Tanrı’nın emirlerinde ve dogada nedensellik sorunu

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe Tarihi kategorisinde Dem tarafından oluşturulan Tanrı’nın emirlerinde ve dogada nedensellik sorunu başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,519 kez görüntülenmiş, 1 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe Tarihi
Konu Başlığı Tanrı’nın emirlerinde ve dogada nedensellik sorunu
Konbuyu başlatan Dem
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan UpBot

Dem

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
30 Nis 2015
Mesajlar
38
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İslam teolojisinde ekoller arasında tartışmalara konu olmuş önemli bir konu da Tanrı’nın buyruklarında ve dogada nedenselligin olup olmadıgıdır. Mu’tezile ve Mâtûrîdî bilginler, Tanrı’nın vahyinde insana emrettigi ve yasakladıgı eylemlerde ve nesnelerde bu emir ve yasagı gerektiren bir nedenin bulundugunu kabul ederler. Tanrı’nın hükmünü doguran bu nedendir. Yoksa Tanrı keyfi olarak bu hükmü koymamıştır. Örnegin, temiz gıdaların "helal" olmalarını gerektiren şey, onların temiz ve faydalı olmaları; pis ve zararlı şeylerin "haram" olmalarını gerektiren şey de, onlardaki pislik ve zarardır. Çalma eyleminin yasak olmasının gerekçesi, bu eylemin malı çalınana verdigi zarardır vb. Tanrı, buyruklarının bir kısmının gerekçesini Kur’an’da açıklamıştır, bir kısmını da açıklamamıştır. Açıklamadıklarını insanlar akıl yürütme ile kavrayabilirler. Eş’arî ekolüne mensup bilginler, Tanrı tasavvurlarına uygun olarak –çünkü onlar Tanrı’yı mutlak ve hiçbir kayda baglı olmayan bir kudret olarak düşünüyorlardı– Tanrı’nın buyruklarında herhangi bir neden ve gerekçe aramazlar. Tanrı’nın herhangi bir nesne veya eylem/ilişki hakkındaki hükmü, bu nesnenin veya eylemin/ilişkinin kendi dogasında bulunan bir gerekçe ve nedenden kaynaklanamaz. Bizzat Tanrı’nın mutlak iradesinden çıkar, Tanrı’nın hükmü ile bizim neden/sebep dedigimiz şey arasında sadece bir yan yana bulunma söz konusudur; yoksa, bir neden-sonuç ilişkisi yoktur. Dogadaki nedensellige gelince, Mu’tezilî bilginler, Ortaçag’daİslam filozoflarının savundugu nedensellige (determinizm) yakın bir neden-sonuç ilişkisini kabul etmişlerdir. Doga’yı Tanrı yoktan yaratmıştır. Ondaki kanunları da O koymuştur. Mucizenin anlamı, bu kanunları istedigi zaman kaldırmasıdır. Eş’arîler, dogada nedenselligi kabul etmezler. Onlar, bu konuyu izah etmek için sürekli "yaratma" ve Leibniz’in "monad"larına benzer "atomlar" kuramını geliştirmişlerdir. Buna göre, hiçbir varlık, herhangi bir şeyin nedeni olamaz. Böyle bir gücü yoktur. Dogadaki nesnelerin sahip oldugu güç, etkin bir güç degildir. Bütün cisimlerin aslını oluşturan atomların birbirlerini etkileme, birbirlerine tesir etme gücü yoktur. Onlar iç içe geçmiş degildirler, sadece yan yana dururlar. Tanrı bu atomları her an yok edip tekrar varlıga çıkartmaktadır. Doganın algıladıgımız tarzda görünmesi Tanrı’nın sürekli yaratması sayesindedir. Nesnelerin kendilerine ait "doga"ları yoktur. Ateşin yakma, ısıtma; ekmegin doyurma; içkinin sarhoş etme; tohumun bitki olma...vs. özelligi ve kabiliyeti yoktur. Aralarında bir zamandaşlık (arka arkaya gelme) vardır. Fakat neden-sonuç ilişkisi yoktur. O anda bu eserleri veya sonuçları Allah yaratmaktadır.İnsanlar alev ile pamugu bir araya getirince Allah "yanma" olayını yaratmaktadır. Bundan dolayı, "doga yasaları" dedigimiz yasalar aslında Tanrı’nın şeyleri ve olayları her zaman aynı tarzda meydana getirme yönündeki alışkanlıgından ibarettir. Eş’arîler, bu tip bir ontolojiye (varlıkbilim) Tanrı tasavvurlarının geregi ve mucizeyi açıklama kaygısıyla başvurmuşlardır. Pakistanlı ünlü şair-filozof Muhammed İkbâl, 19. yüzyılın başlarında çekirdek fizigindeki son gelişmeleri göz önünde tutarak Eş’arîlerin "sürekli yaratma" teorisini savunmuştur. Sonuç olarak, 11. yüzyıla kadarİslam toplumlarında botanikten tıbba, biyolojiden fizige her türlü doga bilimlerinin, felsefenin ve din bilimlerinin ciddi bir gelişme gösterdigi bilinmektedir. Mu’tezile ekolü XI. yüzyıla dogru politik bazı nedenlerden dolayı etkisini yitirmiştir. Mâtûrîdîlik ise Maveraünnehir bölgesinden dışarı fazla çıkmamıştır. Selçuklu sultanı Alparslan, veziri Nizamülmülk’e "Nizamiye Medreseleri"ni kurdurmuş ve Eş’arîligi resmi görüş olarak benimsemiştir. Ünlü Eş’arî tanrıbilimcisi ve ömrünün ikinci yarısında mistisizmi (tasavvuf) benimsemiş olan Gazali’nin bu medresede uzun süre ders verdigi ve yöneticilik yaptıgı bilinmektedir. Gazali, Eş’arîlerin teolojik bakış açısındanİslam filozoflarını sert bir şekilde eleştirmiştir. O, Dinsel Bilimlerin Canlandırılması adında halk için kapsamlı bir kitap yazarak burada mistisizmle Eş’arîlerin teolojik perspektifini ideal dindar yaşam olarak harmanlamıştır. Gazali’nin İslam toplumu üzerine etkisi çok büyük olmuştur. Giderek birçok tarihi nedenle medreselerde felsefe ve doga bilimleri zayıflamış ve medreseler teolojinin agırlıkta oldugu birer kurum haline gelmiştir.İnsanın eylemlerinde bir etkisinin olmadıgını ileri süren, dogada ise nedenselligi yadsıyan bir teolojinin egemen oldugu toplumda bilim başta olmak üzere, felsefe ve eleştirel düşüncenin gelişmemesi dogal bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır. Bu teolojik bakış açısı, "ilahi kader" doktrini ile İslam toplumlarında bireysel ve toplumsal ahlakın gerilemesine de sebebiyet verdigi Mehmet Akif başta olmak üzere bir- çok Müslüman aydın tarafından eleştirilmektedir. Başta söyledigimiz gibi teoloji, İslam dinin inanç ilkelerini akılsal olarak savunmak için kurulmuştu. Gelişme döneminde üç büyük ekol ortaya çıkarmıştır. Fakat bunlardan biri (Mu’tezile) giderek yok olmuş, digeri (Mâtûrîdîlik) kıyıda kalmış, biri ise (Eş’arîlik) "Ehl-i Sünnet"in görüşü olarakİslam toplumlarına hakim olmuştur. Fakat bu hakimiyet, içinde muhalefetini taşımadıgı için giderek kemikleşmiş ve uzun bir süre skolastik bir tarzda, aynı konuları özetleyerek, yorumlayarak kendini tekrar edip durmuştur. Osmanlı medreselerinde de genellikle Eş’arî yazarların kaleme aldıgı kelam kitapları veya bunların şerhleri, yani yorum ve açıklamaları okutulmuştur. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarından itibaren Cemaleddin Afgani (Materyalizme Reddiye), Muhammed Abduh (Tevhih Risalesi), Seyyid Ahmet Han (Kur’an Tefsiri), Muhammed İkbâl (İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Kuruluşu) gibi isimler, çagımızın yeni sorunlarını göz önünde tutarak Mu’tezile’den de etkilenerek teolojiyi yenilemeye çalışmışlardır. Ülkemizde de İ. Hakkı İzmirli (Yeni Kelâmİlmi) ve Şerafetin Yalkkaya (İctimai Kelâm İlmi = Toplumsal Tanrıbilim) bu çabaya katkıda bulunmaya çalışmışlardır. Aydınlanmadan sonra Batı’da Hıristiyan teolojisinin gösterdigi gelişmeler (başta Protestanlıgın ortaya çıkması) göz önünde bulundurulursa,İslam teolojisinin entelektüel açıdan oldukça zayıf oldugu söylenebilir
 

UpBot

Kahin
Yeni Üye
Katılım
14 Ocak 2021
Mesajlar
1,017
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Başarılı bir konu. Ancak maddesel olarak da sıralanabilir. Teşekkür ediyoruz.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst