diyor Ataol Behramoğlu: “Ölümdür yaşanan tek başına/Aşk iki kişiliktir.” Evet belki başkası için yaşayabiliriz, yaşamımızı adayabiliriz, ama başkasının yerine ölmek mümkün değildir. Belki aşk iki kişiliktir ama yine her iki kişi de bu aşkı kendilerince yaşarlar, hissederler ve paylaşırlar. Aşk, sevgi kişiler arsındaki mesafeleri kapatır, sisleri dağıtır ve yakınlaştırır bizi, ama yine de sevgi bile bazen ulaştırmayabilir bizi bir başkasına.
Yalnızlık duygusu ve bilinci, başkalarıyla birlikteyken de duyulabilir. Kimi beraberlikler yalnızlıktan kurtarmayabilir kişiyi. Anlaşılmadığımızı düşündüğümüzde, bir kişi olarak değer görmediğimizi düşündüğümüzde, yalnızlık değil midir hissettiğimiz? İnsan yaşamında kurduğu, kurmaya çalıştığı birliktelikler yalnızlığa bir çare, bir önlem olarak düşünülmemelidir. En büyük birliktelik: toplum. Ama bunun içinde yalnız da olabilmelidir birey. Yalnızlığa hakkı olmalıdır. Ancak bu başkalarından uzaklaşma, onlara yabancılaşma anlamında bir yalnızlık değildir. Kendimizi dinleme ve anlama imkanı bulabilmek ve kendimizi dile getirebilmek için gerekli olan bir yalnızlıktır sözünü ettiğim. Filozofun ya da sanatçının yalnızlıkları gibi yaratıcı bir yalnızlık, insanlardan uzaklaştıran değil, onları anlamaya götüren bir yalnızlık. Yalnız olmayı bilemeyen birlikte olmayı bilebilir mi?
Her beraberliğin içinde yalnızlıkları taşıdığını düşünüyorum. Her yalnızlık da beraberliklerin izlerini taşır içinde. Ne kadar çekilsek de kendi köşemize, kabuğumuza, toplumsallığın renginden ve kokusundan sıyrılamayız. Yalnız olmayı bilmek bir bakıma, birey olmanın, kendi başına varolabilmenin ve kendi aklıyla düşünebilmenin de bir göstergesidir. Bir bakıma yalnızlık özgürlüğün de olanaklarından biridir. Yalnızlığı göze alabilen kişiler değil midir, toplumsal gerçekliği sorgulayan ve karşı duruşunu ortaya koyabilenler?
Kimi beraberlikler kendiliğinden oluşur yaşamın akışı içinde. Ama çoğu beraberliği kendimiz yaratırız duygularımızla, düşüncelerimiz ve değerlerimizle. Günümüzde bencilliğin ve bireyciliğin yaygınlaşması, beraberlikleri (sevgi, dostluk vb.) zorlaştırmakta ve kişileri yalnızlaştırmaktadır. Bu, kişiyi kendini arama ve anlama anlamında bir yalnızlık değil, kendi dünyasına kapanma ve sığınma anlamında bir yalnızlıktır. Başkasında kendini göremeyen ve bulamayanlar ya da başka deyişle kendisinde başkasını göremeyenler, yalnızlık kalesine kendini kilitleyenler değil midir? İletişim çağında yalnızlıkların da çoğalması, insanın değerlerindeki bir azalmanın ve çöküşün de işareti değil midir?
Sözler:
“Herkesin yaşamında öyle saatler görülür ki, insan yalnızlığı verip, ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister...” (Rainer Maria Rilke)
Dizeler:
“nedir mi yalnızlık -kendine sor önce-
Bir sabah, erkenden, bir kır çiçeğinin üzerinde
Görünce parladığını bir çiy tanesinin” (Edip Cansever)
--------------------------------------------------------------------------------
Eğer biri sana parmağıyla güneşi gösterir ve sen de parmağa bakarsan aptalsın demektir. Eğer güneşe bakarsan daha da aptalsındır, çünkü güneş gözlerini kör eder. Senin bakman gereken parmakla güneş arasında uçan kuştur... Subcomandante Marcos
insan
--------------------------------------------------------------------------------
Ben..İçindeki,organların hareketleri ile ses çıkara bilen,çıkardığı bu seslere anlamlar yükleyen,yüklediği anlamları birbiri ardına koyarak cümledediğimiz zinciri oluşturan,bunada düşüncediyen birşeymiyim?Sahi ben neyim?Herkezde olanın aynıları bendede var,ozamam ben nasıl benim?Evet herkezde olan bendede var,kıskanclık,nefret,sevgi,coşku,üzüntü vb.sanırım bunların oranları yaninekadar kıskanç nekadar sevgi dolu,nekadar cuşkulu vb isem o benim.
nejdet
--------------------------------------------------------------------------------
Sayın Chimera,
dediğiniz gibi tüm savaşlar bitmeli ve ozanın söylediği gibi “ışıklar sönmesin lo!”...
Sayın Fides,
Mustafa Günay’ın aktardığınız makalesini bir solukta ve beğeni ile okudum. Yazara ve emeğinize saygı ile...
Sayın İnsan,
Bir yönüyle söylediğiniz gibidir. Fizyo/biyolojik türdeş olanların algılama biçimleri/yönelimleri/hisleri vb farklılıkları “o”nu “ben”i ayrıştıracaktır. “ben”in kanımca yapısındaki faklılığın bilincinde olması ile “ben şeklinde belirlenen toplumsal olgunun farkında olmak örtüşen iki pencere gibidirler. “ben” toplumsal yapıda ortaya çıkar ve yine “ben” “sen” den ayrıştığı için vardır.
Nazım’ın dediği gibi
“bir ağaç gibi tek ve hür
bir orman gibi kardeşçesine”
saygılarımla..
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
patolomeo
--------------------------------------------------------------------------------
Ben dediğim sürekliliği sağlayan nedir?5 yaşında aptal bir çocukken de ben diyordum.Bakış açım değil o zaman anılarımmı beni ben yapan? Hafızam silinirse ben olmazmıyım?Fiziksel varlığımda hep yenileniyor,o zaman ben dediğimiz sürekliliğini iddia ettiğimiz şey nedir onu belirleyelim.Bu ben algısı yanlış bir varsayımdan ibaret olmasın.
nejdet
--------------------------------------------------------------------------------
sayın Patolomeo,
Doğrusu sizin gibi düşünmüyorum. Değil beş yaşındaki çocuk, henüz doğmuş olan bebek de bir tarihsel belleğe sahiptir ve sizin tanımınızla söyleyeceğim “aptal” değildir. Bebeğin benlik duygusunu geliştirmesi için geçmesi gereken sürenin varlığı onun “aptal” olduğunu göstermez
Kişi fizik/biyo/kimyasal, düşünsel/tinsel, toplumsal/kültürel ve tarihsel gelişim, değişim ve dönüşüm içerisinde olur. “ben” sosyal/tarihsel/kültürel bir içeriğe sahiptir. Bu nedenle “ben” i salt biyolojik varlık olarak algılamamak gerekir.
Ormanda büyümek durumunda kalan iki kardeşten birinin iki ayak üzerinde yürümeyi dahi başaramadığı ve diğerinin ise konuşmayı zor çözdüğü, her ikisinin de 15 yaşını doldurmadan öldükleri gözlemlenmiştir. Salt insan türüne ilişkin olmak “ben”in ortaya çıkmasına yeterli bir neden değildir. Zaten aynalardan yansıyan “ben” “sen” “o” insanın ancak bir diğer insanla bir arada olduğu zaman insan olabileceğine, insanın insan ile açıklanabileceğine yapılan bir işarettir.
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
--------------------------------------------------------------------------------
ADINI KOYMADIKLARIMIZ/BEN/ETİK
Adını koymadığımız olgular belki de dokunmak istemediklerimiz olgulardı; belki de dokunmaya kıyamadıklarımız; kim bilir? Ad koyduklarımız hep yitip gittiler ve özelliklerini yitirdiler bir-bir! Neden mi gittiler? Süreçlerini tamamlamış olmalarından olsa gerek bu? Yaşarken hissedip, ad koymaya kıymadıklarımız ise süren olgulardır ki, süre-gelmek hayatın özünde saklı olandı...
Dil-döngüsünü keşfeden insan türü o gün bu gündür hep konuşur; bıkmadan usanmadan imgelerin peşine takılır. Gün gelir öyle bir hal alır ki bu imgeler içinden çıkılan ve yaratılan ögelere dönüşürler. İnsan insanın aynası olur ve aynadan yansıyan görüntü demeti değil ses demeti olur...
Görüntünün dili farklı sesin dili farklıdır. Karşıdan yansıyan “ben” bendeki “ben” ile tam örtüşmemektedir. Bendeki “ben” in ondaki “ben” ile çelişkisini “ben” yaşar. Bu çelişki beden-döngüsünü yaratır/zorlar/doğurur. Aslında beden-döngüsü dil döngüsünden önce vardır zaten. Beden-döngüsü bu iki “ben” arasındaki farkı giderip sentezleyemez ise dil-döngüsünün düşünce-döngüsü ile yabancılaştığı/örtüşmediği ortaya çıkar. Ayna gerçeği görme eğilimindedir ve bu yönelim düşünce, dil ve beden döngülerinde bir uyumluluk gerektirir. Aynanın “saf”lık derecesi geri yansıyan “ben” in görüntüsündeki “saf”lığı belirler. Bu aşamada ise bendeki “o”nun yansıması ona geri gider. Karşılıklı aynaların “saf”lık dereceleri eşit ya da çok yakın ise “ben”ler ve “o” larda kırılma olmaz; değilse “ben” ya da “o” dan biri mutlaka kırılacaktır.
Bakışların “ben” üzerindeki etkileri yağmur damlasının “ten” üzerindeki etkisi gibidir.Her ikisinden de asla kaçınılamaz. Yağmurun hızına, miktarına göre adım-sayılarımızın artması ya da değişmemesi “ben” in tercihidir. “ben” her koşulda bu tercihi yapabilecek güçtedir. Bakışların yoğunluğuna “ben”, “sen” ve “o” nun vereceği tepki de aynen böyledir. Adımların hızlanması yağmurun etkisini, değişmemesi ise “ben”in etkisini gösterir. Hastalanmak ve görünme korkuları aşıldığında yağmur ıslatacak ve gözler değecektir; ancak, yürüyüşün şekli asla değişmeyecektir. Bakışların korku yaratmaları çoğunlukla “ben” ile ilgilidir. Korkular “ben”i hapseden kalın duvarlara benze.
“ben” sendeki “o” dur ve ondaki “sen”dir. Bendeki “sen” “o” dur ve bendeki o “sen” dir. Ben, sen ve ondaki sen, ben ve o bir sonuçtur ve hepsi “ben” dir.
Çıkış anındaki eylem/eylemsizlik ve düşüncenin etiği kendisi ile örtüştüğü oranda eşitlenir. Buna kendi içinde çelişkisizlik/barışık olma durumu denebilir. Oluşan bu değer başka bir değer ya da değerler ile ölçümlendiklerinde ötelenip zamana yayılma eğilimi taşıdıklarında ise iki durum/olasılık var demektir. İlk değer ya aynı ölçülerde gün-yüzüne çıkar ya da ötekinin yargısına bağlanır. Bu son duruma ise etiğin kendi içinde tükenmesi denebilir.
Ekim/kasım 2008
Küçüksu
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
nejdet
--------------------------------------------------------------------------------
ben” kendi yansımasını ve gizlediği baskılarını öz-benliğine bir değer olarak aktardığında kendisini/değerini belirlemiş ve buna göre de “diğer/o” kişi tarafından görülerek yansıtılmış olur. Bir yönü ile “ben” yansıdığı olgudaki “netlik” derecesini de belirleme gücüne sahiptir diyebiliriz buna. Tarihsel biriken kavga/çatışma/didişme ve buna bağlı olarak toplumun ve bireylerin kolektif ve bireysel çıkarları üzerinde cereyan eden bireysel ve kolektif korku ve endişeleri “ben” doğduğunda hazır bulur. Hatta daha ileriye giderek şunu da söylemek mümkündür ki kalıtım ile “ben” üzerine yüklenen sadece fizyo/biyolojik özellikler değildir. Kalıtım tarihsel belleği “ben” e dölüt oluşmaya başladığı andan itibaren aktarmaya başlar. Her “ben” bu bellek ile dünyaya gelir. Bu nedenledir ki tarihsel baskılar çoğu kez kişinin “ben” in kendisine ilişkin sanılır. “ben” “neden” sorusu ile bunun farkına varabilir. buna farkında olmak diyebiliriz. Ben iç dünyasındaki o savaşımı barışık olarak çözümleyemez ise gerçek barışı yakalayıp, yaratacak özne konumuna asla gelemeyecektir.
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
nejdet
--------------------------------------------------------------------------------
Canlı türleri arasında ‘insan’ tanımı yalnızca sosyal olan bir türe yapılan işaret değildir. Canlı türleri arasında ‘insan’ tanımı yapılırken ‘insan dışı/olmayan’ tanımı da kaçınılmaz olarak bu tanımın içerisinde yer alacaktır. Ellerini alet olarak kullanmaya başlayan/başlamak zorunda kalan insan türünün hayatını sürdürmesi için el-dil-beyin diyalektiği ile diğer türlerden farklılaşarak üretim aletlerini geliştirmesi ve üretim ilişkileri ile sosyal statüler belirlemesi sonucunda, hem tüm canlıyı izleyip, gözlemleyerek bulduğu gerçekleri not etmesi ve hem de bunu yaparken önce çizgi ile başladığı soyutlama sayesinde kendisini de aynı gözleme tabi tutmuş ve diğer canlılar üzerinde kurduğu egemenliğe bağlı olarak da kendisini onlardan ayırmıştır. Bu biraz da insan türünün kendisini diğer canlı türlerden daha üstün olduğu düşüncesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Canlı türleri arasında yapılan gözlemlerde orangutanların ticari alı-veriş yaptıkları gözlemlenmiştir ki insan türü dışındaki canlılar için bir ilktir bu. Ayrıca insan türünün sosyal yapısının diğer türlerden çok gelişkin olmadığı da gözlemlenmektedir. Örneğin hiçbir maymun topluluğunda sokak çocuğu yoktur ve tüm topluluk üyeleri diğer tüm üyeleri sahiplenebilmektedir. Oysa insan türünün milyonları aşan sokak çocuğu vardır. Her insanın tarihsel bellek taşıyarak dünyaya gelmesi içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların, toplumsal dinamiklerin baskısı ile şekillenirken, hazır bulduklarını nedensel olarak tartıştığında/sorguladığında; kabullenmek yanında red etmek ve yeni olguları tanımlayarak süreçlere katılmayı gerçekleştirdiği ölçüde bir dünyasının olduğunu görecektir. Ben, buna ‘her can bir dünya’ diyorum. İnsan dünyasını keşfetmek sanırsam dünyayı keşfetmekten çok daha zor olsa gerek. Belleğin gelişmişlik düzeyi ile insan sadece dış olguları değil kendi bedeni ve tin-ini de keşfetmek/görmek/ne olduğunu bilmek arzusu/merakı/ilgisi içerisindedir. Bunu yaparken hem kendi yapısını hem de içinde bulunduğu sosyal dokuyu tanımlamak zorundadır. ‘ben’ bu tanımlamayı yaparken ‘o/diğer’ olanın kendisindeki yansımasına ve ‘o/diğer’ deki kendi yansımasına bakar. Her ‘ben’in farklı olduğunun bilincine varması kendisini tanımlaması ile mümkündür. Bu durum, ‘ben’ ‘kimim’ sorusu ile ‘ben’in kendisine karşı sorduğu ilk soruya yanıt aramak ile başlayan, belki de dünyanın en sessiz, en karmaşık ve en zor savaşımıdır. Her canlı türün bir dünyası ve içerisinde bulunduğu ortama bağlı olarak paylaştığı çok sayıda dünyaları vardır. İnsan ayrıca soyutlama yetisini geliştirmiş bir canlı türü olarak sadece o an ile değil geçmiş ve gelecek dünyalar ile de dünyalarını zenginleştirebilmektedir. Gördüğümüz gibi insan türünün birden fazla ve ‘ben’ ekseninde dünyaları vardır ve bunların hepsi onun dünyasıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
chimera
--------------------------------------------------------------------------------
Bendeki o'nun yansıması yada ondaki ben'in yansımasının farklılığı toplumsal yaşamımızı bukadar etkilerken,savaşlar ve birbirini öldüren insanlar bu kadar artmışken;dediğiniz gibi 'benle' barışık olma insanın en büyük savaşımı olmalıdır.Teşekkürler paylaşımınız için..
--------------------------------------------------------------------------------
Adın yokdu tanıştığımızda,sonrada olmadı.Çünkü başka biri oldun zamanla..
fides
--------------------------------------------------------------------------------
Mustafa Günayın bir yazısını aktaracağım. "Ben" beğendim umarım siz de beğenirsiniz.
BEN(CİLLİK), SEN(CİLLİK)VE ÖTESİ
GİRİŞ:
Benden, benlikten söz ederken, “sen”den, ötekinden de söz etmek durumundayız. Elbette benlik kavramı ve benliğin ne olduğu üzerine psikolojiden felsefeye ve edebiyata kadar çeşitli disiplinlerde çok şey yazılmış ve söylenmiş bulunmaktadır.
Bu yazıma başlarken “ben” üzerine üç şiirden bazı alıntılar yapacağım:
“beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri” (Yunus Emre)
“bakanlar bana
gövdemi görürler
Ben başka yerdeyim” (Asaf Halet Çelebi)
“elimden gelen bu ben iki kişiyim
Çoğalmak neyse ne azalmak zor” (Attila İlhan)
Her insan bir bendir, kendi benlik bilincine sahiptir. Ama ben olmak ile bencil olmak aynı şey değildir. Gerçekten benliğinin bilincinde olan, ben olan kişi sencil olabilir ancak. Çünkü sen’i bilmeyen, anlamayan, sen ile kendini oluşturmayan ve tamamlamayan ben, eksik bir ben olarak kalmaya yazgılıdır. Söz konusu eksikliğin ve çarpıklığın görünümleri, şiddet, terör, cinayet, kıyım vb. olarak dünyamızı yaşanılmaz bir yere dönüştürmektedir.
Ben, varoluşsal bir kavram ve gerçekliktir. Ben, hem maddi hem de tinsel bir gerçekliktir. Bencillik ise varolan bir ben’in diğerleriyle ilişkisinde ortaya çıkan bir tutum/anlayış, ilişki biçimi ve etik boyutu içeren bir eylem tarzıdır.
Bir ben olarak her insan, kim olduğunu, ne olduğunu ve olması gerektiğini kendine sorar. Bir bakıma felsefe de insanın kendi varoluşunun neliğine yönelik sorularla kendini ifade eder. Bu soruları araştıran başka insan bilimleri de vardır günümüzde. Ama felsefenin temel soruları diğer bilgi disiplinleri için de yol açıcı ve aydınlatıcıdır.
Bir ben olarak her insan, diğerleriyle birlikte ve onlarla kurduğu ilişkiler/iletişimler bağlamında kendi benliğini de oluşturur ve bunun bilincini edinir. Unutulmaması gereken önemli bir şey de şudur: diğerleri karşısında her kişi, her ben de bir “öteki”dir. Ben nasıl bir öteki ise, öteki de bir ben’dir. Bu gerçeği gözden kaçırmanın ya da görmezden gelmenin bedelini, gerek kişisel ilişkilerimizde gerekse toplumsal-kültürel ortamda, her gün çok ağır biçimde ödemiyor muyuz?
Kendine bakan, ben’inin aynasında ötekini de görebiliyorsa, kendini görebilir. Aklımız bir gözümüz ise kalbimiz ikinci gözümüz değil midir? Bütün gözlerini kapatan insanlar olabilir. Ama tümüyle kör olan, körleşen bir insan olabilir mi?
Felsefe, şiir, bilim başta olmak üzere, bütün bilgi biçimleri insana kendini, kendi benini ve ötekini görmeye yönelen bir göz ve bakış edinme olanaklarını sunabildikleri ölçüde anlamlı ve değerli olmazlar mı?
BİR SORU: KİMİM?
Bir soru sor kendine: ben kimim? Olabilir soracağın soru, ya da başka bir soru...Bu soruyu başkalarına da sorabilirsin elbette. Sorduğun kişilere göre, bu soruya farklı yanıtlar alabilirsin. Anne-baban, “çocuğumuzsun” diyeceklerdir, öğretmenlerin “öğrencimsin”, arkadaşların ise “arkadaşımsın” diyeceklerdir. Eğer kardeşin varsa, “kardeşimsin” diye yanıt vereceklerdir soruna. Alışveriş yaptığın market ya da manav “müşterimsin” diyecektir. Bir devlet görevlisine soracak olursan, “yurttaşsın” yanıtını alacaksın büyük olasılıkla.
Hangi kişilere sorarsan, onlarla olan ilişkilerine/konumuna göre, alacağın yanıtlar ve karşılıklar da farklı olacaktır. Bütün bu yanıtlar seni tanımlamada, kim olduğunu belirginleştirmede büyük bir rol oynayacaktır hiç şüphesiz. Ancak “kimim?” sorusuna, insanın kendisi bir yanıt vermedikçe, herşeyden önce de bu soruyu kendisine sormadıkça, ne kadar çok yanıt alırsa alsın, bu farklı yanıtlar çokluğunda yine de bir eksiklik söz konusu olacaktır. Niçin mi? “Ben kimim?” sorusunu yönelteceğimiz herkes, bizi kendi bakış açılarına ve konumlarına göre tanımlama ve değerlendirme durumundadırlar. Aynı şey bizim başkalarına yönelik tutum ve değerlendirmelerimiz için de geçerlidir.
“Ben kimim?” sorusu, insanın kendini tanıma ve bilme çabasının başlangıcını oluşturur. Felsefe, bilim, sanat ve öncelikle de eğitim, kişilere bu soruyu sordurabiliyor ve yanıt aramada yollar-yöntemler sunabiliyorsa, işlevini yerine getirebiliyor demektir.
Sahi, sen bu soruyu sormuş muydun kendine? Sormadıysan, henüz geç kalmış sayılmazsın. Yanıtları bulmak uzun zaman alabilir, ama önemli olan bir soru sorup onun ardından gidebilmek değil midir? İnsan yaşamını anlamlı ve değerli kılan da, sorulardan yanıtlara yanıtlardan sorulara doğru sürüp giden bir düşünme, arama, öğrenme ve yaratma serüveni değil midir?
Sözler:
“Kendi kendimi araştırdım.” (Herakleitos)
Dizeler:
“Ne dedim, ne yaptım
Nasıl davrandım?
Düştüm peşime izledim.
Sanki ben ve bendim
Önümsıra, ardımsıra
Dehlizinde kendimizin.” (Metin Altıok)
BİR BAŞKA SORU: ÖTEKİ KİM?
“Ben kimim?” sorusu, başka bir soruyu da içerir: “öteki kim?” Çünkü kendimizi soru konusu yaparken, bu sorgulamayı ve soru sormayı başkaları olmadan yapamayız. Başkalarından/ötekilerden dolayı kendimizi sorgulamaya yöneliriz. İnsan, birey olarak belli bir çağda ve toplumda yaşayan bir varlıktır. Toplum ise öteki bireylerle birlikte olduğumuz anlamına gelir. Yalnızlıklarımız da toplumsaldır. Bu yüzden kendimizle ilgili soruların ve problemlerin öteki/lerle ilişkili olarak ele alınması gereklidir. Kendi yüzüne bakan ötekine de bakar, ötekine bakan kendine de bakmış olur, görmese de...
Ben, ötekilerle birlikteyim. Benim için öteki bireyler, birer öteki olduğu gibi, ben de onlara göre bir “öteki” olarak varım. Öteki kim? Annem-babam, kardeşim, arkadaşlarım, sevgilim, eşim, çocuklarım...Bir bakıma benim dışımdaki bütün bireyler ötekidir. Öteki, başkasının varlığını/varoluşunu ifade eden ontolojik bir kavramdır. Ancak bu kavram, etik-politik ve estetik değer yargılarından ve bakış açılarından da bağımsız değildir. Bu nedenle ötekini düşünürken, ona yönelirken ve ona doğru eylerken, “ötekileştirme” tutumundan kaçınmak gerekir. Ama yaşamda sık sık düşeriz, ötekileştirme tuzağına. “Öteki”ne yönelik bilincimizin bulanıklığı/çarpıklığı bu durumun başlıca nedenlerinden biridir.
Ötekini niçin ötekileştiririz? Başkalarının benim gibi olmasını, benim gibi düşünmesini, kısacası bana tabi olmasını ve benden bağımsız özgür ve özgün varoluşuna saygısız davranmayı doğru gördüğümde, ötekileştiririm ötekini. Ötekileştirme, kişiler arasında problemler yarattığı gibi, toplumlar ve kültürler arasında da aynı şey söz konusudur. Çatıştırılmak istenen “uygarlıklar”, aslında önce ötekileştirilmektedir. Batı Doğu’yu ötekileştirmiştir bugüne kadar, AB de bizi ötekileştiriyor, ABD ise bütün dünyayı...
Kendimi anlamam-bilmem ve yaşamam için ötekine ihtiyacım var. İnsan olmak, kişi olmak, ancak ötekilerle birlikte söz konusudur. Ötekileştirme, insanın insan olma kimliğine yabancılaşmasıdır. Köle-efendi diyalektiğini aşamayan bir dünyada, ötekilerle ilişkilerimiz hep kırılgan ve çarpık olacaktır. Ötekileştirme, anlamayı ve diyalogu da imkansız kılar.
Özgürlük bilinci ve mutluluk isteği, hem kendimiz için hem de öteki için, ortak bir yaşama temeli olarak anlaşılıp özümsenmedikçe, yeryüzünün trajedi vadilerinde akan kan ve gözyaşı nehirleri kurumayacaktır.
“Demir Ökçe”nin dünya ve insanlık üzerindeki ayak izleri, küresel masalların silemeyeceği kadar derin değil midir?
Sözler:
“Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” (Montaigne)
Dizeler:
“bir başkasının yaşantısıdır dönüp ardımıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tuksak” (Attila İlhan)
YALNIZ VE BİRLİKTE
Bir şiirinde şöyle diyor Ataol Behramoğlu: “Ölümdür yaşanan tek başına/Aşk iki kişiliktir.” Evet belki başkası için yaşayabiliriz, yaşamımızı adayabiliriz, ama başkasının yerine ölmek mümkün değildir. Belki aşk iki kişiliktir ama yine her iki kişi de bu aşkı kendilerince yaşarlar, hissederler ve paylaşırlar. Aşk, sevgi kişiler arsındaki mesafeleri kapatır, sisleri dağıtır ve yakınlaştırır bizi, ama yine de sevgi bile bazen ulaştırmayabilir bizi bir başkasına.
Yalnızlık duygusu ve bilinci, başkalarıyla birlikteyken de duyulabilir. Kimi beraberlikler yalnızlıktan kurtarmayabilir kişiyi. Anlaşılmadığımızı düşündüğümüzde, bir kişi olarak değer görmediğimizi düşündüğümüzde, yalnızlık değil midir hissettiğimiz? İnsan yaşamında kurduğu, kurmaya çalıştığı birliktelikler yalnızlığa bir çare, bir önlem olarak düşünülmemelidir. En büyük birliktelik: toplum. Ama bunun içinde yalnız da olabilmelidir birey. Yalnızlığa hakkı olmalıdır. Ancak bu başkalarından uzaklaşma, onlara yabancılaşma anlamında bir yalnızlık değildir. Kendimizi dinleme ve anlama imkanı bulabilmek ve kendimizi dile getirebilmek için gerekli olan bir yalnızlıktır sözünü ettiğim. Filozofun ya da sanatçının yalnızlıkları gibi yaratıcı bir yalnızlık, insanlardan uzaklaştıran değil, onları anlamaya götüren bir yalnızlık. Yalnız olmayı bilemeyen birlikte olmayı bilebilir mi?
Her beraberliğin içinde yalnızlıkları taşıdığını düşünüyorum. Her yalnızlık da beraberliklerin izlerini taşır içinde. Ne kadar çekilsek de kendi köşemize, kabuğumuza, toplumsallığın renginden ve kokusundan sıyrılamayız. Yalnız olmayı bilmek bir bakıma, birey olmanın, kendi başına varolabilmenin ve kendi aklıyla düşünebilmenin de bir göstergesidir. Bir bakıma yalnızlık özgürlüğün de olanaklarından biridir. Yalnızlığı göze alabilen kişiler değil midir, toplumsal gerçekliği sorgulayan ve karşı duruşunu ortaya koyabilenler?
Kimi beraberlikler kendiliğinden oluşur yaşamın akışı içinde. Ama çoğu beraberliği kendimiz yaratırız duygularımızla, düşüncelerimiz ve değerlerimizle. Günümüzde bencilliğin ve bireyciliğin yaygınlaşması, beraberlikleri (sevgi, dostluk vb.) zorlaştırmakta ve kişileri yalnızlaştırmaktadır. Bu, kişiyi kendini arama ve anlama anlamında bir yalnızlık değil, kendi dünyasına kapanma ve sığınma anlamında bir yalnızlıktır. Başkasında kendini göremeyen ve bulamayanlar ya da başka deyişle kendisinde başkasını göremeyenler, yalnızlık kalesine kendini kilitleyenler değil midir? İletişim çağında yalnızlıkların da çoğalması, insanın değerlerindeki bir azalmanın ve çöküşün de işareti değil midir?
Sözler:
“Herkesin yaşamında öyle saatler görülür ki, insan yalnızlığı verip, ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister...” (Rainer Maria Rilke)
Dizeler:
“nedir mi yalnızlık -kendine sor önce-
Bir sabah, erkenden, bir kır çiçeğinin üzerinde
Görünce parladığını bir çiy tanesinin” (Edip Cansever)
--------------------------------------------------------------------------------
Eğer biri sana parmağıyla güneşi gösterir ve sen de parmağa bakarsan aptalsın demektir. Eğer güneşe bakarsan daha da aptalsındır, çünkü güneş gözlerini kör eder. Senin bakman gereken parmakla güneş arasında uçan kuştur... Subcomandante Marcos
insan
--------------------------------------------------------------------------------
Ben..İçindeki,organların hareketleri ile ses çıkara bilen,çıkardığı bu seslere anlamlar yükleyen,yüklediği anlamları birbiri ardına koyarak cümledediğimiz zinciri oluşturan,bunada düşüncediyen birşeymiyim?Sahi ben neyim?Herkezde olanın aynıları bendede var,ozamam ben nasıl benim?Evet herkezde olan bendede var,kıskanclık,nefret,sevgi,coşku,üzüntü vb.sanırım bunların oranları yaninekadar kıskanç nekadar sevgi dolu,nekadar cuşkulu vb isem o benim.
nejdet
--------------------------------------------------------------------------------
Sayın Chimera,
dediğiniz gibi tüm savaşlar bitmeli ve ozanın söylediği gibi “ışıklar sönmesin lo!”...
Sayın Fides,
Mustafa Günay’ın aktardığınız makalesini bir solukta ve beğeni ile okudum. Yazara ve emeğinize saygı ile...
Sayın İnsan,
Bir yönüyle söylediğiniz gibidir. Fizyo/biyolojik türdeş olanların algılama biçimleri/yönelimleri/hisleri vb farklılıkları “o”nu “ben”i ayrıştıracaktır. “ben”in kanımca yapısındaki faklılığın bilincinde olması ile “ben şeklinde belirlenen toplumsal olgunun farkında olmak örtüşen iki pencere gibidirler. “ben” toplumsal yapıda ortaya çıkar ve yine “ben” “sen” den ayrıştığı için vardır.
Nazım’ın dediği gibi
“bir ağaç gibi tek ve hür
bir orman gibi kardeşçesine”
saygılarımla..
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
patolomeo
--------------------------------------------------------------------------------
Ben dediğim sürekliliği sağlayan nedir?5 yaşında aptal bir çocukken de ben diyordum.Bakış açım değil o zaman anılarımmı beni ben yapan? Hafızam silinirse ben olmazmıyım?Fiziksel varlığımda hep yenileniyor,o zaman ben dediğimiz sürekliliğini iddia ettiğimiz şey nedir onu belirleyelim.Bu ben algısı yanlış bir varsayımdan ibaret olmasın.
nejdet
--------------------------------------------------------------------------------
sayın Patolomeo,
Doğrusu sizin gibi düşünmüyorum. Değil beş yaşındaki çocuk, henüz doğmuş olan bebek de bir tarihsel belleğe sahiptir ve sizin tanımınızla söyleyeceğim “aptal” değildir. Bebeğin benlik duygusunu geliştirmesi için geçmesi gereken sürenin varlığı onun “aptal” olduğunu göstermez
Kişi fizik/biyo/kimyasal, düşünsel/tinsel, toplumsal/kültürel ve tarihsel gelişim, değişim ve dönüşüm içerisinde olur. “ben” sosyal/tarihsel/kültürel bir içeriğe sahiptir. Bu nedenle “ben” i salt biyolojik varlık olarak algılamamak gerekir.
Ormanda büyümek durumunda kalan iki kardeşten birinin iki ayak üzerinde yürümeyi dahi başaramadığı ve diğerinin ise konuşmayı zor çözdüğü, her ikisinin de 15 yaşını doldurmadan öldükleri gözlemlenmiştir. Salt insan türüne ilişkin olmak “ben”in ortaya çıkmasına yeterli bir neden değildir. Zaten aynalardan yansıyan “ben” “sen” “o” insanın ancak bir diğer insanla bir arada olduğu zaman insan olabileceğine, insanın insan ile açıklanabileceğine yapılan bir işarettir.
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.