m.yanardağ...

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Köşe Yazıları kategorisinde birazdahaderinmavi tarafından oluşturulan m.yanardağ... başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 946 kez görüntülenmiş, 2 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Köşe Yazıları
Konu Başlığı m.yanardağ...
Konbuyu başlatan birazdahaderinmavi
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan birazdahaderinmavi

birazdahaderinmavi

Kahin
Yeni Üye
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,442
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
59
Başbakan Tayyip Erdoğan, Balyoz davasından 18 yıla mahkûm olan, Birinci Ordu ve Genelkurmay eski İkinci Başkanı E. Orgeneral Ergin Saygun’u hastanede geçen Cumartesi günü ziyaret etti. Bildiğiniz gibi, hekimlerin "cezaevi koşullarında kalamaz" diye rapor verdiği ağır kalp hastası Ergin Saygun, uzun tutukluluk süresinden sonra, 18 yıla mahkûm edilmiş, tedavisinin dışarıda sürdürülmesi için yapılan bütün başvurulara karşın tahliye edilmemişti.

Erdoğan'ın ziyareti her bakımdan ilginçti. Öncelikle yapılması gereken gözlem şudur; bu ziyaret davanın fahri savcısının adeta infaz mahallinde inceleme yapması gibiydi. Dramatik bir tabloydu. Samimiyetten uzak, yeni politik dengelerin işaretini veren diplomatik bir ziyaret.

Oysa Ergenekon ve bağlı soruşturmaları işaret ederek, “Ben bu davaların savcısıyım” diyen Erdoğan’dan başkası değildi. Davalara açık ve kaba bir müdahale anlamına gelecek şekilde, “Şimdi statükonun temsilcileri, darbeciler Silivri’de hesap veriyor” diye yüzlerce konuşma yapan, gazete ve televizyon söyleşisi veren de yine kendisiydi.

Cemaatle birlikte adliye ve poliste oluşturduğu yasadışı yapılanma ile Ergenekon, Balyoz vb. tertiplerini hazırlayan; muhalif aydınları, gazetecileri, politikacıları ve askerleri yıllardır zindanlarda tutan sanki bir başkasıymış gibi davranması, tam anlamıyla politik bir manevra.

İki haftadır AKP iktidarının ve Başbakan Erdoğan’ın tavır değişikliğinin nedenlerini analiz etmeye çalışıyorum. Bu yazıda da AKP iktidarının üç dönemini Cemaat ve liberallerle ilişkileri bağlamında ele alarak tavır değişkliğinin nedenlerine farklı bir açıdan bakmak istiyorum.

İlk yapılacak tespit şudur; Cumhuriyetin tasfiyesini ve rejimin ılımlı İslam projesi temelinde dönüşümünü büyük ölçüde gerçekleştiren AKP, siyasal ve toplumsal hedeflerine ulaştığını düşünüyor. Ülkeyi ve toplumu daha fazla zorlamanın sert bir kırılmaya yol açabileceğini de görüyor. Bu nedenle, önceki dönemin güçleriyle, bu arada askerlerle de bir uzlaşma arıyor.

Cemaat ise, geri dönüş eşiğinin henüz aşılmadığını savunarak, bütün kazanımların yitirilmesine ve sert şekilde hesap sorulmasına yol açacak yeni bir siyasal ortamın oluşmasından korkuyor. Bu korku başta adliye ve poliste olmak üzere, hukukta, siyasette, ticarette ağır suç işleyenlere özgü bir ruh halini yansıtıyor.

***

Şimdi gelelim AKP’nin iktidar dönemleri üzerinden son 10 yılı gerici muhafazakâr-liberal ittifakı/bloku bağlamında değerlendirmeye...

AKP-Cemaat iktidarının başarısı, soyut bir statüko ve devlet eleştirisi üzerinden somut bir iktidarın ve gerici dönüşüm projesinin desteklenmesini sağlamasında yatmaktadır. Bu başarının günümüze kadar sürdürülmesinde en büyük rollerden birini ise çoğu soldan devşirilen yandaş liberaller oynadı.

Bugün o liberallerin işinin bittiği ve buruşuk bir peçete gibi bir kenara atılmaya başlandığı anlaşılıyor. Liberal-muhafazakâr ittifakının etkisi, daha önce de değindiğim gibi, yapılan kaba bir ideolojik hileden kaynaklanıyor. Bu hilenin özünü Cumhuriyete yönelik ilerici ve devrimci eleştiri ile gerici eleştiriyi birbirine karıştırmak oluşturuyor. Böylece Cumhuriyete ve rejime yönelik her itiraz demokratik bir eleştiri olarak sunuluyor. Gerici eleştiri de bu yolla demokratik bir itiraz haline geliveriyor.

Oysa Cumhuriyete, daha doğru bir ifadeyle kurulu düzene yönelik sol eleştiri, tarihsel olarak ilerici, kategorik bakımdan ise devrimci bir itirazdır. Ancak Cumhuriyete yönelik eleştiri sadece soldan gelen itiraz değildir. bir de Cumhuriyete, aydınlanma ve modernleşme sürecine yönelik 200 yıllık gerici eleştiri var. İşte liberaller bu gerici eleştiriyi demokratik bir itiraz gibi sundular.

Dahası soyut ve sahte bir demokratikleşme adına İslamcılara yönelik bütün eleştirilerini geri çektiler. İşte bu tutum, AKP,Cemaat iktidarına paha biçilmez bir fırsat sundu.

Manevranın nedenleri

AKP, Cemaat ve liberaller arasındaki ilişkileri üç aşamada değerlendirmek olanaklı. Birinci aşama, Avrupa Birliği üyelik sürecinin baştan çıkarıcı vaatleri üzerinden kurgulandı. İkinci aşama, geleneksel iktidar blokunun ve Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve yeni rejimin “demokratikleşme” gerekçesiyle kurulma sürecidir. Üçüncü dönem ise AKP’nin devleti bütünüyle ele geçirmesi, kayıtsız şartsız iktidar dönemi ve liberallerin geçici yol arkadaşları olarak dışlanma aşamasıdır.

Üçüncü dönem aynı zamanda AKP ve Cemaat arasındaki rekabetinin sertleşmesine işaret etmektedir.
AKP’nin hükümet olduğu ilk dönemde (2003-2007) iç dinamiklere dayalı bir iktidar kudretine sahip olmaktan çok, dış dinamiklere yaslanarak ülke içindeki iktidar alanını genişletmeye çalışan bir siyasal oluşum görüntüsü veriyordu. Bu durum salt görüntüden ibaret de değildi. Siyasal ve toplumsal güç dengeleri/dağılımı nedeniyle gerçek tablo da böyleydi.

İktidar referansını ABD ve AB’den alan AKP'nin başka çaresi de yoktu. Çünkü AKP, genel olarak Batı’yla, özel olarak ABD ile çatışarak iktidar olamayacaklarını gören ve bu nedenle ahlak sınırlarını zorlayan bir siyasal işbirlikçiliğe yönelen İslamcıların partisi olarak doğmuştu.

İlk döneminde AB sopasını kullanarak muhalefet güçlerini sindirme siyaseti izleyen AKP, ikinci iktidar döneminde siyasal şiddeti de kullanarak bütün devleti ele geçirecekti.

Hukuk ve yasadışı yöntemler kullanılarak yürütülen Ergenekon operasyonlarını, rejimi “ılımlı İslam” programı doğrultusunda dönüştürme ve rakiplerini tasfiye aracı olarak kullanan AKP iktidarı, 2013 Türkiye’sinden bakıldığında bu amacına büyük ölçüde ulaşmış görünüyor.

Bu nedenle AKP Hükümeti ve Erdoğan üçüncü iktidar döneminde başta askerler ve İstanbul sermayesi olmak üzere, eski rejimin güçleriyle ilişkilerini onarmaya çalışıyor. Hedeflerine ulaştığını düşünen AKP Hükümeti, yeni rejimi sağlamlaştırmaya ve geleceğini garantiye alacak yeni dengeler kurmaya yöneliyor. Bu nedenle Cemaatle ilişkilerini kesmese bile en aza indirmek istiyor.

Ancak, zafer kazanan komutan edasıyla bağışlayıcılığa soyunan Erdoğan, 10 yıllık iktidar pratiğinde sergilediği tutum nedeniyle kimseye güven vermiyor.

Bu uzlaşmanın kendilerinin tasfiye edilmesiyle sonuçlanabileceğinden korkan Cemaat ise, Erdoğan’a saldırıyor. Bu saldırıya eski solcu, günümüzün yeni muhafazakârı Şahin Alpay gibi Zaman yazarları bile katılıyor. (üç iktidar döneminde akp...) yurt gazetesi... 10.şubat 2013
PAYLAŞ
 

birazdahaderinmavi

Kahin
Yeni Üye
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,442
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
59
Aydın ihaneti ya da yandaş aydınların dramı

17 Mart 2013, 12:32
Merdan Yanardağ
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr
Anımsanacağı gibi, Türkiye’nin ünlü yandaş kalemlerinden Prof. Dr. Mehmet Altan, hükümetin güdümündeki Star Gazetesi’nden geçen yılın başlarında atıldıktan sonra yaptığı açıklamalar ile herkesi şaşırtmıştı.

Altan, AKP’ye yakın gazetelerin siyasi baskı ile ilan topladığını belirterek, şunları söylemişti. “Kırmızı çizgilerin başında, eleştiri yapmamak geliyor. Dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi. Ayrıca, yapılan olumlu icraatları alkışlamak da yetmiyor.” Bir “dostane eleştiri” yüzünden işinden atılan Mehmet Altan, yandaş gazetelerde kimlerin eleştirilebileceğini de şöyle anlatıyordu:

“Bu zeminde konular ikiye ayrılıyor; ya CHP’yi ağır bir şekilde topa tutabilirsin ya da eskisi kadar olmamakla birlikte, askeriyeyi eleştirmeye devam edebilirsin. Medyanın düğmesine basan biri varsa bunun tek parti rejiminden ne farkı var?”

İşte böyle! Yıllardır AKP’ye destek veren, “İkinci Cumhuriyet” kavramını ortaya atan, gördüğü her haki rengi darbeci asker kıyafeti sanan, buna karşılık türbe yeşilinin egemenliği için yıllarca paha biçilmez düzeyde hizmet yapan Mehmet Altan’ın içine düştüğü durum gerçekten çok acıklıydı.

Kısa süre önce Milliyet Gazetesi de karıştı. Başbakan Erdoğan, aslında ruhunu kurtarmak için kendisine utangaç eleştirilen yönelten kıdemli yandaş kalemlerden eski solcu, yeni liberal ya da daha yerinde bir ifade ile yeni muhafazakâr Hasan Cemal’in Milliyet’te yazmamasını istemişti.
Oysa kendi hayatına, çevresine, dostlarına ve kendisini var eden bütün değerlere ihanet eden Hasan Cemal çok demokratik gerekçelerle AKP iktidarına destek verirken Erdoğan’ın “Hasan Abisi” olacak kadar yakınındaydı. Onlar hep birlikte güya bu ülkeyi askeri vesayetten kurtarıyor ve özgürleştiriyorlardı.

Emekçiler, sermaye, sınıflar, sınıf çatışması ve emperyalizm yoktu bu “askeri vesayet” tahlilinde. Soyut, yoruma açık bir kavramdı. Siyasal, sosyal ve tarihsel süreçlerle açıklanamayan bunlardan bağımsız bir kültürel kategoriden söz ediliyordu. Sonuçta, soyut bir askeri vesayet kavramına karşı mücadele edebiyatı ve statüko eleştirisi üzerinden somut bir iktidara, gerici ve faşizan bir güce destek veriliyordu. Bu toplumsal desteği üreten isimlerden biri de Hasan Cemal’di.

Aslında bu, kendi hayatlarına ihanet eden eski solcu yeni liberal gazetecilerin, yazarların, moda deyimle kanaat önderlerinin sayısı fazla değildi. Ancak onlar Cumhuriyetin tarihsel kazanımlarına, kamuculuğa, halkçılığa, toplumculuğa ne kadar saldırıyor ve iktidara destek veriyorlarsa onlara sunulan olanaklar da o kadar artıyordu.

Televizyon ekranları, gazete sütunları, dergi sayfaları sonuna kadar onlara açıktı. Her gün her saat yüksek fikirleriyle bizi aydınlatıyorlardı! İş o kadar çığırından çıkmıştı ki, artık yemek kültüründen spora kadar onları dinlemeye başlamıştık. Sayıları ne kadar azsa bu nedenle etkileri de o kadar yüksek oluyordu.

Milliyet’in yeni sahibi ve yandaş patron Demirören Ailesi, Başbakan’dan gelen istek üzerine Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak’tan Hasan Cemal ve Can Dündar’ın artık yazmamasını istemişti. Sazak bu isteğe bütün haysiyetli gazeteciler gibi başlangıçta direnmiş, ancak daha fazla dayanamamıştı.

Arkadaşımız Can Dündar’ı tenzih ederek (dışında tutarak) söyleyelim; bu tablo bütün liberallerin dramıydı. Ancak ortada şaşırtıcı ya da beklenmedik bir durum da yoktu. Çünkü kurulmasına katkıda bulundukları dinci-faşizan rejimin imam hatipli yöneticileri kendilerini kullandıktan sonra buruşuk peçete gibi bir kenara atmışlardı. Durum bundan ibaretti.

Liberal-muhafazakâr hegemonya önce ideolojik alanda kuruldu. Yapılan ilk iş şuydu; kurulu düzene yönelik tarihsel bakımdan ilerici, kategorik olarak devrimci itiraz ile rejimin gerici eleştirisi bilinçli bir tutumla birbirine karıştırıldı. Bu liberal ideolojik hile, rejime yönelik her eleştirinin, gerici de olsa, demokratik bir itiraz gibi anlaşılmasına yol açtı.

Örneğin, kadınların örtünmesine yönelik giderek siyasallaşan ve toplumsallaşan baskı ve kuşatma, liberallerin paha biçilmez katkısıyla, vesayet rejimine karşı “özgürlükçü” bir talep gibi sunuldu. Böylece kadını aşağılayan, onun ikinci sınıf bir insan olduğunu tescil eden bu anti-demokratik dinci baskı ve dayatmaya yönelik eleştirilerin de büyük ölçüde geriye çekilmesi sağlandı.

Oysa AKP, İslamcı genetiği ve tarihi kodları nedeniyle liberallerin varsayımları ve yükledikleri anlamın çok dışında bir “demokrasi” anlayışına sahipti. Kaba bir genelleme yaparsak eğer; AKP’nin demokrasi anlayışının eksenini din-siyaset ilişkisinin yeniden tanımlanması ve düzenlenmesi oluşturuyordu. Bu nedenle din-siyaset ilişkisi, din merkezli talepler bağlamında değerlendiriliyor, dini ifade ve örgütlenme özgürlüğünün savunulması da siyasal öncelikler arasında yer alıyordu. Bu yaklaşım, esas olarak aydınlanma ve modernleşmenin kazanımlarına, insan aklının özgürleşmesi ve bilimin yol göstericiliğine karşı olmak gibi, geleneksel İslamcı tavırla buluşuyordu.

Çünkü AKP ve (uzunca bir süre koalisyon içinde olduğu) Cemaat iktidarının demokrasi ve hukuk devleti anlayışı, ılımlı da olsa İslami hükümlerle uyumlu bir anayasal düzenden başka bir şey değildi. Nitekim yeni hazırlanan ve güçler ayrılığı ilkesini ortadan kaldırarak bir diktatörlük rejimi öngören yeni anayasa tam da bu anlayışı yansıtıyor.

YERLİ NEO-CONLAR

AKP'nin "muhafazakâr demokrasi" kavramıyla ifade ettiği ideolojik-politik çizgisi, Avrupalı klasik muhafazakâr partilerden çok, ABD'deki yeni muhafazakâr (neo-conservative) hareketle paralellik taşıyor. AKP çizgisi, ağırlık merkezini İslamcılığın oluşturduğu, Amerikan yeni muhafazakârlığına yakın bir siyasal hareket. AKP'nin kurduğu ilişkiler, izlediği ekonomik ve toplumsal siyaset, küresel çatışmalardaki konumlanışı bize bu konuda yeterince kanıt sunuyor.

ABD’li yeni muhafazakârların kurucularının ve önde gelen kadrolarının büyük çoğunluğu eski solcudur. Daha çok geçmişte Sovyetler Birliği’ne karşı eleştirel tutum takınan ya da esastan karşı olan geleneklere mensup Amerikan yeni muhafazakârları ABD’nin 21. Yüzyıla yönelik imparatorluk projesinin yani gezegene egemen olma planlamasının da mimarlarıydı, Irak işgali de Afganistan yıkımı da onların eseriydi.

Benzer şekilde Türkiye’de de AKP iktidarına ve Cemaat operasyonlarına destek veren, yer yer doğrudan içinde yer alan liberallerin önemli bir bölümü de eski solcu. (Elbette kendi içinde tutarlı olan ve uzun süredir AKP’ye muhalefet eden bazı “liberal demokratları” bu topluluktan ayırmak gerekiyor.) Bu benzerlik bana ilginç geliyor.

Bakalım, AKP-Cemaat iktidarına çok “demokratik ve özgürlükçü” gerekçelerle destek veren liberal ve sol liberaller, Amerikan yeni muhafazakârlarının geçtiği yolu kesintisiz şekilde izleyerek yeni kurulma sürecindeki gerici-faşizan rejimin ahlaksız birer savunucusu ve sol düşmanı haline gelecekler mi?

Çünkü Taraf yazarı, namlı eski sosyalist ve Maoculuğu Türkiye’ye getiren isimlerden biri olan Prof. Dr. Halil Berktay gibi hızla ‘neo-con’laşan sol liberalleri görünce, böyle bir “yakın tehlike” var gibi görünüyor.
 

birazdahaderinmavi

Kahin
Yeni Üye
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,442
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
59
İmralı süreci, yeni anayasa ve kurulan pusu

31 Mart 2013, 12:22
Merdan Yanardağ
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr
AKP İktidarı Türkiye’nin Ilımlı İslam rejimi yönündeki dönüşümünü hukuksal bakımdan tamamlamak istiyor. Bu amaçla 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin bile yapamadığı bir anayasayı zorla topluma dayatmaya hazırlanıyor.

Bu nedenle çekirdek oyları yüzde 10-15 aralığında olan siyasal İslamcı sağ bir parti, her yöntemi kullanarak Türkiye’yi teslim almaya çalışıyor.

AKP İktidarı bütün ülkeye pusu kuruyor. Muhalif toplum kesimlerine, sola, aydınlara, demokratik kitle örgütlerine şantaj yapıyor. Kabaca, “Barış istiyorsanız, hazırladığımız anayasayı destekleyeceksiniz” diyor. Barış için demokrasiyi feda etmemizi istiyor.
Bu nedenle olsa gerek BDP yöneticileri de toplumsal muhalefeti ateşleyecek tek güç olan sola dönüp, “Bizi anlayın, barış var ama şimdilik demokrasi yok” diyorlar. Tam olarak tanımlanamayan bir “barış süreci” için dinci bir diktatörlük rejimine “evet” dememiz bekleniyor.

Öte yandan girilen yeni yolda çok sayıda tuzağın kurulduğu, hile ve siyasal sahtekârlıklara açık olduğu çoık net görülüyor. AKP, tarihsel önemi tartışılamayacak bu süreci yasal güvencelere bağlamayı reddediyor. TBMM’yi devreye sokacak en küçük adımdan bile kaçınıyor.

Dolayısıyla bu girişim kişilere, onların eğilimlerine, dönemsel hesaplara ve siyasal çıkarlara bağlı olarak götürülmek isteniyor. Durum böyle olunca, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP Hükümeti’nin görüş değiştirmesi, siyasette bugünkü güçler dengesinin bozulması, kısa erimli siyasal hedeflerin gerçekleşmesi, süreci etkileyecek bölgesel ya da küresel bir gelişmenin olması halinde “barış süreci” denilen bu girişimin tersine dönmesi mümkün hale geliyor.

Çünkü yasal zemin hazırlanmadığı taktirde, bugün atılan bütün adımlar Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’na göre “suç” olmaya devam edecek. Yarın bir savcının çıkıp dava açması halinde başlayacak hukuksal süreci kimsenin durdurmaya gücü yetmeyebilecek.

AKP bu riskleri görmüyor olamaz. Ancak, hile ve şantaja dayalı siyaset yapmayı bir iktidar yöntemi olarak benimsedikleri için, yasal boşluk durumunu pazarlık aracı olarak kullanmayı seçtikleri anlaşılıyor.
AKP yine kurnazlık yaparak bu kez de Kürt siyasal hareketine ve sola yeni bir “kazık atmaya” hazırlanıyor. Yeni anayasayı ve başkanlık rejimini, deli gömleği gibi topluma giydirdikten sonra bir fırsatını bulup sözlü anlaşmayı bozma kapısını açık tutuyor.

Çünkü AKP yeni anayasayı referandumla topluma kabul ettirdiği taktirde bütün hedeflerine ulaşmış oluyor. Yeni anayasa yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki güçler ayrılığı ilkesini sonlandırıyor. Yargıyı yürütmenin emrine veriyor. Faşizan yetkilerle donatılmış bir başkanlık sistemi öngörüyor.
Özerk kurumları yok ediyor. Türkiye’yi; eğitimi dinselleşmiş, kamusal yaşamı dini kurallar tarafından belirlenen, üniversiteleri medreseye dönüşmüş, kadınlara kapanmaları telkin edilen, yarı laik, dinci ve kıytırık bir Ortadoğu ülkesi haline getiriyor.

Sonuç olarak Türkiye dinselleşmiş, aklın ve bilimin teslim alındığı, teolojik literatürün yükseldiği, niteliksiz ve vasat olanın öne çıktığı bir ülke haline geliyor. Toplum bir önceki çağın değerler dünyasına iade ediliyor.

Bu nedenle AKP’nin ve AKP iktidarının herhangi bir siyasal parti ve iktidardan farklı olduğunu görmemiz, gerekiyor. AKP herhangi bir muhafazakâr parti, AKP iktidarı da daha önce örneklerini gördüğümüz herhangi bir merkez sağ iktidardan nitelik olarak farklı özelliklere sahip.

AKP ku§rucu bir parti, AKP Hükümeti de kurucu bir iktidardır. Eskisini yıkan ve yeni düzen kuran bir siyasal kadro iş başındadır. Bu nedenle Ömer Dinçer, “Seçimi kaybetsek bile AKP iktidar olmaya devam edecektir” diyor.

AKP, emperyalizmle, özellikle ABD ve AB ile çatışarak iktidar olunamayacağını gören İslamcıların partisi olarak doğdu. AKP’yi kuran İslamcı kadrolar, iktidar için ABD ve AB ile uzlaşmayı kaçınılmaz sayan ve tercih edenlerin, dahası küresel mali sermayenin neo-liberal ekonomik politikalarını kayıtsız şartsız savunan İslamcıların kurduğu bir örgüt olarak ortaya çıktı. AKP’yi kuran kadrolar 28 Şubat 1997 sürecini kendi örgütlenmeleri için bir fırsat olarak değerlendirdiler.

Kısacası ABD ve AB ile çatışmak yerine, bu güçlerle uzlaşarak iktidar olabileceklerini görenler, 28 Şubat’tan sonra Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nin kapatılması üzerine, hızla “Milli Görüş” hareketini terk ederek kendi partilerini kurdular.

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Amerikan Dışişleri ve istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller'in 1990’lı yılların başından beri "ılımlı İslam" projesi üzerinde çalıştığı bilinir.

CIA’da Ortadoğu Bölge Şefliği ve Başkan Yardımcılığı yapan Prof. Fuller, Ortadoğu'daki anti-Amerikan radikal İslamcı akım*ları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine radikal İslamcı partileri küresel kapita*list sistem içine çekecek ve onları dönüştürecek bir yaklaşı*mı benimsemekten geçtiği tezini yıllardır savunur.

Graham Fuller'in de aralarında olduğu etkili stratejistlere ve karar verici geniş bir çevreye göre, İslam ülkelerindeki laiklik konusun*da ısrarın hiçbir anlamı yok. Çünkü onlara göre İslam dün*yasında laikliğin tarihsel ve kültürel temelleri çok zayıf. Laiklik, Batı-Hıristiyan kültürüne özgü bir olgu… Ayrıca, Müslümanların günlük yaşamlarında dini nasıl yorumlayıp uyguladıkları ABD'nin stratejik çıkarlarını da hiç ilgilendir*mez. Önemli olan şey, bu ülkelerin ya da örgütlerin anti-Ame*rikan bir niteliğe sahip olmamasıdır. O da ancak, ılımlı bir İslami modeli geliştirmekle müm*kündür.

Bu nedenle AKP-Cemaat iktidarı eliyle Türkiye’de Cumhuriyetin bütün kazanımlarını tasfiye ederek bir Ilımlı İslam rejimi kurulmasının bütün şartlarını yarattılar.
Yine bu anlayıştan hareketle İslam dünyasında Türkiye’yi model alarak 1923’ü kendi ülkelerinde tekrarlayan bölgedeki bütün “Birinci Cumhuriyetleri” yıktılar. Son laik ülke Suriye’yi de yıkmak için uğraşıyorlar.

Fuller'e göre, Fransız ekolü*nü izleyen laik Türkiye aslında "başarısız" bir örnekti. Laiklik nede*niyle İslam dünyasından, onları etkileyemeyecek ölçüde uzak*laşmıştı. Ancak yine de önemli (olumlu anlamda) bir laik birikime ve demokra*tik geleneğe sahipti. Bu durumda tarihsel ve kültürel bakımdan siyasal bir "ortalama" alınabilirdi. İşte alınmak istenen bu ortalama ılımlı İslam’dan bir şey değildi.(*)

Amaç, İslam köktendinciliğini dönüştürmek ve onu liberalleştirerek Batı, dolayısıyla emperyalizm karşıtı bir hareket olmaktan çıkarmaktı. Bu nedenle Fuller, Türkiye’nin en önemli sorunlarının Kemalizm’den kaynaklandığı konusunda ısrar ediyor. Devletçilik ve “liberal olmayan düzenin” Türkiye’nin demokratik dönüşümünü engellediğini ileri sürüyor.

Ilımlı İslam teorisini ve Kemalizm sonrası Türkiye tasarımını önemli ölçüde temellendirdiği, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” isimli kitabında Fuller, Gülen Cemaati’ne ve AKP’ye övgüler düzüyor. Fuller, ülkeyi dönüştürecek bu gücün (AKP-Cemaat ikilisinin) Türkiye’yi bölgede model ülke haline getireceğini de ileri sürüyor. Bu arada Fuller’in kitabının adı da ilginç; “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”!

*Graham E. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Timaş Yayınları, Çev. Mustafa Acar, 3. Baskı, Nisan 2008 İstanbul, S. 62-74.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst