Sanatsal estetik ile estetiğin siyasallaştırılması üzerine (1)

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Görsel Sanatlar ve El Sanatları Kulübü kategorisinde nilüfer tarafından oluşturulan Sanatsal estetik ile estetiğin siyasallaştırılması üzerine (1) başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 2,224 kez görüntülenmiş, 3 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Görsel Sanatlar ve El Sanatları Kulübü
Konu Başlığı Sanatsal estetik ile estetiğin siyasallaştırılması üzerine (1)
Konbuyu başlatan nilüfer
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan ihaveanidea

nilüfer

Üye
Yeni Üye
Katılım
29 Kas 2008
Mesajlar
246
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
Sanatsal estetik ile estetiğin siyasallaştırılması üzerine (1)

Sanat alanında son 25 yıldır rüzgarı estirilen “post” önekli tüm eski-'yeni' ekollerin ortak özelliklerinden biri de, alımlayıcısına sunulan hemen tüm ürünlerin yaratıcısı tarafından estetik yanına verilen önemin ağırlığına kıyasla, o ürünün siyasal yönüne son derece kısıtlı ve hatta genellikle dışlayıcı bir rol biçilmesi şeklinde kendini ortaya koyuyor. Bu anlamıyla, siyasetin estetikle olan ilişkisinin çözümlenmesi noktasında karşımıza çıkan temel problemlerden birinin, siyasetle sanatın birbiriyle bağlaşıklık derecesi ya da kopukluk sorunu olduğunu söyleyebiliriz.

Yine bununla ilintili olarak gerek o ürünün yaratıcıları gerekse de alımlayıcılarının nezdinde yaygın bakış açısının bunun bir 'sorun' olarak görülmeyip, tam aksine, o bağlaşıklığın kendini gösterdiği her an ve alanın “sorunlu” olarak addedilmesi de bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.

Fredric Jameson “Brecht ve Yöntem”de, sanat ve siyaset arasına konan bu, kimi noktalarda oldukça keskin ayrımın sanıldığı gibi eskil değil, tamamiyle modern döneme ait bir bakış açısı olduğunu savlar ve “sanatta didaktik olana getirilen yasak, modernliğimizin bir özelliğidir; biz modernler, bunu sorgulamadan kabul ederiz. Oysa kapitalizm öncesi klasik uygarlıkların hiçbiri, sanatlarının temel, didaktik bir amaç içerdiğinden kuşku duymamıştır” der.

Tarihsel süreci içinde sanat, burjuvazinin, toplumda yükselen-egemen hale gelmeye başlayan sınıf olarak kendini göstermesiyle beraber feodal dönemdeki “kült” ve mutlaki-monarşist krallıklar dönemindeki “temsil” işlevlerinden ve aynı zamanda bu yönetim biçimlerinin getirdiği özne temelli fiili bağımlılığından kurtulur ve bu kurtuluşla beraber içsel özgünlüğünü ve bu özgünlük üzerinden de o güne dek gizil kalmış tüm potansiyel(ler)ini keşfetmeye başlar.

Ama aynı zamanda, prekapitalist dönemin ardından gelen bu 'özgürleştirici' keşif sürecinde sanatın, önceden doğal sayılan egemen sınıflarla olan bağımlılık ilişkisinin dolaysız niteliği sönümlenmiş ve kapitalist toplumda bu bağımlılık ilişkisi piyasa dolayımı ile kurulur hale gelmiştir. Yani sanatçı ve sanat eseri, sırasıyla meta üreticisi ve meta derekesine düşen 'özgür' özne-nesneler haline gelmiştir. Bu özne-nesneler, piyasa üzerinden biçimsel özgürlüklerin öne çıkartıldığı bir sistemin unsurlarıdır artık. Bu niteliklere haiz bir toplumsal sistemin kodlarına uyumlu hale gelmesi koşuluyla kendisine verilen 'özgürlüğü' kullanabilme 'özgürlüğüne' sahip olabilen sanatçı, bu yeni tipteki bağımlılık ilişkisinin yarattığı “sanatın özgürlüğü” görüntüsü altında yeni tipteki “özgür(süz)lük”üne kavuşur.

Hemen hemen tüm Avrupa coğrafyasını kapsayan ve sarsan 1848 Devrimleri'nin kanla bastırılmasına ve feodal erke karşı burjuvazinin toplumsal-siyasal egemenliğini tesis ettiği bu tarihsel dönüm noktasına dek, ütopik sosyalist Fourier'nin takipçisi Saint-Simon ve benzeşi düşün insanlarının ileri sürdüğü tez; sanatın, toplumun gitmesi gereken yönü gösteren öncü rolü ile donatılması idi. Bu tez, burjuvazinin kendi projesinden (yani Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik ideali ve Aydınlanma hedefinden) saptığını, daha doğrusu artık bunları tarihin çöplüğüne attığını 1848’de fiilen ilan etmesi ile beraber son bulur. Bu son buluş, hızla gericileşen burjuva egemenlerinin vesayeti altındaki sanatın toplumla ve hayatla kurduğu ilişkiden vazgeçmek zorunda kalarak kendi içine kapanmasını beraberinde getirirken aynı zamanda ve tam da bu anlamıyla sanatın estetikleşmeye başlamasını da beraberinde getirir. İşte, sanat ile siyasetin birbirinden bağımsız olduklarına ilişkin varsayımın beslendiği kaynağı oluşturan tarihsel süreç böyle başlar.

Bu kırılma anı aynı zamanda, sanatın, toplumsal içerikle bağını keserek salt estetik/güzellik kültüne dönüşen yapısı ve işlevinin, sanatın burjuva toplumunda büründüğü özerklik görünüşü paralelliği çerçevesinde sorgulanmaya başlandığı andır.

James Joyce 1916 yılında, 34 yaşındayken yayınladığı otobiyografik romanı “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” adlı yapıtının sonunda genç kahramanı Stephen Dedalus'un (ki, bu kahraman sonradan karşımıza “Ulysses”te yine çıkacaktır) güncesine şu çarpıcı sözleri yazdırır: “Ey yaşam, hoşgeldin! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini ve dövmeye, ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.”

Buradaki “milyonuncu kez” gidilmesinin nedeni, deneyimin gerçekliği karşısındaki başarısız kısırdöngü tipi bir gidiş değil, tersine, yaşamın bize ve özellikle de sanatsal yaratımda bulunan kişiye sunduğu yeni ve sayısız deneyimin tekrar ve tekrar gözden geçirilip o sanatsal ürün aracılığıyla yeniden yaşama sunulmasına karşılık gelir. “Ruhumun örsünde dövmek” ediminde ise, her bir sanatçının kendi örsünde yatan o akkor hale gelmiş demirin eğilip bükülerek onun bir forma, insan yaşamı için değer taşıyan bir forma büründürülmesi vardır. Son olarak, dövülen “soyumun yaratılmamış vicdanını” ise, sanatçının içinde yer aldığı toplumun toplumsal sorumluluk bilincine sahip vicdanının yaratılmasındaki öncü rolüne yapılan bir vurgu olarak algılayabiliriz.

Sormayan, sormadığı için sorgulamayan, sorgulat(a)mayan ve aslında hiç de böyle bir derdi olmayan “post” önekli ürün üreticilerinin savladığı içi boş “sanatın sonu” tezleri o denli acınası haldedir ki, hemen hepsi bu düzey(sizlik)leriyle Hegel'e rahmet okutur niteliktedir.

Hegel estetiğinin belirleyici özelliğinin “Estetik - Güzel Sanat Üzerine Dersler”inde ortaya koyduğu gibi, içerik ve biçim özdeşliğine dayanan bütünlük anlayışında sanat eserini sanatsal kılanın “güzel”in, “gerçeklik”le eşzamanlı olarak ortaya çıkabilmesi olduğunu görürüz. Hegel, modernleşme süreçlerinin baskısı altında bu duruma ayak uyduramadığını ya da bir başka deyişle, duyusal yanı nedeniyle modern insanın gereksinimlerine artık yanıt veremediğini savlayarak, sanatın sonunu ilan eder.

Hegel’in “sanatın sonu gelmiştir” tezli tespiti, kuşkusuz siyasal bir nitelik arz eder. Siyasal bir nitelik arz eder çünkü burada “toplum-birey arasındaki mesafenin kapatılmasında sanat, artık işlevini yitirmiştir” denmektedir ve bu sav, baştan aşağı siyasaldır. Hegel'deki bu tespitin dayandığı tarihsel arka planda ise, estetik kategorilerin kullanıma sokulması ve 18. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle gelinen (Prusya İmparatorluğu özelindeki bu) aşamanın, temel ama aynı zamanda son aşama olarak kabullenilip algılanılması problemi yatmaktadır.

Duyusal yaşantıların felsefe tarafından kapsama alınıp alınmaması sorunu, Alexander Gottlieb Baumgarten’ın 1750 tarihli “Estetik”inde “bilim duyulabilirlik alanına indirilmemeli, fakat duyulabilir-olan, bilginin soyluluğuna yükseltilmelidir” şeklinde kendini ifade eder. Hegel’in, estetik bütünlüğü tanımlarken söyledikleri ile Baumgarten’ın söyledikleri birbirinden çok da farklı değildir. Terry Eagleton’a ait olan ve “Estetik ve Politika”da dillendirdiği bu tez, yani esas olarak mutlaki-monarşist krallıklar iktidarının şemsiyesi altında başlayan bu proje, idealist bir biçim altında “kendi koydukları yasa dışında hiçbir yasaya itaat etmeyen; özgür, eşit, özerk insani öznelerin evrensel düzeninin” bir tasarımıydı.

Bu tasarımla beraber sanat; toplumsal içeriği bastırmış ve biçim-içerik özdeşliğini, “özerklik” ve “tarafsızlık” şiarıyla salt “güzel” kategorisi üzerinden gerçekleştirmeye-gerekçelendirmeye başlamıştır.

Açıktır ki bu şiarın etrafında toplananlar, kapitalist toplumda sanatın piyasa dolayımı ile ortaya çıkan egemen sınıfa bağımlılığı gerçekliğini görmezden gelip yok saymışlardır. Bu yok sayışa Brecht'in cevabı “sanat için tarafsızlık, yalnızca egemen taraftan yana olmak anlamını taşır” olmuştur.
Nedim Serkan Durak
 

nilüfer

Üye
Yeni Üye
Katılım
29 Kas 2008
Mesajlar
246
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
Sanatsal estetik ile estetiğin siyasallaştırılması üzerine (2)

Estetiğin siyasal olanla harmanlanması mücadelesi ile bunu reddeden bakış açısı, gelinen noktada artık uzlaşmaz bir karşıtlık olarak boy gösterir. Aynı şekilde, devlet ve toplum arasında görülen karşıtlığın 19. yüzyılın 'tarafsız' “liberal” devletinden 20. yüzyılın 'tarafsız' “demokratik” devletine doğru evrilen sürecinde özellikle 19. yüzyıl başlarından 20. yüzyıl ortalarına dek kesintisiz ve ivmelenerek devam eden işçi hareketlerinin/devrimlerinin rolü nedeniyle aşınmasıyla birlikte siyasalın, eskiden idare biliminin konusu olan toplumun iç işleyişinde de temel mekanizma haline geldiğini görürüz. Tıpkı, içinde yaşadığımız 21. yüzyılın tamamlanmış olan şu ilk on yılında bu evrimleşmenin tam bir tersinleme harmanlanmasıyla 'tarafsız' “liberal-demokratik” devlete doğru hızla yol aldığını görmemiz gibi.

Siyasetin estetikleştirilmesiyle ilgili olarak ortaya çıkan sorun, biçimin içerik karşısında ağırlık kazanarak onu aşma noktasına gelmesi ama tam da o noktaya geldiğinde kendinde içeriği içselleştirmesi ile çözülebilir gibi görünüyor. Örneğin ister faşist ister liberal-demokrat olsun, bu siyasetlerin, toplumsal içeriği baskı altında tutan ve onu hiçleyen estetik anlayışa karşı gösterilecek olan tutum ancak; hayatın “gri gerçekliğinin” durağan ve katı niteliği, her durumda o durağanlığından kurtarılıp eyleme alan açacak tarz ve “katı olanı buharlaştıracak” bir forma dönüştürülerek kırılabilir.

Peki bu nasıl olacak? Burada Brecht'e başvurmakta yarar var. Brecht, toplumsal durumdaki sorunu, burjuvazinin egemenliği altında, doğa bilimleri alanında gerçekleştirilen gelişmelerin ve bu gelişmelerin ortaya çıkmasına kaynaklık eden bilimsellik anlayışının topluma yöneltilememesi olarak saptar. Brecht'te siyasal vurgu, bu anlayışın toplumda yaygınlaştırılmaya çalışılması gerektiği üzerine yapılır.

“Bir egemenliğe dönüştürdüğü yükselişini bilime borçlu olan, bu dönüştürmeyi bilimin yararlarını tekeline alarak gerçekleştiren burjuvazi, bilimsel bakış açısının kendi girişimlerine çevrilmesi durumunda egemenliğinin son bulacağını iyi bilmektedir” diyen Brecht’in, burjuvazinin hegemonik yapısıyla ilgili saptaması budur ve bu yapıya karşıt olarak ortaya koyup, sınıf mücadelesi terimleri içerisinde açıkladığı bilimsellik anlayışının bir davranış tarzı olarak önerilmesi, anlamını burada bulur.

Şair ve oyun yazarı Jean Cocteau, “onsuz edilemeyen bir şeydir şiir ama neden onsuz edilemez, bir bilsem” diyordu. Bu söylemi Ernst Fischer, şu sözlerle yorumlar: “Sanatın gerekliliğini olduğu kadar, burjuva dünyasındaki tartışılabilir yerini de bu alaycı şaşırtmaca ile özetliyor Jean Cocteau.” Evet, burjuva dünya ve kendisinin belirlediği estet değerlere bağımlı kıldığı, kılmaya çalıştığı bu dünyada sanat... Devamında Fischer, “Sanatın Gerekliliği”nde şunları söyler:
“Sanatın varlık nedeni hiçbir zaman bütünüyle aynı kalmaz. Sınıflara bölünmüş, bir iç çatışmayı sürdüren toplumda sanatın görevi, başlangıçtaki görevinden birçok bakımlardan ayrılır. Bununla birlikte, toplumsal durumlar değişse bile, sanatın hiç değişmeyen, bir gerçeği yansıtma niteliği de vardır. İşte biz yirminci yüzyıl insanını tarihöncesi mağara resimleri karşısında ya da çok eski ezgileri dinlerken heyecanlandıran, sanatın bu niteliğidir.”

Nazi Almanyası döneminde, Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı olarak görev yapan Joseph Goebbels'in “kültür kelimesini duyduğum zaman, elim, silahımın kabzasına gidiyor” sözünde ifadesini bulan ve burada üzerinde durmaya dahi gerek olmayan bu faşist zihniyeti bir yana koyacak olursak, gerek geçmişin gerekse bugünün hemen tüm sağ ve 'sol' liberallerinin, bırakalım sanatın gerekliliğini, sanatın anlamı noktasında dahi ya hiçbir şey söylememeleri ya da sanki “tarihöncesi mağara resimleri”nden bu yana insanlığın binlerce yıldır üst üste koyduğu tüm o kültürel-sanatsal miras ve birikim hiç yokmuş gibi davranıp silbaştan teoriler yaratma gayretkeşlikleri “post”çularla olan yakın akrabalıklarını tam da burada ortaya çıkartıyor.

“İdeolojik Mücadelede 'Aydın' Sorunsalımız” başlıklı makalesinde Kemal Okuyan “bir kuraldır demeyeceğim ama bir eğilim olarak tarihte ilerici hareketler, ilerici hareketin içindeki devrimci ve komünist damar öncelikle 'aydın' kimliğiyle sahneye çıktılar, sonra toplumsallaşıp emekçi karakter elde ettiler. Çok şaşırtıcı değil, madde ve toplumsal gerçeklik ilk çıkış noktasıdır ama onu kavramak ve ona şekil vermek isteyen için. Kavrayış ve şekil verme iradesinin ortaya çıkışında aydınların rolünü teslim etmek gerekiyor” derken, bu sorunsalda gerçek, namuslu aydının toplumsallaşma kanallarının açılmasındaki hayati önemin altını çiziyor. Okuyan, aynı makalesinin bir yerinde, her ne kadar, yeterince somut örnekleme ve çözümlemelere giremediğini söylese de aslında “elimizdeki muazzam kaynakları sürekli tüketmekten vazgeçmek için çok kapsamlı bir planlama yapmalı ve bugünkü pusulasızlıktan kurtulmalıyız” önermesiyle somutu da net bir şekilde gösteriyor. Mevcut kaynakları tüketmekten sıyrılıp onları aktif hale getirmek ama bunun da ötesinde yeni, yepyeni kaynaklar bulup o kaynaklara yeni kanallar açmaktan geçiyor, 21. yüzyıl Türkiyesi'nin aydınlanma mücadelesine verilecek katkı.

Marx, “Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i” adlı yapıtına “Hegel, bir yerlerde, dünya tarihindeki tüm büyük olguların (...) iki kez ortaya çıktığını söyler. Şunu eklemeyi unutmuş: Birinde trajedi, diğerinde komedi olarak” diyerek giriş yapar. İnsanlık tarihinde 19. yüzyılın 'tarafsız' liberalizasyonu bir trajedi, 20. yüzyılın 'tarafsız' demokrasisi ise komedi olarak yaşanmışsa ve 21. yüzyılın tamamlanan şu ilk on yılı siyasal arenada “küreselleşmenin nimetleri” ve sanat alanında da reel olandan kopuk “bol post'lu ürünler yığını” halinde karşımızda duruyorsa, o zaman bu dönemi de “trajikomik” olarak adlandırabiliriz.

Ta ki, siyasal arenada “boyun eğmeyen” insanların sayısını her geçen gün daha bir çoğaltana ve ta ki, sanat
alanında “tüm sanat dalları, sanatların en mükemmeli olan yaşama sanatına hizmet eder” hale gelene dek.

Nedim Serkan Durak
 

glsezinrs

Kahin
Yeni Üye
Katılım
12 Ara 2010
Mesajlar
1,358
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Cevap: Sanatsal estetik ile estetiğin siyasallaştırılması üzerine

Bir bilmece:
Ankara'da bir müze....resimler...soba yaldızı...temizlik görevlileri..
Yukarıdaki sözcükleri uygun biçimde yerli yerli oturtursanız, bilindik bir atasözü bulacaksınız..Haydi fazla yorulmayın.
Cevap: Eşek hoşaftan ne anlar.
 

ihaveanidea

Filozof
Yeni Üye
Katılım
25 Ocak 2017
Mesajlar
848
Tepkime puanı
8
Puanları
18
Sanatın,siyasallaşmasının ya da olumsuzunun edimi yerine geldiğinde sanat ve siyasilik bütüncülleşir.

Buradan hareketle ne oradan estetik bir zevk alırız ne de önemli bir siyasa ölçek buluruz.



Buradan anlamamız gereken toplumsal kaygı güden sanatın,evrim geçirmesi ile sinek iken kanguru olması gibi rastgele hata olarak karşımıza çıkar.



Dadaizm ya da fütürizm gibi sanatlar toplumsal ve ekonomik çıkarlar gözetebilecek yatkınlıktayken egzistanyalist ya da empresyonist sanatlar bireyci çıkarlar ile yetinmiştir.

Buradan bile sanatın kendi içinde gerçekleşen rastgele hatanın,sistemli hataya doğru evrildiğini nihayetinde sabit hata,kökten hata ile sonuçlanacağı kanısındayız.



Siyasalın ilgilenmesi "siyasa" iken sanatın ilgilenmesi "estetik"tir.



Duygusal ya da psikolojik anomi,sanatın ve siyasalın ortak buluşabildiği tek yerdir.

Her ikisi de bir yerden durumu resmedebilir,anlatabilir,sorgulayabilir.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst