- Konbuyu başlatan
- #1
Müziğin Tarih Yolculuğu - 1
Bu yazımızda, müziğin ilk ortaya çıkışından bugüne uzanan serüvenini inceleyeceğiz. En basit yaşam biçiminin olduğu dönemde, müzikte var olan basitliği, zamanla sınıflar, kırlar, kentler oluştukça karmaşıklaşan yaşamla birlikte müzikte oluşmaya başlayan çeşitliliği (çokseslilik, sınıflara özgü müzikler, farklı müzik akımları vb.) ele alacağız. Kimilerine göre bireysel, kişiye göre değişken olan, toplum hayatından çok, sanatçının ruh halini yansıtan müziğin aslında hayatla ne kadar iç içe olduğunu, toplumsal gelişimle arasındaki paralelliği inceleyerek göreceğiz. Bütün akımların, müzik türlerinin tesadüfen değil, bir gereksinim olarak ortaya çıktığını somut örnekleriyle anlatacağız. Müziğin tarihteki seyrini incelememizin, bugününü anlamamıza ışık tutacağına inanıyoruz.
Müziğin Ortaya Çıkışı
Doğadaki her canlı, yaşamını sürdürebilmek için bulunduğu ortam ve şartlara uyum sağlar ve evrimini bu ihtiyaçları temelinde tamamlar. Kuşların kanatları, ineklerin boynuzları, ayıların kürkleri, aslanların dişleri ve pençeleri, zürafaların boyunları tesadüf sonucu değil, bulunduğu şartlarda yaşaması için zorunlu bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar ve bu ihtiyacını tamamlayabilen canlı, ayakta kalabilir. Doğa ile baş edemeyen, uyum sağlayamayan canlılar yok olup gitmiştir tarih boyunca. Doğada fiziksel olarak neredeyse en zayıf canlı olan insan, (ne uçabilir, ne sivri dişleri vardır, ne soğuktan korunmak için kıllarından oluşan kürkü vardır ne de pençeleri) bütün bu dezavantajlarını ancak tek bir organını geliştirerek alt edebilir ve yaşamaya devam edebilirdi: Beynini. Doğadaki bütün tehlikeleri (açlık, soğuk, sıcak, vahşi hayvan saldırıları vb.) ancak beynini kullanabildiğinde aşabilirdi.
İnsanın beynini geliştirmesi, doğayı gözlemleme gücü verdi. Yorumlayamadığı, korktuğu pek çok olayın yanı sıra, birçok şeyi taklit edebilmeyi ve kendi lehine kullanmayı öğrendi.
İlk insanlar, doğada var olan her şeyin; gece-gündüz farklılıklarının, çiçeklerin açmasının ve solmasının, meyvelerin olmasının ve düşmesinin, hayvanların çiftleşmesinin ve yumurtlamasının, gel-gitlerin, doymanın ve acıkmanın, uyumanın ve uyanmanın, kuşların göçünün, mevsimlerin... kısaca her şeyin bir ritmi olduğunu gördü. Tüm yaşamın, şaşmaz bir ritim içinde sürdüğünü gördü. Yaşamın her alanında var olan ritmiklik, insanda da bir duygu olarak, ritim duygusu olarak gelişti.
Yine ilk insanlar, doğada hareket halinde olan her şeyin; esen rüzgârın, yağan yağmurun, sallanan ağaçların, kıyıya vuran dalgaların, şimşeklerin, çığların, düşen kayaların, hayvanların bir sesi olduğunu gördü. Bu sesler birbirinden tamamen farklı şiddet ve frekansa sahip ve dağınıktı. Bir düzeni yoktu.
İnsan, edindiği ritim duygusuyla doğada duyduğu sesleri birleştirme becerisini gösterdi. Böylelikle müziğin ilk nüveleri ortaya çıktı. Örneğin insan ilk olarak, vahşi bir hayvanı korkutmak için, eline aldığı odun parçasını ağaca vurarak ses çıkarmış olabilir. Ve vurmalı kullanmayı bu sayede öğrenmiş olabilir. Bunun kesin olarak nasıl başladığı bilinemez ama böyle bir gereksinim sonucu doğduğu açık.
Zamanla ağacı ağaca vurarak elde ettiği sesleri daha sistemli hale getirmiş olabilir. Örneğin ava giden bir erkek, avdan döndüğünde kabiledeki diğer kişilere hayvanla nasıl boğuştuğunu anlatmak için çeşitli ritimler ve dans figürleri kullanır. Böylece vurmalı çalgılar ve dansın ilk ortaya çıkış sebebini biliyor olabiliriz.
Bu dönemde müzik ve dansın kopmaz bir şekilde iç içe olduğunu görüyoruz. İlkel çağ insanları doğa olaylarını, afetleri, gece gündüz farklılıklarını vb. anlayamıyor ve kendilerini güçsüz hissediyordu. Güçsüzlük beraberinde korkuyu, korku da çeşitli önlemlerle birlikte saygı duygusunu ve tapınmayı getiriyordu. Yıldırım düşmesi sonucu çıkan yangınlar, yıldırımın sesinin şiddeti insanların yıldırıma tapınmasını sağlıyordu. Ya da güneşin gündüzü getirdiğini, ayın karanlığı hâkim kıldığını düşünüyor, güneşin iyiliğin sembolü olduğunu düşünerek tapıyorlardı. Sel baskınları olduğunda yağmura, depremlerde toprağa tapıyorlardı. Her afetin, kendilerinden çok daha güçlü olan bu yaratıcıların bir gazabı olduğunu düşünüyorlardı. Ve ona bağlılıklarını sunmak için tapınma ihtiyacı hissediyorlardı. Böylelikle avdan dönen erkeklerin kabilenin kadınlarına yaptıkları ritim ve dans gösterisi, bireysel doğaçlamalar olmaktan çıkıyor, daha sistemli, organize ve toplu hale dönüşüyordu. Tapınmalar kendi içinde bir disiplin gerektirdiğinden, büyüyen çocuklar da bu şekilde eğitiliyordu. Tapınmalarla birlikte ritim ve dans sistemli bir şekilde oturmuş oluyordu. Müziğin bu ana kadar olan biçimi asıl olarak ritimlerden ibaretti. Kendi ağzı ile çıkardığı birtakım taklitlere dayalı seslerin dışında kullanılan bir ses yoktu.
Ses ve Ritim Birleşiyor
Ava çıkan erkekler, örneğin geyiklerin, çıkardığı seslerle birbirleri ile iletişim kurduklarını görüp, aynı sesi çıkararak geyiği tuzağa düşürmek istiyorlardı. Öldürdükleri geyiğin boynuzuna üflediklerinde, aradıkları sesi bulduklarını gördüler ve bunu bir avcılık yöntemi olarak geliştirdiler. Yine esen rüzgârın etkisi ile sazlıklarda yetişen kamışlardan çıkan sesi fark edip, aynı sesi kendileri de kamışa üfleyerek çıkardılar. Sadece vurarak değil, üfleyerek de farklı bir ses çıkarabildiğinin keşfedilmiş olması, müziğin o zamana kadar sadece ritimsel olan biçimine sesi de eklemesini sağladı. Bu andan itibaren müziğin gerçek temellerinden söz edebiliyoruz.
İlkel toplumun yaşadığı yüz binlerce, milyonlarca yıl, beraberinde birçok noktada deneyim kazandırdı. İnsanlar ellerini kullanmaya başladı, emek ortaya çıktı. İnsanlar başlarda beslenmek için çeşitli bitkiler topluyordu. Ama bu bitkiler kimi zamanlar umdukları gibi sık çıkmadığında, ya da göç ettikleri yerlerde bulamadıklarında büyük ölümler yaşanıyordu. Bitkinin yetiştirilebilir olduğunu, kendilerinin de ekebileceğini gördüler ve tarım başladı. Yine avcılık yaparak beslendikleri için, uzun süren uğraşlar sonucu başarısız bir av döneminin ardından açlık baş gösteriyordu. Sadece o an karnını doyurmak için değil, daha sonra da yiyebilmek için, süt vb. başka ürünlerinden faydalanabilmek için yakaladıkları hayvanları hemen öldürmemeyi, besleyerek saklamayı öğrendiler. Böylelikle hayvancılık gelişti.
Tarım ve hayvancılığın gelişmesi, beraberinde en verimli toprakların paylaşımı ile ilgili sorunları getirdi. Farklı kabileler, avlanacak hayvan ve işlenecek toprak bakımından verimli olan bölgelere yerleşebilmek için savaşmaya başladılar.
O ana kadar tapınmalarda, ayinlerde, törenlerde vb. kullanılan vurmalılar ve üflemeliler, savaşlarda kullanılmaya başlandı. Savaşlarda, cesaretlendirici ve karşı tarafın moralini, cesaretini kırmayı amaçlayan ritimler kullanılmaya başlandı.
Bunun yanı sıra, bir savaş aleti olan okun yayı çekilerek fırlatıldığında çıkardığı sesi fark ettiler. Böylelikle tellere vurarak ses çıkarılabileceğini öğrendiler. Bu deneyimle birlikte müziğe telli enstrümanlar da dâhil edildi ve biçimi zenginleştirildi. Günümüz müziğinin de temeli olan vurmalılar, üflemeliler ve telliler bir araya getirilerek biçim zenginleştirildi. Doğada dağınık ve düzensiz olarak var olan ses, estetize edilerek ritmik biçime büründürüldü ve müziğin temelleri atılmış oldu.
İlkel Toplum Müziğinde İçerik
İlkel toplumlarda sınıfların olmaması, ezen ezilen çelişkisinin bulunmaması, kabilenin ortak avlanıp, ortak çalışıp ortak tüketiyor olması, her alanda olduğu gibi müzikte de ortak bir ruhun şekillenmesini beraberinde getiriyor. Müziğin içeriğine yaşadığı geçim sıkıntısı ya da iktidarını koruma hırsı yerine, avcılıkta yaşadıkları olaylar, ölünün arkasından tutulan yaslar ve kendinden güçlü gördüğü çeşitli doğa olaylarına ve nesnelere tapınmalar damgasını vuruyor. Müzikte tema olarak, insanların birbirleri ile ilişki ve çelişkilerinden çok, insanın doğayla ilişki ve çelişkisinin işlendiğini görüyoruz.
Yaşamdaki sadelik ve yalınlık müziğin öz ve biçimini de belirliyor. Nasıl yaşanıyorsa, ne yaşanıyorsa, müzikte de o anlatılıyor. Tek sınıfın olması, yaşamda keşmekeşin değil, sabit sorun ve sıkıntıların olması, bir rutinin olması ve kabile içinde farklı bakış ve beğenilerin gelişmemiş olması, farklı tabakalar ve renklerin olmaması, müzikte de çok sesliliği değil tek sesli, basit anlatımları beraberinde getiriyor. Müzikal ihtiyaçlar, beklenti ve beğeniler yaşamdaki sade akıcılıktan bağımsız gelişmiyor.
İlkel topluluğun son döneminde, köleciliğe geçişin başladığı dönemlerde ortaya çıkan savaşlar, ilkel dönem müziğinin de son döneminde belirleyici olmuştu. Kahramanlık şarkıları, cesaretlendirici anlatımlar asıl olarak bu dönemde ortaya çıktı. Müzik, kitlenin, savaşçıların moral ve motivasyonunu yüksek tutmak için, karşı grupların savaşçılarının gözünü korkutmak, sindirmek için bir psikolojik savaş aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Toplumsal yapının, sistemin, insanların gelişim düzeyi ve algılamalarının, müziğin gelişimine ve biçimlenmesine daha en başta etkide bulunduğunu, belirlediğini görüyoruz. Yine bu etkinin sadece içeriğinde değil, ritminden melodisine kadar bütün biçiminde hâkim olduğunu görüyoruz. İnsanın pençeleri olsaydı ve vahşi hayvandan korunmak için ağaca vurarak ses çıkarmak zorunda kalmasaydı vurmalıları keşfedemeyecekti. Geyik avlamak için yöntem geliştirmek zorunda kalmasaydı, üflemelileri bulamayacaktı. Ve dahası savaşmak zorunda kalmasa oku bulamayacak, telli enstrümanı milyonlarca yıl çalamayacaktı. Hayatla iç içelik -ki buna savaşlar dahidir- enstrümanından melodisine, içeriğinden ritmine kadar her yanına damgasını vurmuştur. Ve bu damga, yüzlerce yıldır müziğin üzerinde silinmeden duruyor.
SİNAN GÜMÜŞ
Bu yazımızda, müziğin ilk ortaya çıkışından bugüne uzanan serüvenini inceleyeceğiz. En basit yaşam biçiminin olduğu dönemde, müzikte var olan basitliği, zamanla sınıflar, kırlar, kentler oluştukça karmaşıklaşan yaşamla birlikte müzikte oluşmaya başlayan çeşitliliği (çokseslilik, sınıflara özgü müzikler, farklı müzik akımları vb.) ele alacağız. Kimilerine göre bireysel, kişiye göre değişken olan, toplum hayatından çok, sanatçının ruh halini yansıtan müziğin aslında hayatla ne kadar iç içe olduğunu, toplumsal gelişimle arasındaki paralelliği inceleyerek göreceğiz. Bütün akımların, müzik türlerinin tesadüfen değil, bir gereksinim olarak ortaya çıktığını somut örnekleriyle anlatacağız. Müziğin tarihteki seyrini incelememizin, bugününü anlamamıza ışık tutacağına inanıyoruz.
Müziğin Ortaya Çıkışı
Doğadaki her canlı, yaşamını sürdürebilmek için bulunduğu ortam ve şartlara uyum sağlar ve evrimini bu ihtiyaçları temelinde tamamlar. Kuşların kanatları, ineklerin boynuzları, ayıların kürkleri, aslanların dişleri ve pençeleri, zürafaların boyunları tesadüf sonucu değil, bulunduğu şartlarda yaşaması için zorunlu bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar ve bu ihtiyacını tamamlayabilen canlı, ayakta kalabilir. Doğa ile baş edemeyen, uyum sağlayamayan canlılar yok olup gitmiştir tarih boyunca. Doğada fiziksel olarak neredeyse en zayıf canlı olan insan, (ne uçabilir, ne sivri dişleri vardır, ne soğuktan korunmak için kıllarından oluşan kürkü vardır ne de pençeleri) bütün bu dezavantajlarını ancak tek bir organını geliştirerek alt edebilir ve yaşamaya devam edebilirdi: Beynini. Doğadaki bütün tehlikeleri (açlık, soğuk, sıcak, vahşi hayvan saldırıları vb.) ancak beynini kullanabildiğinde aşabilirdi.
İnsanın beynini geliştirmesi, doğayı gözlemleme gücü verdi. Yorumlayamadığı, korktuğu pek çok olayın yanı sıra, birçok şeyi taklit edebilmeyi ve kendi lehine kullanmayı öğrendi.
İlk insanlar, doğada var olan her şeyin; gece-gündüz farklılıklarının, çiçeklerin açmasının ve solmasının, meyvelerin olmasının ve düşmesinin, hayvanların çiftleşmesinin ve yumurtlamasının, gel-gitlerin, doymanın ve acıkmanın, uyumanın ve uyanmanın, kuşların göçünün, mevsimlerin... kısaca her şeyin bir ritmi olduğunu gördü. Tüm yaşamın, şaşmaz bir ritim içinde sürdüğünü gördü. Yaşamın her alanında var olan ritmiklik, insanda da bir duygu olarak, ritim duygusu olarak gelişti.
Yine ilk insanlar, doğada hareket halinde olan her şeyin; esen rüzgârın, yağan yağmurun, sallanan ağaçların, kıyıya vuran dalgaların, şimşeklerin, çığların, düşen kayaların, hayvanların bir sesi olduğunu gördü. Bu sesler birbirinden tamamen farklı şiddet ve frekansa sahip ve dağınıktı. Bir düzeni yoktu.
İnsan, edindiği ritim duygusuyla doğada duyduğu sesleri birleştirme becerisini gösterdi. Böylelikle müziğin ilk nüveleri ortaya çıktı. Örneğin insan ilk olarak, vahşi bir hayvanı korkutmak için, eline aldığı odun parçasını ağaca vurarak ses çıkarmış olabilir. Ve vurmalı kullanmayı bu sayede öğrenmiş olabilir. Bunun kesin olarak nasıl başladığı bilinemez ama böyle bir gereksinim sonucu doğduğu açık.
Zamanla ağacı ağaca vurarak elde ettiği sesleri daha sistemli hale getirmiş olabilir. Örneğin ava giden bir erkek, avdan döndüğünde kabiledeki diğer kişilere hayvanla nasıl boğuştuğunu anlatmak için çeşitli ritimler ve dans figürleri kullanır. Böylece vurmalı çalgılar ve dansın ilk ortaya çıkış sebebini biliyor olabiliriz.
Bu dönemde müzik ve dansın kopmaz bir şekilde iç içe olduğunu görüyoruz. İlkel çağ insanları doğa olaylarını, afetleri, gece gündüz farklılıklarını vb. anlayamıyor ve kendilerini güçsüz hissediyordu. Güçsüzlük beraberinde korkuyu, korku da çeşitli önlemlerle birlikte saygı duygusunu ve tapınmayı getiriyordu. Yıldırım düşmesi sonucu çıkan yangınlar, yıldırımın sesinin şiddeti insanların yıldırıma tapınmasını sağlıyordu. Ya da güneşin gündüzü getirdiğini, ayın karanlığı hâkim kıldığını düşünüyor, güneşin iyiliğin sembolü olduğunu düşünerek tapıyorlardı. Sel baskınları olduğunda yağmura, depremlerde toprağa tapıyorlardı. Her afetin, kendilerinden çok daha güçlü olan bu yaratıcıların bir gazabı olduğunu düşünüyorlardı. Ve ona bağlılıklarını sunmak için tapınma ihtiyacı hissediyorlardı. Böylelikle avdan dönen erkeklerin kabilenin kadınlarına yaptıkları ritim ve dans gösterisi, bireysel doğaçlamalar olmaktan çıkıyor, daha sistemli, organize ve toplu hale dönüşüyordu. Tapınmalar kendi içinde bir disiplin gerektirdiğinden, büyüyen çocuklar da bu şekilde eğitiliyordu. Tapınmalarla birlikte ritim ve dans sistemli bir şekilde oturmuş oluyordu. Müziğin bu ana kadar olan biçimi asıl olarak ritimlerden ibaretti. Kendi ağzı ile çıkardığı birtakım taklitlere dayalı seslerin dışında kullanılan bir ses yoktu.
Ses ve Ritim Birleşiyor
Ava çıkan erkekler, örneğin geyiklerin, çıkardığı seslerle birbirleri ile iletişim kurduklarını görüp, aynı sesi çıkararak geyiği tuzağa düşürmek istiyorlardı. Öldürdükleri geyiğin boynuzuna üflediklerinde, aradıkları sesi bulduklarını gördüler ve bunu bir avcılık yöntemi olarak geliştirdiler. Yine esen rüzgârın etkisi ile sazlıklarda yetişen kamışlardan çıkan sesi fark edip, aynı sesi kendileri de kamışa üfleyerek çıkardılar. Sadece vurarak değil, üfleyerek de farklı bir ses çıkarabildiğinin keşfedilmiş olması, müziğin o zamana kadar sadece ritimsel olan biçimine sesi de eklemesini sağladı. Bu andan itibaren müziğin gerçek temellerinden söz edebiliyoruz.
İlkel toplumun yaşadığı yüz binlerce, milyonlarca yıl, beraberinde birçok noktada deneyim kazandırdı. İnsanlar ellerini kullanmaya başladı, emek ortaya çıktı. İnsanlar başlarda beslenmek için çeşitli bitkiler topluyordu. Ama bu bitkiler kimi zamanlar umdukları gibi sık çıkmadığında, ya da göç ettikleri yerlerde bulamadıklarında büyük ölümler yaşanıyordu. Bitkinin yetiştirilebilir olduğunu, kendilerinin de ekebileceğini gördüler ve tarım başladı. Yine avcılık yaparak beslendikleri için, uzun süren uğraşlar sonucu başarısız bir av döneminin ardından açlık baş gösteriyordu. Sadece o an karnını doyurmak için değil, daha sonra da yiyebilmek için, süt vb. başka ürünlerinden faydalanabilmek için yakaladıkları hayvanları hemen öldürmemeyi, besleyerek saklamayı öğrendiler. Böylelikle hayvancılık gelişti.
Tarım ve hayvancılığın gelişmesi, beraberinde en verimli toprakların paylaşımı ile ilgili sorunları getirdi. Farklı kabileler, avlanacak hayvan ve işlenecek toprak bakımından verimli olan bölgelere yerleşebilmek için savaşmaya başladılar.
O ana kadar tapınmalarda, ayinlerde, törenlerde vb. kullanılan vurmalılar ve üflemeliler, savaşlarda kullanılmaya başlandı. Savaşlarda, cesaretlendirici ve karşı tarafın moralini, cesaretini kırmayı amaçlayan ritimler kullanılmaya başlandı.
Bunun yanı sıra, bir savaş aleti olan okun yayı çekilerek fırlatıldığında çıkardığı sesi fark ettiler. Böylelikle tellere vurarak ses çıkarılabileceğini öğrendiler. Bu deneyimle birlikte müziğe telli enstrümanlar da dâhil edildi ve biçimi zenginleştirildi. Günümüz müziğinin de temeli olan vurmalılar, üflemeliler ve telliler bir araya getirilerek biçim zenginleştirildi. Doğada dağınık ve düzensiz olarak var olan ses, estetize edilerek ritmik biçime büründürüldü ve müziğin temelleri atılmış oldu.
İlkel Toplum Müziğinde İçerik
İlkel toplumlarda sınıfların olmaması, ezen ezilen çelişkisinin bulunmaması, kabilenin ortak avlanıp, ortak çalışıp ortak tüketiyor olması, her alanda olduğu gibi müzikte de ortak bir ruhun şekillenmesini beraberinde getiriyor. Müziğin içeriğine yaşadığı geçim sıkıntısı ya da iktidarını koruma hırsı yerine, avcılıkta yaşadıkları olaylar, ölünün arkasından tutulan yaslar ve kendinden güçlü gördüğü çeşitli doğa olaylarına ve nesnelere tapınmalar damgasını vuruyor. Müzikte tema olarak, insanların birbirleri ile ilişki ve çelişkilerinden çok, insanın doğayla ilişki ve çelişkisinin işlendiğini görüyoruz.
Yaşamdaki sadelik ve yalınlık müziğin öz ve biçimini de belirliyor. Nasıl yaşanıyorsa, ne yaşanıyorsa, müzikte de o anlatılıyor. Tek sınıfın olması, yaşamda keşmekeşin değil, sabit sorun ve sıkıntıların olması, bir rutinin olması ve kabile içinde farklı bakış ve beğenilerin gelişmemiş olması, farklı tabakalar ve renklerin olmaması, müzikte de çok sesliliği değil tek sesli, basit anlatımları beraberinde getiriyor. Müzikal ihtiyaçlar, beklenti ve beğeniler yaşamdaki sade akıcılıktan bağımsız gelişmiyor.
İlkel topluluğun son döneminde, köleciliğe geçişin başladığı dönemlerde ortaya çıkan savaşlar, ilkel dönem müziğinin de son döneminde belirleyici olmuştu. Kahramanlık şarkıları, cesaretlendirici anlatımlar asıl olarak bu dönemde ortaya çıktı. Müzik, kitlenin, savaşçıların moral ve motivasyonunu yüksek tutmak için, karşı grupların savaşçılarının gözünü korkutmak, sindirmek için bir psikolojik savaş aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Toplumsal yapının, sistemin, insanların gelişim düzeyi ve algılamalarının, müziğin gelişimine ve biçimlenmesine daha en başta etkide bulunduğunu, belirlediğini görüyoruz. Yine bu etkinin sadece içeriğinde değil, ritminden melodisine kadar bütün biçiminde hâkim olduğunu görüyoruz. İnsanın pençeleri olsaydı ve vahşi hayvandan korunmak için ağaca vurarak ses çıkarmak zorunda kalmasaydı vurmalıları keşfedemeyecekti. Geyik avlamak için yöntem geliştirmek zorunda kalmasaydı, üflemelileri bulamayacaktı. Ve dahası savaşmak zorunda kalmasa oku bulamayacak, telli enstrümanı milyonlarca yıl çalamayacaktı. Hayatla iç içelik -ki buna savaşlar dahidir- enstrümanından melodisine, içeriğinden ritmine kadar her yanına damgasını vurmuştur. Ve bu damga, yüzlerce yıldır müziğin üzerinde silinmeden duruyor.
SİNAN GÜMÜŞ