Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Siyaset Meydanı kategorisinde ozkanates tarafından oluşturulan Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 2,062 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Siyaset Meydanı
Konu Başlığı Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi
Konbuyu başlatan ozkanates
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan ozkanates

ozkanates

Yeni üye
Yeni Üye
Katılım
25 Kas 2013
Mesajlar
72
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
Jean-Paul Roux:

Günümüzün önemli Türkologlarından biri olan Roux, araştırma alanını Orta Asya Türk kültürü ve tarihi üzerine yoğunlaştırmış, zamanla konunun uluslararası düzeydeki büyük uzmanlarından biri olarak kendini tanıtmıştır. Yayınları dolayısıyla çeşitli ödüller almış pek çok bilimsel kuruma üye seçilmiştir. Bunların içinde en önemli iki tanesi Fransız Akademisi Başarı Ödülü ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından kendisine takdim edilen Liyakat ödülüdür.


Türklerin Tarihi, Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl:

Türklerin insanlık serüvenindeki rolü temel nitelikte olmuştur. Bu nedenle de bu serüvenin onlara büyük bir yer ayırmaksızın anlatmak hemen hemen olanaksızdır. Osmanlı İmparatorluğunun özellikle XVI yüzyılda dünyanın en büyük güç olduğu bilinir. Buna karşılık, Türklerin göçebe sürülerinin Mançurya’dan Macaristan’a tüm Avrasya bozkırlarını baştanbaşa sardığı, Türklerin Avrupa ve Uzakdoğu’yu saldırılarıyla bunalttıkları, Hindistan’a pek çok akın yaptıkları, bu akınların çılgınca korkulara neden olduğu, Ruslara boyun eğdirdikleri ve egemenliklerini Pekin’e, Delhi’ye, Kabil’e, İsfahan’a, Bağdat’a, Kahire’ye, Şam’a, Konstantinopolis’e, Tunus’a, Cezayir’e kadar yaydıkları bilinmez. Türk toplulukları, bozkır sanatını, Sibirya’da Yenisey kıyılarına, Çin sınırlarına kadar yaymışlardır. Long-men mağaralarındaki heykelleri diktiren Çin Vey hanedanlığı aslında bir Türk hanedanlığıdır. Kahire’deki Ibn Tolun Camii bir Türk tarafından yaptırılmıştır ve Hindistan’daki Agra’da benzersiz Tac Mahal, Türk kanı taşıyan bir prensin eşi için diktirdiği anıtmezardır.

Kuşkusuz Avrasya’nın bir ucundan diğerine sürüklenen iki bin yıllık bir macerada yaşam koşulları aynı olmamıştır. Siyasal, ekonomik, kültürel koşullarda köklü değişiklikler olmuştur. Ama bazı gelenekler varlığını sürdürmüştür. Örneğin Afganistan’daki Türk köylülerinde, Anadolu’daki göçebe ve yerleşiklerde, çağımızın birinci bin yılının son yüzyıllarında, güney Sibirya’da yazılmış metinlerin açığa kavuşturduğu ayinlere şahit oldum. Öte yandan ortaçağın başlangıç dönemlerindeki Uygur toplumlarına, Hazar Denizi kıyısındaki Hazar Krallığına, Altınordu Hanlığına ve Osmanlı İmparatorluğuna özgünlüğünü veren bazı tutum ve davranışlar da aynı kalmıştır: maddi ve manevi sağlamlık, yüksek onur, verilen söze sadık kalmak, ihanet edenlere karşı acımasızlık, ırkçılıktan uzak oluş, vurgulu bir askeri anlayış ve buna uygun erdemler, gözü peklik, savaşçılar arası dayanışma, üste kesin itaat, kendisinin ve başkalarının yaşamını hiçe saymak, idarecilik ve muhasebe anlayışı, arşivleme becerisi, toplumsal sınıflar çok güçlü bir biçimde yapılandırılmış olmakla birlikte aralarında geçiş yapma kolaylığı, bilim ve sanat sevgisi, büyük mimarlık başarıları, İslamiyetin (OA düzeltme: benimsenen Arap geleneklerinin) ancak çok yavaş bir süreçle yok edebildiği, kadınların toplum içindeki şaşırtıcı sağlam konumları, din alanında bitmek tükenmeyen bir merak ve kiliseleri örgütleme çabası, hoşgörü, tasavvuf merakı ve bir tür alaycı kuşkuculuk.

Türk, Türkçe konuşandır.

Bu ölçüt asla etnik değildir. Türklerin ilk kolunun belirgin bir ırkın özelliklerini taşıdığı doğrudur. Ama bu antropolojik niteleme ayırıcı özelliğini hemen kaybetmektedir. Hıristiyanlıktan hemen önceki dönemde, uzun boylu, sarışın, mavi gözlü paleo-Asyalılar ya da Türkleştirilmiş Hint-Avrupalılar olması gereken insanlardan oluşan Kırgız halkından Türk olarak söz edilir. Bu durum, yüzyıllar boyunca artarak sürmüştür. Türkler dışarıdan evlenme eğiliminde oldukları ve eşlerini Türk olmayanlar arasından seçtikleri, rastladıkları her kavimle karıştıkları, dilleri çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ve pek çok topluluk da bu dili benimsediği için Türklerle ilgili karakteristik denebilecek fiziksel herhangi bir özellik saptama özelliği kalmamıştır. Yeryüzünde saf ırk olmadığını biliyoruz. Ama bu konuda daha ileri gitmek ve Türklerin karma bir ırk oluşturmadıklarını söylemek zorundayız. Türklerin hiçbir ırksal özelliği yoktur. Dolayısıyla kendi içinde bir Türk ırkından söz edemeyiz. Belki sadece Orta Asya’nın ücra dağlarından dünyanın herhangi bir yerine, Türklerin damarlarında, eski Türk kanından, elmacık kemikleri çıkık ve gözlerini çekik yapan o kandan daha çok yabancı –Moğol, Çinli, İranlı, Yunanlı, Kafkas, Rus, Afrikalı- kanı akmaktadır.

------------------

Etnik karşılığı olmayan Türk sözcüğü herhangi bir devlet ya da ulus kavramını da akla getirmez. Türkler tarihlerinin hiçbir döneminde, tek bir yerde, belirli sınırlar içinde, ortak bir buyruk altında bir arada olmamışlardır. Kurdukları en büyük imparatorluklar bile içlerinden ancak bir bölümünü ilgilendirmiş ve kendilerinden daha kalabalık Türk olmayan topluluklara dayanmıştır. Özetle Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında önce gerçek bir Türk devletinin, yani çoğunluğunun Türklerin oluşturduğu, Türklerin yönettiği ve kendini Türk olarak kabul eden bir devletin hiç var olmadığı bile söylenebilir. Bunun tek istisnasının, Çin transkripsiyonu T’u-kü-e olan Türük devleti olduğu söylenebilir.

Savaştan söz etmeksizin bir Türk olgusundan söz edemeyiz. Yalnız bununla Türklerin savaşı diğer uluslardan daha fazla sevdiğini söylemiyoruz; bu, Türklerin evrensel barış özlemlerini yok saymak olur. Kimi zaman bazı halklar Türkler tarafından ezildiklerini söylemişlerdir. Örneğin Altınordu döneminde Ruslar için durum böyleydi. Ama genelde Türkler egemenlikleri altına aldıkları halklara olağanüstü parlak dönemler yaşatmışlardır. Bu durumun örnekleri ise Selçuklular dönemi İran’ı, Tabgaçlar dönemi Çin’i, ve Memluklar dönemi Mısır’ı ve Moğollar zamanı Hindistan’ıydı. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu da dünyanın en büyük güçlerinden biriydi.

Türklerde imparatorluk kurma eğilimi vardır. Türkler sözcüğün tam anlamıyla yeryüzünün hükümdarlarıdır. Kurdukları ve hiçbiri diğerine benzemeyen imparatorluklar iki bin yıl boyunca bazı temel özellikler taşımaktadır. Bu imparatorluklar birer halk mozaiğiydi; Türkler bu imparatorluklarda, halkları uyum içinde bir arada yaşatmaya çalışıyor, onlara güçlü bir biçimde merkezileştirilmiş bir iktidarın altında kimliklerini, dillerini, kültürlerini, dinlerini, hatta çoğunlukla önderlerini muhafaza etme hakkını da tanıyorlardı. Fetih hakkı olarak en yüksek görevler kendilerinin olduğu halde, ele geçirdikleri ülkenin insanları onlardan uygarsa, yerli halkı güven gerektiren makamlara getirmekten çekinmemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğunda yüksek devlet görevlerinin çoğu Ermeni, Rum, Arnavut kökenliydi. Hatta Latin kökenli paralı askerlerin bile devlet hizmetine alındığı görülüyordu. Devlete yaralı olabilecek yabancıları çekiyorlardı, Hıristiyan İspanya’dan kovulan Yahudiler gibi. Hatta onların, kendilerine yararlı olacağını düşündükleri tekniklerini, kimi zaman yaşam tarzlarını, kimi zaman dinlerini, kimi zaman da dillerini almışlardır. Başlıca kaygıları ise onları örgütlemek, idare etmek, savaşa sürmek, ticaretlerini, sanayilerini geliştirmek, sanat eserleri üretmelerini sağlamak, arşivler kurmak olduğu anlaşılmaktadır. Neden genel olarak sonuçta ele geçirdikleri ülkelerin halklarının içinde eridikleri de böylece daha iyi anlaşılmaktadır.

------------------

Çok uluslu ve çok dinli varlıklarını ancak herkesin uzlaşmasıyla sürdürebilen devletler kuran Türkler nasıl fanatik olabilirlerdi. Hoşgörüsüzlük, temel yönetim esaslarına ters düşen ve onların mahvını getiren bir kusur olurdu. Türkler, imparatorluk kurucuları olarak kavimlerini düzene koydukları gibi, dinleri düzene koymayı, onlara hak ettikleri yeri vermeyi, birinin diğerini ezmesine izin vermemeyi de kendileri için görev sayıyorlardı. Bunu her zaman başaramadılar ve Budistler, Taocular, Hıristiyanlar ve Müslümanlar verilen ödünlerden, sağlanan kolaylıklardan zorbalıklarını uygulamak için yararlandılar; sonunda suçlanan Türkler oldu!

Türkler doğaüstü güce sahip olduklarına ya da tanrıyla ilişkili olduklarına inandıkları her şeye karşı doğuştan saygılıydılar ve bunlardan çekinirlerdi. Kilisenin önde gelenleriyle çatışma içine girmekten kaçınmışlar, onlara iyi davranmış, onları ayrı tutmuş ve büyük bir beceriyle onlara hizmet eder gibi görünüp, onların kendilerine hizmet etmelerini sağlamışlardır. Devletlerinin teokratik olduğu söylenmektedir, ancak dine hizmet eden genelde devlet olmamıştır; ama dinden yararlanmışlardır, her zaman ustalıkla dinsel duyguları kullanmasını bilmişlerdir. Her zaman devlet ve din kurumunun uyumla çalışmasını sağlayamadılar ve çatışma kaçınılmaz olduğunda, baştaki hükümdarın din sınıfına üstün gelmesi her şeyden öncelikli olmuştur. Ancak hükümdarlar yine de din erkine ya da en azından onun temsil ettiği ruhani erke her zaman saygılı olmuşlardır.

Türklerin dinle ilgili her şeye karşı büyük bir merakları olmuştur. Batılılara Muhammed ve Kuran’ın ateşli yandaşları, ardılları olarak görünseler de aslında Türkler, İslamiyet’te yollarını bulmadan önce birbiri ardınca dünyanın bütün büyük evrensel dinleri kabul etmiş ve çoğu zaman bu dinleri başarılı biçimde temsil etmişlerdir. Müslüman olduktan sonra bile diğer dinsel inançlara ilgi göstermeyi sürdürmüşlerdir. Kutsal metinleri dillerine çevirtmişler, teologlara sorular sormuşlar, kolokyumlar düzenlemişler ve bunlara çeşitli dinsel inanç temsilcilerinden olabildiğince çok sayıda kimsenin katılmasına çalışmışlardır.

Halkın, hükümdarın dinini benimsemesini isteyen Avrupa’nın tersine oldukça şaşırtıcı biçimde cujus regio ejus religio (insanın yaşadığı yer onun dinidir) ilkesini benimseyen Türkler, tüm din ve inançların bir arada barış içinde yaşayabileceği düşüncesini kabul ettirmeye çalışmışlar, ancak Müslüman olduklarında Müslüman olmayanlara “kafir” olarak nitelendirerek bunun aksi tutumlarda da bulunmuşlardır (OA düzeltme: bu terimin Türk yorumu Batıdakinden farklıdır). Yine de bu konudaki tavırları evrensel uygarlığa en büyük katkılardan birini sağlamıştır.

------------------

Türklerde hiçbir zaman soyluluk kurumu olmamıştır. Tarımcının, çiftçinin sürekli olarak hor görülmesine de rastlanmaz. Türkler, kendilerini tarıma vermeye eğilimlidirler ve toprağa bağlandıkları zaman da bugünkü Anadolu halkı gibi, en dayanıklı köylü soylarından biridirler. Dünyanın en eski maden işleyicilerinin, yontucularının mirasçıları Türkler madenci, sanayici, zanaatçı olmuşlardır. İstanbul’da Rum, Ermeni ve Musevi satıcıların oldukça fazla sayıda olması aksine işaret etse de Türkler iyi tüccarlardır. Uygur belgeleri arasında, bono ve poliçe niteliğinde olanlara ayrı bir yer vermek gerekir. Öte yandan Küçük Asya’daki son derece güzel Selçuklu kervansarayları da görülmemiş bir olguyu, Müslüman bir toplumda ticarete dinden önce yer verildiğini ortaya koymaktadır.

Türklerin mimaride, heykel sanatında, resimde ve güzel sanatlarda oynadıkları rolü, genelde tebaasının rolünden ayırt etmek güçtür. Türkler iyi sanatçılardı, bunu kimse inkar edemez. Sanatçılara karşı her zaman saygılı davranıp, onları korumuşlar, saraylarına, başkentlerine götürmüşlerdir ve bu, bir biçimde, onlara sunulan bir onurdu. Eski zamanlarda oldukça ender görülen bir olgu olarak Türkler antikacı ve oldukça tutkulu koleksiyoncuydular; dünyanın başka bir yerinde kim Türklerden daha fazla geçmişin eserlerine ilgi göstermiştir?

Türklerin edebi yetenekleri üzerine tartışabiliriz, çünkü sanat eserleri henüz yeterince tanınmamaktadır. Çağdaş roman yazarlarının nitelikleri bize arkalarında büyük bir geleneğin olduğunu gösteriyor. En geniş Türk edebiyatı olan Osmanlı edebiyatı İslam, Arap ve Fars edebiyatlarıyla karşılaştırıldığında çok öne çıkamıyor ve yüzyıllar içinde birbirine dolaşmış cümle yapısı da işini kolaylaştırmıyor. Ancak popüler metinler dikkate değer güzelliktedir: Kitab-ı Dede Korkut, hala coşkuyla okunan Yunus Emre şiirleri, Nasreddin Hoca’nın mizah dolu, nükteli fıkraları… VIII yüzyılda karşımıza çıkan ilk örneklerinden, Babur Şah’ın Vekayiname’sine, oradan 2000 yılı eserlerine kadar Orta Asya da bu anlamda oldukça bereketli bir topraktır.

Kırtasiyeci batı uygarlığında, Türk arşivlerinin gerçekten şaşkınlık verici nitelik ve niceliklerini kavramak güçtür. Kütüphaneler de olağanüstü zengindir. İstanbul’da yirmi kadar kütüphane vardır ve bunlardan sadece Süleymaniye Camii Kütüphanesi’ndeki elyazması sayısının 56.483 olduğu düşünülmektedir. Kıyas açısından, Fransa kralı V. Charles’ın kitaplığındaki 1.200 elyazmasının son derece yüksek bir miktar sayıldığı, bu nedenle “kitaplığın” Avrupa’nın seçkin aydınları için bir çekim merkezi olmuş olduğunu anımsatmakla yetinelim.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst