- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 13 May 2008
- Mesajlar
- 1,906
- Tepkime puanı
- 174
- Puanları
- 63
Aristoteles’ten sonra kadim felsefede dinsel düşüncelerin yani ilâhiyatın hâkim olduğu bir dönem başlar. Neo-Platoncu dönemin en önemli vurgusu,Tanrıdan sudur etmiş varlıklar silsilesi kurarak, bir anlamda Platon ve Aristoteles düşüncelerini uzlaştırma girişimi olmuştur. Plotinus, Devlet kitabında anlatılan İyi ideasını Platon’un Parmenides’te anlattığı başka bir ide yani Bir ile özdeş saymaktadır.
Bunun anlamı, Platon’da gördüğümüz gibi, ideaların en büyüğünün her şeyin kaynağı olduğu ve bütün şeylerin biricik ilkesi olarak her türlü ahlâkî ve siyasî tecellinin Tanrıdan taştığıdır. Ancak şu da var ki, Plotinus’un sudur kuramındaki taşmanın asıl nedeni sevgiden başkası değildir. Buna rağmen Tanrı, kendisinden taşan akılların farkında olsa da, onların çıkışını zorunlu olarak izlemek durumundadır. Her türlü varlığa geliş, Tanrının rızası dışında gerçekleştiği için, değerlere ilişkin her yargı ve eylem, zorunlu olarak Tanrıdan taşmış olmaktadır. Patristik felsefenin oluşumuna neden olan Neo-Platoncu dünya görüşün Hıristiyan dünyasının etkisinde kaldığı ve ondan çokça etkilendiği bir gerçektir. Hıristiyan din adamları ve düşünürleri tarafından ortaya konan teolojik felsefe yapma biçimi, kadim felsefe okullarının etkisini de bir anlamda farklı bir yöne, dine mâletmiştir. Büyük metafizik sistemlerin ardından gelen bu uzlaştırmacı dinsel felsefe anlayışı, bilimi de kendisine destek yaparak bir başka dünya görüşünü, dinin hizmetindeki felsefî ve bilimsel dünya anlayışını ortaya çıkarmıştır. Kadim dünyanın kabûl ettiği birtakım kozmolojik ve bilimsel verileri kendi potasında eriterek, sırtını sağlam duvara dayayan bu Skolastik görüş, yüzyıllar boyunca hem felsefeyi yani metafiziği ve hem de onun alt dallarını oluşturan bilimleri kendi hegemonyasına tabi tutarak, bu anlayışa karşı olan her şeyi yakmayı ve yasaklamayı bir görev bilmiştir. Artık salt aşkınsal ilâhiyat olan metafiziğin değil, eklektik bir oluşum olan teolojinin hâkim durumda olduğu bir dünya görüşüyle karşı karşıyayız. Bu anlayış ilk önce Augustinus’un düşünceleriyle yoğrularak ortaya çıkmasına rağmen, Platonculuktan uzaklaşarak Aristotelesçi bir görünüme kavuşmuştur. Augustinus’un felsefesinde her türlü değer yargısı, sonuçta Tanrı tarafından bahşedilen bir hayatın göstergesidir. İnsanoğlunun yapması gereken şey, bu değerlerin kaynağını iyi anlamaktır. Yoksa ki, Tanrıdan kaynaklanan iyiliğin tersinde hareket etmek, kötülüğe mahâl vermek, Tanrıya karşı gelmek demektir. Kötülükler, Tanrının iradesine göre eylenmediği takdirde ortaya çıkan birtakım izafîliklerdir ki, Tanrının devleti, en yüce yaşamı varlığa sunan bir oluşumdur. Augustinus’un Platoncu din felsefesinin bir süre sonra yerini Aristotelesçi din felsefesine bıraktığını görürüz. Thomas Aquinas ile birlikte felsefe ve bilim artık tamamen dinin hizmetine girmiştir. Aslına bakılırsa, Thomas’ın yaptığı şey, teolojiyi felsefe ve bilimin sağlam verileriyle aynı kesinlikte bir düzeye yükseltmek olmuştur. O da mutlak iyiliğin yalnızca ilâhiyatın belirlediği şekliyle kabûl edilmesi gerektiğini savunmuş, siyaset ve hukukun yalnızca Tanrının belirlediği bir sisteme tabi olmasının zorunlu olduğunu ileri sürmüştü. Thomas, her türlü ahlâkî erdemleri Tanrıya yüklemenin gayet doğal olduğu görüşündedir. Rahipler felsefesi diye de bilinen Ortaçağ düşüncesinde tümeller tartışması felsefe adına kuşkusuz en akılda kalıcı şeydi. Kadim felsefenin tümel kavramlar aracılığıyla her şeyi adlandırma girişimi, elbette ahlâkî ve siyasî söylemleri de belirliyordu. Ancak Ockhamlı William, tümelleri yalnızca bir tikeller gurubunun adı olarak gören ve yalnız başına bir gerçekliği bulunmayıp sadece kavram olarak addeden nominalizm tarafında yer alarak,evrensel kabûl edilen şeyler konusunda bilimsel kuşkuculuğa varmıştır. Çünkü eğer evrensel değerler kümesi yoksa ve bu düşünce yalnızca insan zihninin soyutlamalarına aitse, bireyselciliğin kuşkucu eğilimine ulaşmanın, hatta bilimsel olanları bile bireyselciliğin potasında eriterek gerçekteyasaların bulunmadığını söylemenin çok zorolmadığı görülmelidir. Felsefe tarihinde bu olay Ockham’ın usturası diye meşhur olmuştur.
Ilyas Altuner
Bunun anlamı, Platon’da gördüğümüz gibi, ideaların en büyüğünün her şeyin kaynağı olduğu ve bütün şeylerin biricik ilkesi olarak her türlü ahlâkî ve siyasî tecellinin Tanrıdan taştığıdır. Ancak şu da var ki, Plotinus’un sudur kuramındaki taşmanın asıl nedeni sevgiden başkası değildir. Buna rağmen Tanrı, kendisinden taşan akılların farkında olsa da, onların çıkışını zorunlu olarak izlemek durumundadır. Her türlü varlığa geliş, Tanrının rızası dışında gerçekleştiği için, değerlere ilişkin her yargı ve eylem, zorunlu olarak Tanrıdan taşmış olmaktadır. Patristik felsefenin oluşumuna neden olan Neo-Platoncu dünya görüşün Hıristiyan dünyasının etkisinde kaldığı ve ondan çokça etkilendiği bir gerçektir. Hıristiyan din adamları ve düşünürleri tarafından ortaya konan teolojik felsefe yapma biçimi, kadim felsefe okullarının etkisini de bir anlamda farklı bir yöne, dine mâletmiştir. Büyük metafizik sistemlerin ardından gelen bu uzlaştırmacı dinsel felsefe anlayışı, bilimi de kendisine destek yaparak bir başka dünya görüşünü, dinin hizmetindeki felsefî ve bilimsel dünya anlayışını ortaya çıkarmıştır. Kadim dünyanın kabûl ettiği birtakım kozmolojik ve bilimsel verileri kendi potasında eriterek, sırtını sağlam duvara dayayan bu Skolastik görüş, yüzyıllar boyunca hem felsefeyi yani metafiziği ve hem de onun alt dallarını oluşturan bilimleri kendi hegemonyasına tabi tutarak, bu anlayışa karşı olan her şeyi yakmayı ve yasaklamayı bir görev bilmiştir. Artık salt aşkınsal ilâhiyat olan metafiziğin değil, eklektik bir oluşum olan teolojinin hâkim durumda olduğu bir dünya görüşüyle karşı karşıyayız. Bu anlayış ilk önce Augustinus’un düşünceleriyle yoğrularak ortaya çıkmasına rağmen, Platonculuktan uzaklaşarak Aristotelesçi bir görünüme kavuşmuştur. Augustinus’un felsefesinde her türlü değer yargısı, sonuçta Tanrı tarafından bahşedilen bir hayatın göstergesidir. İnsanoğlunun yapması gereken şey, bu değerlerin kaynağını iyi anlamaktır. Yoksa ki, Tanrıdan kaynaklanan iyiliğin tersinde hareket etmek, kötülüğe mahâl vermek, Tanrıya karşı gelmek demektir. Kötülükler, Tanrının iradesine göre eylenmediği takdirde ortaya çıkan birtakım izafîliklerdir ki, Tanrının devleti, en yüce yaşamı varlığa sunan bir oluşumdur. Augustinus’un Platoncu din felsefesinin bir süre sonra yerini Aristotelesçi din felsefesine bıraktığını görürüz. Thomas Aquinas ile birlikte felsefe ve bilim artık tamamen dinin hizmetine girmiştir. Aslına bakılırsa, Thomas’ın yaptığı şey, teolojiyi felsefe ve bilimin sağlam verileriyle aynı kesinlikte bir düzeye yükseltmek olmuştur. O da mutlak iyiliğin yalnızca ilâhiyatın belirlediği şekliyle kabûl edilmesi gerektiğini savunmuş, siyaset ve hukukun yalnızca Tanrının belirlediği bir sisteme tabi olmasının zorunlu olduğunu ileri sürmüştü. Thomas, her türlü ahlâkî erdemleri Tanrıya yüklemenin gayet doğal olduğu görüşündedir. Rahipler felsefesi diye de bilinen Ortaçağ düşüncesinde tümeller tartışması felsefe adına kuşkusuz en akılda kalıcı şeydi. Kadim felsefenin tümel kavramlar aracılığıyla her şeyi adlandırma girişimi, elbette ahlâkî ve siyasî söylemleri de belirliyordu. Ancak Ockhamlı William, tümelleri yalnızca bir tikeller gurubunun adı olarak gören ve yalnız başına bir gerçekliği bulunmayıp sadece kavram olarak addeden nominalizm tarafında yer alarak,evrensel kabûl edilen şeyler konusunda bilimsel kuşkuculuğa varmıştır. Çünkü eğer evrensel değerler kümesi yoksa ve bu düşünce yalnızca insan zihninin soyutlamalarına aitse, bireyselciliğin kuşkucu eğilimine ulaşmanın, hatta bilimsel olanları bile bireyselciliğin potasında eriterek gerçekteyasaların bulunmadığını söylemenin çok zorolmadığı görülmelidir. Felsefe tarihinde bu olay Ockham’ın usturası diye meşhur olmuştur.
Ilyas Altuner