Adını Koyamadıklarımız/Ben/Etik

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe kategorisinde Nejdet Evren tarafından oluşturulan Adını Koyamadıklarımız\/Ben\/Etik başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 4,964 kez görüntülenmiş, 15 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe
Konu Başlığı Adını Koyamadıklarımız\/Ben\/Etik
Konbuyu başlatan Nejdet Evren
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Nejdet Evren

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
teknik bir olumsuzluğu düzeltirken, katılımcılara teşekkür ediyorum

--------------------------------------------------------------------------------
ADINI KOYMADIKLARIMIZ/BEN/ETİK

Adını koymadığımız olgular belki de dokunmak istemediklerimiz olgulardı; belki de dokunmaya kıyamadıklarımız; kim bilir? Ad koyduklarımız hep yitip gittiler ve özelliklerini yitirdiler bir-bir! Neden mi gittiler? Süreçlerini tamamlamış olmalarından olsa gerek bu? Yaşarken hissedip, ad koymaya kıymadıklarımız ise süren olgulardır ki, süre-gelmek hayatın özünde saklı olandı...

Dil-döngüsünü keşfeden insan türü o gün bu gündür hep konuşur; bıkmadan usanmadan imgelerin peşine takılır. Gün gelir öyle bir hal alır ki bu imgeler içinden çıkılan ve yaratılan ögelere dönüşürler. İnsan insanın aynası olur ve aynadan yansıyan görüntü demeti değil ses demeti olur...

Görüntünün dili farklı sesin dili farklıdır. Karşıdan yansıyan “ben” bendeki “ben” ile tam örtüşmemektedir. Bendeki “ben” in ondaki “ben” ile çelişkisini “ben” yaşar. Bu çelişki beden-döngüsünü yaratır/zorlar/doğurur. Aslında beden-döngüsü dil döngüsünden önce vardır zaten. Beden-döngüsü bu iki “ben” arasındaki farkı giderip sentezleyemez ise dil-döngüsünün düşünce-döngüsü ile yabancılaştığı/örtüşmediği ortaya çıkar. Ayna gerçeği görme eğilimindedir ve bu yönelim düşünce, dil ve beden döngülerinde bir uyumluluk gerektirir. Aynanın “saf”lık derecesi geri yansıyan “ben” in görüntüsündeki “saf”lığı belirler. Bu aşamada ise bendeki “o”nun yansıması ona geri gider. Karşılıklı aynaların “saf”lık dereceleri eşit ya da çok yakın ise “ben”ler ve “o” larda kırılma olmaz; değilse “ben” ya da “o” dan biri mutlaka kırılacaktır.

Bakışların “ben” üzerindeki etkileri yağmur damlasının “ten” üzerindeki etkisi gibidir.Her ikisinden de asla kaçınılamaz. Yağmurun hızına, miktarına göre adım-sayılarımızın artması ya da değişmemesi “ben” in tercihidir. “ben” her koşulda bu tercihi yapabilecek güçtedir. Bakışların yoğunluğuna “ben”, “sen” ve “o” nun vereceği tepki de aynen böyledir. Adımların hızlanması yağmurun etkisini, değişmemesi ise “ben”in etkisini gösterir. Hastalanmak ve görünme korkuları aşıldığında yağmur ıslatacak ve gözler değecektir; ancak, yürüyüşün şekli asla değişmeyecektir. Bakışların korku yaratmaları çoğunlukla “ben” ile ilgilidir. Korkular “ben”i hapseden kalın duvarlara benze.

“ben” sendeki “o” dur ve ondaki “sen”dir. Bendeki “sen” “o” dur ve bendeki o “sen” dir. Ben, sen ve ondaki sen, ben ve o bir sonuçtur ve hepsi “ben” dir.

Çıkış anındaki eylem/eylemsizlik ve düşüncenin etiği kendisi ile örtüştüğü oranda eşitlenir. Buna kendi içinde çelişkisizlik/barışık olma durumu denebilir. Oluşan bu değer başka bir değer ya da değerler ile ölçümlendiklerinde ötelenip zamana yayılma eğilimi taşıdıklarında ise iki durum/olasılık var demektir. İlk değer ya aynı ölçülerde gün-yüzüne çıkar ya da ötekinin yargısına bağlanır. Bu son duruma ise etiğin kendi içinde tükenmesi denebilir.

Ekim/kasım 2008

Küçüksu

--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.


nejdet

--------------------------------------------------------------------------------
ben” kendi yansımasını ve gizlediği baskılarını öz-benliğine bir değer olarak aktardığında kendisini/değerini belirlemiş ve buna göre de “diğer/o” kişi tarafından görülerek yansıtılmış olur. Bir yönü ile “ben” yansıdığı olgudaki “netlik” derecesini de belirleme gücüne sahiptir diyebiliriz buna. Tarihsel biriken kavga/çatışma/didişme ve buna bağlı olarak toplumun ve bireylerin kolektif ve bireysel çıkarları üzerinde cereyan eden bireysel ve kolektif korku ve endişeleri “ben” doğduğunda hazır bulur. Hatta daha ileriye giderek şunu da söylemek mümkündür ki kalıtım ile “ben” üzerine yüklenen sadece fizyo/biyolojik özellikler değildir. Kalıtım tarihsel belleği “ben” e dölüt oluşmaya başladığı andan itibaren aktarmaya başlar. Her “ben” bu bellek ile dünyaya gelir. Bu nedenledir ki tarihsel baskılar çoğu kez kişinin “ben” in kendisine ilişkin sanılır. “ben” “neden” sorusu ile bunun farkına varabilir. buna farkında olmak diyebiliriz. Ben iç dünyasındaki o savaşımı barışık olarak çözümleyemez ise gerçek barışı yakalayıp, yaratacak özne konumuna asla gelemeyecektir.

--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.


nejdet

--------------------------------------------------------------------------------

Canlı türleri arasında ‘insan’ tanımı yalnızca sosyal olan bir türe yapılan işaret değildir. Canlı türleri arasında ‘insan’ tanımı yapılırken ‘insan dışı/olmayan’ tanımı da kaçınılmaz olarak bu tanımın içerisinde yer alacaktır. Ellerini alet olarak kullanmaya başlayan/başlamak zorunda kalan insan türünün hayatını sürdürmesi için el-dil-beyin diyalektiği ile diğer türlerden farklılaşarak üretim aletlerini geliştirmesi ve üretim ilişkileri ile sosyal statüler belirlemesi sonucunda, hem tüm canlıyı izleyip, gözlemleyerek bulduğu gerçekleri not etmesi ve hem de bunu yaparken önce çizgi ile başladığı soyutlama sayesinde kendisini de aynı gözleme tabi tutmuş ve diğer canlılar üzerinde kurduğu egemenliğe bağlı olarak da kendisini onlardan ayırmıştır. Bu biraz da insan türünün kendisini diğer canlı türlerden daha üstün olduğu düşüncesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Canlı türleri arasında yapılan gözlemlerde orangutanların ticari alı-veriş yaptıkları gözlemlenmiştir ki insan türü dışındaki canlılar için bir ilktir bu. Ayrıca insan türünün sosyal yapısının diğer türlerden çok gelişkin olmadığı da gözlemlenmektedir. Örneğin hiçbir maymun topluluğunda sokak çocuğu yoktur ve tüm topluluk üyeleri diğer tüm üyeleri sahiplenebilmektedir. Oysa insan türünün milyonları aşan sokak çocuğu vardır. Her insanın tarihsel bellek taşıyarak dünyaya gelmesi içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşulların, toplumsal dinamiklerin baskısı ile şekillenirken, hazır bulduklarını nedensel olarak tartıştığında/sorguladığında; kabullenmek yanında red etmek ve yeni olguları tanımlayarak süreçlere katılmayı gerçekleştirdiği ölçüde bir dünyasının olduğunu görecektir. Ben, buna ‘her can bir dünya’ diyorum. İnsan dünyasını keşfetmek sanırsam dünyayı keşfetmekten çok daha zor olsa gerek. Belleğin gelişmişlik düzeyi ile insan sadece dış olguları değil kendi bedeni ve tin-ini de keşfetmek/görmek/ne olduğunu bilmek arzusu/merakı/ilgisi içerisindedir. Bunu yaparken hem kendi yapısını hem de içinde bulunduğu sosyal dokuyu tanımlamak zorundadır. ‘ben’ bu tanımlamayı yaparken ‘o/diğer’ olanın kendisindeki yansımasına ve ‘o/diğer’ deki kendi yansımasına bakar. Her ‘ben’in farklı olduğunun bilincine varması kendisini tanımlaması ile mümkündür. Bu durum, ‘ben’ ‘kimim’ sorusu ile ‘ben’in kendisine karşı sorduğu ilk soruya yanıt aramak ile başlayan, belki de dünyanın en sessiz, en karmaşık ve en zor savaşımıdır. Her canlı türün bir dünyası ve içerisinde bulunduğu ortama bağlı olarak paylaştığı çok sayıda dünyaları vardır. İnsan ayrıca soyutlama yetisini geliştirmiş bir canlı türü olarak sadece o an ile değil geçmiş ve gelecek dünyalar ile de dünyalarını zenginleştirebilmektedir. Gördüğümüz gibi insan türünün birden fazla ve ‘ben’ ekseninde dünyaları vardır ve bunların hepsi onun dünyasıdır.

--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.


chimera

--------------------------------------------------------------------------------
Bendeki o'nun yansıması yada ondaki ben'in yansımasının farklılığı toplumsal yaşamımızı bukadar etkilerken,savaşlar ve birbirini öldüren insanlar bu kadar artmışken;dediğiniz gibi 'benle' barışık olma insanın en büyük savaşımı olmalıdır.Teşekkürler paylaşımınız için..

--------------------------------------------------------------------------------
Adın yokdu tanıştığımızda,sonrada olmadı.Çünkü başka biri oldun zamanla..


fides


--------------------------------------------------------------------------------
Mustafa Günayın bir yazısını aktaracağım. "Ben" beğendim umarım siz de beğenirsiniz.


BEN(CİLLİK), SEN(CİLLİK)VE ÖTESİ


GİRİŞ:
Benden, benlikten söz ederken, “sen”den, ötekinden de söz etmek durumundayız. Elbette benlik kavramı ve benliğin ne olduğu üzerine psikolojiden felsefeye ve edebiyata kadar çeşitli disiplinlerde çok şey yazılmış ve söylenmiş bulunmaktadır.

Bu yazıma başlarken “ben” üzerine üç şiirden bazı alıntılar yapacağım:

“beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri” (Yunus Emre)

“bakanlar bana
gövdemi görürler
Ben başka yerdeyim” (Asaf Halet Çelebi)

“elimden gelen bu ben iki kişiyim
Çoğalmak neyse ne azalmak zor” (Attila İlhan)

Her insan bir bendir, kendi benlik bilincine sahiptir. Ama ben olmak ile bencil olmak aynı şey değildir. Gerçekten benliğinin bilincinde olan, ben olan kişi sencil olabilir ancak. Çünkü sen’i bilmeyen, anlamayan, sen ile kendini oluşturmayan ve tamamlamayan ben, eksik bir ben olarak kalmaya yazgılıdır. Söz konusu eksikliğin ve çarpıklığın görünümleri, şiddet, terör, cinayet, kıyım vb. olarak dünyamızı yaşanılmaz bir yere dönüştürmektedir.

Ben, varoluşsal bir kavram ve gerçekliktir. Ben, hem maddi hem de tinsel bir gerçekliktir. Bencillik ise varolan bir ben’in diğerleriyle ilişkisinde ortaya çıkan bir tutum/anlayış, ilişki biçimi ve etik boyutu içeren bir eylem tarzıdır.

Bir ben olarak her insan, kim olduğunu, ne olduğunu ve olması gerektiğini kendine sorar. Bir bakıma felsefe de insanın kendi varoluşunun neliğine yönelik sorularla kendini ifade eder. Bu soruları araştıran başka insan bilimleri de vardır günümüzde. Ama felsefenin temel soruları diğer bilgi disiplinleri için de yol açıcı ve aydınlatıcıdır.

Bir ben olarak her insan, diğerleriyle birlikte ve onlarla kurduğu ilişkiler/iletişimler bağlamında kendi benliğini de oluşturur ve bunun bilincini edinir. Unutulmaması gereken önemli bir şey de şudur: diğerleri karşısında her kişi, her ben de bir “öteki”dir. Ben nasıl bir öteki ise, öteki de bir ben’dir. Bu gerçeği gözden kaçırmanın ya da görmezden gelmenin bedelini, gerek kişisel ilişkilerimizde gerekse toplumsal-kültürel ortamda, her gün çok ağır biçimde ödemiyor muyuz?

Kendine bakan, ben’inin aynasında ötekini de görebiliyorsa, kendini görebilir. Aklımız bir gözümüz ise kalbimiz ikinci gözümüz değil midir? Bütün gözlerini kapatan insanlar olabilir. Ama tümüyle kör olan, körleşen bir insan olabilir mi?

Felsefe, şiir, bilim başta olmak üzere, bütün bilgi biçimleri insana kendini, kendi benini ve ötekini görmeye yönelen bir göz ve bakış edinme olanaklarını sunabildikleri ölçüde anlamlı ve değerli olmazlar mı?

BİR SORU: KİMİM?

Bir soru sor kendine: ben kimim? Olabilir soracağın soru, ya da başka bir soru...Bu soruyu başkalarına da sorabilirsin elbette. Sorduğun kişilere göre, bu soruya farklı yanıtlar alabilirsin. Anne-baban, “çocuğumuzsun” diyeceklerdir, öğretmenlerin “öğrencimsin”, arkadaşların ise “arkadaşımsın” diyeceklerdir. Eğer kardeşin varsa, “kardeşimsin” diye yanıt vereceklerdir soruna. Alışveriş yaptığın market ya da manav “müşterimsin” diyecektir. Bir devlet görevlisine soracak olursan, “yurttaşsın” yanıtını alacaksın büyük olasılıkla.

Hangi kişilere sorarsan, onlarla olan ilişkilerine/konumuna göre, alacağın yanıtlar ve karşılıklar da farklı olacaktır. Bütün bu yanıtlar seni tanımlamada, kim olduğunu belirginleştirmede büyük bir rol oynayacaktır hiç şüphesiz. Ancak “kimim?” sorusuna, insanın kendisi bir yanıt vermedikçe, herşeyden önce de bu soruyu kendisine sormadıkça, ne kadar çok yanıt alırsa alsın, bu farklı yanıtlar çokluğunda yine de bir eksiklik söz konusu olacaktır. Niçin mi? “Ben kimim?” sorusunu yönelteceğimiz herkes, bizi kendi bakış açılarına ve konumlarına göre tanımlama ve değerlendirme durumundadırlar. Aynı şey bizim başkalarına yönelik tutum ve değerlendirmelerimiz için de geçerlidir.

“Ben kimim?” sorusu, insanın kendini tanıma ve bilme çabasının başlangıcını oluşturur. Felsefe, bilim, sanat ve öncelikle de eğitim, kişilere bu soruyu sordurabiliyor ve yanıt aramada yollar-yöntemler sunabiliyorsa, işlevini yerine getirebiliyor demektir.

Sahi, sen bu soruyu sormuş muydun kendine? Sormadıysan, henüz geç kalmış sayılmazsın. Yanıtları bulmak uzun zaman alabilir, ama önemli olan bir soru sorup onun ardından gidebilmek değil midir? İnsan yaşamını anlamlı ve değerli kılan da, sorulardan yanıtlara yanıtlardan sorulara doğru sürüp giden bir düşünme, arama, öğrenme ve yaratma serüveni değil midir?

Sözler:
“Kendi kendimi araştırdım.” (Herakleitos)

Dizeler:
“Ne dedim, ne yaptım
Nasıl davrandım?
Düştüm peşime izledim.
Sanki ben ve bendim
Önümsıra, ardımsıra
Dehlizinde kendimizin.” (Metin Altıok)



BİR BAŞKA SORU: ÖTEKİ KİM?

“Ben kimim?” sorusu, başka bir soruyu da içerir: “öteki kim?” Çünkü kendimizi soru konusu yaparken, bu sorgulamayı ve soru sormayı başkaları olmadan yapamayız. Başkalarından/ötekilerden dolayı kendimizi sorgulamaya yöneliriz. İnsan, birey olarak belli bir çağda ve toplumda yaşayan bir varlıktır. Toplum ise öteki bireylerle birlikte olduğumuz anlamına gelir. Yalnızlıklarımız da toplumsaldır. Bu yüzden kendimizle ilgili soruların ve problemlerin öteki/lerle ilişkili olarak ele alınması gereklidir. Kendi yüzüne bakan ötekine de bakar, ötekine bakan kendine de bakmış olur, görmese de...

Ben, ötekilerle birlikteyim. Benim için öteki bireyler, birer öteki olduğu gibi, ben de onlara göre bir “öteki” olarak varım. Öteki kim? Annem-babam, kardeşim, arkadaşlarım, sevgilim, eşim, çocuklarım...Bir bakıma benim dışımdaki bütün bireyler ötekidir. Öteki, başkasının varlığını/varoluşunu ifade eden ontolojik bir kavramdır. Ancak bu kavram, etik-politik ve estetik değer yargılarından ve bakış açılarından da bağımsız değildir. Bu nedenle ötekini düşünürken, ona yönelirken ve ona doğru eylerken, “ötekileştirme” tutumundan kaçınmak gerekir. Ama yaşamda sık sık düşeriz, ötekileştirme tuzağına. “Öteki”ne yönelik bilincimizin bulanıklığı/çarpıklığı bu durumun başlıca nedenlerinden biridir.

Ötekini niçin ötekileştiririz? Başkalarının benim gibi olmasını, benim gibi düşünmesini, kısacası bana tabi olmasını ve benden bağımsız özgür ve özgün varoluşuna saygısız davranmayı doğru gördüğümde, ötekileştiririm ötekini. Ötekileştirme, kişiler arasında problemler yarattığı gibi, toplumlar ve kültürler arasında da aynı şey söz konusudur. Çatıştırılmak istenen “uygarlıklar”, aslında önce ötekileştirilmektedir. Batı Doğu’yu ötekileştirmiştir bugüne kadar, AB de bizi ötekileştiriyor, ABD ise bütün dünyayı...

Kendimi anlamam-bilmem ve yaşamam için ötekine ihtiyacım var. İnsan olmak, kişi olmak, ancak ötekilerle birlikte söz konusudur. Ötekileştirme, insanın insan olma kimliğine yabancılaşmasıdır. Köle-efendi diyalektiğini aşamayan bir dünyada, ötekilerle ilişkilerimiz hep kırılgan ve çarpık olacaktır. Ötekileştirme, anlamayı ve diyalogu da imkansız kılar.

Özgürlük bilinci ve mutluluk isteği, hem kendimiz için hem de öteki için, ortak bir yaşama temeli olarak anlaşılıp özümsenmedikçe, yeryüzünün trajedi vadilerinde akan kan ve gözyaşı nehirleri kurumayacaktır.

“Demir Ökçe”nin dünya ve insanlık üzerindeki ayak izleri, küresel masalların silemeyeceği kadar derin değil midir?

Sözler:
“Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” (Montaigne)

Dizeler:
“bir başkasının yaşantısıdır dönüp ardımıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tuksak” (Attila İlhan)

YALNIZ VE BİRLİKTE

Bir şiirinde şöyle diyor Ataol Behramoğlu: “Ölümdür yaşanan tek başına/Aşk iki kişiliktir.” Evet belki başkası için yaşayabiliriz, yaşamımızı adayabiliriz, ama başkasının yerine ölmek mümkün değildir. Belki aşk iki kişiliktir ama yine her iki kişi de bu aşkı kendilerince yaşarlar, hissederler ve paylaşırlar. Aşk, sevgi kişiler arsındaki mesafeleri kapatır, sisleri dağıtır ve yakınlaştırır bizi, ama yine de sevgi bile bazen ulaştırmayabilir bizi bir başkasına.
Yalnızlık duygusu ve bilinci, başkalarıyla birlikteyken de duyulabilir. Kimi beraberlikler yalnızlıktan kurtarmayabilir kişiyi. Anlaşılmadığımızı düşündüğümüzde, bir kişi olarak değer görmediğimizi düşündüğümüzde, yalnızlık değil midir hissettiğimiz? İnsan yaşamında kurduğu, kurmaya çalıştığı birliktelikler yalnızlığa bir çare, bir önlem olarak düşünülmemelidir. En büyük birliktelik: toplum. Ama bunun içinde yalnız da olabilmelidir birey. Yalnızlığa hakkı olmalıdır. Ancak bu başkalarından uzaklaşma, onlara yabancılaşma anlamında bir yalnızlık değildir. Kendimizi dinleme ve anlama imkanı bulabilmek ve kendimizi dile getirebilmek için gerekli olan bir yalnızlıktır sözünü ettiğim. Filozofun ya da sanatçının yalnızlıkları gibi yaratıcı bir yalnızlık, insanlardan uzaklaştıran değil, onları anlamaya götüren bir yalnızlık. Yalnız olmayı bilemeyen birlikte olmayı bilebilir mi?
Her beraberliğin içinde yalnızlıkları taşıdığını düşünüyorum. Her yalnızlık da beraberliklerin izlerini taşır içinde. Ne kadar çekilsek de kendi köşemize, kabuğumuza, toplumsallığın renginden ve kokusundan sıyrılamayız. Yalnız olmayı bilmek bir bakıma, birey olmanın, kendi başına varolabilmenin ve kendi aklıyla düşünebilmenin de bir göstergesidir. Bir bakıma yalnızlık özgürlüğün de olanaklarından biridir. Yalnızlığı göze alabilen kişiler değil midir, toplumsal gerçekliği sorgulayan ve karşı duruşunu ortaya koyabilenler?
Kimi beraberlikler kendiliğinden oluşur yaşamın akışı içinde. Ama çoğu beraberliği kendimiz yaratırız duygularımızla, düşüncelerimiz ve değerlerimizle. Günümüzde bencilliğin ve bireyciliğin yaygınlaşması, beraberlikleri (sevgi, dostluk vb.) zorlaştırmakta ve kişileri yalnızlaştırmaktadır. Bu, kişiyi kendini arama ve anlama anlamında bir yalnızlık değil, kendi dünyasına kapanma ve sığınma anlamında bir yalnızlıktır. Başkasında kendini göremeyen ve bulamayanlar ya da başka deyişle kendisinde başkasını göremeyenler, yalnızlık kalesine kendini kilitleyenler değil midir? İletişim çağında yalnızlıkların da çoğalması, insanın değerlerindeki bir azalmanın ve çöküşün de işareti değil midir?

Sözler:
“Herkesin yaşamında öyle saatler görülür ki, insan yalnızlığı verip, ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister...” (Rainer Maria Rilke)

Dizeler:

“nedir mi yalnızlık -kendine sor önce-
Bir sabah, erkenden, bir kır çiçeğinin üzerinde
Görünce parladığını bir çiy tanesinin” (Edip Cansever)

--------------------------------------------------------------------------------
Eğer biri sana parmağıyla güneşi gösterir ve sen de parmağa bakarsan aptalsın demektir. Eğer güneşe bakarsan daha da aptalsındır, çünkü güneş gözlerini kör eder. Senin bakman gereken parmakla güneş arasında uçan kuştur... Subcomandante Marcos


insan

--------------------------------------------------------------------------------
Ben..İçindeki,organların hareketleri ile ses çıkara bilen,çıkardığı bu seslere anlamlar yükleyen,yüklediği anlamları birbiri ardına koyarak cümledediğimiz zinciri oluşturan,bunada düşüncediyen birşeymiyim?Sahi ben neyim?Herkezde olanın aynıları bendede var,ozamam ben nasıl benim?Evet herkezde olan bendede var,kıskanclık,nefret,sevgi,coşku,üzüntü vb.sanırım bunların oranları yaninekadar kıskanç nekadar sevgi dolu,nekadar cuşkulu vb isem o benim.




nejdet


--------------------------------------------------------------------------------
Sayın Chimera,
dediğiniz gibi tüm savaşlar bitmeli ve ozanın söylediği gibi “ışıklar sönmesin lo!”...

Sayın Fides,
Mustafa Günay’ın aktardığınız makalesini bir solukta ve beğeni ile okudum. Yazara ve emeğinize saygı ile...

Sayın İnsan,
Bir yönüyle söylediğiniz gibidir. Fizyo/biyolojik türdeş olanların algılama biçimleri/yönelimleri/hisleri vb farklılıkları “o”nu “ben”i ayrıştıracaktır. “ben”in kanımca yapısındaki faklılığın bilincinde olması ile “ben şeklinde belirlenen toplumsal olgunun farkında olmak örtüşen iki pencere gibidirler. “ben” toplumsal yapıda ortaya çıkar ve yine “ben” “sen” den ayrıştığı için vardır.

Nazım’ın dediği gibi

“bir ağaç gibi tek ve hür
bir orman gibi kardeşçesine”

saygılarımla..
--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.


patolomeo

--------------------------------------------------------------------------------
Ben dediğim sürekliliği sağlayan nedir?5 yaşında aptal bir çocukken de ben diyordum.Bakış açım değil o zaman anılarımmı beni ben yapan? Hafızam silinirse ben olmazmıyım?Fiziksel varlığımda hep yenileniyor,o zaman ben dediğimiz sürekliliğini iddia ettiğimiz şey nedir onu belirleyelim.Bu ben algısı yanlış bir varsayımdan ibaret olmasın.




nejdet

--------------------------------------------------------------------------------
sayın Patolomeo,
Doğrusu sizin gibi düşünmüyorum. Değil beş yaşındaki çocuk, henüz doğmuş olan bebek de bir tarihsel belleğe sahiptir ve sizin tanımınızla söyleyeceğim “aptal” değildir. Bebeğin benlik duygusunu geliştirmesi için geçmesi gereken sürenin varlığı onun “aptal” olduğunu göstermez

Kişi fizik/biyo/kimyasal, düşünsel/tinsel, toplumsal/kültürel ve tarihsel gelişim, değişim ve dönüşüm içerisinde olur. “ben” sosyal/tarihsel/kültürel bir içeriğe sahiptir. Bu nedenle “ben” i salt biyolojik varlık olarak algılamamak gerekir.

Ormanda büyümek durumunda kalan iki kardeşten birinin iki ayak üzerinde yürümeyi dahi başaramadığı ve diğerinin ise konuşmayı zor çözdüğü, her ikisinin de 15 yaşını doldurmadan öldükleri gözlemlenmiştir. Salt insan türüne ilişkin olmak “ben”in ortaya çıkmasına yeterli bir neden değildir. Zaten aynalardan yansıyan “ben” “sen” “o” insanın ancak bir diğer insanla bir arada olduğu zaman insan olabileceğine, insanın insan ile açıklanabileceğine yapılan bir işarettir.

--------------------------------------------------------------------------------
kadınlarını erkeğe muhtaç bir şeklilde yaşamaya zorlayan bir toplum, kökünden acizdir.
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
“ben”, “benlik” ve “bilinç/siz/lik” ayrılmaz dokulardırlar; biri olmadan yek-diğeri var-olamaz.

Bilinç, insan denilen iki ayaklı memeli canlının imgelerin peşinden koşarken kendisi için biçtiği şekilsiz dondur. İçini doldurmak için çırpınıp duran da yine kendisi olmuştur. Tam karşıtında duran bilinç/siz dediği canlı türlerinin yaşam için verdikleri mücadeleyi doğallıklarını küçümseyerek izlemesi bundan olsa gerek. Doğa tüm canlılara eşit koşullarda acımalı/acımasız davranmıştır; doğanın eşitliğini bozan insandır. Eşitliği bozduğu oranda kültür adını verdiği yabancılaşma bilincine kazınmış, çizgiler oluşturmuş ve önceleri sığındığı mağara duvarlarını beyninin en ücra dokularına işleyerek düşün-selini prangalamıştır.

Bilinç, insan türünü diğer türlerden ayıran düşünsel bir olgudur. O, doğanın zor koşullarına uyum sağlamayı değil doğayı kendisine uyarlamayı hedefleyen bir birikimdir. Taşı yontarak kesici alet yaptığında bunun sırrını sonraki kuşağa aktarırken kıskanç davranmış ve gözlem/deneylerinin sonucunu başkalarından gizlemiştir. Derken bakırın eridiğini, kalay ile karıştığında daha yetkin olan tunç alaşımını keşfettiğinde ateşin gizemiyle yarattığı imgeleri bir sığınak ve tanrısal bir güce dönüştürmüştür.

Bilinç, insan türünün tüm yaratılarını ve içindeki kendisini yeniden yorumlayarak yaşamına bir anlam yüklemesinin, bir dayanak aramasının bilge-sevgisi dediği felsefesinin yoğrulduğu ortak çamurdur. Bu çamur bilinen hiçbir çamura, toprağı hiçbir toprağa benzemez; çünkü bu, doğada saf olarak bulunmayan bir çamur şeklidir ki, insan yaratısıdır.

Benlik bu iki olgunun bir sentezi sayılabilir. Sosyal bireyin kendi farkına vararak “ondan” kendini ayırt etmesi ve onunla var-olabilmesi için hem kendine hem de yansıdığına aynı anda bakabilmesi “benlik” duygusunu geliştirmesi ile yakından ilgilidir. Bu duygudur ki öz-saygıyı ve örtüşen ak-töre/kişisel ahlak ve zaman zaman uyumlu ve çoğu kez de uyumsuz olduğu toplumsal-töre/genel ahlak ile “ben”in diyalogunu sağlar. Etiğin kendi içinde çökmesi ak-töreseldir/kişiseldir ve fakat bulaşıcı olup yaygınlık kazandığında ise toplumsal çöküş kaçınılmaz sayılır.

“ben” , “öteki” ile uyuşmazdır; öteki yaratıldığı an “ben”in yansıması yok olur ve yansımadığı için “o” artık “ötekinin-ötekisidir” ; çatışkı içerisinde olurlar ve yansımadıkları gibi örtüşemezler de; bir-değerine farklı bir açıdan gereksinim duyarlar, neredeyse varlık-nedenleri bir diğeri olur. Böyle olunca da “ben” kendisini gerçekleştiremez ve yabancılaşır; yabancılaşma kendine karşıdır. “öteki” kendi içinde bir paradokstur. Buna Öteki paradoksu diyeceğim. Öteki paradoksunda “ben” “ötekini” , “öteki” ise “ötekinin-ötekisi”ni yok etmek istediği halde/karşın ötekiler bir-değerinin varlık nedeni olduğundan bunu gerçekte sonuçlandırmak istemezler; böyle olunca hem yok etme ve hem de var etme düşüncesi aynı anda aynı ilişki kalıbında varlık-kazanır ki bu tam anlamıyla bir paradokstur.

 

Macavity

Üye
Yeni Üye
Katılım
23 Eyl 2009
Mesajlar
138
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Bütün yazılanları okudum, çok güzel şeylerden bahsedilmiş. Yalnız okurken ister istemez aklım Hegel'e gitti. Çünkü Tinin Fenomenoloji'sinde anlattığı tam da budur Hegel'in. Ama yalnızca bir yazıda köle-efendi diyalektiğini görebildim. Ben biraz Hegelci bir açıdan yaklaşmak istiyorum konuya.



patolomeo

--------------------------------------------------------------------------------
Ben dediğim sürekliliği sağlayan nedir?5 yaşında aptal bir çocukken de ben diyordum.Bakış açım değil o zaman anılarımmı beni ben yapan? Hafızam silinirse ben olmazmıyım?Fiziksel varlığımda hep yenileniyor,o zaman ben dediğimiz sürekliliğini iddia ettiğimiz şey nedir onu belirleyelim.Bu ben algısı yanlış bir varsayımdan ibaret olmasın.




Ben'in süreklliliğini sağlayan şeye daha basitçe ve daha felsefi (Hegelci açıdan) yaklaşalım. "Ben beş yaşında aptal bir çocuktum", "bakış açım", "anılarım"... dememizdir "ben"i ben yapan şey. Yani "ben yapıyorum", "benim/bendim" dediğimiz anda bir sürekliliği ortaya koyuyoruz. Bütün onların "ben"in yaptığı ya da olduğu şeyler olduğunu söylüyoruz. Bu "ben"in içeriğini oluşturan şeylerin değişmesinin bir önemi yok. Çünkü ifade ettiğimiz, kendisinden bahsettiğimiz her şey için geçerli değil midir bu zaten? Bilgisayarım dediğimiz şey defalarca formattan geçmiş, parçaları değiştirilmiş; odam dediğimiz şey defalarca boyanmış, dağılmış, toplanmış; yer çekimi dediğimiz şey farklı ortamlarda (örneğin denizde, asansörde, koşarken, yürürken...) farklı şekilde hissettiğimiz... şey değil midir?

O zaman eğer "ben" algısına bir yanılsama diyeceksek, farklı zamanlarda farklı şekillerde deneyimlediğimiz şeylere, yani aslında soyut ya da somut, hatta bilimsel her şeye bir yanılsama dememiz gerekirdi. Bunun yerine, "ben"in anlık bir şey, bir tekillik olmadığını, ama soyut bir addan da ibaret olmadığını, hem tekil, hem de kavramsal bir şey olduğunu düşünmenin bir yolu yok mudur? Hegel'in çok güzel bir şekilde anlattığı gibi, vardır. Tekil değişmelere bağlı olmak zorunda değiliz. "Ben", bütün tekil durumları kapsayan bir tümeldir. Dolayımsız da değildir, tekil de değildir, ama zaten tekil olan ifade edilebilir değildir. Ben tekilden bahsederken de tümel adlar kullanıyorum, yani tekilden bahsetmiyorum. Hatta tekil şeyden bahsederken elimle gösterip "bu" demem bile onu tümel olmaktan kurtaramaz. Çünkü yine Hegel'in dediği gibi, "bu" da bir tümeldir. Her şeye "bu" diyebilirim, bütün o sözlerimde "bu" aynıdır, değişmez, ama ifade ettiği şey değişir... Bu nedenle tekilin sürekli değişmesine karşı kayıtsızım ben. Aksi takdirde "her şey her şey olur" demekten öteye gidemezdim.

Hegel ile devam edelim. "Ben"in anlık eyleminde kalan bilinç, duyusal bilinçtir yalnızca. Yalnızca "bu" diyebilir, yalnızca nesnesine "vardır" diyebilir. Ama bilincimiz bundan ibaret değil. "Bu"nun da "vardır"ın da ve ardından bunları diyen "ben"in de tümel olduğunu gören bilinç, önce Algı aşamasına geçip bütün deneyimlediklerini "şey" olarak tümelleştirecek, ardından da Anlama Yetisi aşamasına geçip "şey" dediğinin bir kavram olduğunu görecektir. Bu durumda karşıtlık ben ile o arasında değil, ben ile kavram, o ile kavram arasında olacaktır.

Burada devreye arzu ve isteklerimizin de girmesiyle, bu arzu ve isteklerin giderileceği ortama, yani topluma döneriz. Buradaysa salt "nesne" olmaktan öte olan bir şeyle karşılaşırız; "bir başka 'ben'". İşte bilincin öz-bilinç haline geldiği yer burasıdır. Başlangıçta, karşılaştığımız bu başka "ben"i nesnemiz olarak görürüz ve tıpkı nesnemize yaptığımız gibi, o "ben"i de ele geçirip yok etmeye (Hegelci terminolojiyle söylersek olumsuzlamaya) çalışırız. Ancak bu, meseleyi çözemez. Çünkü onu yok etsek bir başka "ben" ile karşılaşacağız. Bu durumda "ben" ile "bir başka ben" karşıtlığını, birbirimizi yok etmekten başka bir yolla çözmemiz gerekir. Hegel burada ünlü köle-efendi diyalektiğini ortaya koyar. Yok eden yerine, kendini kabul ettiren, yanı efendi; yok olan yerine, boyun eğen ve karşısındakini kabul eden, yani köle gelir. Ancak bu da öz-bilinç olmaya yetmez, çünkü öz-bilinç ancak karşılıklı tanıma, kabul etme ile mümkündür ve köle-efendi diyalektiğinin sonunda olacak olan da budur. Bu sayede hem "ben", hem de "öteki ben"ler öz-bilinç haline gelir. Hegel felsefesinde bunun ardından birbirleriyle eşdeğer olan öz-bilinçler Akıl yoluyla sözleşmeye gidecek ve devleti oluşturacak, farklı aşamalardan geçerek de diyalektiğin sonuna varacaklardır. Bu, Hegel'in kurucusu olduğu felsefi antropolojidir.

O halde insan kendini öz-bilinç olarak buluyor değildir. İnsanın insan olmasının bir tarihi vardır ve bu tarih, bilincin ("ben"in, öznenin...) deneyimiyle, edimsel olarak gerçekleşir. Yani bu tarihin başlangıcında öteki olan şey özne değil, nesnedir. İnsan öncelikle nesneyle ilişki kurar. Ancak nesnenin de bir kurulum olduğunu görmesiyle insan kendine yönelir, ve ancak kendine yönelmesiyle başkasına yönelir. Çünkü insanın, nesnenin bir kurulum, kendi kurduğu bir şey olduğunu görmesi dil dolayımıyladır. Bu da onu nesneyi kuran şeye, kendisine yöneltir. Ne olduğunu sorması ancak burada ortaya çıkar. Tam olarak "ben", bir öz-bilinç olabilmesinin tek yolu da, diğer özneleri bir öz-bilinç olarak kabul etmesidir. Karşılıklı tanıma dışındaki tek yol, karşıdakini yok etmedir.
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
“ben” benden bağımsız mıdır? Ve “ben” denileni ben yaratabilir mi?

İmgelerin biçimlenmeleri için “ben”lerin kat-ettikleri belki de zorunlu yol/zamanı “ben”i biçimlendirirken o, imgelerin ütopik zenginliğinde biçimleyeni biçimlemek suretiyle hem nesne hem “diğer”i ile diyalektik sürecini sarmal bir şekilde sürdürmektedir. Bilinç ve tarihsel bellek içinde bulunduğu tüm ortamlar ile var-olduğundan dolayı onu bunların dışına itmek olanaklı değildir.

Bu nedenle “ben” benden bağımsız değildir. Yine bu nedenle “ben” denileni ben yaratamaz. Yaratma zamandan kopartılamaz ve bilinç-yoksunu bir “insan” için “ben”in bir anlamı/değeri olamaz. Salt bilinç “ben” in temel belirleyeni olmadığından, tüm var-oluşlardan bağsızlaşarak ne tekil ne de tümel özne olma gücüne sahip değildir. “ben” leri bir araya getiren doğal belirlemeler imgelerin zorlayıcısı ve üretim aletlerinin yaratıcısı etkenlerdirler. “üretim araçları”nın geliştirdikleri “üretim ilişkileri” toplumsal dizilişlere göre “ben”leri ya özne ya da -nesne-köle- ye dönüştürmektedirler. Nesne-köleyi nesneden ayırt eden olgu ise onun bir bilinç ve tarihsel belleğe sahip olmasında yatar ve nesne ile özne arasındaki bu duruş onun özne olmaya yönelmesine neden olur. Haklardan yoksunluk “ben” i yok edemez, o yine varlığını sürdürecektir. Özde her ikisi de özne olan köle ve efendi arasındaki çelişki üretimin paylaşılması noktasında yoğunlaşacaktır. Ters duran nesne-köle aşıldığında ise ne köle ne de nesne kalmayacaktır; efendi de yok olacaktır. Efendi ancak nesne-köle var olduğu sürece var olabilecektir. Demek ki efendi ve köle arasındaki ilişkiyi belirleyen efendi değil, köle olmaktadır. Bu durum kölenin gerçek üretici olmasından kaynaklanan tarihsel bir güç ve diyalektiğin temelidir.

Dolayısı ile yaratan olgu bellekte toparlanmış bilgi birikimine bağlı insan emeğidir. “ben” olgusu karşılıklı/sarmal emekler ile ortaya çıkar; durup dururken “ben” olsun diye ortaya çıkamaz/çıkmaz.
 

Macavity

Üye
Yeni Üye
Katılım
23 Eyl 2009
Mesajlar
138
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
"Ben" zaten bilinçtir, eyleyen bilinçtir, öznedir. Bunlar arasındaki ayrım, anlatımdadır. Bilinç, benim eylemlerimle şekillenir. Zaten Hegelci diyalektikte sonuçta nesne - kavram birliği ortaya çıkar. Bilinç, nesnesinin kendi içeriği, yani kendisi olduğunu anlar. Mutlak Bilgi, tinin nesnesinin bilgisinin aslında kendisinin bilgisi olduğunu anlamasıdır...

Tarihsel bellek herkeste vardır, ama herkes aynı "ben" değildir. Farkı yaratan da benim eylemlerimdir. Ben bilincimi, edimsel olarak, zaman içinde, kendi tarihimde oluştururum. Ben bir öz-bilinç olarak doğmam. Descartes zihnini bütün yüklerinden kurtardığını söylediği bir öz-bilinç noktasından başlar, ama aslında o noktada da yüksüz değildir, yanında bir bavul taşımaktadır. Bu da eylemlerinin bavuludur. Hegel'in derdi bu ikiliği aşmaktır. Öz-bilinçten başlandığı takdirde nesneye geçmek mümkün değildir.

Bu nedenle nesneden başlar tarih. Ama bu, üretim araçlarından fazlasıdır. Efendi, üretim araçlarına sahip olduğu için efendi değildir, çünkü başlangıçta sahip olma ya da olmama diye bir şey yoktur. "Bir toprak parçasını çevirip 'burası benim' diyen ve kendisine inanacak kadar aptal birilerini bulan ilk kişi modern toplumun kurucusudur". Yani efendi, kölesi olduğu için efendidir ve kölesi olduğu için üretim aracına sahiptir (kölenin kendisi bir üretim aracıdır). Bu ise, köleye kendini efendi olarak kabul ettirmesinden ibarettir. Köle-efendi diyalektiğinde belirleyici olanın köle olması da bundandır. Onun durumu bilinçli olarak seçilmiş bir durumdur. Köle, yaşamıyla özne olma arasında bir tercihte bulunmuştur. Ancak tam da bu tercihi yapması onu özne kılar. O, karşısındakini öz-bilinç olarak tanıyarak (kabul ederek) öz-bilinç olmada bir adım atmıştır. Kendi çalışmasıyla doğayı bizzat kendisi değiştirip dönüştürerek de nesnesinden farkını ortaya koyar, bu farkın bilincine varır. Bu da öz-bilinç olmanın ikinci önemli adımıdır. Tarihsel belleği bundan ibarettr. Bu, kendi eylemlerinin tarihidir. Efendi ise bu ikisine de sahip değildir. O, ne karşısındakini bir öz-bilinç olarak tanımıştır, ne de özne olmaya özsel olan nesnesini değiştirip dönüştürmeyi başarabilmiştir. Nesnesini kontrol ediyor bile değildir, çünkü nesnesi olan kölenin "onun için" çalışması, kölenin kendi "bilinçli" seçimidir. Bu nedenle köle-efendi diyalektiğinde belirleyici olan köledir. Bu nedenle efendi, diyalektik sonunda köleyi bir öz-bilinç olarak tanıyacaktır.
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
"çünkü nesnesi olan kölenin "onun için" çalışması, kölenin kendi "bilinçli" seçimidir. "

bu cümlede "bilinçli seçimi" ayırt etmek gerekecek.

tarihsel sürece bakalım; ne göreceğiz?

neolitik dönemde tohumlu bitkileri ayıklayan, kültü bitkilerine dönüştüren, ökzü yerine kara-sabana koşulan, çanak çömleği yapan kadın tarihin ilk kölesi oluyor. ilginçtir ki Heğel'in düşüncesini kabul edecek olursak tarihsel düzlem ter-düz-yüz edimiş olarak şu tesbitte bulunmak gerekecek; tarihte ilk köle olan kadın cinsi "bilinçli olarak köle oldu"...bu kölelik kadının tercihi olmasa kadın köle olmayacaktı?!

bu soruya hayır demek gerekecek. ne kadın ne de bilinen anlamda prangalı insan köleliği tercih ettiğinden dolayı köle olmadı. tükettiğinden fazla üretmeyi sağlayan insanın öldürülmesi yerine esir alınarak emeğinin sömürülmesi daha çıkara uygun olduğu içn ilkel kölelik ortaya çıkmıştır. üstelik kadının köleliği daha önceden keşfedilmiş olduğundan bunun yöntemleri netleşmiş sayılmalıdır artık. daha açıkçası emek sömürüsü "ben" ve tarihsel belleği tar-düz-yüz etmek ile sağlanabilir. tarihsel olarak ilk köle olan kadın olgusunu tanımlamak gerekir. neden kadınlar erkeğin ilk kölesi olmuştur? bunu istedikleri için mi!!!!????
 

Macavity

Üye
Yeni Üye
Katılım
23 Eyl 2009
Mesajlar
138
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Ben ilk yazdığımda da, ikincisinde de tarihten bahsetmedim. Bahsettiğim şey Hegel felsefesinin anlattığı tarih. Köle-efendi diyalektiği bir terimdir ve Hegel felsefesinin bir terimidir. Eğer isim vermeden köle-efendi diyalektiği denecekse, ben bundan Hegel'den bahsedildiğini anlarım. Yok eğer Hegel yanılıyor, gerçekte böyledir denecekse, bu belirtilmelidir.

Tarih söz konusu olduğunda ilk köleden bahsetmek kolay değil. Başka bir bulgu başka bir sonuca götürebilir. Ve Hegel'in öz-bilinç olma sürecinde anlattığı köle-efendi diyalektiğinde açıkladıığı şey, devlete ve mutlak bilmeye giden süreçtir. Çünkü Hegel'e göre bunlar diyalektiğin sonunda yer alırlar. Bu açıdan bakıldığında neolitik dönemdeki durum Hegel felsefesi için köle-efendi diyalektiğine dahil değildir. Çünkü ardından modern devlet kurulmamıştır. Örnek vermek gerekirse, ben Türkiye'de Cumhuriyet tarihindeki sanayinin gelişiminden bahsediyorsam, elbette ki sanayi devriminde çok önemli bir yeri olan buhar makinesinin icadı, sanayinin gelişimi için önemli olmasına rağmen benim konum olmaz. Zaten Hegel zamanında antropoloji henüz gelişmiş bir bilim de değildir... Kısacası neolitik dönemdeki kölelik durumu Hegelci köle-efendi diyalektiğini eleştirmek için bir ölçüt değildir.

Bunun dışında "tükettiğinden fazla üretmeyi sağlayan insanın öldürülmesi yerine esir alınarak emeğinin sömürülmesi daha çıkara uygun olduğu içn ilkel kölelik ortaya çıkmıştır" ifadesi Hegelci diyalektiği doğrular. Çünkü Hegel'in dediği tam da budur. Yani Hegel de kölelerin yaşam idealleri köle olmaktı falan demiyor, zaten aklı başında hiç kimse bunu demez, saçmalık olur bu. Hegel'in dediği, sömürgeciyle karşı karşıya gelen toplumların, ölmekten ya da köle olmaktan başka çareleri yokken, ölmemek için köle olmayı seçmelerinden ibarettir (ki bunu da söylemiştim). Buradan hareketle modern devlete giden sürecin tarihine bakıldığında da Hegel'in yanıldığı söylenebilir, söylenmiştir de. Marx Hegel'in tarihi doğrudur, ama baş aşağıdır der. Ama buradaki konu devlet, ya da toplumların tarihi değil, "ben"in, bilincin, öznenin... ben olması olduğu için ilk yazdığımda konunun bu boyutundan bahsetmemiştim. Köle-efendi diyalektiğinden, yalnızca bir başka özneyle karşılaşan öznenin bir üst blinç aşamasına geçmesi bağlamında bahsetmiştim.
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
Neolitik dönemde kadın egemenliği ağırlıklı olduğu için bulgular o dönemde köle emeğinin sömürüsünden söz-etmez, ip-uçları yoktur. Hegel’in “ben” üzerinde değerlendirmeler yapmasını “köle-efendi” ikilemine dayandırması sıradan bir yaklaşım değildir; sonuçta o da yönetim biçimlerini bir şekilde yaratmak/tasnif etmek ve biçimlendirmek eğilimindedir. Ya öl yada köle olarak yaşama şansını yakala biçiminde bir gelişme belki lokal olarak yaşanmış ise de Zigurrat-ların tepesinde oturan Rahip yarı-tanrısal bir gücü temsil ediyordu, tanrıların gazabını yağdırabilirdi; kölelik hiç de klanların/toplulukların bir diğerini esir almaları ile başlayan bir olgu da değildir; tam tersine önce her klanda/toplumda kendi iç dinamiklerinden ortaya çıkan bir kurumdur. İlk köle kadın olduğuna göre bu durum çok açık ve nettir. Ne zaman ki öküz sabana koşulmuşsa işte o zaman kadının tarladaki üretimden el-ayak çekmeye başlaması gündeme gelmiştir. Sömürü bundan sonra/kölecilik bundan sonradır. Öküzün sabana koşulması belki de buharın makineye uyarlanması kadar büyük bir etki yaratmıştır. Neolitik dönemdeki keşif ve bulgular/yaratılar günümüzdekilerin tümüne eşit değerdedir ve onlar sadece gelişme göstermişlerdir. Hegel “köle-efendi” ikilisi yerine örneğin “ben-içben” soyutlamasını yapabilirdi. Gel gör ki yapmamış; bundan şu sonuç çıkar; soyutlayarak özü değiştirmeye çalışmak. Hegel’in yaptığı budur ve “ben” ile ilgili değerlendirmelerimin Hegel’in değerlendirmeleri ile hiç ilgili olmadığı düşüncesindeyim.
 

Macavity

Üye
Yeni Üye
Katılım
23 Eyl 2009
Mesajlar
138
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
İyi de, ben alıntıladığım cümleye cevap verdim sadece. Yani o benim cümlem değil ki. İlkel köleliğin o şekilde ortaya çıktığını söyleyip buradan hareketle Hegel yanlıştır dediğin için, ben o cümlenin Hegel'i yanlışmadığını, tersine onu doğruladığını söyledim. Yalnızca sömürgeci bir toplumun başka bir topluma baskısı olması gerekmez, toplum içinde de baskı olabilir. Demek istediğim şudur: köleliği neye dayandırırsanız dayandırın, sonuçta ölmemek için köle olmaya varılır. Köle isyan etse (ki bu tamamen onun elinde, kimse kimsenin iradesini alamaz) öldürüleceğini bildiği için isyan etmez ve köleliği kabul eder. Yok eğer ölüm tehdidi yoksa, o zaman da özgür bir seçim olur ki yine aynı yere çıkar...

Bu konunun bu başlıkla ilgisi yok evet. Ama ilk yazdığım yazıya bakarsan, sonuç paragrafında bu konudan bahsetmediğimi görürsün. Köle-efendi diyalektiği, bilincin, ancak başka bir bilinçle karşılaştığı anda öz-bilinç, yani kendinin bilinci haline geldiğini anlatır. Bu başka bilinç de, bütün yazılarda bahsedilen "öteki"dir. Ben de bu bağlamda ona değindim sadece. Eğer Hegel'in de başlığın konusuyla ilgisi yok anlamında ilgisiz diyorsan ona katılmam. Tinin Fenomenolojisi'nde anlattığı bu konuyla ilgilidir. İlk mesajındaki yazıların da çoğunda Hegel'in etrafında dolaşılmış. Birindeyse doğrudan köle-efendi diyalektiğine atıf yapılmış. Ötekinin, "ben" ile ilişkisi konusunun kaynağı Hegel'dir. Çünkü daha önceki filozoflar/düşünürler yalnızca toplumsal sözleşme öncesi bir doğal durum bağlamında ya da Sokrates ve Sofistler gibi uzlaşım ya da etik bağlamında bu konuya değinmişlerdir. Ötekiyle olan ilişkiyi "ben"in bilincinin gelişimi bakımından ele alan ilk kişi Hegel'dir. Hegel'in orada anlattığı da, bilincin, bilinç olma hikayesidir. Bu nedenle felsefe bölümünde öteki ve ben ilişkisi konusunda bir şekilde Hegel'den bahsetmemek konuyu eksik bırakmak olur diye düşünüyorum.
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
konunun başlıkla ilgisi olup olmadığı bir kenara bırakılacak olursa ki, bunu sorun yapmamak gerektiğini de düşünmüşümdür; tartışmanın eleştiri ve karşı eleştirinin sürdürülebilir olması, açıklayıcı, düşündürücü ve sorfulayıcı olması yönlerinden katılımının ve aktardıklarının önemli olduğunu düşündüğüm için o denli karşı-düşünceleri leriye sürdüğümü bilmelisin sevgili Macavity, dolayısı ile sürdürülebilir olduğunu düşünmekteyim. katkıların için teşekkürümü iletmeliyim.
 

Mühendis

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
3 Eki 2009
Mesajlar
271
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
67
Bu paylaşımlardan ; ‘ben’in ‘öteki’ üstünde egemenlik kurabilmesi ve ‘ben’i içselleştirmek için ‘öteki’nin kurgulanması gerektiği sonucunu çıkartabilir miyiz ?
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
sanmıyorum sevgili Mühendis,

"ben" olgusunu egemenlik kurma düşüncesindean ayrı olarak değerlendirmek gerektiğini düşünmüştüm. ancak bir noktada şiddet ve iktidar ile "ben" sanki bir yerlerde buluşuyorlar gibi bir manzara orataya çıkıyor. "ben" denilen olgunun sosyal bir içeriği olduğunu savlamaktayım. en az iki insanın varlığını gerektiren bir sosyal doku olmadan "ben" in yansıyamayacağını düşünüyorum. ancak hemen iki insanın olduğu belki de en küçük sosyal dokuda şiddet ve iktidar kendisini "ben" de somutlaştırmak isteyecektir denebilir; bu noktada şunu söyleyebilirim; "ben" ster şiddete ve iktidar yönelik olsun ister olmasın -bu onun kendisini gerçekleştirme biçimi- olarak değerlendirilmesi gereken bir olgu gibi durmaktadır. bu nedenle sorduğun soruya hayır demek durumundayım
 

Mühendis

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
3 Eki 2009
Mesajlar
271
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
67
Ama ayaklardan biri olduğunu yadsıyamıyoruz değil mi?
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
kişinin kendi ile yaptığı en-büyük kavga açısından söylediğine katılıyorum; değil ayak asli unsur olduğunu düşünmüşümdür. "öteki" derken ben "bendeki ötekini" değil, diğer kişiyi kastettiğim için söylediğini farklı yorumlamış olabilirim; yanılıyor muyum?
 

Mühendis

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
3 Eki 2009
Mesajlar
271
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
67
O zaman Yaban'*a gitmek iyi bir çözüm olabilir.
*Y.Kadri Karaosmanoğlu
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
"Yaban" a atmamak gerek; ancak, yabancılaşmanın bir çözüm üreteceği konusunda endişelerim var. tarihsel romanlar yazmak pek kolay olmasalar gerek ve oldukça da kolay olabilirler. "yaban" a atmamak/ve bazen de köktenci olarak atmak gerek.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst