Yeni bir kitaba başlarken izlediğim yol...

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe Kulübü kategorisinde turko29 tarafından oluşturulan Yeni bir kitaba başlarken izlediğim yol... başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,541 kez görüntülenmiş, 5 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe Kulübü
Konu Başlığı Yeni bir kitaba başlarken izlediğim yol...
Konbuyu başlatan turko29
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan turko29

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Hücre dediğimizde ilk akla gelen hapishanelerdeki tecritli küçük odalar olacaktır, konumuzla hiç ilintisi yok gibi görünse de, özüne indiğimizde ilinti kurabileceğimizi de biliyoruz. Bizim işleyeceğimiz yönü, canlı yaşamının oluşumunun bir anlamda da tohumunu oluşturan en küçük canlı organizma olması halidir. Hücrenin incelenmesi neden önemlidir diye sorabiliriz, yada inceleme nedir, ne amaç güdeceğiz diye de, şunu unutmamalıyız, amaç, gerekli gördüğünüz bir ihtiyacın ortaya çıkması ile başlar, amacımız kitabım isminde durması nedeniyle bunun detaylarına girmeden, inceleme ile ilgili sözlüksel tanımla başlayalım.
İnceleme “ İng. study 1. Ele alınan bir konu ya da olayın özelliklerini ve ayrıntılarını inceden inceye anlamaya çalışmak, ilgili yasa ve kuralları ortaya çıkarmak ve birtakım sonuçlar elde etmek için yapılan yöntemli çalışma.”*

İnceleme kavramının, sözlüksel anlamın içerisine girdiğimizde, hüküm verme değil bilimsel yollarla mevcut durumun ortaya çıkarılarak sunum oluşturma olduğunu görüyoruz. Peki neden sözlüksel açıklamalara sık sık baş vurmak zorundayız, bununda açıklamasını yine sözlük tanımının içerisinde olduğunu göreceğiz.

sözlük İng. dictionary
“Bir dildeki kelimeleri esas alarak, onların temel anlamlarını, kazandıkları yan anlamlar ile başka kelimelerle kurdukları ifadelerdeki anlam inceliklerini, değişik kullanımlarını, deyimlerini gösteren ve o dilin bütün söz varlığını içine alan kitap.”*

Yine bu tanımın da sözlük kavramının içerisine girdiğimizde, konumuzun içerisinde de sık sık karşılaşacağımız gibi, bilgi alış verişinde bilginin algılanabilip, diğer bilgilerle bağdaşlığını koparmadan, değerlendirilebilinmesi ve sürekliliğin devamı için uyum zorunluluğundan kaynaklanmakta olduğunu göreceğiz, bir birimizi anlayabilmek için kavramlarda ortak mutabakat tanımlamalarına ihtiyaç duyduğumuzdandır, bu konu ilerledikçe, tek hücrelilikten çok hücreliliğe geçişte, farklı bir biçimde karşımıza çıktığında, farklı çağrışımlara neden olacağını göreceğiz.

Bilgi:
“nesnenin kendisinden başlar. Duyularla algılanır. İnsan bilincinde çeşitli soyutlamalara ve bireşimlere uğrar. Kavramlaşır, ulamlaşır, yasalaşır. Sonra yeniden doğaya, nesneye döner ve kendini pratikte denetler, doğrular. İnsan bilincinde kavramlaşan, ulamlaşan, yasalaşan yansı yeniden doğaya dönerek pratikte doğrulanmadıkça bilgi olmaz.”
“…Bilgi, her zaman tam’lığın doğrultusunda ilerleyen eksik ve tamamlanmamış bir süreçtir.”
“…doğa sonsuz olduğu içindir ki bilgi sürecide sonsuzdur.”
“…ilkin o insan pratik’iyle üretilir. Bu üretme iki aşamada gerçekleşir. Her ikiside pratikte temellenmiş olarak birinci aşama duyumsal aşama, ikinci aşama mantıksal aşama’dır. Bilgi üretiminin denetimi de gene pratiğe dönüp bilgiyi doğrulamakla yapılır. Bilgi süreci böylelikle tamamlanır. ‘canlı algılamadan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: İşte gerçeği tanımanın, bilgi edinmenin diyalektik yolu budur.’” Felsefe Sözlüğü O.Hançerlioğlu sf;30

Buraya kadar olan kısımda basite indirgenmiş bir örneklemeyle gidecek olursak, masanın üzerine konmuş siyah bir nesnenin üzerindeki, siyah rengi herkes aynı siyah olarak mı görür, sorusunun arasında, renk algısının ne olduğu ve oluşum aşamaları, ne deme istediğimize rehberlik yapacaktır.

“renk Far. reng 1. Cisimler tarafından yansılanan ışığın gözde oluşturduğu duyum.” *

Burada kilit kelime yansıma, ardındaki açı, duyumsamayı sağlayan gözdeki tabakaların yapısı, ve duyumları değerlendiren beyindeki işlevsellik mantığı, hepside bize diyor ki, aynı görmez, aynı algılamaz ve değerlendirmez, peki buna rağmen neden hepimiz siyah diye tanımlarız, burada devreye uyumun neden gerekliliği giriyor…

Sözlükler; kavramlar karşısında ortak mutabakatları sağlar, farlı bir dış etmenden gelen etkinin algılanıp, yorumlanıp, gerekli tepkinin verilebilmesi için, ihtiyaç olan, ortak nokta, bu bilgi alış verişinin sürekliliği ve gelişimi için zorunlu olan bir nokta, toplumsal yapılanmaların ayakta kalabilmesi için, bu nedenle gerekli olmasından kaynaklanan ihtiyaç, kavramlarda ortak mutabakatı zorlamıştır. Ortak mutabakat, uyum, anlaşabilme kolektif hareket edebilmenin, iş bölümünün toplumsal yaşamdaki nasıl olmazsa olmazlarındansa, bu zorunluluk gökten de inme değildir, bunu yaşamın inşasındaki her aşamada görmemiz mümkündür. Kısaca şu şekilde söyleyebiliriz, canlılar toplumsal yaşama geçtikçe oluşturmuş oldukları dil yapısı doğanın yasaları gereğidir, yaşama tutunmanın ve yaşam inşasının kaçınılmaz neticesidir. İş paylaşımı ortak üretim ve dayanışma için gerekli olan dilin ortaya çıkışı 14 milyar yıllık yaşam boyunca yaşamın kendi içerisinde kendi alfabetik kurallarında her zaman var olduğunu ileriki konularda işleyeceğiz. Dil etkiye tepki vermenin planlanması ve etki yapan ile tepki veren arasındaki uyumun sağlanması için yapılanmaların şifrelendirme yöntemleridir.

dil İng. language
“Simgeler ve sözcükler oluşturmak için tanımlanmış bir damga takımı ve bunların, anlamlı bir iletişim aracı olarak deyimler ve tümceler (ya da bir örü) oluşturmak üzere kullanımım yöneten söz dizim kuralları takımı,”*

Yani özet hali ile iletişim için gerekli kurallar takımı.

Bu mutabakatların içerisinde yer alıp almamak, kurala bağlı kalıp kalmamak elbette sizin tercihinize kalmıştır, bu durumda doğanın yaptığı, doğal ayıklama işlemidir, uyum dışı davranış kaçınılmaz olarak ortam dışına iter. Uyum bir başka deyişle zorunluluk değil, yaşamda almanın gereksinimliliğidir. Mutabakatın yada bir başka deyişle dengenin her bozuluşu, mutasyona uğrama, yeni bir ortam, oluşuma kapı açmaktır. Bu durum her zaman olumsuz netice doğuracak diye doğa kuralı yoktur. Bozulan dengenin yeniden kendi içerisindeki yapılanması ve gelişime açık olması, sağlıklı bir alt yapı kurup kuramaması, aykırı durumdakinin kendisini kabul ettirmesi veya ettirememesi ile ilintilidir. Her durumda yaşamın varlığını sürdürmesi, doğanın yasaları çerçevesinde denge ile gerçekleşirken, gelişimi ise bu dengelerin bozulup, yeni dengelerin oluşması temelinde devam etmektedir, dengelerin gerek oluşumu, gerekse de bozuluşu, yine bu kurallara bağlı olarak sürmektedir.

Bilimde bana göre diye bir kavram yoktur, konuma göre, zamana göre ve oluşumuna göre farklı algılama değerlendirme mevcuttur, renk örneğimizde olduğu gibi, maddenin ışığı emiş ve yansıtış miktarı bilimsel olarak sabittir, değerlendirme kısmında, algılayan yapının değişkenliği ve bu yapının değerlendirme yapabilmesi için oluşturmuş olduğu birikimi ile ilgili, soyutlanmasında değişkenlikler mevcuttur, bu algılanmanın farklılığı bu niteliği değiştirmez, bu nedenle maddeyi tanımak için algılamadan çok, bilimsel olarak irdelenmesi, konunun bilimsel -matematiksel - değerlere dökülmesi, yanılgıyı azaltacak olan unsurdur, bu nedenle bir konuya girerken, o konunun sadece mevcut duyularımız yolu ile algılanması yetmez, mutlaka bilimsel temellerde de, doğa yasalarının süzgecinden geçirmek gereklidir. Bu durum gerçekleri öğrenme bağlamında, bu biçimde olsa da, sosyal yaşam da, esneklik sınırları, toplumsal mutabakatlar çerçevesinde genişletilerek, en yakın değerler üzerinden gerçekleşir, bilimselliğin katılığı, sosyal yaşam dokusunun esnekliğinde harmanlanır. Canlı yaşamının monotonluktan renkliliğe geçişi, birazda basit hatalar sayesindedir.

Bu bağlamda; duyu organlarımızın algılamaları akılda oluşturduğu kavramlar, yaşamımızın rehberlik görevini üstlenirler, bu rehberlik aklımızın gözle görülene hakim olma, üstün olma güdüsünü oluşturur, bu güdülerle yaptığımız hareketler, yanlışlarımızı ve doğrularımızı şekillendirir, ta ki algıladıklarımızın, algılarımızdaki yanılgılara neden olan etmenin değişimi, yanılgılarımızın madde ile olan temas sonrası farklılaştırma yoluna gidişi, algılamalar ve deneme yanılma yöntemi ile gittiği süreçte oluşan, ön yargı (ön bilgi) çıkmazları içerisinde, yön, yöntem bulmada gelişim sürecimizi yavaşlatır, bu nedenle konumuza girmeden önce, ön yargıya da göz atmamızda fayda olacaktır. Sadece bunla kalmayıp ön bilginin derinlerine, tarihsel sürecine inip, içgüdüyü de ele almamızda fayda var, ön yargının temelinde yatan en önemli unsur, bilincin gelişmediği süreçlerde yaşama tutunmak için geçmiş kalıtsal deneyimlerin önemi çoktur.
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Cevap: Yenİ bİr kİtaba baŞlarken İzledİĞİm yol...

2

Bir bakımdan konumuz içerisinde ön yargı veya iç güdüden bahsederken, bunları birbirlerinden keskin hatlarla koparmamamız gerektiğinin de bilincinde hareket etme zorunluluğunu fark edeceğiz.

“İçgüdü” bilim insanlarının, doğuştan gelen belli başlı davranış biçimlerini ortak ad altında toplamak için üzerinde uzlaştıkları bir kavramdan başka bir şey değildir.

“…Besbelli ki akıl(zeka), bu dünyada ilk kez bir insanla birlikte gelmemiştir…Belli bir amaca ve hedefe ulaşmaya çalışmak, ortam ile uyum sağlamak, öğrenmek, öğrendiğini sınamak, deneyimleri bellekte toplamak, hayal gücünü kullanmak ve yaratıcı buluşlar yapmak; bütün bu beceriler ve yetenekler,… beyinler ortaya çıkmadan öncede vardılar.”
Başlangıçta hidrojen vardı sf 38 homar v.ditfurth

Gerek sözlüksel anlamı ile gerekse de bilimsel literatürde aklın tanımlamasında kullanılan temel açıklama amaca ulaşmak için, ortamla uyumlu olabilmek için, öğrenme, öğrendiğini sınama, deneyimleri bellekleştirme ve bunları ilerde kullanma temellerinde yapılmaktadır, bu açıdan girildiğinde konuya, beyin ile aklın farklı kategorilerde, ama bir birinden koparmadan ele alınması gerekliliği ortaya çıkar, bu durum beynin oluşumu ve işlevlerini de ele almamızın gerekliliğini ortaya kor. Burada Ditfurth’un tanımlamasında ki “ belli bir amaca ve hedefe ulaşmaya çalışmak” kısmının altını çiziyorum, gerek doğa yasalarının işleyişi, gerekse de, evrimsel sürecin işleyiş safhalarında, kendi içerisinde çelişkiler oluştuğu varsayımlarına gide biliriz, konunun ileri aşamalarında daha fazla belirgin bir hal alması kaçınılmaz olacak, kısaca burada şu soruyla toparlaya biliriz, “doğanın önüne koyduğu bir hedef yada amaç oluşumumudur?” “Hedef ve amaç anlık kategoriye alınabilinir mi?” bu soruların neden sorulduğu ise tamamen bilincin hücrenin oluşum öncesinden, yada insanın insan olma özelliğinden bahsedeceğimiz zaman gündeme gelecektir.

“ Akıl(zeka) , hayal gücü, tasarlama, amaca yönelme becerisi, evrenin başlangıcında, evren ile var oldukları için doğa yalnızca hayatı değil, beyni ve nihayet insan bilincini de yaratabilmiştir.” “bu tayin edici noktadır: Genelde hiç tereddüt etmeden ‘psişik’ alana soktuğumuz ve sadece bu alana ayırdığımız ilkelerin aslında bilinç-öncesi bir alanda, hatta cansız dünyada da etkili olduğunu kanıtlamıştır.” Başlangıçta hidrojen vardı sf 38 homar v.ditfurth

“Tasarlama” tanımlara bulaştığında, yeni bir kaosunda başlangıcı ortaya çıkar, tasarlamanın olduğu yerde tasarımcının da olması gerekir, bu konunun incelenmesindeki en karmaşık ve kritik olan noktadır.
“tasarlamak
(-i) 1. Bir şeyin nasıl gerçekleşebileceğini düşünmek, zihinde hazırlamak:”

Oysa doğa önceden hiçbir şeyi tasarlamaz, kendi kanunlarına uygun fiziksel, kimyasal, biyolojik sürekli reaksiyonlar zinciri içerisindedir. Tasarlama var ise, tasarlayanında olması gerekmektedir, Ditfurth ile Davkins in ayrıldıkları nokta burada başlar. Bazen basit gibi görünen kavram, ileriye yönelik, özünde bir çok karmaşıklığa da gebedir.

Daha ilerde açılacak olan bu konu, bu anlamda ne demek oluyor, akıldan tasarlamayı çıkardığımızda, neler değişir, basitçe söyleyecek olursak, aklın canlı yaşamdan önce olup olmadığı. Böyle bir konu kapsamında, bu durum üzerinde fazla durulmaması gereken bir şey gibi görünebilir, önemi ileriki aşamalarda daha da net bir hal aldığında, göreceğiz ki, bir çok konu, bu tip detayların içerisinde niteliksel yapıya bürünmektedir. Aklın evrenin başlangıcında da varlığından söz etmek, doğanın hayal ederek tasarlama yapabilirliğinden de söz etmek olacağı varsayımı, doğa yasalarının da işlevselliğini sorgulatmaya gideceğini kaçınılmaz hale getirir. Bu nedenlerle dil ve kavramlar bunların getirdiği detaylar önem kazanmaktadır.

Burada ortak mutabakat tanımlarına girersek bilinç nasıl tanımlanmış ;

“bilinç, -ci
a. 1. İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği, şuur. 2. Bir toplumdaki ruhsal etkinliklerin veya ruhsal durumların bütünü. 3. Dimağ. 4. mec. Temel bilgi, temel görüş. 5. ruh b. Algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme süreci, şuur
Güncel Türkçe Sözlük
bilinç İng. conscience
1. Duyum, heyecan, düşünme ya da başka bir ruh etkinliğiyle nitelenen durum, 2. Ben'in kendi etkinlik ve duygulanmalarını sezebilmesi. 3. Geniş anlamda zihin. 4. Bir topluluktaki ruhsal etkinliğin ya da ruhsal durumların tümü.
bilinç İng. consciousness
(Yun. syn-eidesis = birlikte bilme) : 1. İnsanın kendisi, yaşantıları ve dünya üzerindeki bilgisi; aynı zamanda da düşünme ve kendini tanıma yeteneği, a. Benle ilgili bütün yaşantıların tümü olarak bilinç; her türlü içten yaşamalar; kendi üzerinde bilinç, b. Bir şey üzerinde bilinç; nesnel bilinç; düşünme, algılama, duyma, isteme, bekleme gibi bir ereği olan, bir şeye yönelen, (intentional) edimleri olanaklı kılan (şey).

Görüyoruz ki; bilincin tanımlanmasında, esneklik çerçevesinde; tasarlamadan çok, kullanılan ;kendini ve çevresini tanıma ve algılamalarının soyutlanması ve yansıtılırken de türevleştirilmesi olayı. Konu ilerledikçe bu basitten başlayarak karmaşıklığa geçiş, olayların akışı ile daha anlaşılır biçime inecektir. Bu konuya yüzeyselde olsa konunun başında dokunmamız, kavramların önemini, basit gibi gördüğümüz, bir çok algılama ve sonrası soyutlamalardaki farklılıkların, gerçeklerle yakınlaşma ve uzaklaşma açısından önemini göstermek içindir.

“Bilim bugün evrenin öyküsünün nasıl geliştiğini, belli başlı kaba çizgileri ile de olsa modelleştirebilmekte, gelişmeyi yeniden kura bilmektedir. O güçlü, milyarlarca yıl süregelmiş çehresi belirginleştikçe, öğrenme yeteneği, deneyimlerin biriktirilmesi, hayal gücü, yoklayarak deneme ve sınama, spontane buluş yapma ve bunlara benzer kategorilerin, gelişmenin seyrine başlangıçtan itibaren hükmedip onu yönlendirdikleri iyice belli olmaktadır. Ama bu, söz konusu gelişmenin alabildiğine karmaşık seyrinin, onu gözlemleyen kişide her defasında amaçlı, anlamlı, mantıklı ve hayal gücü buluşlarıyla doluymuş gibi bir izlenim ve etki bıraktığı anlamında alınmamalı. Söylemek istenen, bugüne kadar hiç üzerinde durulmamış olgudur: Burada sayıp döktüğümüz ilkelerin tanımlanmasına yarayan bütün ayrıntıların varlığını, bu gelişmelerin tarihi içinde somut olarak kanıtlayabilmekteyiz.” Başlangıçta hidrojen vardı sf 40 Homar V.Ditfurth

Bu yaklaşım birçoğumuz için yeni ve ters gelebilir, bu ilgi alanımızın ve bilgilenme sürecimizin, almış olduğumuz eğitimin, içinde yaşadığımız toplumsal sistemin vermiş olduğu ve vermekte olduğu yönlendirmelerden ötürüdür, her ne kadar, görünürde belirgin bir yönetici görünmese de, bu konu sistemsel, soyut kavramsal bir tanımlamadan olsa gerek, kavramın içerisine ve oluşumuna inmediğimizde, ön yargılardan bilincimizin ayıkladığını düşünürüz, oysa ön yargısız bir değerlendirme yapmamızın mümkün olmadığı da ortadadır. Oluşumumuz başladığı andan itibaren sürekli olarak yaşama tutunmak için algılarımızı açar ve değerlendirmeler yaparız, bu süreç içerisinde oluşan ön yargılar, bizim gelecekteki yolumuzu şekillendirir, bu nedenledir ki, algılarımızın sağlıklı süzgeçlerden geçmesi, bilgilenmemizin yapısıyla ilintilidir.

Bu konuda Prof Dr Ali Demirsoy’un da ortaya koyduğu tespite katılmamak mümkün değildir.
“Maddenin değişik enerji düzeyleri, daha bilimsel tanımla değişik frekanslı dalgalar, bizde değişik algılar uyandırmaktadır. Ama gerçekte evrende ne gördüğümüz gibi ışık, ne işittiğimiz gibi ses ve nede algıladığımız gibi sıcaklık mevcuttur. Yani duyu organlarımız dış çevre ile beyin arasında bizi yanıltmakta ve beyinde gerçekle ilişkisi olmayan yorumlara neden olmaktadır. Eğer biz, ileride evrenin sırlarına gerçek anlamda hakim olmak istiyorsak, ne gariptir ki, beş duyunun dışarısında, en azından onların koşullandırılmasından meydana gelen yanlış anlaşılmalardan kurtulmuş olmamız gerekecektir.” Kalıtım ve Evrim sf-4 Prof Dr Ali Demirsoy

Elbette ki bu tespit Prof Dr Ali Demirsoyun kişisel görüşleri olmayıp bilim tarihinin ortak mutabakata vardığı ve konuları ele alırken bu temel prensipler göz ardı edilmemiştir.

Evrenin oluşumunu ve yaşamın tarihsel sürecini anlayabilmek için Eınstein’in dediği gibi “onsekiz yaşına kadar sağduyu diye yerleşmiş peşin hükümlerin tortusundan kurtulmak gereklidir.” Kalıtım ve Evrim sf-4 Prof Dr Ali Demirsoy

Daha çarpıcı olarakta, Eınstein “ön yargıları kırmak atomun çekirdeğini parçalamaktan daha zor” olduğunu söyler, bu konu, kendimizle değil ama karşımızdaki tartıştığımız insanların çoğunda algıladığımız gerçek, olduğunun farkındayızdır, kendimizin de öyle olduğunu ise kabullenmeyiz, ta ki yanılgıya düşene kadar.

Devam edecek...
 

glsezinrs

Kahin
Yeni Üye
Katılım
12 Ara 2010
Mesajlar
1,358
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Cevap: Yenİ bİr kİtaba baŞlarken İzledİĞİm yol...

2

yapısıyla ilintilidir.

Bu konuda Prof Dr Ali Demirsoy’un da ortaya koyduğu tespite katılmamak mümkün değildir.
“Maddenin değişik enerji düzeyleri, daha bilimsel tanımla değişik frekanslı dalgalar, bizde değişik algılar uyandırmaktadır. Ama gerçekte evrende ne gördüğümüz gibi ışık, ne işittiğimiz gibi ses ve nede algıladığımız gibi sıcaklık mevcuttur. Yani duyu organlarımız dış çevre ile beyin arasında bizi yanıltmakta ve beyinde gerçekle ilişkisi olmayan yorumlara neden olmaktadır. Eğer biz, ileride evrenin sırlarına gerçek anlamda hakim olmak istiyorsak, ne gariptir ki, beş duyunun dışarısında, en azından onların koşullandırılmasından meydana gelen yanlış anlaşılmalardan kurtulmuş olmamız gerekecektir.” Kalıtım ve Evrim sf-4 Prof Dr Ali Demirsoy
Henüz çok erken ama ,eğer biliyorsanız paylaşmanızı rica edeceğim.Konu, görme olayı. gözün çalışmasıyla ilgili temel bilgileri biliyoruz.Merak ettiğim, net bir yanıtta bulamadığım sorum şu:Nesnenin görüntüsü, retinaya ters olarak düşmesine rağmen, nasıl oluyor da biz düz görüyoruz?Yani ağacın görüntüsü tepetaklak,(Eskiden fotoğrafçıların kullandığı fotoğraf makinelerini hatırlar mısınız, devasa, manuel makinalar vardı ve görüntü tıpkı gözde olduğu gibi objektife ters düşerdi)oysa biz onu düz algılıyoruz.Görüntünün çevrilmesi beynin işlevi mi?İllüzyon mu?
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Cevap: Yenİ bİr kİtaba baŞlarken İzledİĞİm yol...

Görme duyumuz da her organizma gibi milyarlarca yıllık bir evrimleşme sürecinden geçmiştir,Fotoğraf makinalarının gelişiminin de bu sisteme dayalı olarak çalışması, bir raslantı değildir, Bilim adamlarının doğayasalarına dayalı olarak yapmış oldukları her keşfin ardından bir çok buluşunmakinalarıda 5 kenarlı prizmanın gelişi gibi, sadece Eski fotoğraf makinaları değil mevcut dijital fotoğraf makinalarıda 5 yüzeyli prizmadan aynı yöntemle yansıtarak bakış noktasına düz olarak gelir. Gözün izlediği evrim bu noktaya gelişin nedenleri çok basit bir nedenle alışkanlıklar ve basit düzeneklerin üst üste eklenmesi ile mevcut şeklini almıştır. Görmeyi her şeyden önce sadece gözle yapmayız,tüm organellerimizin yüzeyleri bu işleve milyarlarca yıl önce duyarlı iken, ilk bir parazit(virüs)in hücreye saplanması ile kamçılı hücrenin ortaya çıkışı ve sudaki hareket edebilme yetisi bu rastlantısal olayı alışkanlık biçimine dönüştürerek süreç içerisinde mutasyonun tamamlaması ve içerdeki oluşan kamçı başının diğer saydam yapıya rağmen farklı ton oluşturması ve güneş etkisine karşı farklı özellik doğurması, hücrenin diğer organellerinden farklı olarak ışığa duyarlılığını geliştirmiştir, ilk süreçteki bu etkileşim ışığa doğru yol almak için izlenen ters hareket daha sonraki süreçte çekirdeğin (ilkel yönetim odası) etki tepkisinin bu işlevi düzelterek algılama ve etkiye tepkiyi o yönde şekillendirmesi, çok hücreliye geçiş ve kollektif değerlendirme ve paylaşımda gözün evrimleşmesinde bu biçimde bir yol haritası oluşmasına neden oluşmuştur, Sonuçta gördüğümüzü sandığımız her şey, duyduğumuzu sandığımız her şey doğadaki enerji alışverişlerinin frekans boylarıdır, beyin bunları şekle, sese, kokuya çevirir, farklı beyinsel yapılar gerek şekli gerek kokuyu, gereksede, sesi aynı biçimde algılamazlar, bununla ilgili arşivimden kısa kısa pasajlar geçe bilirim...
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
Cevap: Yenİ bİr kİtaba baŞlarken İzledİĞİm yol...

3

Bu durumda gerek ulusu gerekse de aileyi ele almak için maddenin oluşumunda bir yolculuk yapmamız gerekir; Maddenin içerisinde yolculuk için günümüze kadar gelen tarihsel süreç içerisine girip, kesintisiz oluşumun tüm evrelerindeki boşlukların doldurulabilmesi, ön yargıların (ön bilgi) her seferinde yok sayılmasını ve ön koşulsuz bilimsel temellerde, doğanın kendi oluşturmuş olduğu değişmez yasaların eşliğinde gerçekleştirmemiz gerekmektedir.

14 Milyar yaşında olan dünyamızın bu günkü koşullarına bakarak yaşamın gelişimini ve oluşumunu araştırmak, son 50 yılın koşullarına bakarak değerlendirme yapıldığında bile kolay olmasa gerek, milyar yıl süren katılaşma süreci, milyar yıl süren ayrışma ve kimyasal reaksiyonların oluşumu, 4 milyar yıl gibi bir süreden sonra biyolojik reaksiyonların başlaması ve ilk bireyin oluşumunu sağlayan zar tabakasının inşasını tamamlaması ile biyolojik evrimin başlaması ve günümüze gelen boşluksuz doğanın yasalarının tam uyum içerisinde her geçen süreç biraz daha çeşitliliğin çoğalarak karmaşık yapılanmaların, yeni oluşumlara gebelikleri ile sürmesi, gelişimi irdelememizde bir çok zorluklar oluşturmakta. Bunlar yetmiyormuş gibi bir çok oluşumunda doğal ayıklanma ile bu günkü olanaklarla izlerini takip etme imkanlarımızın sınırlılığı evrenin tam ayrıntıları ile çözümünün yine evrim süreci içerisinde devam edeceğini ortaya net biçimde koymaktadır.

İşin başında da belirttiğimiz gibi, bu konuya birde binlerce yıllık kalıtsal ön yargıları eklediğimizde işimiz biraz daha zorlaşmakta, her yeni bilginin süzgeçten geçmesi, Einstein in belirttiği gibi, atomun tekrar tekrar parçacıklara ayrıştırılmasından daha güç olmaktadır.

Evet burada hepimizin aklına gelmesi gereken önemli soru ne olması gerekir. Bunları bilmek bize ne sağlayacak, hangi sorunumuza çözüm olacak? Elbette ki yerinde ve her bilinçli düşünen canlının sorması gereken bir soru. Bu kitabın amacıda bu sorunun yanıtı olacaktır.

Toplum tarihinin ilk gününden günümüze kadar gelindiğinde, Tarihin her aşamasında hangi nedenlerle tanımlarsak tanımlayalım, üretim ve paylaşım temellerinde çok kanlı süreçler yaşanmış ve yaşanmaya devamda etmektedir. Bu süreçlerin yaşanmaması için toplumsal yaşam kurallarının en üst düzeye çıkarılması için oluşturulmaya çalışılan sistem çalışmaları, sorunların köklü çözümüne çare olamamıştır. Bu kitap bir çözüm kitabı olmaktan çok, doğanın bu sorunlarını en aza indirmede, milyarlarca yıllık deneyiminin bize ne denli ışık tutacağı ile ilgilidir. Bu nedenle de konular ilerledikçe göreceğiz ki bu konuları öğrenmek, bizlere çok şey katacaktır.
 

turko29

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
20 Şub 2010
Mesajlar
322
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Yaş
65
4-
Akla uygunluğun başlangıçta gözle görülene üstün olması, bununla beraber akla uygunluğun gözle görülenle terbiye esası.* M.Kemal Atatürk 30Kânunuevvel(12Ocak1904)
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt-1,sf15,Kaynak Yayınları

Bir şeyin akla uygun olması; kişinin öğrenme sürecine ön yargı ile taraf olarak başlamasına neden olur, işin içerisine bilimsel veriler devreye girene kadar, akıl gözle görülenden üstün olmayı sürdürmesi kaçınılmazdır, bu durum; canlının ortama uyum sağlayabilmesi için olmazsa olmazlardandır, kıyaslama ve denge kurabilme yetisi canlı yaşama tutunmadaki önemli işlevidir. Bu durum çevreyle olan uyumu ve dengeyi, yaşama tutunmak için oluştursa da, gelişim; ancak uyumun, gözle görülenin aklı terbiyeye geçişi ile bir sonraki aşamaya götürür, bilincin gelişimi; bu sarmalın sürekliliği sayesinde, bu günkü durumumuza nasıl geldiysek, yine aynı katlamalı hızla, geleceğin inşasına devam etmektedir, her ne kadar aklımız gelecekle ilgili, tasarımlar ve hayaller kurabiliyor görünse de bunun ileriki sonuçları ancak yaşandıkça görülüyor. Sonsuz bağıntılar, oluşturulan hayallerin gerçekleştirilmesinde ve aklın gözle görülene terbiye esasına dayalı olarak sürekli değişkenlik içerisinde gelişimini sürdürüyor, sonuçta değişken olmayan doğanın temel yasaları kapsamında kalıyor.

Aklın gözle görülene üstünlüğünün sakıncası nedir diye soracak olursak ? elbette ki sakıncalarının kaçınılmaz olacağının farkındayız, hiç fazla gerilere gitmeden çocukluğumuzdan günümüze bir sondaj salarsak ne demek istediğimizi anlarız, aynı olay işin makro boyutu olan yaşamın serüveninde de farklı değildir, cansızdan canlıya, canlıdan insana, insandan toplumlara giden serüvende bilincin evreleri ve genetik aktarımları, temel kurallar değişmese de, yaşamın önündeki değişimler ve kullanılan araçlardaki değişimler bunu göstermektedir. Toplumsal olarak ta baktığımızda, kendi gelişim sürecimizdeki sondaj burada da geçerliliğini gösterecektir. Aklın gelişim için sürekli olarak bilimin eğitimine ihtiyacı vardır. Eğitim ise algılama zenginliğinin artması devam ettikçe gelişim sürdükçe, ilkel (ilk) den gelişmişe doğru yükselen bir ivme çizmektedir. Basit olarak algıladığımız ve hükümlediğimiz bir çok şey, özünde bir çok karmaşık işlemler zincirinden sonra beynin sadeleştirerek, etkiye verdiği o tepkinin ardında, (elbette ki fiziksel, kimyasal ve biyolojik reaksiyonlar zinciri yatmakta olduğudur) geçmişte farkında olamadığımız, bilinç düzeyi ve teknolojik yetersizlikler, aklımızın da gelişmişlik düzeyinin yetersizliğini göstermekte. Buna rağmen, her dönemde canlı; aklın gözle görülene hakimiyeti doğrultusunda hareket etmiştir. Süreçte ise bu hakimiyet karşılıklı öğretmen-öğrenci ilişkisine dönüşmüştür.

Bilimin bu günkü gelişmesi düzleminde 14 milyarlık inşa süresindeki zaman diliminde 100 yıllık bilimsel yol haritasında, henüz yolun başında olduğumuz ortadadır. Özellikle son 30 yıllık aşama, gen haritalarının şekillenmesi ve benzeri bir çok gelişme, doğanın bu inşa planının bir çok gizemli kalmış yöntemlerini ortaya çıkaracağı ortadadır. Görünüyor ki metafizik düşünce her geçen gün biraz daha alanını daraltmakta.

Bu gün biliyoruz ki “ …dünyada belirli koşullar içinde yaşayan insan ve diğer canlılarda, bu koşulları algılayabilecek bir takım yapılar ‘duyu organları’ ve onlara verilecek tepkiyi saptayan bir takım merkezler gelişmiştir. Hareketsiz duran cisimler göz tarafından şekil olarak algılanır. Bu cisim belirli bir frekansla titreştirilirse (20-40.000/sn) kulak ilk olarak bas, daha sonra tiz ses olarak duymaya başlar. Algılama gözden kulağa geçmiştir. Bu cisim daha doğrusu cismi oluşturan molekül ve atomların belirli parçaları daha hızlı titreştirildiği zaman (40-400.000/sn) derimiz bir ısı duygusu algılar. Titreşim daha arttığı zaman (400-650.000/sn) göz tekrar devreye girerek renkleri görmeye başlar. Daha sonraki titreşimler(daha doğrusu dalgalar) bizde her hangi bir uyarı meydana getirmez.” .” Kalıtım ve Evrim sf-4 Prof Dr Ali Demirsoy

Peki bunlar ne demektir diye sormak elbette ki doğru olan yaklaşımdır, devam edelim. Zorunlu bir tekrarla.

” …Madenin değişik enerji düzeyleri, daha bilimsel bir tanımla değişik frekanslı dalgalar, bizde değişik algılamalar uyandırmaktadır. Ama gerçekte evrende ne gördüğümüz gibi ışık, ne işittiğimiz gibi ses, ve nede algıladığımız gibi sıcaklık mevcuttur. Yani duyu organlarımız dış çevre ile beyin arasında bizi yanıltmakta ve beyinde gerçekle ilişkisi olmayan yorumlara neden olmakta. Bu çevremizdeki ve evrendeki gerçekleri tam anlamıyla anlamamıza engel olmaktadır. Eğer biz, ileride evrenin sırlarına gerçek anlamda hakim olmak istiyorsak, ne gariptir ki, beş duyunun dışarısında, en azından onların koşullandırmasından meydana gelen yanlış yönlendirmelerden kurtulmuş olarak düşünmemiz gerekecektir.” .” Kalıtım ve Evrim sf-4 Prof Dr Ali Demirsoy

Bu durumda; Bilinç İnsan yaşamından öncede vardıyı, daha da ileri götürebiliriz, canlı yaşamından da önce vardı. Bilinç evrenin oluşum sürecinin her aşamasında varlığının kanıtı olarak karşımızda idi. Burada bilinç kavramının kavramsal algılanışı elbette ki, konu kapsamının içerisinde tutulduğu süreç kapsamıyla, ileriye yönelik planlama özelliği dikkate alınmamak koşulu ile sınırlandırılmalıdır. Biz bunu sürekli olarak sadece insana has bir olgu olarak düşünüp, doğanın bu mühendislik işlevini göz ardı ederek, her şeye gözlemci olmayı seçtik, bunun aksini yapanlarında alaycı ve baskıcı yaklaşımlarıyla tahakkümlerinden kurtulamadık. Bir tabuyu yıkmak için bilim yerine başka tabular oluşturmak, çevresel uyum sağlama rahatlığının girdabına soktu bizleri.

Gerek evrenin ve dünyamızın, gerekse de yaşamın oluşumu, 14 milyarlık süreç öylesine bir inşa süreci yaşamıştır ki, özün de bir biri ile çelişen hiçbir aşaması yoktur, biçimsel olarak ise bunu anlamamız ise bu günün bilinci ile mümkün değil gibi görünmekte. İlk oluşum sürecindeki kayaçlaşma yaşamın oluşmasındaki, bu günkü yaşam için bir anlık bile yaşama müsaade edilmeyecek yapı, karbondioksit ve metan gazı ve uzayda hidrojenden oluşmuş atmosferle yaşamın oluşumuna geçit vermeyecek bir görüntü oluşturmuş gibi görünmesi, özünde günümüz ön bilgisinin ön yargısını oluşturur. İkili bu moleküler organik yapı milyarlarca yıllık fiziksel reaksiyonlar ve ültraviyole ışınlar ve rüzgarlar bir yandan kayaçların ufalanması ve diğer ayrıştırma işlemleri ile kimyasal süreçlerin alt yapısını oluşturmuşlardır, bu süreçte dünyamızın oksijenle tanışmamış olması yaşamın oluşmasının en önemli inşa taşlarının korunmasına neden olmuştur, bu durum rastlantısal bir durum değildir, doğada hiçbir şey ihtiyaç dışı değildir, bir gereksinim üzerine doğa inşa süreci içerisinde değişik zaman süreçlerinde kendisi üretir, oksijenin ortaya çıkışı da bundan farklı bir durum değildir.

Burada dikkat edilmesi gereken konu; Doğanın önüne her hangi bir oluşturma bir görevi koyması diye bir şeyin olmayışı, ön yargı içerisinde doğaya böyle bir görev üstlendirmek, bilim adamlarına düşmeyeceği gibi, böyle görev yakıştıranlarda kendilerin ön yargı çıkmazının içerisinde bulurlar, doğa kendi yasaları içerisinde ki inşa planında ortaya çıkan yeni durumlara karşı sürekli olarak uyum ve varlığını koruyucu bir yapıda yaşama tutunma çabası ve gelişim mücadelesini sürdürmüştür.

Fiziksel reaksiyonlarla başlayan, kimyasal reaksiyonlardan biyolojik aşamaya geçişler, doğanın inşa süreci içerisindeki rastlantısal zorunluluklardan kaynaklanmıştır. Burada rastlantısal zorunluluk kavramını açmak gerekir. Sözsel bir aldatmaca değil, ortaya çıkan sonsuz olarak tanımlanan olasılıklardan birisinin gerçeklemesi zorunluluğudur. Bir doğru parçası sonsuz noktalardan oluşuyorsa, elbette ki bir ilk ve son nokta vardır, bu iki noktanın üstlendiği ilk ve son olma kaçınılmazdır, yada daha değişik bir tanımla serbest ortamda sürekli değişken koşullarda boşlukta olan hidrojen ve oksijen uygun ortamı oluşturduğunda elbette ki suyu oluşturacaktı, milyarlarca yıl sürse de. Onca değişken ortamda gazların karakteristik yapıları gereği, nasıl fiziksel reaksiyonlar, kimyasal reaksiyonları gerçekleştirdi ise, kimyasal reaksiyonlarda asitleri üretecekti ve zincirleme olarak ilk hücrenin oluşumuna kadar bir yolculuk başlayacaktı.

İlk oluşan hücrenin elbette ki günümüz hücresi biçiminde olduğunu düşünmek son derece yanlış bir düşünce olurdu, ilk hücre, bir başka deyiş ile ilkel hücreye bakıldığında, aşağıdaki tablodaki başlıkları, ana hatlar olarak oluşturmamız yanlış olmayacak

- ilk hücrede çekirdek bulunmuyordu
- her türlü organdan yoksundu
- gövdesinde inşa planının depolandığı ribonükleik asidin yanı sıra bu inşa planının talimatlarına uygun hareket edecek enzimler yer alıyordu
- hücre oluşumunun tamamlanmasındaki en önemli unsur iç ve dış dünyadan yarı yalıtılmış olması idi

Hücre, kendi enerjisini sağlarken ve yapısını sürekli yenilerken girmiş olduğu kimyasal reaksiyonların, cansız dış ortamın tetikleyici etkisinde uzak kalması zorunluydu, dışarıdaki çok karmaşık yapıdaki sürekli akışkan olan fiziksel ve kimyasal reaksiyon alış verişine girmemesi gerekliydi, ancak bu bir izolasyonla mümkündü, ancak bu durum iç ve dış arasındaki sınırların oluşturulması ile hücrenin kimliği iç belirginleşe bilir, iç yapılanmasındaki reaksiyon el gelişim bozulmaya bilir ve evrimini sürdürebilirdi. Bu temelde yaşamın ilk attığı adım bu ilkel yeni oluşumun sürekliliğinin korunmasına yönelik, bağımsız iç yapılanma için, koruyucu bir kabuğun oluşturulması gereği idi. Bu sayede cansız ortamın reaksiyonel etkilerinden uzak yeni bir evrenin başlangıcı olacaktı. Bunun gerçekleşebilmesi içinde, mekanla birlikte zaman ve birçok karmaşık işlem gerekiyordu, zarın oluşumu ve aynı oranda bu karmaşık işlemlerin merkezi, bir çalışma odası lazımdı., bu doğrultuda hücre çekirdeğinin inşası da başlamak zorundaydı, bu planlanan bir şey değildi, yaşama tutunmak için, enerji topluluğunun bir arada kalarak beslenmesini sürdürebilmesi için sonsuz denemelerin sonucu olarak bir inşa süreci idi.

Bu nedenle net olarak söyleyebiliriz ki yaşamın ilk tetikleme eylemi bağımsızlaşma, ve kimlik oluşturma eylemi hücre zarının inşası sürecinde, ortamından kopmadan ve uygunluğu temel alarak ortaya çıkmıştı.

Bağımsızlığın, bilincin, kimlik oluşturmanın ne anlama geldiği ve gerekliliği kadar da, beraberinde getirdiği sorunları ele almak, özünde günümüzde geniş kesimlerin bu kavramında içine girmesi açısından önemi kadar, sık sık ele almamız da gerekmektedir. Bu bakımdan bağımsızlık dendiğinde, ne anlamamız gerektiğini de ortaya koyacak olması açısından önemlidir. Bu tanım ve atılan adım milyarlarca yıllık bir yaşam deneyimin kendi tanımıdır. Bu açıdan bakıldığında da yaşamın önümüze sunduğu bu formülasyonların toplumsal yaşamımız için ne kadar önemli olduğunu görürüz, bu bağlamda yaşamdaki “tek gerçek yol göstericinin bilim” olduğu tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıyor.

Bu ve benzer nedenlerle ‘hücre-aile-ulus’ en küçük nüveden büyüğe doğru gidişin yol haritası olması kaçınılmaz olmuştur.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst