Yabancılaşma

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe kategorisinde Kara Kalem tarafından oluşturulan Yabancılaşma başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 720 kez görüntülenmiş, 10 yorum ve 2 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe
Konu Başlığı Yabancılaşma
Konbuyu başlatan Kara Kalem
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Leonardo18

Kara Kalem

Yeni üye
Yeni Üye
Katılım
1 Haz 2011
Mesajlar
90
Tepkime puanı
17
Puanları
8
Marx maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, fikri üretim araçlarına da sahiptir der. Bu bağlamda; kavramlar soyutlandığı tarihsel çağın üretildiği toplumsal sınıfın ideolojik izlerini, bakış açılarını taşır. Marx’a kadar yabancılaşma kavramı, kâh ruhun maddeye dönüşümüyle kâh öznel ruhla, mutlak ruh/tin arasındaki bütünleştirilmeyle ilişkilendirilir. Feuerbach’a kadar yabancılaşmayı ortaya koymaya ve aşılmasına dair idealizm hakimdir.

Marx Feurbach’ın teorik çabasının dinsel yabancılaşmanın ufkunu aşamamasından, eleştirinin temelinin dine yöneltmesini, idealizmin kurgusundaki dünyayı maddi temele oturtmanın yeterli olamayacağını, dünyanın ve sistemin kendi işleyiş yasalarında, çelişkileriyle açıklanmayla tamamlanması gerektiğini belirtir.

“Feuerbach, dinsel kendine-yabancılaşma olgusundan, dünyanın biri dinsel, biri yersel dünya olarak ikileşmesi olgusundan hareket ediyor. Yaptığı iş, dinsel dünyayı layik temeline oturtmaktan ibarettir. Oysa bu layik temelin kendi kendisinden kopması ve kendisini bağımsız bir diyar olarak hayal alemine yerleştirmesi olgusu, ancak bu layik temelin kendi kendisini bölmesi ve kendi kendisiyle çelişmesi ile açıklanabilir.’ Marx, Alman İdeolojisi

Marx’ın yabancılaşmaya yaptığı özgül katkı; idealist biçimlerinden, kaba matertalist biçimden ayrırarak; iş bölümü ve özel mülkiyet gibi kavramların öncüllüğünde ,toplumun sınıflara bölünmesine vurgu yapar. Yabancılaşmış emek, yabancılaşan bilinci ve biçimlerini yaratır.

Yabancılaşma; insana aykırı ilişkilerin hüküm sürdüğü bir dünyada özellikle son mülkiyet-üretim biçimi olan kapitalizm de yaşamın her alanında genlerimize kadar ulaşan bir illet halini alıyor. Emeğin ikili karekteri -kullanım,değişim değeri- üretenin kendi emeğinin kendinden bağımsız bir hal alması yabancılaşmasının meta ayağını oluşturuyor. Meta yabancılaşmanın maddi yüzüdür, işçinin alınteriyle ürettiği ürünün kendinden bağımsızlaşması, kendine karşı bir güç olarak karşında durmasıdır, İşçi sermaye için ürettiği ölçüde kendine, topluma, emek ürününe de bir o kadar yabancılaşır.

Sermayenin emeğe olan hiyeraşik boyunduruğu yanında ezilen sınıflara zihinsel araçlar vasıtasıyla;nasıl düşünmesi gerektiği, karşılaşıldığı toplumsal bir soruna bakış açıları ve sistem içi sağ-sol politik figürler , tüketim kültürünün bir yansıması olan ‘moda’ ile kısaca ezilen halkları olan-biteni izleyen edilgen bir ‘yığına’ dönüştürme amacı taşır. Burjuva yazılı-görsel basının varoluş özü sınıflı toplum ilişkilerinin meşrulaştırılması, sistemin kendini yeniden üretmesidir.

Toplumsal bir sorunun bertaraf edilmesi; sorunu yaratan durumların kaynağına inilmesi, nesnel duruma uygun çözüm önerileri ve pratik mücadele süreçlerini beraberinde getiriyor. Marx yabancılaşmanın ortadan kaldırılabilmesini; emeğin özgürleşmesine başka bir deyişle; dünya ezilenlerinin, mülkiyetten yoksun bir halde bırakılmasına ve yabancılaşmanın yaşamın tüm yönlerinde ezilenler için gittikçe ağırlaşan bir hal almasına bağlamasına ve evrensel açıdan işçi sınıfının iktidar olmasıyla mümkün olacağını belirtiyor. İşçi sınıfının evrensel kurtuluşu, yabancılaşmış emeğin ortadan kalkması, yabancılaşmış bilinci ve biçimlerini ortadan kaldıracağını belirtir.
 

Leonardo18

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2016
Mesajlar
217
Tepkime puanı
38
Puanları
28
Ben bu yazıyı okumadan hemen önce yine 1830'ların afyon savaşları ile ilgili bir belgesel izledim. 1800'lü yıllar batılı güçlerin hem kendi aralarında sürekli çatıştığı, hem de mesela Çin'de 20 milyon insanı afyon bağımlısı yaparak, kah yerel yönetimle işbirliği yaparak, kah kendisi askeri müdahalelerde bulunarak dünyayı ele geçirmeye / paylaşmaya çalıştığı bir dönem. Hatta bu dönemin bu merkantilist yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğunu teğet geçti diyebiliriz. Bizde de büyük olumsuzluklar, dışa bağımlı ekonomi gibi şeyler oldu. Ama Çin'in Hindistan'ın başına gelenlere göre bunlar hafif kalır.

Peki Batı'da halk ne durumdaydı? Birkaç sene önce çekilen "Sefiller" müzikal filmi iyi bir göstergedir. Yani sosyal devlet yok, cumhuriyet henüz emekleme aşamasında, halk açlık çekiyor ve "Sanayi devrimi" dediğimiz şey böyle bir dönemde gerçekleşiyor. K. Marx ve Engels'i kendi çağlarının bilincinde olan filozof ve hümanist kişiler olarak görmeliyiz.

Peki bugünkü durum aynı mı?
- Değil. Tam tersine Venezüella'da Chavez rejiminin, Rusya'da neo-Marksist Putin rejiminin olumsuzluklarını her gün görüyoruz. Putin'e Neo-Marksist dedim ama aslında "yeni Sovyetler birliği yanlısı" / neo-Bolşevik filan demek isterdim. Çünkü Birçok insana göre marx'ın hümanist karakterinin sovyetlerbirliğinin baskı rejimi ile alakası yoktur.

Şu anki kapitalizm de en azından eskisi kadar "yabancılaşma" yoktur. 21 yy kapitalizminin hiçbir sorunu yoktur demedim. Ama sistemin özünde yanlışlık olduğunu düşünmüyorum. Neticede çalışıyorsun, bir şeyler veriyorsun, karşılığında bir şeyler alıyorsun, böylece herkes bir şeyler veriyor ve bir şeyler alıyor. O yüzden "yabancılaşma var" diyemeyiz.

21 yy'da daha çok bir denge sorunu var. 2020 yılında, mesela ucuz işgücü orada olduğu için üretimin yarısı Çin'de gerçekleşiyor ve diğer ülkelerde işsizlik artıyor. Diğer bir sorun da ekoloji. Yani "emeğe yabancılaşma" bence yok. Ama "doğaya yabancılaşma" var. Çünkü, sistem gereği, üretilmeyen şeylerin değeri yok. Mesela temiz su, oksijen, temiz çevreyi üreten yok. Dolayısıyla değeri de yok. soluduğumuz oksijenin değeri yok, gezegenin hiçbir değeri yok (burada bedava oturduğumuz için) dolayısıyla bir takım liderler halen "5 çocuk yapın" diyebiliyorlar. Çünkü dünyaya gelmek için de para ödemiyoruz.

Yani 21 yy. kapitalizminde de "yabancılaşma" var. Ama bu yabancılaşmanın mekanizmaları farklı.

Diğer bir örnek: Aldığımız gömleğin bangladesh'te çocuk işçiler tarafından üretilmesi. Bu da bir yabancılaşma. Bu mesela eskiden terziye gidip tanıdığımız bir terziye elbise hazırlatmaktan çok farklı bir şey. Bir çeşit "üzümü ye bağını sorma" anlayışı. Ya da gömleğin içeriğini bilmiyorsun. Kanserojen boya içerebiliyor.

Ya da yiyeceğe yabancılaşma başladı. mesela TR'de GDO'lu soya üretimi serbest.

Demek istediğim, bazı konularda dengeyi sağladık. En azından gelişmiş ülkelerde hiçbir çalışan için "işine yabancılaşmış" veya "sömürülüyor" diyemeyiz. Herkes çalışıyor ve çalıştığının karşılığını alıyor. Tabi ki işçi sınıfının hayatı daha zor ama artık sigortası, eğitim sistemi, sağlık hizmeti, iş güvencesi vs'si var.

Yani farklı bir tarihsel diyalektik var. yabancılaşma var. ama biçim değiştiriyor. ve Kapitalizm devam edecekse, bu yabancılaşmalara yanıt verebilmesi gerekiyor. Her zaman olduğu gibi.
 

Kara Kalem

Yeni üye
Yeni Üye
Katılım
1 Haz 2011
Mesajlar
90
Tepkime puanı
17
Puanları
8
Leonardo18 / Kara Kalem

Kapitalizmi kendinden önceki üretim biçimlerinden ayıran olgulardan biri de evrenselliğidir. Batı toplumlarında; kır ve kent mülksüzlerini ardına alan burjuva sınıf ve ideolojisi, ruhban sınıfı, aristokratların egemenliğine son vermiştir. Tarihsel anlamında; dinin dogmatik anlayışının egemenliğinin kırılması, parlamenter demokrasi, oy hakkı, hümanizm, kadınlara oy hakkı tanınması .. ve sayabileceğimiz bir çok burjuva demokratik haklar dönemsel anlamda ilericidir.

Diğer yandan sömürge ve yarı sömürge ülkelerde kapitalizm batı toplumlarının aksine emperyalizmin ya da kompadorlarca tepeden tabana yayılan bir yön izlemiştir. Burjuvazi her zaman daha ucuza ürettirmek ister, yaptığı ekolojik yıkımı, insan sağlığına etkileri, işçi çalışma güvenliği tali plandadır.Ucuz iş gücü, nakliye maliyetlerinin azalması, çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları, aynı ürünü çok daha ucuza mal etme gibi nedenlerden, çok uluslu şirketler üretimin önemli miktarını sömürge-yarı sömürge ülkelerde gerçekleştirir. Özünde sermaye ihracı olan emperyalizmin ekonomik durumunu, işleyişini gösterir. Sistem zenginin daha fazla zenginliğine, fakirinse daha fazla fakirleşmesi üzerine kurulu olduğundan; yeryüzünün en zengin 50 kişisinin mal varlıkları; toplam servetin yaklaşık %60’ını oluşturuyor. Gün geçtikçe bu oran bir avuç zenginin lehine gelişiyor. Diğer yandan her yıl önlenebilir hastalıklardan, yetersiz beslenmeden 14 milyon çocuk hayatını kaybediyor. 2 milyara yakın insan gerekli temel gereksinimlerine sahip değil. Yeryüzündeki en fazla evsiz insan ABD’de yaşıyor. ABD’nin sadece Los Angeles eyaletinde 30 bine yakın evsizin olduğu ve bunların 4 de 1 inin düzenli bir işe sahip olduğu biliniyor. Batı toplumlarında sendikalaşmaya ve işçilerin greve gidebilmesinde dayatmacı kısıtlamalar getiriliyor. İşsizliğin her toplumun başına bela olduğu ve ruhsal hastalıkların, suç oranlarının, intihar vakalarının artmasının önemli nedenlerinden biridir. Sermayenin hegemonyası altındaki emek tüm dünyada çeşitli biçimlerde ve oranlarda sömürülüyor.

Dinsel dogmatizmin, engizisyon mahkemelerinin, din adına insanların katledilmesinin, mezhepler savaşlarının yaşandığı bir dönemde; hümanizmde diğer burjuva aydınlanmacılığın unsurları gibi toplumu sekülerizme yaklaştırdığı oranda ilericidir. Fakat aydınlanmacılığın ideolojisi bize; kavramlar ile gerçeklik arasında burjuvazinin egemenliğini meşrulaştırmak için manipülasyon ağını yarattığını ve hümanizm gibi diğer tarihsel kazanımların kapitalist üretim biçimine tabi olduğunu görüyoruz. Marx’dan bu yana üretim araçlarının gelişmesiyle emeğin işlevsel dağılışı oldukça genişledi ve yabancılaşmada buna tabi olarak biçimlendi.

Son olarak sosyalizm işçi sınıfının egemenliğidir, Çin’deki ya da herhangi bir ülkedeki iktidar partisi kendini ‘komünist’ olarak tanımlıyor olsa da, ülkedeki işçi sınıfının, köylülerin ekonomik ve sosyal durumları iktidarda hangi sınıf olduğuna dair sağlam kanıtlardır.
 

Leonardo18

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2016
Mesajlar
217
Tepkime puanı
38
Puanları
28
Kapitalizmi kendinden önceki üretim biçimlerinden ayıran olgulardan biri de evrenselliğidir. Batı toplumlarında; kır ve kent mülksüzlerini ardına alan burjuva sınıf ve ideolojisi, ruhban sınıfı, aristokratların egemenliğine son vermiştir. Tarihsel anlamında; dinin dogmatik anlayışının egemenliğinin kırılması, parlamenter demokrasi, oy hakkı, hümanizm, kadınlara oy hakkı tanınması .. ve sayabileceğimiz bir çok burjuva demokratik haklar dönemsel anlamda ilericidir.

dinin dogmatik anlayışının egemenliğinin kırılması, parlamenter demokrasi, oy hakkı, hümanizm, kadınlara oy hakkı tanınması .. ve sayabileceğimiz bir çok burjuva demokratik haklar

Bu saydıklarınız "burjuva demokratik haklar" değildir. Sizler Batı tarihini az biliyorsunuz. saydıklarınızın her biri için yaklaşık 1 asır geçmiştir ve bunların hiçbiri hiçbir yerde günümüzde bile tamamen oturmamıştır.

Bunlar asla "burjuva demokratik haklar" değildir. Bakınız Türkiye. Bakınız Rusya. Bakınız Nazi Almanyası / Venezüella. Sahip çıkılmaması durumunda birkaç sene içinde elinden gidebilecek şeyler bunlar. Ben bu tarz bir sol popülizmi asla desteklemiyorum.

Diğer yandan sömürge ve yarı sömürge ülkelerde kapitalizm batı toplumlarının aksine emperyalizmin ya da kompadorlarca tepeden tabana yayılan bir yön izlemiştir. Burjuvazi her zaman daha ucuza ürettirmek ister, yaptığı ekolojik yıkımı, insan sağlığına etkileri, işçi çalışma güvenliği tali plandadır.Ucuz iş gücü, nakliye maliyetlerinin azalması, çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları, aynı ürünü çok daha ucuza mal etme gibi nedenlerden, çok uluslu şirketler üretimin önemli miktarını sömürge-yarı sömürge ülkelerde gerçekleştirir. Özünde sermaye ihracı olan emperyalizmin ekonomik durumunu, işleyişini gösterir. Sistem zenginin daha fazla zenginliğine, fakirinse daha fazla fakirleşmesi üzerine kurulu olduğundan; yeryüzünün en zengin 50 kişisinin mal varlıkları; toplam servetin yaklaşık %60’ını oluşturuyor. Gün geçtikçe bu oran bir avuç zenginin lehine gelişiyor. Diğer yandan her yıl önlenebilir hastalıklardan, yetersiz beslenmeden 14 milyon çocuk hayatını kaybediyor. 2 milyara yakın insan gerekli temel gereksinimlerine sahip değil. Yeryüzündeki en fazla evsiz insan ABD’de yaşıyor. ABD’nin sadece Los Angeles eyaletinde 30 bine yakın evsizin olduğu ve bunların 4 de 1 inin düzenli bir işe sahip olduğu biliniyor. Batı toplumlarında sendikalaşmaya ve işçilerin greve gidebilmesinde dayatmacı kısıtlamalar getiriliyor. İşsizliğin her toplumun başına bela olduğu ve ruhsal hastalıkların, suç oranlarının, intihar vakalarının artmasının önemli nedenlerinden biridir. Sermayenin hegemonyası altındaki emek tüm dünyada çeşitli biçimlerde ve oranlarda sömürülüyor.

- İşte bunlar doğru. Bu yüzden sınıf bilinci ve siyasal açıdan aktif toplum gerekiyor. Ama benim bu dediğim gücü Hugo Chavez veya Maduro gibi diktatörlere teslim etmekten çok farklı. Mesela Maduro'nun AKP'den farkı nedir sizce? Bence aynı şey.

Diğer bir ayak da özgür basın. Bu büyük sermayenin yaptıklarını filan biz sürekli bilmeliyiz. Ben yabancı medyayı çok takip ederim. Alimde mesela "big data" (kişisel verilerin büyük şirketler tarafından toplanması), ilaç şirketlerinin afyon temelli ilaçlarla milleti eroin bağımlısı yapması, Kardan başka bir şey düşünmeyen GDO şirketleri hakkında bir sürü bilgi var. Hepsi serbest basın sayesinde. Siyasal açıdan aktif toplum olmalıyız + bilinçli/bilgili toplum olmalıyız.

Mesela TR'de GDO'lu soya + buğday serbest. Kimsenin haberi bile yok çünkü medya da devletin tekelinde.

Dinsel dogmatizmin, engizisyon mahkemelerinin, din adına insanların katledilmesinin, mezhepler savaşlarının yaşandığı bir dönemde; hümanizmde diğer burjuva aydınlanmacılığın unsurları gibi toplumu sekülerizme yaklaştırdığı oranda ilericidir. Fakat aydınlanmacılığın ideolojisi bize; kavramlar ile gerçeklik arasında burjuvazinin egemenliğini meşrulaştırmak için manipülasyon ağını yarattığını ve hümanizm gibi diğer tarihsel kazanımların kapitalist üretim biçimine tabi olduğunu görüyoruz. Marx’dan bu yana üretim araçlarının gelişmesiyle emeğin işlevsel dağılışı oldukça genişledi ve yabancılaşmada buna tabi olarak biçimlendi.

- Bu konudaki Marksist yaklaşım da bence eskidi. Emeğin senin deyişinle "sömürülmesi" asla yeni bir şey değil. Komünist manifesto'nun sonunda bu konuya değiniliyor.

Zaten birçok yeni-tipte şirket var artık. Şirketler bu yabancılaşmanın farkında ve çalışanlarını bir nevi "kazanmaya" uğraşıyorlar. Bunlar asla basit meseleler değil. Ama yurt dışında en azından işsizlik güvencesi, evrensel sağlık güvencesi filan var. + örneğin okul tamamen parasız. + mesela Hollanda da yıllardır ücretsiz yemek yiyebileceğin yerler var. Ama değindiğiniz gibi halen mesela evsizlik sorunu var (bir türlü çözemedikleri).

Bu da bence medeniyet düzeyi ile alakalı bir durum.

Ama kapitalizm için de "masum" diyemeyiz. kapitalizmin aşırılıklarını biliyoruz. Ama siyasal açıdan demokrasiye / inasn haklarına "burjuva icadı" demek bence büyük bir bilgisizliktir. Bunlar tarihsel bir gelişiminin sonucunda ortaya çıkmış kazanımlardır.

Kapitalizm konusu ayrı. Ama emek sömürüsüne dayalı modeller artık geçmişte kaldı. sosyal devlet anlayışı filan var. Ama şu da var: Bu sistemin üzerinde çok fazla insani baskı var. Aşırı nüfus tarihsel olarak hep vardı. Ama şu anda dünyayı tamamen doldurduk. halen yer olan, yerleşmeye çoğalmaya uygun 1-2 ülke kaldı. Mesela 20 yy başlarındaki gibi kalkıp da Amerika'ya gidemezsin.

Fazla uzatmadan: Bu kapitalizmin suçu değil. İnsanlar biraz rahat dursalar, mevcut sistemin, Avrupa'daki gibi, vatandaşların büyük çoğunluğunun refahını garanti ettiği bir duruma gelecek zaten. Deniyor ki "sefalet var". - Evet. Ama Bakınız Arapların durumuna. Suriye bin parçaya bölündü ama Türkiye'ye kaçan Suriyelilerin yarısı çocuk. Adam durmak istemiyor. Peki sosyalizm bu bilinçsizliği düzeltebilir mi? - Hayır.

Ben Sosyalizme inanıyorum. Ama Sosyalizmi bir çeşit sihirli değnek olarak da görmüyorum.


Son olarak sosyalizm işçi sınıfının egemenliğidir, Çin’deki ya da herhangi bir ülkedeki iktidar partisi kendini ‘komünist’ olarak tanımlıyor olsa da, ülkedeki işçi sınıfının, köylülerin ekonomik ve sosyal durumları iktidarda hangi sınıf olduğuna dair sağlam kanıtlardır.

- Ben literatürü çok bilmem. Mesela K.Marks "Komünizm bir demokrasi idealidir" dediğinde ben bununla Sovyet sistemini değil, daha çok şimdiki demokrasimize benzer bir şey olarak hayal ederdim. Komünist demokrasi anlayışının farklı olduğunu çok sonraları idrak ettim.

Yine de: Ben radikal bir değişimin / devrimin şart olduğunu düşünmüyorum. Mevcut sistemde düzeltmelere gidilerek de çok yol alınabilir. Mesela tek kullanımlık plastikler. Sistem açısından mühim olan plastiğin ucuz olması. O yüzden "istediğim kadar üretirim" diyor. Sonra bu plastikler doğaya atılıyor. Plastikleri biriktirmeyi deneyin. Her insan her ay kendi kadar plastik üretiyor (biriktirin ve görün). Ceza olmayınca herkes bunu çöpe atıyor. Çünkü o anda adama dokunan bir şey yok.

Bir de mikro plastikler var. Her insanın yılda bir kredi kartı kadar plastiği yediği / içtiği düşünülüyor (göze görünmeyen mikro-plastikler yüzünden). Ve şu anki toplumsal hareketlere bakarsak, belki salt sosyalizmin formunda değil, ama tarihsel bir diyalektiğin olduğunu ve gelişerek devam ettiğini görüyoruz. Yani artık böyle kapitalizmin olmayacağını kapitalistler de kabul ediyor.

Ama ortodox sosyalizm halen var mı? Devam edecek mi? - Bilmiyorum. Emin olduğum sınıf bilincinin önemli olduğu, ve kapitalizmin bu konuştuğumuz aşırılıklarının daima bilincinde olmamız gerektiğidir.
 

Kara Kalem

Yeni üye
Yeni Üye
Katılım
1 Haz 2011
Mesajlar
90
Tepkime puanı
17
Puanları
8
Feodalizmi yıkan burjuva sınıf tarihsel açıdan ilericidir. Burjuvazinin ilericiliği kapitalizmin emperyalist aşamaya (mal ihracının yerini sermaye ihracını almasıyla) geçtiğinden beri burjuvazi ve kazanımları tarihsel geçerliliğini yitirmiştir. Burjuvazinin temel sorunları çözememesinin nedeni bir avuç baronun egemenliğine dayanması, kâr ve daha fazla kâr değişmez kuralları insanlığı uçuruma sürüklemektedir. Irkçılık, kadın sorunu, parlamentonun egemenlerin kürsüsü olması, GDO’Lu ürünlerin genel/yasal bir eğilim haline getirilmesi, paranın gücünün giremediği kurum kalmaması ve daha sayabileceğimiz bir çok durum sistemin işleyişinin yansımalarıdır.

Batı toplumunda, devrimlerden önce kır ve kent mülksüzlerini ardına alabilen yükselen sınıf burjuvazinin toplumsal gücünü arttırmasıyla, sınıflararası güç eğilimlerinin yansıması olarak doğdu. Fransa’da meclis 14. yüzyıldan beri bir geçmişe sahip iken, İngiltere’de Manga Carta (1205) kralın sınırsız yetkilerine karşı ayaklanan burjuvazi, krala geri adım attırmasıyla, vergi sistemi ve tahsilatı gibi kararlaştırılan ilkeleri krala kabul ettirdi. Parlamento oldukça kısıtlı yetkiler altında da olsa bu tarihsel koşullarda İngiltere’de görüldü. Devamında gerek kralın toplumsal gücünün azalması gerekse kent burjuvazinin yükselişi ile 15. yy başlarında parlamentoya yasa yapma yetkisi tanındı. Ülkemizde ise bilindiği gibi 1876 Kanuni Esasiye göre ‘Heyeti mebusan’ ve ‘heyeti ayan’ (ingiltere’deki avam ve lordlar kamarası gibi) ikili meclisi getirdi. Günümüzde ise meclislerden çıkan yasaların kimlerin, hangi sınıfın çıkarına olduğunun yorumunu da size bırakıyorum. EYT konusu, milletvekili maaşları, asgari ücretin açlık sınırının altında oluşu ve ağır vergilerle budanması, çiftçiliğin bitirilmesi, tohumda emperyalist baronlara mecbur bırakılma.. ve sayabileceğimiz bir çok sorun, halkın temel ihtiyaçlarını çözebilecek bir durumda değildir.

İlk mesajımda da belirttiğim gibi emeğin sömürülüşünün başlangıcı iş bölümü ve özel mülkiyettir. Bu da ilkel komünal toplumdan ilk sınıflı toplum/köleci topluma geçişin öncüllerini taşır. Kapitalizmle özgülleşen; evrensel bir üretim biçimi olması ve değişim değerinin üretimin amacı olmasıdır.

Marx gerek anarşistlerle olan polemiklerinde gerekse Alman İşçi Parti notları üzerine yazdığı yorum olan Gotha Programının eleştirisinde; işçi sınıfının iktidarının ardında komünist topluma ulaşana kadar geçiş dönemi, işçi sınıfının iktidarının sonrasında komünizmin sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünyada hüküm süreceğini yazar. Marx’ın "Komünizm bir demokrasi idealidir" cümlesine aşina değilim. Marx'ın hangi kitap ve sayfasında olduğunu paylaşırsan memnun olurum.
 

Leonardo18

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2016
Mesajlar
217
Tepkime puanı
38
Puanları
28
Feodalizmi yıkan burjuva sınıf tarihsel açıdan ilericidir. Burjuvazinin ilericiliği kapitalizmin emperyalist aşamaya (mal ihracının yerini sermaye ihracını almasıyla) geçtiğinden beri burjuvazi ve kazanımları tarihsel geçerliliğini yitirmiştir. Burjuvazinin temel sorunları çözememesinin nedeni bir avuç baronun egemenliğine dayanması, kâr ve daha fazla kâr değişmez kuralları insanlığı uçuruma sürüklemektedir. Irkçılık, kadın sorunu, parlamentonun egemenlerin kürsüsü olması, GDO’Lu ürünlerin genel/yasal bir eğilim haline getirilmesi, paranın gücünün giremediği kurum kalmaması ve daha sayabileceğimiz bir çok durum sistemin işleyişinin yansımalarıdır.

- Bu maalesef doğru. Zaten doğru olduğu için bizim toplumumuz aynı zamanda bir mücadele toplumudur. Komünist / sosyalist güçler, sendikacılık çok önemlidir. Yurt dışında çevre sorunları, demir yolları çalışanları, Luftanza çalışanları, doktorlar, polisler, sarı-yelekliler, azınlıklar, kürtler, türkler, Her gün biri sokakta. Bunun tek istisnası yine Batı'da yaygınlaşmaya çalışan bir takım ırkçı / faşist / nefrete dayalı güçler.

Şunu söylemek istiyorum: Hukuk devletinin / demokratik yapıların bize sağladığı güçler var. Bunlar sizce tamamen değersiz midir? Bunlar önemli kazanımlar değil midir?

Batı toplumunda, devrimlerden önce kır ve kent mülksüzlerini ardına alabilen yükselen sınıf burjuvazinin toplumsal gücünü arttırmasıyla, sınıflararası güç eğilimlerinin yansıması olarak doğdu. Fransa’da meclis 14. yüzyıldan beri bir geçmişe sahip iken, İngiltere’de Manga Carta (1205) kralın sınırsız yetkilerine karşı ayaklanan burjuvazi, krala geri adım attırmasıyla, vergi sistemi ve tahsilatı gibi kararlaştırılan ilkeleri krala kabul ettirdi. Parlamento oldukça kısıtlı yetkiler altında da olsa bu tarihsel koşullarda İngiltere’de görüldü. Devamında gerek kralın toplumsal gücünün azalması gerekse kent burjuvazinin yükselişi ile 15. yy başlarında parlamentoya yasa yapma yetkisi tanındı. Ülkemizde ise bilindiği gibi 1876 Kanuni Esasiye göre ‘Heyeti mebusan’ ve ‘heyeti ayan’ (ingiltere’deki avam ve lordlar kamarası gibi) ikili meclisi getirdi. Günümüzde ise meclislerden çıkan yasaların kimlerin, hangi sınıfın çıkarına olduğunun yorumunu da size bırakıyorum. EYT konusu, milletvekili maaşları, asgari ücretin açlık sınırının altında oluşu ve ağır vergilerle budanması, çiftçiliğin bitirilmesi, tohumda emperyalist baronlara mecbur bırakılma.. ve sayabileceğimiz bir çok sorun, halkın temel ihtiyaçlarını çözebilecek bir durumda değildir.

- Ama yine de dayanıyoruz. Batı'daki süreçler Aslında orta çağda başlamıştır. Karanlıkçı zihniyetten çıkılması için insanlar önce papalığın yobazlığından kurtulması gerekmiştir. Protestan devrimi ve Rönesans çok önemlidir. Bizdeki gibi dini yobazlık onlarda kalmamıştır. O yüzden ben Yurt dışında başörtülü görünce sevinirim. "Ne güzel özgürce yaşıyor" derim. Bizdeki gibi dine hatta miliyete dayalı anlayış onlarda kalmadı. Ortala Avrupalı dini inançların birbirine eşit olduğu görüşündedir. Bizdeki anlayışta, İslam dininden olmak halen çok önemli bir konu. İslamın diğer inançlardan üstün olduğunu hemen hemen herkes düşünür. Dinden çok uzaklaşana da iyi gözle bakmazlar. Orada "halk inançsızdır" demiyorum. Bir sürü kiliseleri filan var, birçoğu da düzenli ibadetini yapar. Ama okulda filan, eğitim sistemi bütün dinlere aynı mesafededir. Bu "hoşgörü" ile aynı şey değil. Bizde hoşgörü var. Kimse inanmıyorsun diye seni dövmez / zorlamaz (anlayışımız öyle) Ama kimse eşit mesafede değildir. Kime sorsan "İslam üstündür" der.

Bütün bunlar 1200'lerde filan değişmeye başlamış. Kilise o dönemden başlayarak halkın üzerindeki tekelini yitirmeye başlamış. Mesela Anglikan kilisesinin kuruluşu da 1500'lerde. Ve mesela Alexandre Dumas'ın "Üç Silahşörler" romanını okumuşunuzdur. Bu romanda anlatılan da Kardinal Richeulieu (Kilisenin Başı) Kralın koruyucularını (silahşörleri) 1500'lü yıllarda tasviye ederek, laik bir güç olan kralı, dini güce tabi kılmak istemesidir.

Yani biz nasıl uğraşıyoruz "dini devletten ayırın" diye. 1500'Lü yılların Avrupa kralları da yavaş yavaş Papalık + ruhban sınıfına "sen ibadetinle ilgilen benim dünya işlerime karışma" demeye başlamalarıdır.

Diğer bir örnek, aynı dönem, İspanyol armadası, İspanya Kralı Filip, İngiltere Kraliçesi Elizabeth'e karşı. Filip'İn asgeri gücü çok büyük. Amaç Elizabeth'i dize getirip papanın boyunduruğu altına almak. Ve başarısız oluyorlar.

Din savaşı da öyle. Protestanlığın yaygınlaşmasına izin vermediler çünkü Protestanlık dinin devlete musallat olmasını kabul etmez (basitleştirerek anlatıyorum). Tüm bunlar Türkiye'de "Osmanlı'Nın altın çağı" dediğimiz dönemde oluyor. Türkiye'de bir defa farklı bir gelişme var. Bakın Almanya'daki Türklere. Çok güzel entegre olanı da var. Ama normal mayo ile havuza giremeyeni / takunya ile gezeni de var.

Yani Çin / Türkiye gibi ülkelerde kültürel farklılıklar var. Sosyalizm'de kızdığım, kendini evrensel zannetmesi. Ama sizin de dediğiniz gibi, Daha bir takım "burjuva" aşamalardan geçmemiş ülkelerde sosyalizm anlaşılabilir mi?
- Çok zor.

Türkiye'de iyi-kötü anlaşılıyorsa bu yine cumhuriyet devrimleri sayesindedir.

Hindistan gibi düşünün. Bu belirli bir kültür ile de alakalı değil. Bence: Batının şansı emperyalizm değil. Batının şansı yüksek medeniyet düzeyine ulaşmasını sağlayan toplumsal / felsefi atılımlardır. Ben öyle diyorum.

Yoksa mesela Askeri güç Rusya'da da var. Sanayileşme Çin'de de var. Ama Bakın Hong Kong'a. Hong Kong Çinlisi, Kıta Çinlisini istemiyor. Bu Antalya'yı bizden 100 sene önce almış olmaları ve Bugünün Antalya'lılarının bizi istememesi gibi bir şey olurdu.

Demek ki mesele sadece üretim çarkları değil.

İlk mesajımda da belirttiğim gibi emeğin sömürülüşünün başlangıcı iş bölümü ve özel mülkiyettir. Bu da ilkel komünal toplumdan ilk sınıflı toplum/köleci topluma geçişin öncüllerini taşır. Kapitalizmle özgülleşen; evrensel bir üretim biçimi olması ve değişim değerinin üretimin amacı olmasıdır.

- Eski toplumlarda genelde o dönemin mantığı var. Mesela adam ağası için adam öldürmeye hazır. Veya mesela o toplum kadını sadece çocuk yapma aracı olarak görüyor. Bu tür sınıfsız toplumlarda (çünkü her şey paylaşıma dayalı) önemli olan grubun / boyun / sülalenin yaşaması. Bizde de sor sokakta "soyumun devam etmesi gerek / soyum kuruyabilir" derler. Bunlar hep, mesela savaşın / salgın hastalığın kol gezdiği dönemlerde, tarlaları / sürüleri sayesinde yaşayan insanların zihniyetidir. O dönem için mantıklıdır.

K.Marks bir bilim adamıdır. ama 20 yy'ın antropoloji / tarih verileri onun elinde yoktu.

Ben size köleciliği de anlatırım. Bunlar hep o dönemin koşulları ile alakalı şeyler. Amerika kıtasını dolduracak nüfus olmayınca, sihları tutup tutup götürmüşler işte. Bu da o çağın ilkelliği. Ama genelleme de yapılamaz. BUnları tartışmak gerek. ABD'li beyazların büyük kısmı kendini siyahlardan ayrı tutar mesela. Sebebini de bilmez.

Marksizm her şeyi özetliyor. Bence bu kadar genelleme yapılmamalı. Marksizmin başarısı açısından.

Manifesto'dan alıntılar (İngilizce)

Link:

We have seen above, that the first step in the revolution by the working class is to raise the proletariat to the position of ruling class to win the battle of democracy.

Bölüm 2 (sayfa 4 filan)

Question 17: What will be your first measure once you have established democracy? Answer: Guaranteeing the subsistence of the proletariat.

Sondaki sorular bölümü
– 18 – What will be the course of this revolution?
(...) Democracy would be wholly valueless to the proletariat if it were not immediately used as a means for putting through measures directed against private property and ensuring the livelihood of the proletariat

- Kitabın sonundaki soru-cevap bölümü


- Şimdilik bunu bulabildim (İngilizce olarak). Ama giriş bölümündeydi sanırım. Bir yerde sanki "Komünizm bir demokrasi idealidir" de deniyordu.
 

Leonardo18

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2016
Mesajlar
217
Tepkime puanı
38
Puanları
28
Feodalizmi yıkan burjuva sınıf tarihsel açıdan ilericidir. Burjuvazinin ilericiliği kapitalizmin emperyalist aşamaya (mal ihracının yerini sermaye ihracını almasıyla) geçtiğinden beri burjuvazi ve kazanımları tarihsel geçerliliğini yitirmiştir. Burjuvazinin temel sorunları çözememesinin nedeni bir avuç baronun egemenliğine dayanması, kâr ve daha fazla kâr değişmez kuralları insanlığı uçuruma sürüklemektedir. Irkçılık, kadın sorunu, parlamentonun egemenlerin kürsüsü olması, GDO’Lu ürünlerin genel/yasal bir eğilim haline getirilmesi, paranın gücünün giremediği kurum kalmaması ve daha sayabileceğimiz bir çok durum sistemin işleyişinin yansımalarıdır.

- Bu maalesef doğru. Zaten doğru olduğu için bizim toplumumuz aynı zamanda bir mücadele toplumudur. Komünist / sosyalist güçler, sendikacılık çok önemlidir. Yurt dışında çevre sorunları, demir yolları çalışanları, Luftanza çalışanları, doktorlar, polisler, sarı-yelekliler, azınlıklar, kürtler, türkler, Her gün biri sokakta. Bunun tek istisnası yine Batı'da yaygınlaşmaya çalışan bir takım ırkçı / faşist / nefrete dayalı güçler.

Şunu söylemek istiyorum: Hukuk devletinin / demokratik yapıların bize sağladığı güçler var. Bunlar sizce tamamen değersiz midir? Bunlar önemli kazanımlar değil midir?

Batı toplumunda, devrimlerden önce kır ve kent mülksüzlerini ardına alabilen yükselen sınıf burjuvazinin toplumsal gücünü arttırmasıyla, sınıflararası güç eğilimlerinin yansıması olarak doğdu. Fransa’da meclis 14. yüzyıldan beri bir geçmişe sahip iken, İngiltere’de Manga Carta (1205) kralın sınırsız yetkilerine karşı ayaklanan burjuvazi, krala geri adım attırmasıyla, vergi sistemi ve tahsilatı gibi kararlaştırılan ilkeleri krala kabul ettirdi. Parlamento oldukça kısıtlı yetkiler altında da olsa bu tarihsel koşullarda İngiltere’de görüldü. Devamında gerek kralın toplumsal gücünün azalması gerekse kent burjuvazinin yükselişi ile 15. yy başlarında parlamentoya yasa yapma yetkisi tanındı. Ülkemizde ise bilindiği gibi 1876 Kanuni Esasiye göre ‘Heyeti mebusan’ ve ‘heyeti ayan’ (ingiltere’deki avam ve lordlar kamarası gibi) ikili meclisi getirdi. Günümüzde ise meclislerden çıkan yasaların kimlerin, hangi sınıfın çıkarına olduğunun yorumunu da size bırakıyorum. EYT konusu, milletvekili maaşları, asgari ücretin açlık sınırının altında oluşu ve ağır vergilerle budanması, çiftçiliğin bitirilmesi, tohumda emperyalist baronlara mecbur bırakılma.. ve sayabileceğimiz bir çok sorun, halkın temel ihtiyaçlarını çözebilecek bir durumda değildir.

- Ama yine de dayanıyoruz. Batı'daki süreçler Aslında orta çağda başlamıştır. Karanlıkçı zihniyetten çıkılması için insanlar önce papalığın yobazlığından kurtulması gerekmiştir. Protestan devrimi ve Rönesans çok önemlidir. Bizdeki gibi dini yobazlık onlarda kalmamıştır. O yüzden ben Yurt dışında başörtülü görünce sevinirim. "Ne güzel özgürce yaşıyor" derim. Bizdeki gibi dine hatta miliyete dayalı anlayış onlarda kalmadı. Ortala Avrupalı dini inançların birbirine eşit olduğu görüşündedir. Bizdeki anlayışta, İslam dininden olmak halen çok önemli bir konu. İslamın diğer inançlardan üstün olduğunu hemen hemen herkes düşünür. Dinden çok uzaklaşana da iyi gözle bakmazlar. Orada "halk inançsızdır" demiyorum. Bir sürü kiliseleri filan var, birçoğu da düzenli ibadetini yapar. Ama okulda filan, eğitim sistemi bütün dinlere aynı mesafededir. Bu "hoşgörü" ile aynı şey değil. Bizde hoşgörü var. Kimse inanmıyorsun diye seni dövmez / zorlamaz (anlayışımız öyle) Ama kimse eşit mesafede değildir. Kime sorsan "İslam üstündür" der.

Bütün bunlar 1200'lerde filan değişmeye başlamış. Kilise o dönemden başlayarak halkın üzerindeki tekelini yitirmeye başlamış. Mesela Anglikan kilisesinin kuruluşu da 1500'lerde. Ve mesela Alexandre Dumas'ın "Üç Silahşörler" romanını okumuşunuzdur. Bu romanda anlatılan da Kardinal Richeulieu (Kilisenin Başı) Kralın koruyucularını (silahşörleri) 1500'lü yıllarda tasviye ederek, laik bir güç olan kralı, dini güce tabi kılmak istemesidir.

Yani biz nasıl uğraşıyoruz "dini devletten ayırın" diye. 1500'Lü yılların Avrupa kralları da yavaş yavaş Papalık + ruhban sınıfına "sen ibadetinle ilgilen benim dünya işlerime karışma" demeye başlamalarıdır.

Diğer bir örnek, aynı dönem, İspanyol armadası, İspanya Kralı Filip, İngiltere Kraliçesi Elizabeth'e karşı. Filip'İn asgeri gücü çok büyük. Amaç Elizabeth'i dize getirip papanın boyunduruğu altına almak. Ve başarısız oluyorlar.

Din savaşı da öyle. Protestanlığın yaygınlaşmasına izin vermediler çünkü Protestanlık dinin devlete musallat olmasını kabul etmez (basitleştirerek anlatıyorum). Tüm bunlar Türkiye'de "Osmanlı'Nın altın çağı" dediğimiz dönemde oluyor. Türkiye'de bir defa farklı bir gelişme var. Bakın Almanya'daki Türklere. Çok güzel entegre olanı da var. Ama normal mayo ile havuza giremeyeni / takunya ile gezeni de var.

Yani Çin / Türkiye gibi ülkelerde kültürel farklılıklar var. Sosyalizm'de kızdığım, kendini evrensel zannetmesi. Ama sizin de dediğiniz gibi, Daha bir takım "burjuva" aşamalardan geçmemiş ülkelerde sosyalizm anlaşılabilir mi?
- Çok zor.

Türkiye'de iyi-kötü anlaşılıyorsa bu yine cumhuriyet devrimleri sayesindedir.

Hindistan gibi düşünün. Bu belirli bir kültür ile de alakalı değil. Bence: Batının şansı emperyalizm değil. Batının şansı yüksek medeniyet düzeyine ulaşmasını sağlayan toplumsal / felsefi atılımlardır. Ben öyle diyorum.

Yoksa mesela Askeri güç Rusya'da da var. Sanayileşme Çin'de de var. Ama Bakın Hong Kong'a. Hong Kong Çinlisi, Kıta Çinlisini istemiyor. Bu Antalya'yı bizden 100 sene önce almış olmaları ve Bugünün Antalya'lılarının bizi istememesi gibi bir şey olurdu.

Demek ki mesele sadece üretim çarkları değil.

İlk mesajımda da belirttiğim gibi emeğin sömürülüşünün başlangıcı iş bölümü ve özel mülkiyettir. Bu da ilkel komünal toplumdan ilk sınıflı toplum/köleci topluma geçişin öncüllerini taşır. Kapitalizmle özgülleşen; evrensel bir üretim biçimi olması ve değişim değerinin üretimin amacı olmasıdır.

- Eski toplumlarda genelde o dönemin mantığı var. Mesela adam ağası için adam öldürmeye hazır. Veya mesela o toplum kadını sadece çocuk yapma aracı olarak görüyor. Bu tür sınıfsız toplumlarda (çünkü her şey paylaşıma dayalı) önemli olan grubun / boyun / sülalenin yaşaması. Bizde de sor sokakta "soyumun devam etmesi gerek / soyum kuruyabilir" derler. Bunlar hep, mesela savaşın / salgın hastalığın kol gezdiği dönemlerde, tarlaları / sürüleri sayesinde yaşayan insanların zihniyetidir. O dönem için mantıklıdır.

K.Marks bir bilim adamıdır. ama 20 yy'ın antropoloji / tarih verileri onun elinde yoktu.

Ben size köleciliği de anlatırım. Bunlar hep o dönemin koşulları ile alakalı şeyler. Amerika kıtasını dolduracak nüfus olmayınca, sihları tutup tutup götürmüşler işte. Bu da o çağın ilkelliği. Ama genelleme de yapılamaz. BUnları tartışmak gerek. ABD'li beyazların büyük kısmı kendini siyahlardan ayrı tutar mesela. Sebebini de bilmez.

Marksizm her şeyi özetliyor. Bence bu kadar genelleme yapılmamalı. Marksizmin başarısı açısından.

Manifesto'dan alıntılar (İngilizce)

Link:

We have seen above, that the first step in the revolution by the working class is to raise the proletariat to the position of ruling class to win the battle of democracy.

Bölüm 2 (sayfa 4 filan)

Question 17: What will be your first measure once you have established democracy? Answer: Guaranteeing the subsistence of the proletariat.

Sondaki sorular bölümü
– 18 – What will be the course of this revolution?
(...) Democracy would be wholly valueless to the proletariat if it were not immediately used as a means for putting through measures directed against private property and ensuring the livelihood of the proletariat

- Kitabın sonundaki soru-cevap bölümü


- Şimdilik bunu bulabildim (İngilizce olarak). Ama giriş bölümündeydi sanırım. Bir yerde sanki "Komünizm bir demokrasi idealidir" de deniyordu.
 

Kara Kalem

Yeni üye
Yeni Üye
Katılım
1 Haz 2011
Mesajlar
90
Tepkime puanı
17
Puanları
8
Elbette hukuk devleti tarihsel açıdan önemlidir. Alıntı verdiğin Komünist Manifesto’nun kaleme alındığı kapitalizmin serbest rekabet döneminde; işçi sınıfının devrime önderlik etmeye fiziki ve teorik şartların oluşmadığı dönemlerde işçi sınıfının, monarşiye karşı küçük/topraksız köylülükle, kent küçük burjuvasıyla ittifakını demokratik halk devriminin anahtarı olarak görmekteydi. Benzer süreç Rusya’da Çarlık öncesi dönemde Lenin’in işçi sınıfının çarlığı devirebilmesi için küçük köylülük ile ittifakını önerir. Marx, Engels ve Lenin halk devrimini işçi sınıfının ekonomik ve politik özgürlüğe ulaşması olan sosyalizm için ilk ve önemli bir adım olarak görür. İşçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi, gösteri yürüyüş, genel ve eşit oy hakkı, basın özgürlüğü, kişisel hakların genişletilmesi gibi haklar politik öncünün sınıfla buluşabilmesinin gereklilikleridir.

'Yukarıda gördük ki, işçi devriminde ilk atılacak adım, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesidir, demokrasinin mücadeleyle kazanılmasıdır.Proletarya, kendi siyasal egemenliğini, tüm sermayenin adım adım burjuvazinin elinden koparılmasına, tüm üretim araçlarının devlet elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya elinde yoğunlaştırılmasına ve üretici güçleri büyüklüğünün olabildiğince hızla artırılmasına kullanacaktır.Bu ise ilk aşamada kuşkusuz ancak mülkiyet hakkına ve burjuva üretim ilişkilerine despotça el atmak yoluyla olur, yani ekonomik açıdan yetersiz ve geçici de görünse hareketin süreci içinde kendini aşan ve bütün bir üretim tarzının dönüştürülmesinin aracı olan bu vazgeçilmez önlemler yoluyla olur.' Komünist Manifesto

Verdiğin ilk alıntıyı bağlamından koparmamak adına Manifestodan alıntıyı da içeren geniş bir alıntı var. Bilindiği gibi Marksizm devrim ertesi toplumsal sınıflar varlığını koruduğundan dolayı işçi devletini geçiş dönemi diye de adlandırılan dönemde zorunludur. Hatta Marx devrim ertesi devletin bürüneceği işçi devletinin biçimine dair Paris Komününü örnek gösterir. Manifestoda alıntının devamında; ülkeler arası özgül farklılıkların olabileceği ön koşuluyla devrim ertesi yapısal değişikleri maddelendirir. İşçi devleti doğrudan demokrasiyle temsil edilir.Devletin herhangi bir kademesindeki görevli yeterli çoğunluk sağlanırsa geri çağırılabilir, En yüksek devlet görevlisinin maaşı, nitelikli bir işçiden fazla olamaz. Marx; işçi devletini kapitalizm ve komünizm arasındaki geçiş döneminde varlığını koruyacağını belirtir.

Adına Cumhuriyet devrimleri, demokratik halk devrimi ya da burjuva demokratik devrimler nasıl kavramlaştırsak kavramlaştıralım, din ve devlet işlerinin birbirinden tam ayrılması, gerçek seküler toplumun oluşabilmesi bu sistem içinde mümkün değildir. Çünkü egemenler için din; halkları bu dünya ilişkilerine biat etmelerini sağlayan, pasifist, gerçek dünyanın ahiret olduğunu savlayan bir inanç sistemidir. Egemenler din kozunu siyasal ve ekonomik çıkarları için kullanır ve her zaman elinde tutmak ister. Bu en ileri demokrat ülkelerde de geçerlidir. Seküler bir toplum din görevlisine (imam, papaz ya da haham) devlet kasasından ödeme yapmaz, devlet bir dini veya mezhebi diğerlerinden ayırmaz, din konusunda bağımsız olmalı, okullarda zorunlu din dersleri olmaz, ispatlanamayan bir inanç üzerine kurulu olan din görevlilerine bilimsel ünvanlar verilmez (doçent, prof..vs), din faaliyeti tamamen inananların gönüllülük esasına göre organize ettiği işler bütünü olmalıdır. Bu sayılan ilkelerde egemenler için kabul edilemezdir. Ortaçağda sınıf savaşlarının, mezhep aracılığıyla gerçekleşmesi, bu tarz sınıf savaşının dinamiğinin ekonomik ve siyasal çıkar temelinde örgütlendiği gerçeğidir. Hristiyanlarda Protestanlığa, Anadolu’da Alevilere, Suriye’de Karmatilere, İran’da Nizari ismailileri de benzer süreçlerden geçti.

Bence marksizmin herşeyi açıkladığı gibi bir iddiası yok, Herşeyi bilme iddiası/isteği, hiçbirşey bilmemeyi beraberinde getirir aynı zamanda. Her yerde olan hiçbir yerde değildir. Marksizm Avrupa'da sınıf mücadelelerinin keskinleştiği dönemde ortaya çıkmış, gücünü kapitalizmin nesnel eleştirisinden alan ve çeşitli kıtalarda devrimci hareketlere/kadrolara rehber olmuş, olacak işçi sınıfının kendisini özgürleştirme pratiğidir.

Dostlukla.
 

Leonardo18

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2016
Mesajlar
217
Tepkime puanı
38
Puanları
28
- Diğer yazılanları anlıyorum / katılıyorum

Adına Cumhuriyet devrimleri, demokratik halk devrimi ya da burjuva demokratik devrimler nasıl kavramlaştırsak kavramlaştıralım, din ve devlet işlerinin birbirinden tam ayrılması, gerçek seküler toplumun oluşabilmesi bu sistem içinde mümkün değildir. Çünkü egemenler için din; halkları bu dünya ilişkilerine biat etmelerini sağlayan, pasifist, gerçek dünyanın ahiret olduğunu savlayan bir inanç sistemidir. Egemenler din kozunu siyasal ve ekonomik çıkarları için kullanır ve her zaman elinde tutmak ister. Bu en ileri demokrat ülkelerde de geçerlidir. Seküler bir toplum din görevlisine (imam, papaz ya da haham) devlet kasasından ödeme yapmaz, devlet bir dini veya mezhebi diğerlerinden ayırmaz, din konusunda bağımsız olmalı, okullarda zorunlu din dersleri olmaz, ispatlanamayan bir inanç üzerine kurulu olan din görevlilerine bilimsel ünvanlar verilmez (doçent, prof..vs), din faaliyeti tamamen inananların gönüllülük esasına göre organize ettiği işler bütünü olmalıdır. Bu sayılan ilkelerde egemenler için kabul edilemezdir. Ortaçağda sınıf savaşlarının, mezhep aracılığıyla gerçekleşmesi, bu tarz sınıf savaşının dinamiğinin ekonomik ve siyasal çıkar temelinde örgütlendiği gerçeğidir. Hristiyanlarda Protestanlığa, Anadolu’da Alevilere, Suriye’de Karmatilere, İran’da Nizari ismailileri de benzer süreçlerden geçti.

- Bu durum 19 yy'dan beri çok değişti. Avrupa'nın bu konudaki bizim bugünkü durumumuza benziyor. Hatta Fransa / Almanya gibi ülkelerin tamamen sekülerleşmesi 1900'lerin başında oldu diye biliyorum.

Bir nevi "din toplumun afyonudur" diyorsunuz. Ama 21 yy. dini çok farklı. Türkiye bunun dışında. İslam dünyası bunun dışında. Hatta ABD de bunun dışında. Ama ciddi olarak analiz ederseniz, bu tür batıl inançlı olma durumlarının toplumu olumsuz etkilediğini görürsünüz.

Dİni bir "ahiret beklentisi" olarak özetlemişsiniz. Müslüman dünyasında bu var evet. Yani "Bu dünyada bir şey yapmaya gerek yok. Mühim olan ahiret" inancı var. Ama buna karşı çıkmak için (atıyorum) alevi olmaya gerek yok. Ben Alevi filan da tanıyorum. Veya ABD'de örneğin Protestanlık yaygındır. bu yüzyılda protestan veya alevi gibi "ilerici" kabul edilen dini unsur olmak yetmiyor. Yurt dışını bildiğim için konuşuyorum. Mesela Yeni Papa Francis'in reformlarını, veya 90'larda yaşamış olan Rahibe Teressa'nın hayatını biliyor musunuz?

Fransa'da Katoliklik daha yaygındır. Ama bak yaşam biçimine. Okulda dediğiniz gibi dini eğitim yoktur. İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Ve Avrupa'da inançlı insan da çok. Ama bizdeki gibi din reklamı yapmazlar + tanımadan / konuşmadan kimin ne olduğunu bilemezsin. Fark orada. Yoksa inançları var.

Ve bu tür dinin kapilizmin işleyişi için daha iyi olduğu kesin. Bakın İran'a, bana 1 tane gelişmiş / sanayileşmiş Müslüman ülke gösterebilir misin? - hayır. Çünkü İslam dünyası diğer mesajımda yazdığım süreçleri henüz yaşamamış da ondan.

+ Rusya'Nın bugünkü haline bakın. Ya da doğu Almanların durumuna bakın. Eski komünist ülkeler milliyetçilik / dini yobazlık konusunda Batı Avrupalılardan daha ileride.

+ Sovyetler biriliği + Çin gibi ülkelerde din olumsuz bir unsur olarak anlaşılmış. Hemen hemen yasaklanmış. BU da şöyle yanlış. Pozitivizmin kurucusu Auguste Compte bile dinin toplumsal önemini anlayıp kabul etmiş.

Yani özet olarak: 21 yy. da çok daha mantıklı bir dini anlayışımız var. Hatta Tanrı ile aramız daha iyi, daha samimi diyebilirim. Bu derin bir konu, ayrıca tartışabiliriz. Yurt dışına kadar gitmeye de gerek yok. AKP öncesi Türk Müslümanlığı, YNÖ gibi düşünürleri, ve mesela (burada bazı başlıklar da gördüm) İnanç ve Tanrı konularına daha erişilebilir ve akılcı yaklaşımlar var artık. Ayrı bir başlıkta konuşabiliriz.

Ve: "Mühim olan ahiret" diyenler İran'a baksınlar. O kadar petrol var. Adamların haline bakın. Ya da AKP'nin Türkiyeyi ne hale getirdiğine bakın. Yani bugün için böyle afyon da olmaz. Bunu "yobaz din / orta çağ zihniyeti toplumun felaketidir" olarak yeniden yazabiliriz.

ABD'de din daha yaygındır. İnsnalar çok cahildir. Ama onlarda da kurumlar %100 sekülerdir. Bunu da hatırlatmak gerek. Dinin kullanıldığı durumlar, Hıristiyan dünyasında sadece Rusya ve benzeri ülkelerde var. Ve kötü sonuç veriyor.


Bence marksizmin herşeyi açıkladığı gibi bir iddiası yok, Herşeyi bilme iddiası/isteği, hiçbirşey bilmemeyi beraberinde getirir aynı zamanda. Her yerde olan hiçbir yerde değildir. Marksizm Avrupa'da sınıf mücadelelerinin keskinleştiği dönemde ortaya çıkmış, gücünü kapitalizmin nesnel eleştirisinden alan ve çeşitli kıtalarda devrimci hareketlere/kadrolara rehber olmuş, olacak işçi sınıfının kendisini özgürleştirme pratiğidir.

Dostlukla.

- Bugün bu şekilde görmeliyiz evet. Ama 19yy'da şöyle karikatürler vardı örneğin:
karl-marx-le-moise-moderne-e-i-les-proletaires-nont-23498746.png


- Bu anlayış 20 yy'ın büyük bölümünde de devam etti.

Bugün bence Marx'ı okumalıyız. Ama bu ideolojiyi modern çağa uyarlamaya çalışmalıyız.

+ Stalinci yaklaşımın sertliğini ve olumsuz sonuçlarını da unutmamalıyız.

Bir de benim için demokratik kazanımların önemi son yıllarda arttı. Rusya'da Putinizmin yükselişi. İslam dünyasının çözümü gericilikte + siyasal islamda araması anlattığım kazanımların önemini daha iyi kavramamı sağladı.

Son olarak sol görüşlüler toplumun bilinçsizliğini sürekli vurgularlar. Bize insanları bu bilinçsizlikten kurtaracak yaklaşımlar lazım. O yüzden bunu başarmış medeniyetler varsa, onlar bunu nasıl yapmışlar onu anlamalıyız.
 

Kara Kalem

Yeni üye
Yeni Üye
Katılım
1 Haz 2011
Mesajlar
90
Tepkime puanı
17
Puanları
8
Gerçek sekülerleşme; din kavram ve faaliyetlerinin devlet ve ilişkilerinden tamamen bağımsız olması daha önceki mesajlarımda da belirttiğim nedenlerden gerçekleşmedi. Avrupa’da ırkçılık, farklı dine inanlara karşı önyargı halen mevcut. Fakat tabii ki bu durum ülkemiz ya da diğer orta-doğu ülkelerdeki hissedilen ölçüde dine karşı bir durum mevcut değil. Irkçılık konusunda bence çoğu Avrupa ülkesinden ilerideyiz fakat bu sosyal şovenizm açısından bakıldığında oldukça tartışmalı bir durum olur. Gerek işim gereği çeşitli milliyetlerden insanlarla yüzyüze konuşma şansım olması, gerekse doğu avrupa’da bulunduğum süre zarfında, şunu ideolojik görüşümden bağımsız olarak söyleyebilirim ki; SSCB, çin ve diğer emperyalizme boyun eğmeyen ülkedekilerden aktarabileceğim, o dönemi yaşayanların çoğunluğu eski dönemi şu ana tercih ediyorlar. Bu ülkelerde tarihte bahsettiğin anlamda ateizm baskısı yok, devlet din adına bir faaliyette bulunmuyor sadece, devlet kasasından din adına harcama yapılmıyor.Binlerce yıllık egemenler/devlet tarafından beslenen dini faaliyetin finansallaşmasının kesilmesi, soyut bir ateizm propagandası olarak algılanmamalı. O coğrafyada yaşayan kimseden din uğruna baskı gördüğüne dair bir şey duymadım. Barınma, sağlık, eğitim gibi temel insan gereksinimlerini karşılamak için sorunları yoktu. Her yurttaş devlet garantisi altında. Şu anda ise ufak bir azınlık milyarları çeşitli nedenlerle ölüme, savaşa, açlıktan yok olmaya mahkum ediyor. Bununla beraber tabii ki emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin getirdiklerini sistemin sorunu, ya da ‘stalincilik’ in sorunu olarak algılamamak gerek.Lenin kendine ‘sosyalist devrimciler’ denen bir grubun saldırısına uğradı ve ölümü de bu saldırılardan bağımsız nedenlerden değildi ya da Bolşevik devrimi devamında emperyalizmin beslediği komprador çeteler ülkenin bir çok yanında ekonomik, siyasal yıkımlara girişti. Sistemi yıkabilmek adına tarlalar yakıldı, şehirdeki işletmelere çeşitli zararlar verildi, Bolşevik kadrolar katledildi, sakat bırakıldı. Burjuva tarih yazımı sınıfsal konumları dolayısıyla ekim devrimi kazanımlarından ve bu yıkımdan bahsetmez. İşsizliğin Ekim devrimiyle tarihe karıştığını, her emekçiye barınma hakkının , sağlığın, tatil iznin devlet garantisinde olduğunu belirtmez, ki bu haklar şu anda bile en ileri kapitalist ülkelerden fersah fersah ileridir. Emekçilerin bu kazanımlarına karşı hoşnutsuz olanların ayaklanmalarının engellenmesini/bastırılmasını burjuva yazılı ve görsel basının konusu olur. Her yıl milyonlarca çocuk açlıktan ve önlenebilir hastalıktan ölmekte, milyarlarca insan gerekli yaşam ihtiyaçlarından muhtaç. Eğer sınıf bilinçli bir emekçiysek; kapitalizmi eleştirimiz, geçmiş işçi sınıfı iktidarlarının önüne geçmemelidir.

Sınıflar mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde ajitasyonu yoğun olan yazı, bildirilerin arttığı gözlemlenebilir.Buna rağmen Marks’ın kendisini marksist görmemesindeki derin anlamın yansıması olarak karikatürü yorumluyorum.İşçi sınıfının politik organı determinizm ve volantarizm arasındaki diyalektik bağlantıyı çağın koşulları ışığında uygulayabilmesiyle, tarihsel öncülüğünü kazanır.
 

Leonardo18

Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eyl 2016
Mesajlar
217
Tepkime puanı
38
Puanları
28
Bunları okumak bana nedense Putin'i hatırlattı.

Bolşevizm %100 olumsuz bir şey olsaydı modern Rusya kendini 30 sene önceki haline geri döndürmeye bu kadar uğraşmazdı.

Yine de Batıdan "fersah fersah" ileri bir sisteme inanmıyorum. Almanlar yakın zamanda Demokratik Almanya Cumhuriyetinin sonunun 30'uncu yıldönümünü kutladılar. Şu an hayatta olan birçok insan doğu Almanya'yı gayet iyi biliyor. Bu döneme ve ülkelere ilişkin elimizde çok bilgi var.

Mesela Üniversite sistemi. İlk aklıma gelen. Öyle bir ülkede yaşıyorsun ki, canın isterse üniversiteye gidebiliyorsun. Tuition yok. LYS yok. Liseyi bitirip tıp okuma kararı alabiliyorsun, Ya da sanat, ya da resim, sana kalmış. Üstelik resim öğrencisine Batı'dan resim malzemesi filan bile ithal edebiliyorlar.

Ama diğer taraftan, İnsanlar Stazi'yi filan da hatırlıyor. Bu Doğu Alman Polis Devleti halen filmlere edebiyata filan konu olabiliyor.

Ya da Çin'e bakın. Uygur bölgesindeki yeniden eğitim kamplarında 1 milyon insan "yeniden eğitiliyor". resmi adı da "meslek öğrenme kampı". Ama içlerinde 1 milyon insan var. Bizim gibi seçim, "sen kalabalıksın, senin seçim meydanın, benim parkım vs." öyle bir derdi yok. Şeriat zihniyetli uyguru alıyor ve modern insan haline getiriyor. Ve bunda başarılı oluyor.

Ama her bireyin bu konuda kişisel seçim de yapabilmesi gerekiyor. Bunun dışında, Staliin toprak politikalarını filan özlemle anacak insan artık çok fazla yok. Kendimi tekrarlayacağım ama, inanılan şeyin biraz da 2020'li yıllarda uygulanabilir olması gerekiyor.

O açıdan, faşist ideolojiyi yaşayan herkes berbat bir şey olarak hatırlıyor (mesela Yunanistan'da popülizm azdır çünkü faşizmi doğrudan yaşamış bir millet). Ama Komünizm öyle değil. Komünizm (Sovyet rejimi anlamında) hem olumlu hem olumsuz yönleri olan bir yaklaşım. Yine de 80'li yıllardan beri bizim gürlüklerimiz daha da arttı.

Yani nereden bakarsan bak, geçmişe ait bir rejimden söz ediyoruz. Şu an önemli olan günü gününe, çalışanın, emekçinin, üçüncü dünyanın, tabiatın, doğanın, yani büyük uluslar arası şirket olmayan bütün unsurların mevcut kapitalist düzene karşı mümkün olduğu kadar korunmasıdır.

BU sefer, 1950'lerin tersine, bunu başarmak zorundayız çünkü Madrid konferansına bakıyor musunuz bilmiyorum. Dünya ısınıyor. Türkiye'de gündemde değil, ama gayet kısa bir sürede (birkaç nesil) işler çok kötüye gidebilir. Yani senin anlattığın kapitalizm, ya öyle ya böyle, yok olacak :)

Yani Marks'ı okuyorum. Ama 21 yy insanı olarak (ki artık ortalarına yaklaşıyoruz) bu çağa uygun fikir üretebilmeliyiz diye düşünüyorum.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst