- Konbuyu başlatan
- #1
- Katılım
- 9 Tem 2013
- Mesajlar
- 33
- Tepkime puanı
- 1
- Puanları
- 0
Alain De Botton "çocuklarınızın mutlu olmadıklarını yazar olmak istemelerinden anlayabilirsiniz" diyor. Düşüncelerini, çektiği çilelerle olgunlaştıran fikir adamlarının yaşantıları da bu sözü doğrular nitelikte. Mesela Üstat Necip Fazıl Kısakürek Sakarya Türküsü’nde, “Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader / Aldırma böyle gelmiş bu dünya böyle gider!” derken, kimse “bu adamın hiç derdi yok” diyemez herhâlde.Aslında “Mutsuzum” demek çok iddialı bir kelime. Tıpkı “yalnızım” demek gibi. İkisi de sözden öteye geçemeyecek, sadece içinde bulunulan durumu yansıtmak için kullanılan, herhangi bir derinliği ve ötesi olmayan kelimeler. Ve bu yüzden de hiçbir şekilde iddiadan öteye geçemezler.Dünya hayatının nasıl bir imtihan ve sınavdan oluştuğunu hepimiz biliyoruz. Ahiret inancı olmayan insanlar bile sonunu göremedikleri hayatın bir sınav olduğunu kabul ediyorlar. Ve bu çok ilginçtir, bir inançsızın inanana oranla hayat enerjisi –bazı durumlarda- daha yüksek olabiliyor. Tabii bunun arkasında çok farklı nedenler var. Mesela dünyanın nefse hitap eden güzellikleriyle yaşamak isteyen bir insan, kendisini kolay kolay bir dinin emir ve yasakları altına sokamaz. Bu durum onu inançsızlığa; çeşitli “izm”lere götürür. Sonuç olarak, dertsiz, gamsız ve sorgulamasız bir birey oluşabilir. Bunun aksine herhangi bir inancın emir ve yasaklarıyla yaşayan bir insan da sürekli otokontrol hâlinde olduğu için, dertli, sorumluluk alan ve buhranlı bir düşünce yapısına sahip olur. Kur’an’da en çok geçen buyruklardan biri olan “Düşünen kullar için…” ifadesi de, İslam dininin düşünce ve sorgulama konusunda nasıl bir yapıda olduğunu gösterir.Sabahattin Ali “dünya bıkacak kadar uzun değil” diyor. Evet, bu bir sınav ve çok kısa sürüyor. Burada üzerinde durmamız gereken nokta, “düşünceli miyiz yoksa mutsuz muyuz?” sorusu olmalı. Düşünceli insan hayattan bıkmaz; bilakis hayatın tadını alır ve sürekli etrafını sorgular. Bu sorgulama onu çeşitli buhranlara sokabilir, yalnızlaştırabilir ama kendisini inançlarının gölgesinde bulur. Tıpkı hayatı sorgulamakla geçen Nietzsche’nin, yaşamının son demlerinde hayatı inanç temellerine dayandırmaya başlaması gibi.Mutsuz olduğunu iddia eden insan ise, içinde bulunduğu gayesizliği sürekli bir temele dayandırma ihtiyacındadır. Büyük mütefekkirlerden Nurettin Topçu’nun “insanlar ihtiyaçlarına göre yaşamlarını belirlerler” sözü de bu anlayışın çıkış noktasını açıklamak için yeterlidir. Mesela bir insan çok mutsuz olduğunu, hayattan zevk alamadığını söylüyor ve bunu bir türlü inanç temelleriyle çözebileceğine inanmıyorsa, ihtiyaçlarının esiri olmuş; nefsinin direktifleri yüzünden kendini buhrandan buhrana sokuyor demektir. Ve durum, başvurulan ruh bilimcilerin bilimsel tedavilerine eklenmeyecek “gaye ve inanç” temelleriyle, daha da sürüp gidebilir.Tabii çağımızın en büyük hastalıklarından biri olan mutsuzluk ve tatmin olamama hastalığı, tüketim çılgınlığına paralel olarak, insan isteklerinin aşırılaşması ile de ilişkilidir. Bütün bunların temeline indiğimizde karşımıza sadece “şükür” demenin çıktığını da biliyoruz. Üstelik insanlık sürekli zulümlerle, katliamlarla, hastalıklarla boğuşurken… Bu yüzden, aldığı nefesin bile şükür gerektirdiğini idrak edemeyen bir insan için, “mutluluk formülü” diye bir şey de olamaz