- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 6 Ocak 2011
- Mesajlar
- 118
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 85
Tevfik Fikret-Mehmet Akif polemiği
60 lı yılların sonlarıydı. Başbakanlık baş müsteşarı Munis Faik Ozansoy bir konuşmasında, Paris’de verdiği bir konferanstan bahsetmiş, orada, yenilikçi ve özgürlükçü şair Tevfik Fikret ile, muhafazakâr, İslamcı şair Mehmet Akif arasında olan kalem kavgasını anlattığını söylemişti. Daha sonra, bu Fikretçi ve Akifçi guruplar ayrımını tanımak istedim. Zaten Fikret’in “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” mısrası lise yıllarında bende ona karşı bir hayranlık uyandırmıştı. Özgürlüğü bu kadar tekrarlamaktan daha hoş ne olabilirdi.
Zamanında, demokratik özgürlükçü şair Fikret’i milliyetsizlikle, dinsizlikle, Akif’i de yobazlıkla, mürtecilikle, devrim düşmanlığıyla suçlayanlar olmuştur. Her ikisi de Türkiye’yi seven onun mutluluğu için çırpınan yüreklerdi ama hedefe gidiş yolları farklıydı. Biri insan kardeşliğini savunurken, öteki din kardeşliğini savunmaktaydı. Fikret, Fransız devriminden itibaren gelişen, İhtilalın düşünürlerinin, cumhuriyetçi, demokratik özgürlükçü, her inana eşit bakan batı uygarlığının ulaştığı başarıyı örnek alırken, Akif’in görüşü bin yıllık atalarının görüşü, İslamcılıktı.
Fikret, padişah Abdulhamid dönemi aleyhine yazdığı Sis ve Tarih-i Kadim şiirleriyle istibdat yönetimini yeriyor ve her dönemde yenilikçi gençler olduğu gibi, o dönemde de gençleri saltanata düşman etmekle suçlanıyordu.
SİS
Sarmış yine ufkunu bir inatçı sis,
bir beyaz karanlık ki gittikçe artan.
Ağırlığının altında silinmiş gibi cisimler,
bir tozlu yoğunluktan ibâret bütün resimler;
bir tozlu ve heybetli yoğunluk ki bakışlar
dikkatle nüfûz edemez derinliğine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin kara örtü,
lâyık bu tesettür sana, ey zulümler meydanı!
Ey zulümler meydanı… Evet, ey parlak sahne,
ey facialarla donanmış muhteşem sahne!
Ey şatafatın, gösterişin beşiği, mezârı
Şarkın öteden beri alımlı sultanı;
Ey kanlı aşkları nefretle titremeden
besleyen, zevke, eğlenceye susamış göğüs;
S.Y.
….
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmayan vaatler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakir görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezaketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gezmeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...
Tevfik Fikret
18 Şubat 1317
Sis şiirinin orijinali:
SİS
Sarmış yine âfâkını bir dûd-i munannid,
bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;
şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı!
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
perverde eden sîne-i meshûf-i sefâhet.
Ey Marmara'nın mâi der-âguşu içinde
ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde.
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir,
ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,
bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu';
yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar.
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;
ey gırre sütunlar ki birer dîyv-i mukayyed,
mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr.
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat.
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
têmîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekêbir.
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
iykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey ma'reke-i tîyn ü gubâr eski sokaklar,
ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar
vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ.
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ
temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;
ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtin
gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş!
Ey mi'delerin zehr-i takâzâsı önünde
her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde!
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyi
gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
insanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz!
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
ey nâtıka-i acz ü elem, nazra-i nefrîn!
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus;
ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs!
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci',
öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli'!
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyete makrûn
bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,
ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak!
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs
vicdanlara temdîd edilen gûş-i tecessüs;
ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar.
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar!
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;
ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî!
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye mê'lûf;
eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-i ma'rûf!
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç!
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;
ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler,
Hele sizler…
Tevfik Fikret
Tevfik Fikret’i milliyetsizlik ve vatansızlıkla itham ederek daha I. Dünya Savaşı öncesinde saldıranlar, o dönemde Alman emperyalizmine, daha sonra da nazizme bağlılıklarını göstermişlerdir. Almanya İngiltere’ye karşı İslamcılığı, Rusya’ya karşı Turancılığı teşvik ediyordu… “Yurdum bütün dünyadır, ulusumsa bütün insanlık” diyen Fikret’e, aslında İttihat ve Terakki döneminde ” soygunculuklarına ve savaş kundakçılığına” karşı çıktığı için bir kısım insanlar onu can düşmanı bildi; uğradığı saldırılar bununla da kalmadı. Ardından Sebil-ür Reşatçılar ve Mehmet Âkif sahneye çıktı.
Almanların davetiyle gittiği Almanya seyahatinin sonrasında Süleymaniye kürsüsünde verdiği vaazlarda, Mehmet Âkif, bazı yazarları ve Tevfik Fikret’i ağır bir dille suçluyordu. Fikret’in Allaha küfrettiğini söylüyor, onun Robert Kolejde öğretmenlik yapmasını çağrıştırarak,” biraz bol para ver, sonra Protestanlara zangoçluk eder” diyordu:
Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi Garb´ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, Îran malı der; köhne alır, hurda satar!
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şi'r-i şebab?
Serserî: Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah´a söver… Sonra biraz bol para ver.
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
Mehmet AKİF
“Akif bunu söylerken dinsel doğmalara dayanıyordu. Zaten Tanzimatçı batıcıların Avrupa’nın sandığı medeniyet aslında Müslümanlardan alınmadır, çünkü onların Hıristiyanlığı bâtıl olduğundan, o bir uygarlık yaratamaz; ancak karanlık yaratabilir. Hıristiyanlar Müslümanlardan uygarlık almaya başladıktan sonra, karanlıklardan kurtulmaya, ilerlemeye başladılar. Yani batı uygarlığının kaynağı bizde. Şimdi ise biz Hıristiyanlardan uygarlık almağa kalkıyoruz. Biz, yalnız şeriatı uygulayan Osmanlı Müslümanlığının şeriatı uygulamamış olması yüzünden, sonra da Tanzimatta batılılaşma sevdasına düşüldüğünden kendimizi Hıristiyanlara esir ettik. Çare İslam uygarlığına dönmede, özellikle onun ruhu olan şeriatı yüzde yüz uygulamakta denilmekteydi.
Demek ki bu alafranga İslâmcıların anladığı İslâmcılık Osmanlı, Türk, hatta Ortaçağ Müslümanlığı değil, Hazreti Ömer, hatta Peygamber zamanına kadar götürdükleri hayalî bir Müslümanlıktır. Onların sanısı zıddına, bu Müslümanlık tarihte hayatın her yanını kaplayan bir din olmaya kalktığı zaman, daima ilim ve fenne aykırı olmuştur. Mehmet Âkif bu İslâmcıların şair ve ideologlarındandır. Fikret ise yaşadığı devrin değil, gelecek olan bir devrin ideolojisini yapmaktadır.”
“ Târih-i Kadim”e
ZEYL (ek)
Molla Sırat’a
Ben ki üç beş kuruşu tercihinden
Protestanlara “zangoçluk” eden
şairim… Yaldızlı kürsünün üstadına
İslam dinin şair yorumcusuna,
Hazret-i Molla Sırat’a
takdim ile sonsuz saygılarımı hiç
hiç tereddüt etmeden diyorum ki:
layık olduk, lütuf buyurduğunuz “zangoçluk” sıfatına.
Lakin üstadım sakın aldanma,
müslüman evladıyım ben de bir parça.
Bana anlatma o güzel dini;
bilirim ben de senin bildiğini.
Okudum ben de ahiret kitabını.
dinledim ben de ahiret hitabını
Ben de zatın gibi cami, cami,
dolaşıp Halik’a ettim rüku.
cennetin şevki ile meşgul hayalim;
cehennem korkusundan bıkmış yüreğim
ben de tırmandım ulu Tûbâ’ya.
ben de çıktım Mele-i Âlâ’ya.
Ben de âşıktım ezan nağmesine,
bir koşardım ki, o Allah sesine!
Ben de tespihle, dua, oruçla, namaz
heyhat! hepsini yaptım,. hepsini..
Çünkü telkinlere aldanmıştım,
kandığım şeylere hep kanmıştım
Bilmeden, görmeden iman ettim,
Nefsimi dinime kurban ettim.
Sevdim Allah’ı da, peygamberi de;
o şeyler kaldı bugün hep geride.
Anladım çünkü hakikat başka;
başka yoldan varılırmış Hakk’a.
Saydığın harikalar, mucizeler
birer zekâ büyüsüdür ki, beşer,
duraklamadan açıyor sırlarını;
mucizeler ehli, unutmuş yarını.
aldatılmış, aldatmış o İsa, Musa;
köhne bir tılsımlı yalandır âsâ.
Beşerin böyle işaretleri var;
putunu kendi yapar, kendi tapar!...
Ara git kilisesini, gez Kabe’sini,
Dinle tekbîri, işit çan sesini,
göreceksin ki hepsi boştur;
umduğun, beklediğin şey yoktur.
Allah’ı gibi düzme şeytanı,
Buda'sı, Ehrimen'i, Yezdan’ı.
Topunun esası bir korkak vehim.
Gölgeler, gölgeler... Onlarda derin
bir karanlık sezerek çevrildim,
acı bir darbe yiyip devrildim.
Şimdi cenneti, nurları önemsemeden;
süzerim yaradılışı hayran hayran.
Ben ne tapılacak, ne taptıracak bilirim;
Kendimi yaradılışa kul bilirim.
Gökte binlerce mescit görürüm,
orda vicdanımı secde ederken görürüm.
Bu secde işte benim itaatim;
bu ibadette geçer saatim.
Bu ibadette övüncüm ve sevincim;
beni ben bir kayadan fark edemem.
Bir minik kuşla biriz tapmakta;
ben de Allah’tan başka yoktur derim, ishak* da.
Doğruluk, ahde bağlılık, tevazu,
merhamet, hayır ve ihtimam, insaf;
sonra bir şaire zangoç dememeli…
İşte bunlar hareketlendirdi vicdanımı .
Düşünüp yapmak ayinimdir;
yaşamak dini, benim dinimdir.
Müminim Varlığa imanım var;
her kanat bir melek yapar.
peygamberlere gerek duymadan yaşarım
bir örümcek götürür Hakk’a beni...
Kitabım doğa sahnesi kitabı,
bendedir hayır ile şerrin sebebi.
Varırım böylece ben mezara dek,
ahirette dirilmeye mahal görmem pek.
taşırım sevecen kalbimi ölçüsünde,
beşerin aşkını da, kederini de.
hak dini bence bugün yaşam dinidir
ey Molla Sırât!..söyle, öyle değil midir?
Not:: *ishak:ishak kuşu, küçük bir tür baykuş.
Yeni Türkçe açıklaması: Sunar Yazıcıoğlu
Şiirin orjinali
“ Târih-i Kadim”e
ZEYL
Molla Sırât’a
Ben ki üç beş pulu tercihinden
Protestanlara zangoçluk eden
şâirim… Ziver-i kürsî-i yakîn
şair-i müctehîd-i din-i mübîn,
Hazret-i Molla Sırât’a edebî
ihtirâmâtımı takdîm ile bî-
bî-terddüd diyorum: “zangoçluk”
lutf-i tavsıfine şâyân olduk.
Lakin aldanma sakın üstâdım,
ben de bir parça muvahhid zâdım.
Bana anlatma o rağnâ dini;
bilirim ben de senin bildiğini.
Okudum ben de kitâb-ı gabi.
dinledim ben de hitâb-ı gaybi;
Ben de zâtın gibi câmiğ câmiğ,
dolaşıp Halik’a oldum râkiğ.
-Şevk-ı cennetle hayâlim meşgûl;
yüreğim havf-i cehennemle melûl-
ben de tırmandım ulu Tûbâ'ya.
ben de çıkdım Mele-i Ağlâ’ya.
Ben de âşıktım ezan nağmesine,
bir koşardım ki, o Allah sesine!
Ben de tesbîh ü düa savm ü salât,
hepsini hepsini yapdım, heyhât!...
Çünkü telkinlere aldanmışdım,
kandığım şeylere hep kanmışdım
Bilmeden, görmeden iymân etdim,
Nefsimi dînime kurbân etdim.
Sevdim Allâhı da, peygamberi de;
o alay kaldı bugün hep geride.
Anladım çünkü, hakıykat başka;
başka yoldan varılırmış Hakk’a.
Saydığın hârikalar, muğcizeler
birer efsûn-i zekâdır ki, beşer,
bî tevakkuf açıyor sırlarını;
muğcizât ehli unutmuş yarını.
Mugfel ü mugfil o İsa, Mûsâ;
köhne bir kizb-i mutalsamdır asâ.
Beşerin böyle delâletleri var;
putunu kendi yapar, kendi tapar!...
Ara git deyrini, gez Kağbe'sini,
Dinle tekbîri , işit çan sesini,
göreceksin ki bütün boşlukdur;
umduğun, beklediğin şey yokdur.
Düzme Allâh’ı gibi şeytânı,
Buda'sı, Ehrimen'i, Yezdân'ı.
Topunun mübdi’i bir vehm-i cebin.
Gölgeler, gölgeler...Onlarda derîn
bir karanlık sezerek çevrildim,
acı bir darbe yiyip devrildim.
Ve beynimden vurulmuş gibi devrildim.
Şimdi bî kayd-ı cinân u nîran;
süzerim fıtratı hayran- hayran.
Ben ne mağbûd, ne bûbid bilirim;
Kendimi hılkate âbid bilirim.
Gökte binlerce mesâcid görürüm,
orda vicdânımı sâcid görürüm.
Bu sücûd işte benim taâtım;
bu ibâdette geçer sââtım.
Bu ibâdette fahûr u hurrem;
beni ben bir kayadan fark edemem.
Bir minik kuşla biriz tapmakda;
ben de tehlil erim, ishak da.
Doğruluk , hubb- ü vefâ, mahviyyet,
merhamet, hayr ü hammiyyet, nısfet;
sonra bir şaire zangoç dememek…
İşte vicdânıma bunlar mahrek.
Düşünüp işlemek âyinimdir;
yaşamak dini benim dînimdir.
Mü’minim Varlığa iymânım var;
her kanat bir melek eyler ikrâr.
Enbiyâdan yaşarım müstagnî
bir örümcek götürür Hakk’a beni...
Kitabım sahn-ı tabiat kitabı,
bendedir hayr ile şerr esbâbı.
Varırım böylece ben merkade dek,
bağs-i ukbâye mahal görmem pek.
Taşırım kalb-i şegaf peymâda,
beşerin aşkını, âlâmını da.
Dîn-i hak bence bugün dîn-i hayât;
sen ne dersin buna, ey Molla Sırât!..
Tevfik Fikret
60 lı yılların sonlarıydı. Başbakanlık baş müsteşarı Munis Faik Ozansoy bir konuşmasında, Paris’de verdiği bir konferanstan bahsetmiş, orada, yenilikçi ve özgürlükçü şair Tevfik Fikret ile, muhafazakâr, İslamcı şair Mehmet Akif arasında olan kalem kavgasını anlattığını söylemişti. Daha sonra, bu Fikretçi ve Akifçi guruplar ayrımını tanımak istedim. Zaten Fikret’in “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim” mısrası lise yıllarında bende ona karşı bir hayranlık uyandırmıştı. Özgürlüğü bu kadar tekrarlamaktan daha hoş ne olabilirdi.
Zamanında, demokratik özgürlükçü şair Fikret’i milliyetsizlikle, dinsizlikle, Akif’i de yobazlıkla, mürtecilikle, devrim düşmanlığıyla suçlayanlar olmuştur. Her ikisi de Türkiye’yi seven onun mutluluğu için çırpınan yüreklerdi ama hedefe gidiş yolları farklıydı. Biri insan kardeşliğini savunurken, öteki din kardeşliğini savunmaktaydı. Fikret, Fransız devriminden itibaren gelişen, İhtilalın düşünürlerinin, cumhuriyetçi, demokratik özgürlükçü, her inana eşit bakan batı uygarlığının ulaştığı başarıyı örnek alırken, Akif’in görüşü bin yıllık atalarının görüşü, İslamcılıktı.
Fikret, padişah Abdulhamid dönemi aleyhine yazdığı Sis ve Tarih-i Kadim şiirleriyle istibdat yönetimini yeriyor ve her dönemde yenilikçi gençler olduğu gibi, o dönemde de gençleri saltanata düşman etmekle suçlanıyordu.
SİS
Sarmış yine ufkunu bir inatçı sis,
bir beyaz karanlık ki gittikçe artan.
Ağırlığının altında silinmiş gibi cisimler,
bir tozlu yoğunluktan ibâret bütün resimler;
bir tozlu ve heybetli yoğunluk ki bakışlar
dikkatle nüfûz edemez derinliğine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin kara örtü,
lâyık bu tesettür sana, ey zulümler meydanı!
Ey zulümler meydanı… Evet, ey parlak sahne,
ey facialarla donanmış muhteşem sahne!
Ey şatafatın, gösterişin beşiği, mezârı
Şarkın öteden beri alımlı sultanı;
Ey kanlı aşkları nefretle titremeden
besleyen, zevke, eğlenceye susamış göğüs;
S.Y.
….
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmayan vaatler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakir görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezaketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gezmeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...
Tevfik Fikret
18 Şubat 1317
Sis şiirinin orijinali:
SİS
Sarmış yine âfâkını bir dûd-i munannid,
bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;
şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı!
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
perverde eden sîne-i meshûf-i sefâhet.
Ey Marmara'nın mâi der-âguşu içinde
ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde.
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir,
ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün
çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün!
Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis;
üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his.
Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet
bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!
Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,
bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu';
yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'.
Milyonla barındırdığın ecsâd arasından
kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?
Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar.
Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed;
ey gırre sütunlar ki birer dîyv-i mukayyed,
mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr.
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat.
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
têmîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir;
"Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekêbir.
Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd
iykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey ma'reke-i tîyn ü gubâr eski sokaklar,
ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar
vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ.
Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ
temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin;
ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtin
gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş!
Ey mi'delerin zehr-i takâzâsı önünde
her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde!
Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im
Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim;
her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyi
gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz
insanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz!
Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn;
ey nâtıka-i acz ü elem, nazra-i nefrîn!
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus;
ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs!
Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci',
öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli'!
Ey şahsa masûniyyet ü hürriyete makrûn
bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn!
Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak,
ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak!
Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs
vicdanlara temdîd edilen gûş-i tecessüs;
ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar.
Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar!
Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî;
ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî!
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye mê'lûf;
eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-i ma'rûf!
Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç;
ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç!
Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber;
ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler,
Hele sizler…
Tevfik Fikret
Tevfik Fikret’i milliyetsizlik ve vatansızlıkla itham ederek daha I. Dünya Savaşı öncesinde saldıranlar, o dönemde Alman emperyalizmine, daha sonra da nazizme bağlılıklarını göstermişlerdir. Almanya İngiltere’ye karşı İslamcılığı, Rusya’ya karşı Turancılığı teşvik ediyordu… “Yurdum bütün dünyadır, ulusumsa bütün insanlık” diyen Fikret’e, aslında İttihat ve Terakki döneminde ” soygunculuklarına ve savaş kundakçılığına” karşı çıktığı için bir kısım insanlar onu can düşmanı bildi; uğradığı saldırılar bununla da kalmadı. Ardından Sebil-ür Reşatçılar ve Mehmet Âkif sahneye çıktı.
Almanların davetiyle gittiği Almanya seyahatinin sonrasında Süleymaniye kürsüsünde verdiği vaazlarda, Mehmet Âkif, bazı yazarları ve Tevfik Fikret’i ağır bir dille suçluyordu. Fikret’in Allaha küfrettiğini söylüyor, onun Robert Kolejde öğretmenlik yapmasını çağrıştırarak,” biraz bol para ver, sonra Protestanlara zangoçluk eder” diyordu:
Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi Garb´ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, Îran malı der; köhne alır, hurda satar!
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şi'r-i şebab?
Serserî: Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah´a söver… Sonra biraz bol para ver.
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
Mehmet AKİF
“Akif bunu söylerken dinsel doğmalara dayanıyordu. Zaten Tanzimatçı batıcıların Avrupa’nın sandığı medeniyet aslında Müslümanlardan alınmadır, çünkü onların Hıristiyanlığı bâtıl olduğundan, o bir uygarlık yaratamaz; ancak karanlık yaratabilir. Hıristiyanlar Müslümanlardan uygarlık almaya başladıktan sonra, karanlıklardan kurtulmaya, ilerlemeye başladılar. Yani batı uygarlığının kaynağı bizde. Şimdi ise biz Hıristiyanlardan uygarlık almağa kalkıyoruz. Biz, yalnız şeriatı uygulayan Osmanlı Müslümanlığının şeriatı uygulamamış olması yüzünden, sonra da Tanzimatta batılılaşma sevdasına düşüldüğünden kendimizi Hıristiyanlara esir ettik. Çare İslam uygarlığına dönmede, özellikle onun ruhu olan şeriatı yüzde yüz uygulamakta denilmekteydi.
Demek ki bu alafranga İslâmcıların anladığı İslâmcılık Osmanlı, Türk, hatta Ortaçağ Müslümanlığı değil, Hazreti Ömer, hatta Peygamber zamanına kadar götürdükleri hayalî bir Müslümanlıktır. Onların sanısı zıddına, bu Müslümanlık tarihte hayatın her yanını kaplayan bir din olmaya kalktığı zaman, daima ilim ve fenne aykırı olmuştur. Mehmet Âkif bu İslâmcıların şair ve ideologlarındandır. Fikret ise yaşadığı devrin değil, gelecek olan bir devrin ideolojisini yapmaktadır.”
“ Târih-i Kadim”e
ZEYL (ek)
Molla Sırat’a
Ben ki üç beş kuruşu tercihinden
Protestanlara “zangoçluk” eden
şairim… Yaldızlı kürsünün üstadına
İslam dinin şair yorumcusuna,
Hazret-i Molla Sırat’a
takdim ile sonsuz saygılarımı hiç
hiç tereddüt etmeden diyorum ki:
layık olduk, lütuf buyurduğunuz “zangoçluk” sıfatına.
Lakin üstadım sakın aldanma,
müslüman evladıyım ben de bir parça.
Bana anlatma o güzel dini;
bilirim ben de senin bildiğini.
Okudum ben de ahiret kitabını.
dinledim ben de ahiret hitabını
Ben de zatın gibi cami, cami,
dolaşıp Halik’a ettim rüku.
cennetin şevki ile meşgul hayalim;
cehennem korkusundan bıkmış yüreğim
ben de tırmandım ulu Tûbâ’ya.
ben de çıktım Mele-i Âlâ’ya.
Ben de âşıktım ezan nağmesine,
bir koşardım ki, o Allah sesine!
Ben de tespihle, dua, oruçla, namaz
heyhat! hepsini yaptım,. hepsini..
Çünkü telkinlere aldanmıştım,
kandığım şeylere hep kanmıştım
Bilmeden, görmeden iman ettim,
Nefsimi dinime kurban ettim.
Sevdim Allah’ı da, peygamberi de;
o şeyler kaldı bugün hep geride.
Anladım çünkü hakikat başka;
başka yoldan varılırmış Hakk’a.
Saydığın harikalar, mucizeler
birer zekâ büyüsüdür ki, beşer,
duraklamadan açıyor sırlarını;
mucizeler ehli, unutmuş yarını.
aldatılmış, aldatmış o İsa, Musa;
köhne bir tılsımlı yalandır âsâ.
Beşerin böyle işaretleri var;
putunu kendi yapar, kendi tapar!...
Ara git kilisesini, gez Kabe’sini,
Dinle tekbîri, işit çan sesini,
göreceksin ki hepsi boştur;
umduğun, beklediğin şey yoktur.
Allah’ı gibi düzme şeytanı,
Buda'sı, Ehrimen'i, Yezdan’ı.
Topunun esası bir korkak vehim.
Gölgeler, gölgeler... Onlarda derin
bir karanlık sezerek çevrildim,
acı bir darbe yiyip devrildim.
Şimdi cenneti, nurları önemsemeden;
süzerim yaradılışı hayran hayran.
Ben ne tapılacak, ne taptıracak bilirim;
Kendimi yaradılışa kul bilirim.
Gökte binlerce mescit görürüm,
orda vicdanımı secde ederken görürüm.
Bu secde işte benim itaatim;
bu ibadette geçer saatim.
Bu ibadette övüncüm ve sevincim;
beni ben bir kayadan fark edemem.
Bir minik kuşla biriz tapmakta;
ben de Allah’tan başka yoktur derim, ishak* da.
Doğruluk, ahde bağlılık, tevazu,
merhamet, hayır ve ihtimam, insaf;
sonra bir şaire zangoç dememeli…
İşte bunlar hareketlendirdi vicdanımı .
Düşünüp yapmak ayinimdir;
yaşamak dini, benim dinimdir.
Müminim Varlığa imanım var;
her kanat bir melek yapar.
peygamberlere gerek duymadan yaşarım
bir örümcek götürür Hakk’a beni...
Kitabım doğa sahnesi kitabı,
bendedir hayır ile şerrin sebebi.
Varırım böylece ben mezara dek,
ahirette dirilmeye mahal görmem pek.
taşırım sevecen kalbimi ölçüsünde,
beşerin aşkını da, kederini de.
hak dini bence bugün yaşam dinidir
ey Molla Sırât!..söyle, öyle değil midir?
Not:: *ishak:ishak kuşu, küçük bir tür baykuş.
Yeni Türkçe açıklaması: Sunar Yazıcıoğlu
Şiirin orjinali
“ Târih-i Kadim”e
ZEYL
Molla Sırât’a
Ben ki üç beş pulu tercihinden
Protestanlara zangoçluk eden
şâirim… Ziver-i kürsî-i yakîn
şair-i müctehîd-i din-i mübîn,
Hazret-i Molla Sırât’a edebî
ihtirâmâtımı takdîm ile bî-
bî-terddüd diyorum: “zangoçluk”
lutf-i tavsıfine şâyân olduk.
Lakin aldanma sakın üstâdım,
ben de bir parça muvahhid zâdım.
Bana anlatma o rağnâ dini;
bilirim ben de senin bildiğini.
Okudum ben de kitâb-ı gabi.
dinledim ben de hitâb-ı gaybi;
Ben de zâtın gibi câmiğ câmiğ,
dolaşıp Halik’a oldum râkiğ.
-Şevk-ı cennetle hayâlim meşgûl;
yüreğim havf-i cehennemle melûl-
ben de tırmandım ulu Tûbâ'ya.
ben de çıkdım Mele-i Ağlâ’ya.
Ben de âşıktım ezan nağmesine,
bir koşardım ki, o Allah sesine!
Ben de tesbîh ü düa savm ü salât,
hepsini hepsini yapdım, heyhât!...
Çünkü telkinlere aldanmışdım,
kandığım şeylere hep kanmışdım
Bilmeden, görmeden iymân etdim,
Nefsimi dînime kurbân etdim.
Sevdim Allâhı da, peygamberi de;
o alay kaldı bugün hep geride.
Anladım çünkü, hakıykat başka;
başka yoldan varılırmış Hakk’a.
Saydığın hârikalar, muğcizeler
birer efsûn-i zekâdır ki, beşer,
bî tevakkuf açıyor sırlarını;
muğcizât ehli unutmuş yarını.
Mugfel ü mugfil o İsa, Mûsâ;
köhne bir kizb-i mutalsamdır asâ.
Beşerin böyle delâletleri var;
putunu kendi yapar, kendi tapar!...
Ara git deyrini, gez Kağbe'sini,
Dinle tekbîri , işit çan sesini,
göreceksin ki bütün boşlukdur;
umduğun, beklediğin şey yokdur.
Düzme Allâh’ı gibi şeytânı,
Buda'sı, Ehrimen'i, Yezdân'ı.
Topunun mübdi’i bir vehm-i cebin.
Gölgeler, gölgeler...Onlarda derîn
bir karanlık sezerek çevrildim,
acı bir darbe yiyip devrildim.
Ve beynimden vurulmuş gibi devrildim.
Şimdi bî kayd-ı cinân u nîran;
süzerim fıtratı hayran- hayran.
Ben ne mağbûd, ne bûbid bilirim;
Kendimi hılkate âbid bilirim.
Gökte binlerce mesâcid görürüm,
orda vicdânımı sâcid görürüm.
Bu sücûd işte benim taâtım;
bu ibâdette geçer sââtım.
Bu ibâdette fahûr u hurrem;
beni ben bir kayadan fark edemem.
Bir minik kuşla biriz tapmakda;
ben de tehlil erim, ishak da.
Doğruluk , hubb- ü vefâ, mahviyyet,
merhamet, hayr ü hammiyyet, nısfet;
sonra bir şaire zangoç dememek…
İşte vicdânıma bunlar mahrek.
Düşünüp işlemek âyinimdir;
yaşamak dini benim dînimdir.
Mü’minim Varlığa iymânım var;
her kanat bir melek eyler ikrâr.
Enbiyâdan yaşarım müstagnî
bir örümcek götürür Hakk’a beni...
Kitabım sahn-ı tabiat kitabı,
bendedir hayr ile şerr esbâbı.
Varırım böylece ben merkade dek,
bağs-i ukbâye mahal görmem pek.
Taşırım kalb-i şegaf peymâda,
beşerin aşkını, âlâmını da.
Dîn-i hak bence bugün dîn-i hayât;
sen ne dersin buna, ey Molla Sırât!..
Tevfik Fikret