- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 19 Ağu 2008
- Mesajlar
- 3,589
- Tepkime puanı
- 179
- Puanları
- 63
- Yaş
- 60
SEVGİNİN KÖKENİ
Sevgi bir tanıma göre karşılık beklemeden verebilmekti; öğreti bunu gösteriyordu. Retorik de böyleydi. Gerçekte ise sevginin kökeninde neler vardı?
İnsan türü soyutlamayı öğrendikten/keşfettikten sonra her olguyu sevdiğini söylemeye başladı; buna mistik bir boyut katarak sevgiyi tanrısallaştırdı. İşte o gün sevgi yok oldu.
Sevgiye duyulan gereksinim, insan ruhunun yalnızlığına, güçsüzlüğüne, kendisine duyduğu inancın zayıflığına karşılık gelmeye başladı. Bir zamanlar bir yerlerdeki kırılmanın onaranı oldu ve bu nedenledir ki hep istendi.
Sevmek ve sevilmek ayrı olgulardır. İlkinde etken durumda olan insan ikincisinde edilgen durumundadır. İlkinde yapar, ikincisinde yapılmasını bekler. Beklemek sevgiye terstir. Kırılma bu noktada yaşanır. Beklemek kişinin egosuna yenik düşmesidir ve sevgiyi koşullandırmakla/şekillendirmekle/kapsamını belirlemekle sınırlandırır. Etken durum an-la ilgilidir ve sonuçlarını hemen gösterir; oysa edilgenlik geleceğe doğru bir beklentiye işaret eder ve kararsızdır.
Sevilmek ve onu yanında istemek güçsüzlüğün örtülenmesini sağladığı için mi bir değer kazanır?
Soyutlayan insan “ben” ve “ego”suna köle olunca, “ben” onu aşar ve onu yönetmeye başlar.
Kuzuları sever insan; ne de güzel etleri vardır; pirzolasına doyamaz. Üstelik büyüyecekler, toklu olacaklar, etlerinden sütlerinden ve yünlerinden yararlanılacaklar. Canneti’nin dediği gibi kuzular bir kitleyi temsil ediyorlar. Hem de çoğalan bir kitle. Kitle içinde kişinin yalnızlığını ve korkularını yenmesi yine aynı şekilde belirlenmiş görünmektedir. Sevilen kuzular canlı-kanlı kesildiklerinde de sevilmeyi sürdürürler. Sen benim duygularıma/tat alma zevkime/içselleştirmeme/gereksinimlerime karşılık verdiğin için seni seviyorum diyebilir miyiz bu son duruma?! Kuzular meleşerek yanıtlıyorlar...
Yanı-başta duran, toprağı havalandıran ekolojik dengeyi sağlayan solucanları bir o kadar sevmeyiz. Hele yılan söz konusu olduğunda günahkarın tanrısı gibi “başı küçükken ezilmeli” diyerek nefretle karşılarız. Yılanlar karıncalar, arılar, kuzular gibi bir kitleyi temsil etmezler. Cinsel temasları dışında ki, bunu da türün devamı için yaparlar, fazlaca toplu davranış sergilemezler. Onlar yalnız yaşar ve ölürler. Yılanın kararlılığı, soğukluğu, kibirli duruşu, öz-güveni, sabırlı bir şekilde avına yaklaşması insan türünü korkutur. İnsan kendi türünde benzer ögeleri taşıyanları sevebilir ancak farklı türlerdekini sevme eğilimi taşımaz. İnsanın sevdiği olguyu/objeyi içselleştirme eğilimi/isteği tamamen egosunu tatmin etmeye yöneliktir.
Sevdiğini dillendiren ve nefret eden tek tür insandır. Nefret duygusu diğer canlı türlerinde yoktur. Bu duyumsama boyutu insanı diğer türlerden ayıran belki de en önemli olgulardan birisidir. İnsan türü kendi egosuna yenik düştüğü için kendisine yalan söyleyen ve bunu içselleştirerek benimseyen ve bu edimiyle de sevgiyi köreltip/boşaltan/yoklaştıran tek türdür. Alkışlamak gerekir.
İnsan bu acı-dan kurtulmak için “ego”sunu hiç-leştirerek bir sonuç almaya çalışmıştır. Tüm rütbelerini sökerek, eklemlenenleri üzerinden çıkartarak çırıl-çıplak kalmak suretiyle kendisini var-etmek istemiştir. Ancak, mağaralardan çıktığını ve tüylenmelerinin/postunun artık olmadığını unutmuştur. Hiç-lik deryasında o, var-lık gemisini arayan gemisiz kaptan gibidir. Ne bir “hiç” ne de “var” olmanın bilincine varmadan “ego”sunu aştığında yanılgısını görür. Sevgi ego-nun yanılsamasının kırıldığı anda ortaya çıkar. Yok-tan/hiç-ten var olmaz.
7/8 Haziran 2009, Batı
Sevgi bir tanıma göre karşılık beklemeden verebilmekti; öğreti bunu gösteriyordu. Retorik de böyleydi. Gerçekte ise sevginin kökeninde neler vardı?
İnsan türü soyutlamayı öğrendikten/keşfettikten sonra her olguyu sevdiğini söylemeye başladı; buna mistik bir boyut katarak sevgiyi tanrısallaştırdı. İşte o gün sevgi yok oldu.
Sevgiye duyulan gereksinim, insan ruhunun yalnızlığına, güçsüzlüğüne, kendisine duyduğu inancın zayıflığına karşılık gelmeye başladı. Bir zamanlar bir yerlerdeki kırılmanın onaranı oldu ve bu nedenledir ki hep istendi.
Sevmek ve sevilmek ayrı olgulardır. İlkinde etken durumda olan insan ikincisinde edilgen durumundadır. İlkinde yapar, ikincisinde yapılmasını bekler. Beklemek sevgiye terstir. Kırılma bu noktada yaşanır. Beklemek kişinin egosuna yenik düşmesidir ve sevgiyi koşullandırmakla/şekillendirmekle/kapsamını belirlemekle sınırlandırır. Etken durum an-la ilgilidir ve sonuçlarını hemen gösterir; oysa edilgenlik geleceğe doğru bir beklentiye işaret eder ve kararsızdır.
Sevilmek ve onu yanında istemek güçsüzlüğün örtülenmesini sağladığı için mi bir değer kazanır?
Soyutlayan insan “ben” ve “ego”suna köle olunca, “ben” onu aşar ve onu yönetmeye başlar.
Kuzuları sever insan; ne de güzel etleri vardır; pirzolasına doyamaz. Üstelik büyüyecekler, toklu olacaklar, etlerinden sütlerinden ve yünlerinden yararlanılacaklar. Canneti’nin dediği gibi kuzular bir kitleyi temsil ediyorlar. Hem de çoğalan bir kitle. Kitle içinde kişinin yalnızlığını ve korkularını yenmesi yine aynı şekilde belirlenmiş görünmektedir. Sevilen kuzular canlı-kanlı kesildiklerinde de sevilmeyi sürdürürler. Sen benim duygularıma/tat alma zevkime/içselleştirmeme/gereksinimlerime karşılık verdiğin için seni seviyorum diyebilir miyiz bu son duruma?! Kuzular meleşerek yanıtlıyorlar...
Yanı-başta duran, toprağı havalandıran ekolojik dengeyi sağlayan solucanları bir o kadar sevmeyiz. Hele yılan söz konusu olduğunda günahkarın tanrısı gibi “başı küçükken ezilmeli” diyerek nefretle karşılarız. Yılanlar karıncalar, arılar, kuzular gibi bir kitleyi temsil etmezler. Cinsel temasları dışında ki, bunu da türün devamı için yaparlar, fazlaca toplu davranış sergilemezler. Onlar yalnız yaşar ve ölürler. Yılanın kararlılığı, soğukluğu, kibirli duruşu, öz-güveni, sabırlı bir şekilde avına yaklaşması insan türünü korkutur. İnsan kendi türünde benzer ögeleri taşıyanları sevebilir ancak farklı türlerdekini sevme eğilimi taşımaz. İnsanın sevdiği olguyu/objeyi içselleştirme eğilimi/isteği tamamen egosunu tatmin etmeye yöneliktir.
Sevdiğini dillendiren ve nefret eden tek tür insandır. Nefret duygusu diğer canlı türlerinde yoktur. Bu duyumsama boyutu insanı diğer türlerden ayıran belki de en önemli olgulardan birisidir. İnsan türü kendi egosuna yenik düştüğü için kendisine yalan söyleyen ve bunu içselleştirerek benimseyen ve bu edimiyle de sevgiyi köreltip/boşaltan/yoklaştıran tek türdür. Alkışlamak gerekir.
İnsan bu acı-dan kurtulmak için “ego”sunu hiç-leştirerek bir sonuç almaya çalışmıştır. Tüm rütbelerini sökerek, eklemlenenleri üzerinden çıkartarak çırıl-çıplak kalmak suretiyle kendisini var-etmek istemiştir. Ancak, mağaralardan çıktığını ve tüylenmelerinin/postunun artık olmadığını unutmuştur. Hiç-lik deryasında o, var-lık gemisini arayan gemisiz kaptan gibidir. Ne bir “hiç” ne de “var” olmanın bilincine varmadan “ego”sunu aştığında yanılgısını görür. Sevgi ego-nun yanılsamasının kırıldığı anda ortaya çıkar. Yok-tan/hiç-ten var olmaz.
7/8 Haziran 2009, Batı