Nazım Hikmet Ran

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Kimdir? kategorisinde fides tarafından oluşturulan Nazım Hikmet Ran başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 8,100 kez görüntülenmiş, 12 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Kimdir?
Konu Başlığı Nazım Hikmet Ran
Konbuyu başlatan fides
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Objectivity

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
nazmhikmetlt6.jpg

[size=11pt]Kimilerine göre dünyaca ünlü bir şair, kimilerince “kartpostal şairi” ve kimilerince de aşklarıyla, sevdalarıyla ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan dahiyane yetenekte bir komünist şair olmasıdır. Yaşamında da ölümünden sonra olduğu gibi bazen yere göğe sığdırılamamış bazen de yerin dibine batırılmıştır. Ama kim ne derse desin Nazım Hikmet eşsiz bir komünist şair olarak yüreklerimizde yaşayacaktır. Bu yazı, onun hatırasını ve ortak davamız olan komünist bir dünya yaratma mücadelesindeki önemli yerini anmak amacıyla yazılmıştır.
* * *

1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin…




15 Ocak 1902’de Selanik’te doğan Nazım Hikmet, kendi Otobiyografi’sinde de söylediği gibi bir daha doğduğu şehre dönmemiş, dönememiştir. Kavgayla, mücadeleyle geçen koca bir ömür ona bu fırsatı tanımamıştır. Çocuk denecek yaşlarda şiirle ve resimle uğraşmaya başlamış, ama şiiri ve edebiyatı hiçbir zaman salt sanatsal bir uğraş olarak görmemiş, daima ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlığa karşı dövüşenlerin yanında yer almıştır. Yaşadığı hayata, hayatın getirdiklerine karşı tarafsız olmamış, toplumsal sorunlara karşı duyarlı olmayı, halkını ve ezilenleri aydınlatmayı bir görev olarak kabul etmiştir. Onun durduğu taraf, kaypak küçük-burjuva aydınların veya salt entelektüel kaygılarla “sanat” yapanların tarafı değil, tarih bilincine sahip, materyalist ve fikirleri uğruna mücadeleye girenlerin tarafıdır:

“Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim; övündüğüm tek şey budur. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek yazar göstermek kuşkusuz zor olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olamaz.”[1]

Nazım Hikmet’in bu yönü şiir yazmaya başladığı ilk gençlik yıllarına kadar uzanır. Özgürlükçü ve ilerici düşüncelerin beslediği bir aile ortamında büyüyen Nazım’ın şiirlerinde, içinde yaşadığı dönemin toplumsal sorunları hep yer almıştır. Emperyalistlerin pençesinde inleyen ülkesine ve halkına karşı bir sorumluluğu olduğunu düşündüğünden, ilk gençliğinde yazdığı şiirler vatanseverlik ve kahramanlık duygularıyla doludur. Öyle ki, sonunda kendisi de işgal karşıtı mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçmeye karar verir.

Sosyalist fikirlerle de ilk kez Anadolu’da tanışır. Ankara’da ve daha sonra öğretmenlik yapmak üzere gönderildiği Bolu’da yaptığı gözlemlerin ve buralarda tanıştığı sosyalistlerin etkisiyle sosyalist fikirlere olan ilgisi daha da artar. Bu kısa deneyimin ardından, devrimi bizzat görmek amacıyla Sovyet Rusya’ya gitmeye karar verir. Burada geçirdiği iki yıl boyunca siyasal kimliği iyice sağlamlaşır ve gelişir. 1923 yılında TKP’ye üye olması, artık kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştirdiğinin bir göstergesidir. Şiirleri ve yazılarıyla da bu kimliğini ortaya koymaktan geri durmaz. Artık onun şiiri, sosyalizm mücadelesinde ve işçi sınıfının hizmetinde bir silah olarak kullanılacak, ölümünden sonra bile on binlerce genç insan onun şiirleri sayesinde sosyalizm ve devrim mücadelesinin saflarına katılacaktır. 1923’te yazdığı Şair adlı şiirinde kendi şairliğini şöyle tarif etmektedir:

Şairim
şiirden anlarım,
en sevdiğim gazel
Anti Dühringidir Engelsin..

Şairim
bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım..
Fakat asıl
şaheserime
başlamak için
Hafızı Kapital olmayı bekliyorum.

1924 Aralığında mücadeleye katılmak amacıyla tekrar Türkiye’ye döner. Bir yandan TKP’nin merkez yayın organı Orak-Çekiçgazetesine ve Aydınlık dergisine yazılar, şiirler yazarken diğer yandan da partinin örgütlenme çalışmalarına katılır. Polis takipleri, tutuklamalar ve mahkemelerle geçen 5 yıl içerisinde bir kez daha yurt dışına çıkar ve geri döner. Uğruna hayatını ortaya koyduğu partisi için Kemalist diktatörlüğün en azılı saldırılarına maruz kalır. Ama o, bu yolda büyük fedakârlıklara katlanmış ne ilk ne de son devrimci olduğunun da bilincindedir. Kaybettiği yoldaşlarının anısına Güneşi İçenlerin Türküsü’nü kaleme alır:

Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.

Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!

1929 yılı ise, hayatında ikinci bir dönüm noktasını oluşturur. Bir yandan şiirleriyle edebiyat dünyasında fırtınalar estirirken, öte yandan TKP içinde parti merkeziyle ve Şefik Hüsnü’yle ciddi bir polemiğe girmiş, karşılıklı eleştirilerin artık partinin günlük faaliyetini bile etkilemeye başlaması nedeniyle TKP merkeziyle arası iyice açılmıştır.

Günlük olaylardan, yurt ve dünya sorunlarına kadar pek çok konuda yazı ve şiirler yazan Nazım Hikmet, bir yandan da egemen sınıfların ve emperyalistlerin uşaklığını yapan edebiyat anlayışlarına karşı savaş bayrağını açmıştır. Gerçek sanatın halkın hizmetinde olması gerektiğini düşündüğünden, eserlerinde ezilenlerin ve sömürülenlerin daha iyi bir dünya kurma mücadelesine ses vermekte, kurtuluş kılavuzunun Marksizm olduğunu yinelemektedir.

Parti politikalarına bir türlü uyum sağlayamadığı ve parti merkeziyle arasının gittikçe açıldığı bu dönem, Şefik Hüsnü’nün parti üzerinde otoritesini kurmuş olduğu yıllardır. Şefik Hüsnü ile sürekli sert tartışmalara girdiğinden, sonunda iş Nazım’ın parti merkezinden tamamen kopmasına kadar varır.

1929 yılı ortalarında Pendik yakınlarındaki Pavli adasında kendisinden başka 7 kişinin[2] daha katıldığı bir toplantı düzenler. Toplantıya katılanlardan Zeki Baştımar, Komintern’in TKP merkezinden yana çıkması üzerine sonradan bu muhalif komiteden ayrılmış, diğerleri ise Komintern’in talimatı üzerine “Troçkistlik ve polis muhalefeti” suçlamasıyla partiden atılmışlardır. Ancak Nazım Hikmet ve grubu bu hükmü tanımamış ve kendilerini gerçek TKP saymaya devam etmişlerdir. Yine de Nazım’ın başlattığı bu muhalefet, uzun süre devam etmesine rağmen hiçbir zaman istenen etkiyi yaratmamıştır.

Nazım’ın TKP merkezine karşı yürüttüğü muhalefetin ardından gelen 30’lu yıllar, CHP’nin tek parti iktidarının Avrupa’da yükselen faşizmin etkisine girmeye başladığı bir dönemdir. Devletçilik politikaları ile yaratılan baskıcı ortamda, devlet güya “sınıflar üstü” bir konuma yükseltilerek, “milli şef”in önderliğinde parti ve devletin birliğini hedefleyen faşizan bir yönelime girilmiştir. Yasakların ve baskıların alabildiğine arttığı bu koşullarda, zaten daha 1925’lerde komünist düşüncelerin basın-yayın yoluyla propaganda edilmesi yasaklandığından, Nazım birçok kereler sorgulanır, tutuklanır ve çeşitli baskılara maruz kalır. Ama her şeye rağmen mücadelesini sürdürür ve fikirlerini şiirlerinde dile getirmekten geri durmaz:

İtalya’da faşizm

Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından
ve Romalı bankerlerin demir kasalarından
geçip
İL DUÇE’nin dazlak kafasında dank demiş
bir nuuurdur
Taranta - Babu..

Bu
nur
yarın
inecektir üstüne
Habeş ovalarında mezarların.

Fakat askeri ve sivil bürokrasi içinde çöreklenmiş olan faşist kadroların gözünde, artık Nazım Hikmet gibi komünistlerin defterinin dürülmesinin zamanı gelmiştir. Böylece, Nazım Hikmet’e ve TKP kadrolarına karşı bir komplo hazırlanır.

Ocak 1938’de son derece düzmece iddialarla gözaltına alınır ve hemen Divan-ı Harbe sevk edilir. Önce Harp Okulu öğrencileri arasında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 15 yıl ağır hapis cezası alır. Henüz Harp Okulu davasının yankıları sürerken bu kez de bir Donanma Olayı patlak verir. Yavuz zırhlısındaki askerlerin dolaplarında Nazım Hikmet’in şiir kitaplarının bulunmasıyla birlikte “donanmayı isyana teşvik”le suçlanır. Hakkında hiçbir delil olmadığı halde tamamen keyfi kararlarla yargılanır ve 15 yıl daha ceza alır. Önceki mahkûmiyeti de hesaba katılarak cezası 28 yıl 4 aya indirilir.

Olay hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük sansasyon yaratır. Nazım Hikmet’in ve onunla birlikte pek çok solcu, muhalif ve aydının böylesi kasıtlı ve düzmece suçlamalarla keyfi biçimde hapsedilmeleri karşısında tepkiler yükselmeye başlar. Özellikle dünya basınında Türkiye’nin faşist bir rejime sürüklendiği yönünde yazılar çıkmaya başlar. Kendisi de davasını Fransa’daki “Dreyfus” olayına benzetir ve Nazım Hikmet mahkemedeki konuşmasında durumu, “Bu bir komplodur. Önceden senaryo edilmiş bir komplo olduğu mahkeme aşamalarındaki, çocukların verdiği ifadelerden de bellidir” diyerek ifade eder.

31 Ağustos 1938’de İstanbul (Sultanahmet) cezaevine yollanan Nazım Hikmet, orada Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte hapis yatar. Buradayken uzun yıllarını alacak olan Kuvâyı Milliye Destanı’nı yazmaya başlar. Amacı emperyalist işgalcilere karşı çeşitli fedakârlıklara katlanarak mücadele vermiş bir halkın portresini çizmek, bu savaşta hayatını ortaya koyanların anısını yaşatabilmektir. Savaşı verenlerin Kemalist kadrolardan ibaret olmadığı, destanı asıl yazanların kimler olduğu ustaca resmedilmiştir:

Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;

korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar

ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Zorlu ve çileli günler yaşamasına rağmen umudunu ve inancını korumaktadır. Cezaevindeki günlerini de boş geçirmez. Mektuplarıyla Kemal Tahir’i, konuşmalarıyla da Orhan Kemal ve İbrahim Balaban’ı yetiştirir. Ayrıca kendisiyle birlikte mahkûm edilmiş olan Harp Okulu öğrencileriyle de aynı cezaevinde olduğundan onlarla da ilgilenme fırsatı bulur. Bu gençlerin hepsi de ileride şair, edebiyatçı ve ülke sorunlarına duyarlı insanlar olarak yetişirler. Birlikte olduğu tutuklulara Fransızca öğretmeye başlar. Hatta hapishane müdürüne aldırttığı 3 adet dokuma tezgâhını diğer mahkûmlarla birlikte çalıştırarak yoldaşlarına, arkadaşlarına ve ailesine para bile gönderir. Kısacası Nazım Hikmet uzun hapislik yaşantısı boyunca karamsarlığa kapılmamak, mücadeleyi bırakmamak ve yaşamı her zaman ciddiye almak gerektiğini savunmuştur:

Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
Yani o derecede, öylesine ki,
Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
Yahut kocaman gözlüklerin,
Beyaz gömleğinle bir laboratuarda
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
Hem de en güzel, en gerçekçi şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Ne var ki, içeride olmanın ve dışarıda yürüyen kavgaya katılamamanın verdiği burukluktan da kurtulamaz. Devlet desteğini arkalarına almış olan ırkçı ve faşist gruplar, ilerici ve sol düşünceli aydınlara saldırmakta, gazeteleri ve dergi bürolarını basmaktadırlar. Cezaevinde bulunan Nazım, tüm bu olaylara ve alabildiğine baskıcı uygulamalara karşı “bir şey yapamamanın” ezikliğini yüreğinde hissetmektedir. Sadece Türkiye’de yükselişe geçen gericiliğe ve faşizme karşı değil, dünyanın diğer ülkelerindeki gericiliğe ve faşizme karşı da güçlü kalemiyle dile getirir düşüncelerini:

Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim
Akarsuyun
Meyve çağında ağacın
Serpilen gelişen hayatın düşmanı
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına
-çürüyen diş, dökülen et-
bir daha dönmemek üzere yıkılıp gidecekler
ve elbette sevgilim, elbet
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…

Açlık grevine yatar, ara verir, tekrar başlar… Ama umudunu hiçbir zaman yitirmez. Oğlunun durumuna dayanamayan annesi Celile Hanım da, 65 yaşında olduğu halde açlık grevine başlar. Bir yandan da Galata köprüsünün başında oğlu için imza toplamaktadır. Hastanede yanına gelen annesinin eline Nazım Hikmet aşağıdaki şiiri tutuşturur:

Kardeşlerim!
Size söylemek istediklerimi
Doğru dürüst söyleyemiyorsam eğer
Kusura bakmayın
Sarhoşum, başım dönüyor biraz
Rakıdan değil
Açlıktan hafif tertip
Kardeşlerim!
Avrupalım, Asyalım, Amerikalım,
Ben bu Mayıs ayında
Ne hapisteyim, ne açlık grevinde
Yatıyorum çimenin üstünde geceleyin
Gözleriniz yıldızlar gibi başucumda
Ve elleriniz bir tek el gibi avucumda.


14 Mayıs 1950’de Demokrat Partinin iktidarı ezici bir çoğunlukla kazanmasıyla birlikte umutlanan dostlarının tavsiyeleri üzerine, sağlığı iyice bozulan Nazım Hikmet açlık grevine son verir. Uzun ve zorlu çabalardan sonra çıkan af yasasından yararlanarak 13 yıl 5 ay sonra özgürlüğüne kavuşur.

Ne var ki, tutsaklığı bitmesine rağmen polis peşini bırakmaz. Sürekli izlenmekte, kapısında polis arabaları beklemektedir. Nereye giderse, ne yaparsa polis tarafından takip edilmektedir. Kısa bir süre sonra da askere çağrılır. 50 yaşında ve kalbinden rahatsız olan Nazım Hikmet, çürük raporu ile ordudan atılmış olmasına rağmen tekrar “er” olarak askere çağrılmasının altında başka niyetler olduğunu düşünmektedir. 17 Haziran 1951’de Karadeniz’de kendisini alacak bir gemiye rastlama umuduyla Tarabya sahilinden kalkan bir sürat motoruyla denize açılır ve çok sevdiği memleketinden bir daha dönmemek üzere ayrılmış olur. Maceralı bir yolculuğun ardından 29 Haziran’da Moskova’ya varır. Artık Nazım için hasret dolu günler başlamıştır.

Kısa bir süre sonra Dünya Barış Konseyi’ne seçilir. Kendisine Polonya pasaportu çıkartılır ve ülke ülke dolaşarak barış elçiliği yapar. Bu ülkelerle ilgili duygularını, izlenimlerini yansıtan pek çok şiir kaleme alır, fakat sevdiği toprakları, karısını ve oğlunu bir türlü unutamaz:

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

25 Temmuz 1951’de bakanlar kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkartılır. Kararın gerekçesi “…komünizmi yaymak maksadını gütmek, neşriyatıyla Sovyet hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmek” olarak açıklanır. Nazım için bundan sonraki yıllar, hastalığı ve hasretliği ile geçecektir. 1952’de Çin gezisinde ağır bir kalp krizi geçirir.

Dışarıda geçirdiği ilk yıllarında ve özellikle de Doğu Bloku ülkelerini gezip gördükçe şaşkınlığa düşmekten kendini alamaz. SSCB’deki rejim ve bu ülkelerdeki durum, ona, yıllarca sosyalizm diye bilinen bu toplumlarda yaşananların, anlatılanlardan çok farklı olduğunu gösterir. Gözünün önündekileri görmemek gibi bir adeti olmadığından, bu dönemde yazdığı bazı şiir ve oyunlarda alttan alta bürokrasiyi yermeye başlar. Hatta bu düşünceleri bir süre sonra Sovyet bürokrasisi tarafından da fark edilir ve İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? gibi oyunlarının sahne alması engellenir. Kendisine de ima yollu uyarılar gönderilmeye başlanır.

Aynı yıl Adnan Menderes’in başbakanlığındaki TC hükümeti SSCB’ye karşı kurulmuş olan NATO’ya girebilmek için Kore Savaşına asker gönderme kararı alır. Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin kanlı planlarına ortak edilmesine tepki duyan Nazım, sürekli olarak Demokrat Parti hükümetini eleştiren yazılar ve şiirler yayınlamaya başlar. Açılışı 23 Sentlik Asker ve Davet şiirleriyle yapar:

Hayat pahalı biraz bizim memlekette
Mesela iki yüz elli gram et alabilirsiniz,
Koyun eti,
Ankara’da 23 sente,
Yahut iki kilo kuru soğan,
Yahut bir kilodan biraz fazla mercimek
Elli santim kefen bezi yahut,
Yahut da bir aylığına
Yirmi yaşlarında bir tane insan
Erkek

Bu arada Türkiye’deki ailesiyle görüşmesine izin verilmemektedir. Nazım içindeki hasret duygularını Karlı Kayın Ormanında şiirinde dile getirir. 1956 Şubatında çok sevdiği annesinin de ölümüyle iyice sarsılır. Ancak tüm acılarına ve hüzünlerine rağmen mücadeleden geri durmaz.

Onun şiiriyle ve konuşmalarıyla boş durmaması, dışarıdan da olsa ülkesinin ve dünyanın sorunlarına yönelik çalışmalarına devam etmesi TC hükümetini de fazlasıyla rahatsız etmektedir. Vatandaşlıktan çıkarılmış bile olsa Nazım Hikmet’in şiirleri her yaştan ve kesimden insanların üzerinde muazzam bir etki yaratmaktadır. Onun şiirlerini okumak, dinlemek ve söylemek bile egemenlerin şimşeklerini üzerine çekmek için yeterlidir. Fakat bu baskılar onun şiirlerinin gücünün ve etkisinin artmasından başka bir şeye yol açmaz. Sağcı bir gazetede yer alan “Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hâlâ” başlıklı yazı üzerine, Nazım Hikmet de vatan hainliği üzerine düşüncelerini dile getiren bir şiiriyle cevap verir:

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

O, Demokrat Partinin halk düşmanı ve emperyalizmin uşaklığından ödün vermeyen politikalarını eleştirirken Türkiye’de de yeni bir dönemin doğum sancıları başlamıştır. 27 Mayıs darbesine yol açan öğrenci olayları ve gösteriler onu o kadar heyecanlandırır ki, ülkeye gizlice dönmeyi bile düşünür. Kavgada yere düşenlere ve geride kalanlara Beyazıt Meydanındaki Ölü ve Hürriyet Kavgası adlı şiirleriyle ve yazılarıyla seslenir.

“Yalnız şiirlerim kendi memleketimde basılmadı, yalnız halkımın beni işitmesine izin verilmedi. Bu benim yaramdır. Bir şair için bundan acı bir şey olamaz. Ben bu şiirleri her şeyden önce kendi halkım için yazdım. Fakat herkes okuyor, o okuyamıyor.”

1962’deki Asya-Afrika Yazarlar Birliğinin kurultayında Çinli delegelerle arasında çıkan bir gerginlik yüzünden[3], Nazım’ın şiirleri, Çin’deki Kültür Devrimi sırasında Pablo Neruda ve Bertold.Brecht’in şiirleriyle birlikte yakılır. Ayrıca Ekim 1961’de yapılan SBKP’nin 22. Kongresine de çağrılmamıştır. Nazım bir şeylerin ters gittiğini hissetse de sebebini anlayamaz, öfkelenir:

“Bütün muhabirler orada, hatta burjuvalar bile, ama beni çağırmadılar! Yoksa ben burjuva muhabirlerden daha mı tehlikeliyim? Unuttular mı, yoksa çağırmak mı istemediler beni?”

Bu sorularının cevabını hiçbir zaman alamayacak, ama eleştirilerine devam etmekten de geri durmayacaktır. Ocak 1962’de SSCB pasaportunu aldığında SBKP Merkez Komite üyelerinden biri kendisine yaptığı açıklamada, onu kurultaya getirmesini TKP’nin harici büro üyesi İ. Bilen’den defalarca istediklerini, fakat İ. Bilen’in her seferinde kendisinin gelemeyecek kadar hasta olduğunu söylediğini anlatır. Bu olay Nazım’da adeta şok etkisi yapar. Bilen’in kendisini kıskandığını, hatta yerini kaptırmaktan korktuğunu düşünür. Kendisinin yıllarca partinin yönetici kadrosundan uzak tutulmasını da buna bağlar. Ayrıca İ. Bilen koyu bir Stalinistken kendisinin sürekli Stalin’i eleştirmesinin de SBKP’nin tavırlarını etkilediği kanaatine varır. Yine de kalemini sivriltmekten geri durmaz:

Taştandı tunçtandı kağıttandı iki santimden yedi
metreye kadar
Taştandı tunçtandı ve kağıttan çizmeleri şehrin
Bütün meydanlarında
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
Çorbamızdan bıyığı
Odalarımızdan gözleri
Ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın
Tuncun alçının ve kağıdın

1961’de Pravda ve Literaturya gazetelerinde yayınlanan bu şiirinde, Stalin’in diktatörlüğüne çatar. Tüm bu düşünceleri ve şiirleri Sovyet düşmanlığı şeklinde yorumlanır. Hatta 1963’te Lenin ödülünün kendisine verilmesi bile engellenir. Ancak her şeye rağmen Nazım, partisine olan inancı ve bağlılığından dolayı ciddi bir mücadeleye girmekten kaçınır. Dost gibi görünen düşmana karşı üstü örtülü bir üslup kullanmakla yetinmek zorunda kalır:

artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği,
elimi sıkarken sapladığı bıçak.

Maalesef hayatının bu son yıllarında parti ve devlet bürokrasisinin entrikalarıyla da uğraşmak zorunda kalmıştır. Gittikçe artan yurt özlemi ve bir şeyler yapamamanın verdiği acıyla son eşi Vera’ya “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir, ülke içinde mücadele etmesi gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun?” diyecek, hiç değilse ölünce Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmesini isteyecektir:

Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü,
Ölürsem kurtuluştan önce yani,
Alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

Yıllarca çektiği acılara, sıkıntılara, hasretliğe yiğitçe göğüs geren Nazım’ın kalbi, sonunda 3 Haziran 1963’te susar…

“Oturuk, bacakları uzanık, kolları iki yanına düşük, gazete ve mektuplar önüne saçık, mavi gözleri yarı açık” bir halde bu mavi gözlü dev, hayata veda eder.

Moskova’da Novo Deviçiye mezarlığına gömülür. Burası Çehov, Gogol, Mayakovski, Ostrovski gibi pek çok ünlü yazar ve şairin yattığı bir yerdir. Mezarına, üzerinde Nazım Hikmet’in kabartma figürü ve imzası bulunan kara mermerden bir anıt dikilir.

* * *

Nazım Hikmet’in ölümü bile onun şiirlerinin ve mücadelesinin sonraki kuşaklar boyunca dilden dile, ağızdan ağza aktarılmasını engelleyememiştir. Vatandaşlıktan çıkartılmış, şiirleri uzun yıllar boyunca yasaklı kalmıştır. Yaşamının büyük bir kısmı hapislerde ve yurt dışında geçmesine rağmen, egemenlerin korkusu bugün de devam etmektedir.

Ölümünün üzerinden 41 yıl geçmiş olsa da onun üzerine çok fazla şey söylemek, aşklarıyla, şiirleriyle, komünistliğiyle ve daha pek çok yönüyle ondan bahsetmek mümkündür. İşin aslı o, eksiğiyle fazlasıyla sadece bir insandır. Zaaflarını görmezden gelip göklere çıkaranlar da, onu yerden yere vuranlar da aynı ölçüde haksızdırlar.

Fakat Nazım Hikmet aynı zamanda, kısa süren hayatına sıradan bir insandan çok daha fazla şeyi sığdırabilmeyi de başarmış bir insandır. Hayatını tüm yönleriyle ve ayrıntılarıyla ele almak da kuşkusuz böylesi bir yazının sınırlarını fazlasıyla aşacaktır. Ölüm yıldönümünde onu hatırlatırken belli noktalara vurgu yapmak kaçınılmazdır.

Egemen sınıflar ve onların temsilcileri, Nazım’ın kavgacı, mücadeleci yanını, komünistliğini unutturmaya, sadece aşklarıyla, yurt sevgisiyle dolu yönlerini vurgulamaya çalışırlar. Onlara yakışan da budur zaten. Oysa Nazım’la aynı davayı savunan bizler için onun unutulmaması ve unutturulmaması gereken yanı devrimciliği, komünistliği ve hamuru bunlarla yoğrulmuş üstün şairliğidir.

En çok övündüğü şey 1923’te TKP’ye üye olmasıdır. Ölünceye değin partisi ve sosyalizm mücadelesi yaşamının merkezinde kalmıştır. Ne aşkları ne de hayatın getirdiği zorluklar onu ideallerinden ayırmaya yetmemiştir. Uzunca bir dönem partisinden koparmaya çalışmışlarsa da, o inatla direnmiştir. Partiye ve partili mücadeleye verdiği önemi şiirinde de dile getirmiştir.

Türkiye Komünist Partisi,
T.K.P.’em benim,
Seni düşünüyorum.
Sen dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın,
En büyük ustalığımız,
En ince hünerimizsin.
Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun.
Dünyada bir anılır şanlı soyun var:
Sen küçük kardeşisin V.K.P. (B) nin.
Sen bana bugün
Mübarek alnındaki yara yerinle
Ve işçi bileklerinde zincir izleriyle göründün,
Yürüyorsun dimdik, pırıl pırıl.
Ömrümde yalnız seninle
Ve senin safında olmakla övündüm…

Partisiyle birlikte işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele bir ömür boyu devam etmiştir. Ama işçi sınıfına bakışı, “yol arkadaşlığı”ndan öte bir düzeydedir. Kimi zaman aç yığınlar olarak, kimi zaman korkak ve cesur görünerek karşısına çıksa da, o her zaman geleceği ve ümidi görmüştür işçi sınıfının bağrında…

Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!

Ve işçi sınıfının davası uğruna verdiği mücadelenin zafere ulaşacağına dair inancı bir an olsun eksilmemiştir. Güneşli güzel günler göreceğimizden, motorları maviliklere süreceğimizden şüphesi yoktur. Ama zaferin kendiliğinden, kolaylıkla geleceğini de düşünmemektedir:

Varılacak yere
kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp
koparılacaktır...

Zafere giden yolda işçi sınıfı, mücadelesini bir yapı ustasının hüneriyle inşa etmeli, sabırlı ve fedakar olmalıdır. Yapıcılar türkü söylese de, “yapı türkü söyler gibi yapılmıyor” der.

İnsanlığı el kapılarını kapatmaya, insanın insana kulluğunu yok etmeye çağırır. Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamaya çağırır. Sosyalizmi anlatırken küçük-burjuva entelektüellerinin veya akademisyen bozuntularının yapaylığından ve sözde derinliğinden çok uzaktır. Amacı tam da anlaması gerekenlere sosyalizmi anlatmaktır:

Sosyalizm,
Yani şu demek ki, dayı kızı,
Sosyalizm,
Senin anlayacağın yani,
El kapısının yokluğu değil de
İmkansızlığı.
Sosyalizm
Devirmek dağları elbirliğiyle
Ama elimizin öz biçimini,
Öz sıcaklığını yitirmeden.
Sevgilimizin bizden ne şan, ne para,
Vefadan başka bir şey beklemeyişi…
Sosyalizm,
Yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,
Yahut mesela,
-bu seni ilgilendirmez henüz-
esefsiz,
güvenle,
emniyetle,
gölgeli bir bahçeye girer gibi
girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,
ve hepsinden önemlisi,
çocukların, ama bütün çocukların,
kırmızı elmalar gibi gülüşü…

Onun gözünde dava uğruna verdiği kavgasıyla yaşamı bir bütündür. Bu yüzden sevdalarını ve aşklarını ne gizler, ne de ideallerinin önüne koyar. Yeri geldiğinde gözü hiçbir şeyi görmeyen bir aşık, yeri geldiğinde en sevdiği insandan ve mutlu bir yaşantıdan bile uğruna vazgeçebilecek kadar davasına bağlı bir komünisttir. Aşık olmayı ne sadece iki insan arasında ne de sadece cinsel açıdan düşünür. Ona göre insan tutkuyla aşık olabileceği gibi, uğruna hayatını ortaya koyabileceği bir ideale de aynı ölçüde bağlanabilir: “Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün bir ormana, bir tek düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir.” Ona göre aşık olmak ayıp değil, marifettir:

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Diyebiliriz ki Nazım Hikmet, aşklarını ve ideallerini bir bütün içerisinde yaşamına sığdırabilmiş ender insanlardan biridir. Yeri gelmiş açlık grevinde, yeri gelmiş yoksulluktan açlık çekmiştir. Partisi uğruna her türlü fedakârlığa katlanmış, ama yıkılan putların altında da ezilmemiştir. Ölümle yüz yüze geldiğinde bile umudunu kaybetmemiştir. Yaşamı boyunca kimseye el açmamış, kimseden medet ummamıştır. Birçok aydının aksine davasına kendisini adadığı işçi sınıfına yabancılaşmamış, sırtına aldığı yükü dirençle, şarkısı tükenip bitmeden ve cennetini kaybetmeden, bilge bir savaşçı gibi taşımıştır. O, işçi sınıfına ve sosyalizm davasına inancı tam bir komünisttir.
 

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
Nazım Hikmet Ran ( 1902)- (03.06.1963)

Nazım Hikmet Ran ( 1902)- (03.06.1963)

1902 yılında Selanik'de doğmuştur. İlköğrenimini İstanbul'da Göztepe Taşmektep, Galatasaray Lisesi ilk bölümü (1914), Nişantaşı Numune Mektebi'nde tamamlamış, orta öğrenimi ise, Heybeliada Bahriye Mektebi'nda yapmıştır (1918). Nazım Hikmet Bahriye'yi bitirdikten sonra Hamidiye Kruvazörü'ne stajyer güverte subayı olarak verilmiş, bir gece nöbetinde üşütüp zatülcem olmuş (1919), sağlığını kazanamayınca askerlikten çürüğe çıkarılmıştır (1920).

Askerlikten ayrıldıktan sonra, İstanbul'un işgaline çok üzülen Nâzım Hikmet Millî Mücadele'ye katılmak üzere Anadolu'ya geçmiş, Bolu Lisesi'nde kısa bir süre öğretmenlik yapmıştır (1921). Rus devrimiyle ilgilenen şair, bir süre sonra Batum'dan Moskova'ya gitmiş ve Doğu Üniversitesi'nde ekonomi ve toplumbilim okumuştur (1922-1924). Yurda dönüşünden sonra Aydınlık dergisine katılmış, burada çıkan şiirlerinden ötürü hakkında "gıyaben" mahkumiyet kararı verildiğini öğrenince yeniden Rusya'ya kaçmış, af çıkması üzerine Türkiye'ye dönmüş ve bir süre Hopa cezaevinde tutuklu kalmıştır (1928).

Nâzım Hikmet daha sonra İstanbul'a yerleşmiş, çeşitli gazete ve dergilerle film stüdyolarında çalışmış, ilk şiir kitaplarını çıkarmış ve oyunlarını yazmıştır (1928-1932). Bir ara yine tutuklanmış, Cumhuriyet'in 10. yılı dolayısıyla çıkarılan af yasası ile serbest bırakılmıştır. Akşam, Son Posta, Tan gazetelerinde Orhan Selim takma adıyla fıkra yazarlığı ve başyazarlık yapmıştır (1933).

Kara Harp Okulu öğrencileri arasında propaganda yaptığı iddiasıyla yargılanmış, Harp Okulu Askeri Mahkemesi'nce 15 yıl, ardından Donanma içinde faaliyette bulunduğu iddiasıyla da Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nce 20 yıl olmak üzere toplam 35 yıl hapis cezasına çarptırılmış, cezası Türk Ceza Kanunu'nun 68 ve 77 maddeleri uyarınca 28 yıl dört aya indirilmiştir (1938). Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra çıkarılan af yasası (1950) kapsamına alınması için açılan büyük bir kampanyanın ardından, hukukçular yasal yollara başvurmuş, bu arada Nâzım Hikmet de hapishanede açlık grevine başlamıştır. Sonunda Nâzım Hikmet'in geri kalan cezası affedilmiş ve şair 13 yıl hapislikten sonra hürriyete kavuşmuştur.

Serbest bırakıldıktan sonra iş bulamayan, kitap çıkaramayan şair için bu kez askerlik kararı alınmış, 50 yaşında ve hasta olan Nâzım Hikmet çok zor durumda kalmıştır. Öldürülmekten korkan şair, kız kardeşinin kocası Refik Erduran'ın yardımıyla bir motorla Karadeniz'de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek Türkiye'den ayrılmıştır.Bundan sonraki hayatı baskı altında ve zorunlu sovyet propogandası yapmakla geçmiştir. Nâzım Hikmet, 3 Haziran 1963 tarihinde Moskova'da ölmüştür.

YAZI HAYATI Nâzım Hikmet, hece vezniyle yazdığı ilk şiirlerini Yeni Mecmua, İnci, Ümit ve Celal Sahir (Erozan)'ın çıkardığı Birinci Kitap, İkinci Kitap vb. dergilerinde yayımlamıştır. "Bir Dakika" adlı şiiriyle Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birincilik kazanmıştır (1920). Daha sonra Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Resimli Herşey, Her Ay gibi dergilerde yazan Nâzım Hikmet cezaevine girdikten sonra yıllarca yayın yapamamıştır. Ancak, 1940'lı yıllarda, Yeni Edebiyat, Ses, Gün, Yürüyüş, Yığın, Baştan, Barış gibi toplumcu dergilerde İbrahim Sabri, Mazhar Lütfi takma adlarıyla ya da imzasız olarak bazı şiirleri çıkmıştır. Kuvâyı Milliye Destanı İzmir'de Havadis gazetesinde tefrika edilmiştir (1949). Destanı Yön dergisi yayınlayarak (1965) Nâzım Hikmet'i yeniden okurlara ulaştırmıştır.

ESERLERİ ŞİİR: 835 Satır, Jokond ile Si-Ya-U, Varan 3, 1+1=1 (Nail V. ile), Sesini Kaybeden Şehir, Benerci Kendini Niçin Öldürdü , Gece Gelen Telgraf, Taranta Babu'ya Mektuplar, Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı, Kurtuluş Savaşı Destanı, Saat 21-22 Şiirleri, Memleketimden İnsan Manzaraları, Rubailer, Dört Hapishaneden, Yeni Şiirler, Son Şiirleri. OYUN: Kafatası, Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi, Unutulan Adam, İnek , Ferhat ile Şirin, Enayi, Sabahat, Yusuf ile Menofis, İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu ? ROMAN: Kan Konuşmaz, Yeşil Elmalar, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim.

YAZILAR: İt Ürür Kervan Yürür (Orhan Selim takma adıyla), Alman Faşizmi ve Irkçılığı, Milli Gurur, Sovyet Demokrasisi.

MEKTUPLAR: Kemal Tahir'e Hapishaneden Mektuplar, Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar, Bursa Cezaevinden Vâ-Nû'lara Mektuplar, Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları (Adalet Cimcoz'la Mektuplar, Haz. Ş. Kurdakul), Piraye'ye Mektuplar.

MASAL: La Fontaine'den Masallar (Ahmet Oğuz Saruhan adıyla), Sevdalı Bulut.

HAKKINDA YAZILANLAR

Nazım Hikmet'in Aşkları
Sevdayım Tepeden Tırnağa
A.Emin Karaca
Gendaş Kültür / Araştırma-İnceleme Dizisi

Nazım Hikmet'in yaşamında kadınların büyük ve önemli yerinin tanığı çocukluk ve gençlik arkadaşı Vala Nurettin, şu saptamayı yapıyor: "Aslında, Nazım monogamdı. Birini severse -iyice severse- ona sadık kalmak isterdi. Sevemediği sıralarda da, sevilecek birini daldan dala arardı. Bunu bilinçle mi, içgüdüsüyle mi, can sıkıntısıyla mı yapardı? Daha ziyade kadınların ayartma çabasına kurban gittiğini, tanıdığım kadınların sözlü ve yazılı itiraflarından öğrenmiş bulunuyorum." "Nazım Hikmet'in Aşkları" ünlü şairin Nüzhet, Piraye, Münevver, Vera ile evliliklerini, Dr. Lena, Semiha Berksoy, Doktor Galina ve diğer kadınlarla birlikteliklerini; öncesi, sonrası ve yaşanmışlıklarıyla, sevda yüklü dizelerle sarmalanmış olarak bir araya getiriyor. Ayrıca, Nazım Hikmet'in "dayı kızı" Münevver Hanım'la yaşadığı aşk yüzünden çıkan, Adnan Cemgil'in ve Yalçın Küçük'ün Emin Karaca ile polemikleri de kitapta yer alıyor.

Boğaz'daki Aşiret
Mahmut Çetin
Edille Yayınları

"Boğaz'daki Aşiret" başlığı ister istemez "Boğaz Neresi" ve "Aşiret Kim" sorularını akla getiriyor. Evet Boğaz, bildiğimiz Boğaziçi. Genelde kırsal kesimle alakalı bir kavram olan aşiret kelimesi ise Boğaziçi"nde bir kast oluşturan büyükçe bir ailenin tarihini anlatırken hassaten seçildi. Bir sülale tarihi diyebileceğimiz Boğaz'daki Aşiret yer yer Türk Solu tarihi, yer yer de
Batılılaşma Tarihi'nin belirli dönemlerini resmediyor. Aileler arasında evliliklerle kurulan bağların, sanata, ticarete, eğitime, bürokrasiye ve giderek bir yabancılaşma zihniyeti şeklinde hayata nasıl yansıdığı eserdeki ipuçları yardımıyla daha iyi görülecektir zannediyoruz.

Boğaz'daki Aşiret, dört büyük ailenin birbirleriyle irtibatından oluşur. Eser bu sebeple dört bölüm olmuştur. Aile büyüklerinin asıl isimleri seçilerek de Konstantin'in Çocukarı, Detrois'in Çocukları, Sotori'nin Çocukları, Topal Osman Paşa - Namık Kemal kanadı bölümleri ortaya çıktı.

Boğaz'daki Aşiret! şenlikli bir kitap. Ali Fuat Cebesoy'dan Nazım Hikmet'e, Oktay Rifat'tan Refik Erduran'a, Rasih Nuri İleri'den Ali Ekrem Bolayır'a, Zeki Baştımar'dan Sabahattin Ali'ye, Numan Menemencioğlu'ndan Abidin Dino'ya uzanan ilginç akrabalık zinciri. Polonez, Hırvat, Alman, Macar ve Rum kökenli meşhurların, yerlilerle evliliklerinden oluşan "Boğaz'daki Aşiret"in, batılılaşma tarihinde oynadığı roller...

Kimlerin kimlikleri, Çıldırtan çizelgelerle soyağaçları. Ve dipnotlar! Onlar hiç bu kadar sevimli olmamışlardır.



Nazım Hikmet'in Gerçek Yaşamı
1902-1928
Cilt: 1
Kemal Sülker
Yalçın Yayınları / Bilim Belge İnceleme Dizisi

... Pek çok belgeye sahip bir yazar olarak bu yapıtımızda daha önce hiç bir kitapta yer almayan, bilinmeyen, ya da bilindiği halde belgesi edinilemeyen olayları günlerini, hatta saatlerini ve belgelerini vererek bir araya getirmeye çalıştık. Böylece Nazım Hikmet hakkında sanırız en derli toplu çalışmayı okurlara sunmayı başarabildik. Şair ve piyes yazarı, romancı, fıkracı Nazım Hikmet hakkında bu ciltler, okurları geniş ölçüde tatmin edecek niteliktedir inancındayız. Nazım Hikmet, çok daha derli toplu, çok daha sağlam incelemelerle yaşayacak, dünyamızın önde gelen onurlu şairlerinin ilk sırasındadır...


Nazım Hikmet'in Gerçek Yaşamı
1929-1933
Cilt: 2
Kemal Sülker
Yalçın Yayınları / Bilim-Belge-İnceleme Dizisi

Nazım Hikmet'in Gerçek Yaşamı
1934-1935
Cilt: 3
Kemal Sülker
Yalçın Yayınları / Bilim Belge İnceleme Dizisi


Demokrasiden yana olanlarla, faşizme kayanların kesin çizgilerle ayrılmaya başladığı 1934-1935 yıllarında Nazım Hikmet; başarılı, güçlü bir yazarlık sınavı verdi. Mussolini Habeşistan'a saldırmış, faşizmin beşinci kolu General Franko İspanya Cumhuriyeti'ne başkaldırmıştı. Nazım, Habeş halkını, İspanyol Cumhuriyeti için direnenleri savunuyor, bazı kalemler aksi yönde ahkam
kesiyordu. O günleri İstanbul'da yaşayan Kemal Sülker Babıali'deydi. Olup bitenleri öğreniyordu.
... Bu üçüncü ciltte bütün gelişmeler yaşanırken, Nazım, Piraye Altunoğlu ile evlendi. Bu ve benzeri olay ve gelişmeler bu ciltte belgeleri ile verildi. Bazılarının başlıkları şöyle: Nazım'ı karşı saflara davet girişimi, Tahliye sonrası düşünceler, Gericiler Orhan Selim'e saldırıyor, Faşizm Habeşler'e saldırınca, Hitlersever'ler Babıali'de, Sükun yok hareket var, Sağ kanadın
uçuştuğu yıllar, Babıali'nin kan kusanlarından biri daha.

Nazım Hikmet'in Gerçek Yaşamı
1936-1937
Cilt: 4
Kemal Sülker
Yalçın Yayınları / Bilim Belge İnceleme Dizisi

Temmuz 1987'de yayımına başladığımız "Nazım Hikmet'in Gerçek Yaşamı" inceleme dizisi altı ciltte noktalanacak. İlk üç cildi, ikinci basım beğenisine de kavuşan dizinin bu 4. cildi, Nazım Hikmet'in 1936-1937 yıllarındaki yaşamını kapsıyor. 1938'de iki askeri mahkemede ağır cezaya çarptırılmasına yol açacak ziyaretlerin, arkadaşlığın; bu dönemdeki oluşumu okurlarn elbette dikkatlerini çekecektir.

İşi yüzünden oturdukları konaktan ayrılmak gereğini duyan Nazım'ın; çevresi, anıları, İstanbul'un güzelliğinin Nazım'daki etkileri, Şehir Tiyatrosu Sanatçıları hakkındaki söyleşileri, İzmirli bir okurun Peyami Safa'nın bir eserinin şair Necip Fazıl'dan esinlenerek yazıldığı yorumu hakkındaki mektubunu saklamış bulunması Nazım'ın okurlarına verdiği önemi kanıtlıyordu...

Nazım Hikmet'in Gerçek Yaşamı
1938
Cilt: 5
Kemal Sülker
Yalçın Yayınları / Bilim-Belge- İnceleme Dizisi

Bu 5. ciltte, Kara Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi ile Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nde 1938 yılında sivil ve asker kişiler arasında Nazım Hikmet'in de yargılandığı olaylarla ilgili yayınlanmamış belgeler bulunmaktadır. Türk siyasi tarihinde çok önemli bir yeri olan ve Nazım Hikmet'in 28 yıl 4 ay ceza aldığı bu iki dava en ufak ayrıntısına kadar verilmiştir. Bu ciltte ayrıca, Nazım'ın savunması, yargıtaya başvurması, B.M.M.'sine verdiği af dilekçesi ve avukatların yargılamada okudukları savunmalar ilk kez okurlara sunulmaktadır.





nazim_hikmet.jpg
 

mavimor

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,456
Tepkime puanı
3
Puanları
38
Yaş
44
Kronoloji

1902 : 15 Ocak'ta Selânik'te dünyaya gelir.
1913 : "Feryad-ı Vatan" başlığını taşıyan ilk şiirini yazar. Galatasaray Sultanisi'nde ortaokula başlar.
1914 : Ekonomik nedenlerle Nişantaşı Sultanisi'ne geçer.
1917 : Bahriye Mektebine girer.
1918 : İlk kez bir şiiri yayınlanır. Yeni Mecmua'da yayınlanan bu ilk şiiri "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı" başlığını taşır.
1920 : Bahriye'yi bitirmesine birkaç ay kala sağlık nedeniyle ayrılmak zoruna kalır. İstanbul işgal altındadır. Arkadaşı Vâ-lâ Nurettin ile birlikte gizlice Anadolu'ya geçer. Ankara Hükümeti tarafından Bolu'ya öğretmen olarak atanır.
1921 : Azerbaycan üzerinden Moskova'ya gider. Devrimin ilk yıllarına tanık olur. Ekonomi politik öğrenim görür. Sanat çalışmalarına katılır.
1924 : Moskova'da yayınlanan ilk şiir kitabı "28 Kânunisani" sahnelenir. 12 Mart günü Pravda'da bu gösteri övgüyle yer alır. Türkiye'ye döner ve Aydınlık Dergisi'nde çalışmaya başlar.
1925 : Ankara İstiklâl Mahkemesi'nde gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle yokluğunda yargılanarak "on beş yıl küreğe konulma cezası" verilir. Bu durum onun ülkeden ayrılmasına yol açar. Moskova'ya gider.
1926 : Viyana'ya geçerek ileride suçlanmasına konu olarak "parti" toplantısına katılır. Türk Ceza Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle, "küreğe konulma" cezası ortadan kalkar.
1927 : Katılmış olduğu "Viyana Konferansı" nedeniyle İstanbul Ceza Mahkemesi'nde yokluğunda yargılanır. Üç ay hapis cezası verilir.
1928 : Yurda dönmek üzere Moskova'daki Büyükelçiliğe başvurur. Pasaport almak istemektedir. Ancak kendisine yanıt verilmez bunun üzerine gizlice sınırı geçerse de Hopa'da yakalanır. İstanbul üzerinden Ankara'ya götürülür. Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde, daha önce yokluğunda yapılan yargılamalar yinelenir. Üç ay hapis cezası verilir. Cezaevinde geçirdiği süre gözönüne alınarak serbest bırakılır.
1929 : Resimli Ay Dergisi'nde çalışır. İlk şiir kitabı "835 Satır" yayınlanır. Bunu diğerleri izler.
1930 : "Sesini Kaybeden Şehir" başlıklı şiir için dava açılır. Yargıtayca aklanır.
1931 : "1+1=1", "835 Satır", "Jokond ile Si-Ya-U" ile bir kez daha "Sesini Kaybeden Şehir" ve "Varan 2" adlı kitapları hakkında dava açılır. Hepsinden aklanır.
1932 : "Kafatası" oyunu İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahneye konur.
1933 : "Gece Gelen Telgraf" şiirinden dolayı yargılanır. Altı ay üç gün hapis cezası verilir. Babası bir kaza sonrası ölür. Onun ölümü üzerine "Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye" başlıklı şiiri yazar. Şiirde babasının patronu Süreyya Paşa'ya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılır. Bir yıl hapis, 200 lira para cezasına çarptırılır. Bu sıralarda "gizli örgüt" kurduğu savıyla Bursa Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan ayrı bir davada idamı istenir. Dört yıl ağır hapisle cezalandırılır.
1934 : Cumhuriyetin 10. Yılı nedeniyle çıkarılan af yasasından yararlanır. Serbest bırakılır.
1936 : Gizli örgüt kurmak ve yönetmek savıyla yargılanır ve aklanır.
1937 : "Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı" yayınlanır.
1938 : Askeri öğrencileri isyana teşvik suçlamasıyla da "Donanma" davaları açılır. Toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılır.
1941 : Bursa'da "Memleketimde İnsan Manzaraları" nı yazmaya başlar.
1943 : Cezaevi arkadaşı Orhan Kemal tahliye olur. Balaban'ın resim çalışmalarına yardımcı olur, yetişmesini sağlar.
1944 : Karaciğer ve kalp rahatsızlıkları başlar.
1949 : Basında haksız mahkumiyetine ilişkin yazılar artmaya başlar. Ahmet Emin Yalman, Vatan Gazetesi'nde "Tevfik Fikret ve Nâzım Hikmet" başlığını taşıyan bir yazı yayımlayarak dikkatleri Nâzım'ın haksız mahkumiyeti çeker.
1950 : Yurt içinde ve dışında çeşitli kuruluşlarca "Nazım'a Özgürlük Kampanyaları" açılır. Meclis'in gündeminde bulunan Af Kanunu'nu çıkarmadan tatile girmesi üzerine, Nazım, 8 Nisan'da açlık grevine başlar. Aynı gün, Bursa'dan İstanbul'a Paşakapısı Cezaevi'ne götürülür. 23 Nisan'da grevini avukatlarının isteği üzerine geçici olarak durdurur. Ağır hastadır, doktorlar üç ay bir hastanede tedavi görmesi gerektiğini belirtirler. Ancak durumunda hiçbir değişiklik olmayınca 2 Mayıs'ta yeniden greve başlar. Açlık grevi kamuoyunda büyük yankı uyandırır. İmza kampanyaları başlatılır. "Nâzım Hikmet adlı bir dergi çıkarılır 9 Mayıs'ta annesi Celile Hanım 10 mayıs'ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat açlık grevine başlarlar. 14 Mayıs seçimleri sonucunda ortaya çıkan yeni durum üzerine, 19 Mayıs'ta greve ara verir. Çıkarılan Genel Af Kanunu'yla serbest bırakılır. 22 Kasım'da Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda'yla birlikte "Uluslararası Barış Ödülü"nü almaya hak kazandığı açıklanır. Kendisinin katılamadığı törende ödülünü Neruda alacaktır.
1951 : Oğlu Memed dünyaya gelir. Askere çağrılır, 49 yaşındadır ve hastadır. Üstelik askeri okulda öğrenci olarak geçirdiği sürelerin yasa gereği askerliğe sayılması gerekmektedir. Yaşamına yönelik tehditler üzerine ülkeden ayrılır. 15 Ağustos günü resmi gazetede, Bakanlar Kurulu kararıyla "yurttaşlıktan çıkarıldığı" duyurulur. Dünya Barış Konseyi'nin bir yıl önce kendisine verdiği "Uluslararası Barış Ödülünü" Prag'da düzenlenen bir törenle alır.
1952 : Çine'e gider. Ancak hastalanınca gezisini yarım bırakmak zorunda kalır. Enfaktüs geçirmiştir. Dört ay yatar. Bundan sonraki yaşamı artık doktor gözetiminde geçecektir.
1953 : Uluslar arası toplantılara katılmayı sürdürür. "Bir Aşk Masalı" oyunu Moskova'da sahnelenir. Bunu diğer oyunlarının sahnelenmesi izler.
1958 : Paris'e gider. Aralarında Aragon ve Picasso'nun da bulunduğu çok sayıda yazar ve sanatçıyla görüşür.
1962 : Sovyet Yazarlar Birliği tarafından 60. yaş günü kutlanır. Yazarlar Evi'nde düzenlenen gecenin ertesinde Politeknik Müzesi'nde, okuyucuları için ikinci bir toplantı gerçekleştirilir. Gecenin yöneticiliğini İlya Ehrenburg yapar.
1963 : Afrika'ya, Tanganika'ya gider. "Cenaze Merasimim" başlıklı şiirini kaleme alır. (Nisan) 3 Haziran sabahı evinde ölür.
 

chimera

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
9 Mar 2008
Mesajlar
463
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
56
Ynt: Nazım Hikmet Ran

NÂZIM HİKMET'İN ŞİİRİ
Nâzım Hikmet’in şiiri gerçek anlamda bir arayışın şiiridir. Her sanat arayıştır, her yapıt bir insan araştırmasıyla ilgilidir. Ancak bazı yapıtlar insanı daha genel açıdan, daha bildik, daha alışılmış görünümleriyle ele alırken, bazı yapıtlar insana daha köklü, daha köktenci bir tutumla yönelirler. Dehanın özelliği insanı ortaya çıkarmak adına kılı kırk yarmasıdır. Şiir dehası Nâzım Hikmet insana kabataslak bakmakla yetinmez, insanı bilgece ele alır, filozofça tartışır. Bunun bir bilgi işi olduğu kesindir. Sanatçının gündelik bilgiyle yetinemeyeceği de kesindir.
Nâzım Hikmet’in büyüklüğü, bütün bir insanlık kalıtından en yüksek düzeyde yararlanabilecek bir bilinç yüksekliğine ulaşmış olmasından gelir. Anlamak için bilmek, bilmek için anlamak gerekir. Sanatçı da bu zorunluluktan kaçamaz. Nâzım Hikmet bu zorunluluğu erkenden sezmiş, kendini her şeyden önce bir bilgi insanı olarak yetiştirmenin yollarını aramıştır.
Nâzım Hikmet son derece bilgi tutkunu bir sanatçı olduğu gibi, etkilenmelere de son derece açık bir sanatçıdır. Onun sanatındaki etkilerden söz ederken domuzuna bıyık altından gülmeye çalışan insanlar, sanatçının en yüksek düzeyde etkiler alabilen bir kişi olması gerektiğini bile bilmeyecek kadar boş insanlardır. Herkes etki alamaz, herkes aldığı etkiyi sağlıklı bir biçimde özümleyemez. Bir Mayakovski’den, bir Baudelaire’den, bir Aragon'dan etkilenebilmek için onların bilinç düzeyine ulaşmış olmak gerekir. Sanatta gerçek etkilenme, yüksek düzeyde etkilenme alt düzeyde bir bilinçle, gündelik bilgilerden oluşmuş bir bilinçle sağlanamaz. Rahatça, çekinmeden, hiçbir sinsi eğilim icinde olmadan şunu söyleyebiliriz: Nâzım Hikmet’in şiiri büyük etkilerle kurulmuş bir şiirdir.
Onda her şey bilgece ya da bilgince düşünülmüştür, hiçbir şey raslantıya bırakılmamıştır. Kimi sanatçı denize olta sarkıtır gibi kendi içine bir tarayıcı salar ve oradan sezgiler, duygular, düşünceler derleyerek yapıtını oluşturmaya girişir. Nâzım Hikmet'in şiiri böylesi bir gelişigüzellikten uzaktır. Nâzım Hikmet’in şiirinde her şey üst düzeyde bir kavrayış ve üst düzeyde bir açıklama adına uzun uzun tartışılmıştır.
Her sanatçı sanatını, bu arada estetiğini kendi yaşam koşulları içinde, kendi yaşam koşullarına göre geliştirir. Sanatçının sanat deneyleri, başka sanatçıların sanat deneyleriyle güçlendiği ve bütünleştiği ölçüde önem kazanır. Bu, başka sanat çabalarının bize yol göstermesidir. İşte etkilenme bu noktada önemli olur, bu noktada kurucu bir anlam kazanır. Sanatçı yalnızca sevip saydığı üç beş sanatçının değil, bütün bir insanlık tarihinin etkilerine açık olmayı bilen kişidir. Bir sanatçının büyüklüğü, almış olduğu etkilerin büyüklüğünden gelir. İnsanlığın güçlü kalıtından yararlanabilmek, bunu ne kadar söylesek azdır, ancak yüksek bir bilgi düzeyinde olmakla olasıdır.
Bu yüksek bilgi düzeyi, Nâzım Hikmet’te de gördüğümüz gibi, aralıksız tartışmalar düzeyidir. Her şeyin yaşamsal zorunluluklar gereği enine boyuna tartışmalarla kurulduğu bir dünyada sanat da tartışmalar içinde varolacaktır. Bu tartışma yapıtın doğasına katılır, varlığına siner, her şeyinde yansır. Her yapıt bize daha ilk adımda tartışmasız bir insan yaşamı olmayacağı gerçeğini duyurur. Bu yüzden sanatçı bakışıyla tekçi bakış, sanatçı gözüyle bütüncü insan gözü bağdaşmalardan uzak iki ayrı kutup oluşturur. Bir başka deyişle, her şeyi bir biçim görmek isteyen insan sanatla uzak yakın ilişkisi olmayan, olamayacak olan insandır.
Nâzım Hikmet bilen, bildiği için de iyi gören bir sanatçıdır. Bakışı kaygan değildir, tersine kesinliklidir. Ancak bu kesinliklilik bir tekyanlılıktan kaynaklanmaz. Kimi sanatçı bakışını nerdeyse her şeye olur demeye hazır çok geniş bir açıdan dünyaya salar. Bu tür sanatçılar bize kesinliklerden çok kayganlıkları duyururlar. Nâzım Hikmet gibi sanatçılar, daha belirgin bir dünya görüşü içinde yer alan sanatçılar bu tür kayganlıklardan uzak kalırlar.
O hem bir sanatçı, hem gerçek anlamda bir düşünür olarak bize her şeyden önce insanın büyüklüğünü, insan olmanın değerini öğretir. Şiiri tepeden tırnağa insandır. Ondan öğrendiğimiz bir başka şey, sanatçının bilgili olma zorunluluğudur.
Salt duyarlılık, salt sezgi, salt öngörü yetkin sanat yapıtlarını oluşturmaya yetmeyecektir. Duyarlılık da, sezgi de, öngörü de ancak bilgiyle gelişebilen şeylerdir. Nâzım Hikmet bize ayrıca şunu öğretmiştir: Gerçek bilgi toplumun ve tarihin bilgisidir, insan yaşamı zorunlu olarak toplumsaldır ve tarihseldir, buna göre gerçek insan kendisini toplumsal bir varlık olarak duyan insandır. İnsan ancak başkalarıyla insandır.
Bu bakış açısı doğal olarak Nâzım Hikmet’in estetiğine temel anlamını verir, ana özelliklerini kazandırır. Onun şiiri tekbiçim, tekyanlı, tekdüze, öğretici, bildirici, kafa açıcı, adam edici, kandırıcı, insanları doğru yola yöneltici bir şiir değildir; onun şiiri toplumda olduğu gibi, insan yaşamında olduğu gibi, değişik öğelerin, tam bir uyum içinde, hatta tam bir çatışkılı uyum içinde bir araya geldiği bir şiirdir. Onun bir yerinden baktınız mı koskoca bir dünyayı görürsünüz.
Nâzım Hikmet gerçek anlamda çok yapılı bir bütünselliğin yaratıcısıdır. "Bana göre büyük adam odur ki, sanattan politikaya kadar kendi işinde, en önde yürür, dönemeçleri önde geçer, olanı kavrar, olacağı sezer ve bu kavrayışla sezişe dayanarak yaratır." Nâzım Hikmet bu tanımına uyan kişiliğiyle şiirimizin en büyük anıtı ve doruk noktasıdır. Onda her zaman koskoca bir tarihin insani özünü, şimdinin bütün boyutlarıyla ve bütün sancılarıyla kuruluşunu ve tam anlamında bir gelecek inancını buluruz.

AFŞAR TİMUÇİN
 

Laetna

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
443
Tepkime puanı
6
Puanları
18
Yaş
34
Ynt: Nazım Hikmet Ran

Kimilerine göre dünyaca ünlü bir şair, kimilerince “kartpostal şairi” ve kimilerince de aşklarıyla, sevdalarıyla ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan dahiyane yetenekte bir komünist şair olmasıdır. Yaşamında da ölümünden sonra olduğu gibi bazen yere göğe sığdırılamamış bazen de yerin dibine batırılmıştır. Ama kim ne derse desin Nazım Hikmet eşsiz bir komünist şair olarak yüreklerimizde yaşayacaktır. Bu yazı, onun hatırasını ve ortak davamız olan komünist bir dünya yaratma mücadelesindeki önemli yerini anmak amacıyla yazılmıştır.
 

chimera

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
9 Mar 2008
Mesajlar
463
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
56
Ynt: Nazım Hikmet Ran

Laetna ' Alıntı:
Kimilerine göre dünyaca ünlü bir şair, kimilerince “kartpostal şairi” ve kimilerince de aşklarıyla, sevdalarıyla ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan dahiyane yetenekte bir komünist şair olmasıdır. Yaşamında da ölümünden sonra olduğu gibi bazen yere göğe sığdırılamamış bazen de yerin dibine batırılmıştır. Ama kim ne derse desin Nazım Hikmet eşsiz bir komünist şair olarak yüreklerimizde yaşayacaktır. Bu yazı, onun hatırasını ve ortak davamız olan komünist bir dünya yaratma mücadelesindeki önemli yerini anmak amacıyla yazılmıştır.
Laetna,bu yazı bir alıntımıdır yoksa sanamı aitdir?Sorma sebebim son cümle için.
 

faşist

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
25 Kas 2011
Mesajlar
286
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
31
Boş verin ideolojiyi.Sanattır,hakikati ezip geçen.Nazım da sanatın karşılığı.
 
E

evrensel-insan

Ziyaretçi
Toplumumuzun yeteri kadar onun numenal degerinin farkina varamamasi, en aci durumdur. Kendisini saygi ile aniyoruz.
 

glsezinrs

Kahin
Yeni Üye
Katılım
12 Ara 2010
Mesajlar
1,358
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Sevgili Nazım Hikmet.. Işıklar salkımsöğütler gibi dalgalansın üzerinde..
 

Laetna

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
443
Tepkime puanı
6
Puanları
18
Yaş
34
Laetna,bu yazı bir alıntımıdır yoksa sanamı aitdir?Sorma sebebim son cümle için.

Sayfanın en başında yazıyor sevgili chimera. Yazıyı biraz okusaydın, hatta ilk bir kaç cümlesini okuma şansı bulabilseydin keşke.
 

Objectivity

Kahin
Onursal Üye
Katılım
23 Ara 2012
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
319
Puanları
83
DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Nâzım Hikmet Ran / 1947

 

Objectivity

Kahin
Onursal Üye
Katılım
23 Ara 2012
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
319
Puanları
83
Şeytan'a Mersiye

Köpeğimin adı Şeytan’dı
(dı)’lık adıyla ilgili değil,
Adına bir şey olmadı.
Adına benzemezdi de
Şeytanlar zalim olur,
Zalimler yalancı ve kurnaz,
Ama zalimler akıllı olamaz.
Köpeğim akıllıydı.
Biraz da ben öldürdüm köpeğimi,
Bakmasını bilemedim.
Bakmasını bilemezsen
Ağaç bile dikme.
Elinde kuruyan ağaç
Dert olur insana.
Yüzmek suda öğrenilir, diyeceksin.
Doğru.
Boğulursan
Bir sen boğulursun ama.
Kaç sabahtır uyanıyorum,
Dinliyorum ortalığı,
Kapımı tırmalayan yok.
Ağlamak geliyor içimden,
Ağlayamadığım için utanıyorum.
İnsan gibiydi.
Hayvanların çoğu insan gibidir,
Hem de iyi insan gibi.
Kalın boynu kıldan inceydi dostluğun buyruğunda.
Hürriyeti, dişleriyle bacaklarındaydı,
Nezaketi, tüylü uzun kuyruğunda.
Göresim gelirdi birbirimizi.
En büyük işlerden konuşurdu:
Açlıktan, tokluktan, sevdalardan

Nazım Hikmet Ran
 
Son düzenleme:
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst