Jacques Derrida (1930-2004)

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Filozoflar kategorisinde faust tarafından oluşturulan Jacques Derrida (1930-2004) başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 3,459 kez görüntülenmiş, 7 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Filozoflar
Konu Başlığı Jacques Derrida (1930-2004)
Konbuyu başlatan faust
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan faust
F

faust

Ziyaretçi
Geliştirdiği “yapısökümcü” okuma yöntemiyle yepyeni bir düşünme olanağının kapılarını aralayan, post-yapısalcı felsefe çerçevesinin kuruluşunda çok önemli bir yeri bulunan Cezayir doğumlu Fransız felsefeci. Derrida’nın hemen bütün metinlerinde kendisini gösteren egemen düşünce, Batı felsefesi geleneğinin yapısökümcü bakış açısından sonuna dek sorgulanmasıdır.

Bu anlamda ilk iş olarak Batı felsefesini köküne dek sarmış olduğunu düşündüğü bulunuş metafiziği varsayımının yapısının sökülmesine yönelen Derrida, söz konusu varsayım aracılığıyla kendisiyle özdeş dolaysız bir yaşantı a 1am olarak doğruluk yaşantısının değerinin kesinlendiği, buna bağlı olarak da konuşmaya geleneksel olarak yazı önünde hep varlıkbilgisel bir öncelik ve üstünlük tanındığı saptamasında bulunur. Konuşma ile yazı arasındaki ayrımın ancak öteki’nin şiddet kullanılarak dışlanması yoluyla yapılabileceğini ileri süren Derrida, öteki’ne şiddet uygulanmasına olanak tanımayacak yepyeni bir dil anlayışı geliştirme amacındadır.

Bu yeni dilin en belirgin özelliği, ayrımın özdeşliğe indirgenemiyor oluşuna bağlı olarak farklı bir etik ve siyasal sorumluluk anlayışını savunuyor oluşudur. Derrida’nın yazıla rında ele alınan felsefe sorunlarını tam olarak kavrayabilmek için, öncelikle Kant, Hegel, Marx, Nietzsche, Husserl, Heidegger, Levinas, Sausssure ve daha birçok filozofun düşünceleriyle tanışık olmak zorunludur. Böyle bir tanışıklığın olmayışı, çoğunluk olduğu üzere, Derrida’yı anlamaya çalışan okurları Derrida’ nın metinlerindeki felsefe devinilerini izleyemediklerinden ötürü çok güç bir durumda bırakmaktadır.

Derrida’ya göre yapısöküm bir okuma tekniği olmaktan çok “bütünüyle öteki” olana yaklaşmanın, dolayısıyla da baştan olanaksız bir deneyimi ortaya çıkarmanın bir yoludur. Bir bütün olarak Derrida’nın düşünsel konumu, bu anlamda felsefece düşünmenin metafizik dilinin eleştirisi yoluyla düzenli olarak yinelenen dogmacı varsayımlardan kurtarılmasının amaçlandığı Hegel sonrası son derece üretken açılımlara konu felsefe çerçevesine yerleştirilebilir.

Kuşkusuz metafiziksel dogmacılıktan kaçınma arayışı, izleri Kant’ın eleştirel felsefesi ile İngiliz Deneyciliği’ne, hatta belli bakımlardan Descartes’a dek sürülebilir olması nedeniyle yeni bir şey değildir. Ancak metafiziksel dogmacılığı eleştirmek ile metafızik dilini eleştirmek bir ve aynı şey değildir. Hegel sonrası felsefe dönemiyle birlikte dili sorgulamak Batı filozofları için sürekli üzerinde durulan bir izlek konumuna gelmiştir. Sorun bu biçimde konduğunda, Derrida ilk bakışta pragmacı ve mantıkçı olgucu düşünce hareketleriyle yakın bir yere yerleştirilebilir gibi görünse de Derrida’nın felsefece ilgilerinin geliştiği çerçevenin Kıta yönelimli olması böyle bir girişime pek olanak tanımayacaktır

İlk yazılarında Derrida, kendi içinde tutarlı bir anlamlandırma çabası olan Husserlci görüngübilim izlencesine derinden bağlıdır. Buna karşı, Husserl’in teksesli dil ülküsünü yeniden canlandırdığını gerekçe göstererek, görüngübilim yönteminin son çözümlemede doğruluğun bulunuş olarak değerlendirilmesi sayıltısından, yani bildik geleneksel metafizikten kurtulamadığı eleştirisinde bulunur. Belli ölçülerde, aşağı yukarı aynı temeller üzerinde Heidegger de Husserl’i eleştirmiştir. Derrida, Husserl’e yönelttiği eleştirileri, buna bağlı olarak da ortaya attığı savları pek çok bakımdan olurlamakla birlikte Heidegger’in vardığı kimi sonuçlara katılmamaktadır. Nitekim yazılarında sık sık yeniden döndüğü, Heidegger’in felsefenin sonuna gelinen bir dönemde düşünmenin ödevini tanımlama ekseni doğrultusundaki girişimine karşı can alıcı önemi bulunan bir takım sorular ortaya atar.

Sonraki dönemine karşılık gelen yazılarında Heidegger, dilin insana ait bir şey olmadığını, tersine insanın dile ait bir şey olduğunu öne sürer; bu anlamda insan dili değil dil insanı konuşuyordur. Bir başka açıdan söylenecek olursa, Heidegger’e göre geleneksel olarak savunulanın tam tersine düşüncenin dili belirlemesinden çok dilin düşünceyi belirlemesi söz konusudur.

Heidegger’in bu saptamalarının ışığı altında Derrida, yapısökümün ödevini aydınlığa kavuşturabileceği bir zemin bul muş gibidir. Nitekim Derrida’nın kullandığı “yapısöküm” terimi (diconstruction) doğrudan doğruya Heidegger’in Varlık ile Zaman’da (1927) kullandığı Almanca destruktion teriminin Fransızca’ya çevirisidir. Heidegger’in temel savına göre, “Varlığın Utku” olarak zamanı doğru bir biçimde düşünme ödevi, metafizik kavramların tarihinin, özellikle de Aristoteles, Descartes ve Kant’taki zaman tasarımlarının destrüktion’u ile olanaklıdır ancak. Buna karşı Heidegger destrüktion’u asla “geriye tek bir iz kalmayacak biçim de ortadan kaldırmak” olarak anlamaz.

Nitekim metafizik tarihi, bir yapının yerinden oynatılamayacak denli sağlam bir biçimde yerleşmesinden (daha sonra ,gestell, ya da “çatı”, diye adlandırır Heidegger bunu) meydana gelmektedir. Bu anlamda destruktion Heideggerci anlamıyla düşünceye yerleşen her türden yapının gevşetilip zayıflatılmasıdır daha çok.

Derrida, Heidegger’in terimi bu özel anlam da kullanışını geliştirdiği yöntemin adı yapacak denli önemli görmesine karşın, yine de Heidegger’in destrüktion anlayışının da son çözümlemede bulunuş metafıziğinin izlerini taşıdığının açıkça görüldüğünü belrtmektedir. Özellikle Heidegger’in varlıkların Varlığı’nın sözünü dile getireceğini öngördüğü sahici şiir dilinin metafizik tarihinin bütünüyle destrüktion’una yol açacağı umudunu dile getirdiği yerler, Derrida’nın kuşkuyla yaklaşılması gerektiğini düşündüğü özel yapısöküm alanlarıdır. Nitekim Derrida için Heidegger’in umduğunun ya da varsaydığının tersine, düşüncenin başlayabileceği ya da yeniden oraya geri dönebileceği bir başlangıç noktası ya da konumu yoktur. Böyle bır başlangıca duyulan yersiz “nostalji” ya da yitirilmiş geçmişe duyulan özlem değme bir bulunuş metafıziği örneğidir

Derrida için Batı metafiziği tarihi eninde sonunda doğruluğun gerçek paradigması olarak kendiliğin bulunuşunu olurlayan bir dizi girişimden oluşmaktadır. Bu geleneğin tam göbeğinde, kendi bulunuşunu kendisine ancak dil yoluyla gösterebilen bir varlık olarak “insan” tanımı yer almaktadır. Varlıklar arasında insana tanınan bu özel yere inanç, Derrida’ya göre asla temellendirilebilecek bir şey değildir. (Hiçbir düşünce, “Düşünüyorum” düşüncesi bile, kendisini kendisine dolaysız bir biçimde sunamaz. Derrida’nın bu temel çıkışı, neden dil izleğini bırakıp yazı izleğiyle düşünmeye yöneldiğini de açıklamaktadır. Kendiliğin bulunuşunun değerini tam olarak kesinlemek için, Batı filozofları geleneksel olarak düşüncenin dile ne ölçüde bağımlı olduğu sorusunu göz ardı etmişlerdir. Ne var ki bu temel gerçek öyle kolaylıkla hasır altı edilebilecek gibi değildir Derrida’ya göre; Platon’dan Rousseau’ya, oradan da Hegel’e gelinene değin hemen bütün filozoflar, düşüncenin kendiliğinden kendisine açık seçik olduğu bir ideal dil ile bu teksesli ve özgün “düşünce dili”nin kendisine çevrilebileceği bir ikincil dil arasında bir ayrıma gitmişlerdir.

Buna göre, konuşma dilindeki sözcükler hiçbir aracıya konu olmaksızın doğrudan düşüncenin anlatımıdırlar; çünkü onlar yalnızca konuşulduklarında vardırlar, dahası söylendiklerinde konuşanın içinde duyulabilmektedirler. Buna karşı yazı dilindeki sözcükler, onları dile getiren konuşmacı ortadan kaybolduğunda dahi işlevlerini yerine getirebildiklerinden, düşünceye dışsaldırlar. Konuşma bu anlam da doğrudan doğruya düşüncenin gövdelenmesiyken, yazı yalnızca konuşmanın ikincil bir göstergesidir.

Derrida’nın gözünde filozofların bu temel yaklaşımı, kendiliğin bulunuşunu sağlama almak adına anlamlandırmanın maddiliğini unutmak gibi çok önemli bir yanlış doğurmuştur. Bu hiç de dayanıklı olmayan uslamlama çatısı altında, Batı filozofları kendi “sesçil” yazılarının abecesinin sesçil olmayan Avrupa dışı dillere göre felsefı bakımdan daha üstünlüklü bir konumda bulunduğunu varsayar olmuşlardır. Ne var ki sesçil yazıyı sesçil kılanın ne olduğu, sesçil olmayan yazıyı sesçil yazıdan neyin ayırdığı öyle hiç de kolayca yanıtlanabilir bir soru değildir. Daha da önemlisi, Derrida’nın Söylediği gibi, salt düşüncenin anlatımı ya da dışa vurumu olacak ideal saltıklıkta bir dil tasarlamak olanaksızdır. Bir başka deyişle, Derrida’ya göre “konuşma” ile “yazı” arasında geçmişte sıkça yapıldığı gibi keskin bir ayrıma gitmenin sağlam bir temeli yoktur.

Bu saptamadan harekede Derrida, bulunuş metafiziginin “söz-egemen” ya da “ses-egemen” temellerinin yapısökümüne yönelmektedir. Konuşmanın yazı üzerindeki sıradüzensel üstünlüğü kendisini Batı metafıziğinin üstüne kurulduğu sayısız sıradüzenli karşıtlıklarda göstermektedir. Derrida’nın bu karşıt ikiliklere ilişkin olarak yapmak istediği, kimi
yorumcularının belirttiği üzere, karşıtlıkta yer alan terimlerin yerlerini değiştirerek aralarında kurulu bulunan öncelik/ sonralık ya da üstünlük/alçaklık değerlemelerini tersyüz etmek değildir yalnızca. Burada amaçlanan Batı düşüncesinin üstüne kurulduğu bu temel karşıtlıkların mantığının yapısını bütünüyle sökerek bir daha kullanılamaz hale getirmektir.

Demek ki Derrida’nın açıklamasına göre, konuşma/yazı ayrımının savunulamaz oluşu yazı kavramını da en az konuşma kadar kendisine kuşkuyla yaklaşılması gereken bir kavram kılmaktadır. Öte yandan, yazı yine de ötekiliği simgeleyen temel beti olarak işlevini yerine getirmeyi sürdürmektedir. Derrida’ya göre bu nedenle, Heidegger’in ileri sürdüğü gibi, düşünmenin ödevinin “dili dil olarak dile taşımak ya da dile getirmek” olması oldukça anlaşılır bir şeydir. Nitekim bu bağlamda Heideggerci bir düşünce çizgisi izleyen yapısökümün temel ödevi de “yarıyı yazı olarak yazıya taşımak ya da getirmektir”.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bulunuş metafiziğinin yapısını sökmek için öncelikle düşüncenin kendisini yazı olarak açığa vurmasının gereğidir. O nedenle yapısökümcü söz dağarında “yazı” kavramı kesinlikle salt arı düşüncelerin kayda alınması demek değildir. Nitekim Derrida bu noktanın ne denli önemli olduğunu vurgulamak için “arke_yazı” kavramı diye yeni bir yazı anlayışı betimleme yoluna gitmiştir. Buna göre, arkhe’siz (yanı “kökensiz”) bir düşüncenin özniteliğini différence (“ayıram”) oluşturmaktadır. Diffrence en genel anlamda, her şeye “ilk” olan ya da her şeyin “merkez”inde duran düşünülebilecek her türden terimi adlandırmanın olanaksızlığını adlandırmaktadır.

Metafızik olmayan, metafizikten başka bir düşünce olanağının önünü açmak için, yazının, kendinde bulunan bır “anlam” ya da “doğru dile getirme amacı güdüşüyle tanımlanan metafizik dilinin bütün metafizik içerimlerinden tümüyle kurtarılması zorunludur. Bu sonuca ulaşmak için Derrida, bir dizi değişik yazma stratejisi geliştirmiştir. Bu stratejilerden biri, kendi içinde bütünlüklü tek bir kitap olarak okunmaya izin vermeyecek biçimde aynı metinde sonsuz sayıda metin üretmektir.

Nitekim Derrida Glas (Matem Çanı, 1974) adlı yapıtını, bu biçimde parçalara ayırarak, bir anlamda parçalayarak yazmıştır. Kitabın ana yapısı, ilk sütunda Hegel’in (giz, örtü) anlayışıyla ilişkili çeşitli konuların incelendiği, ilk sütunun tam yanına yerleştirilen ikincisindeyse Genet’nin yazılarında düzenli olarak karşılaşılan bir giz türü olarak Jean Genet’nin imzasının çok yönlü bir incelemesinin yapıldığı iki ayrı sütundan oluşmaktadır.

Glas üzerine söylenebilecek bir dolu şey olmakla birlikte, bunlardan ola ki en önemlisi, kitabın Sartre’ın Aziz Genet adlı incelemesinde yarı Hegelci bir gözle Genet’nın yazılarını özetlemiş olmasından duyulan rahatsızlıkla Genet’nin yazılarını kurtarmak adına uygulanmış bir yapısöküm örneği olarak okunabileceğidir.

Derrida’ nın sıkça başvurduğu bir başka yapısöküm stratejisi de geleneksel gösterge kavramını özellikle sorunsallaştırmak amacıyla tasarlanmış différance gibi birtakım metinsel imler üretmektir. Bu imler yalnızca birer yeni sözdük geliştirme arayışına karşılık gelmezler, Çünkü bunlar ne sözlüktürler ne de gösterge (örneğin Fransızca’da “ayrım” anlamına gelen différence sözcüğünden bozmadır); bunlar daha çok anlaşılırlığa karşı kendi dirençlerine ya da korunaklarına dikkat çeken, an tam anlamıyla belirlenemeyen yapısökümcü ifadelerdir

Différance “Varlık” türünden her hangi bir şey üzerine enson sözün söylenemezliğini açığa vuruyor olması, kimi yapısöküm yorumcularınca “olumsuzlamacı tanrı bilim” biçiminde yorumlanması sonucunu doğurmuştur. Derrida aralarında görünen yakınlığın kaçınılmaz olduğunu, ama bu ikisini, yani yapısöküm ile olumsuzlamacı tanrıbilimi eşitlemenin bulunuş metafiziğinin kendinden geçirici yaşantısını yeniden kesinlemek anlamına geleceğini bildirmektedir. Bunun yerine Derrida, bütün deneyimlerin gelecekte neler olacağını bilen bir peygamberlik konumuna indirgemeksizin “şimdi ile burada bulunma”yı kesintiye uğratan, yapısı sökülemez mesihvari bir söz verme ile yapılandırıldığını ileri sürmüştür. Belki de bu noktada, Herakleitos’un oluşu kesinleyişi dc Derrida’nın söz verme yaşantısına değgin açıklaması aynı düzlemde düşünülürse, Herakleitos’un “oluş” anlayışı Derrida’nın différance’ la demek istediğine en yakın düşünsel konum olarak değerlendirilebilir.

Bu tür bir Herakleitos okuması, Derrida’nın açıkça yapısökümcü yönlerini Heidegger’in göz ardı ettiğini düşündüğü Nietzsche’nin yazılarında da bulunabilir. Heıdegger’e göre, Nitzsche’nin metinleri tek bir anda tek bir düşünürün tekil düşüncelerini yansıtmaktadır. Derrida, Heidegger’in bu savına Nietzsche’nin yazma biçeminin değişik yönlerine dikkat çekerek karşı çıkar. Buna göre, Nietzsche belli bir anlamı ya da doğruyu dile getirmek yerine, yazılarında daha çok alışıldık geleneksel yorumlama kaynaklarını baştan boşa çıkaran metinsel sorunsalları gündeme getirmiştir.

Derrida bu düşüncesini Mahmuzlar Netzsche’nin Biçemleri adlı çalışmasında, Nictzsche’nin metinlerinde yer yer geçen “Şemsiyemi unutmuşum” tümcesinin yorumlama bakımından üzerine “karar verilemez” oluşuna parmak basarak tanıılamaktadır. Burada gösterilmeye çalışılan, bırakın metnin tek bir anlamı olmasını, metinde karşılaşılan herhangi bir “şey”in dahi bir özdeşliği olmadığıdır. Bu düşünce uyarınca Derrida, Nıetzsche’nin metinleri demek yerine “Nietzsche’nin imzaları” demeyi daha uygun bulmaktadır.

Bunun yanında Derrida, Nietzsche’nin biçemlerini çoğaltmanın doğruluğunu savunmakla birlikte, Nietzsche’ nin birtakım anlam hareketlerine ilişkin belli çekinceler koymaktan da geri kalmaz. Sözgelimi Derrida’ya göre “kadın” sözcüğü Nietzsche’de “doğru olmayan” ın eğretilemesi olarak geçmektedır hep. Bu yüzden, Nietzsehe’nın metinlerınde “kadın” sözcüğünün geçtiği yerler Derrida için yapısöküme alınması gereken özel yerlerdir.

Ayrıca Nietzsche’de karşılaşılan anlam hareketlerinin yol açtığı şiddete de dikkat çeken Derrida, aşırılığın mantığını şeyleştirmeden aşırı uç konumların taşıdığı yıkıcı gizilgücü patlatacak bir stratejinin arayışı içindedir

Bu açıdan bakıldığında yapısöküm siyasal olan üzerine düşünmenin bir yolu olarak da değerlendirilebilir. Nitekim daha ilk yazılarından başlayarak Derrida’nın adalet ile şiddet arasındaki ilişkiyle ilgilendiği üstünden atlanamayacak bir olgudur.

Derrida’nın başlıca yapıtları zaman dizinsel olarak şunlardır: L’écriture et la Différance (Yazı ve Ayrım, 1967); La Voix de la Phénomene (Ses ve Görüngü, 1967); De la Grammatalogie ( Yazıbilime Dair, 1967); Marges de la Phlisohie(Felsefenin Kıyıları, 1972); La Disémination (Yayılım/Saçılma, 1972); Positions (Konumlar, 1972); Glas (Matem Çanı, 1974)L’archéologie du frivol(Sıradan Şevlerin Kazıbilimi, 1976); Le Vérité en peinture (Resimde Doğruluk, 1978); La Carte postale de Socrate a Freud et de la(Sokrates’ten Freud ıle Ötesine Kartpostallar, 1980):Spurs, Nietzsche’s Style (Mahmuzlar: Nietzsche’nin Biçemleri, 1981, ikidilli basım); Psyché (Psykhe, 1987): De l’Esprit (Tin Üzerine, 1989); Limited Inc. (Limitet A.Ş., 1990) ve L’Autre Cap (Ötekinin Kulağı, 1991).
Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü.Hüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları
 
F

faust

Ziyaretçi
Yaşamı ve düşüncelerinin oluşumu

Derrida’nın etkinliği yalnızca edebiyat eleştirisi ya da felsefeyle sınırlı olmamıştır. Ama onun politik pratiğinin dikkate değer bir yanı olduğu da söylenemez.Derrida asıl olarak düşüncede çığır açıcı olmuştur, ancak bu noktada ortaya yepyeni bir teorik bütünselik koymasıyla değil aksine böylesi teorik bütünlüklerin tuttarsızlıklarının ortaya serilmesiyle dikkat çekici olmuştur. Onu aşırılıklar peygamberlerinin en önemli figürü yapan geleneksel kavramlarda ve düşüncede yarattığı tahribattır. Geliştirdiği yöntemsel yaklaşım, bu tahribatı garanti eder.
Özellikle ‘60′lardan sonra yoğunlaşan siyasal konjonktür içinde ırkçılık karşıtı hareketlerde yer aldiği, Fransa’daki Cezayir’li mültecilerin haklarını desteklediği ve ayrıca Soğuk Savaş dönemi Çekoslavakya’sının muhalif hareketlerini desteklediği ve bu nedenden 1982 yılında aynı ülkede tutuklanmış olduğu bilinmektedir. Körfez savaşı sırasında ise Alman filozof Jürgen Habermas’la birlikte Frankfurter Allgemeine‘de kaleme aldıkları bir yazıda, dünya entelektüellerini ABD’nin Irak’a karşı giriştiği saldırıya tavır almaya ve Avrupa’nın dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya giriştiği bilinir.
Paris’te Ecole Normale Superieur‘de ve Sorbonne Üniversitesi’nde okudu. 1970′lerden itibaren Paris ve ABD’deki Johns Hopkins, Yale, Harvard, Kaliforniya üniversitelerinde akademik kariyerini sürdürdü.Geliştirdigi yöntem ve kavramlar edebiyat eleştirisinden sosyolojiye, kimlik sorunundan felsefeye bütün düşünsel alanlarda etkisini gösterdi ve sarsıcı sonuçlara yol açtı.
Michel Foucault, Gilles Deleuze, Fellix Guattari gibi ünlü Postyapısalcı felsefe‘nin (ya da başka bir değişle yapısalcılık-sonrası-teorinin) kurucu öncülerinden biridir.1960′lı yıllardan itibaren geniş bir entelektüel kesimin dikkatini çekmeye başladı, özellikle düşünce tarihine yönelttiği köktenci eleştiriler ve yazmanın ( yazı‘nın)doğasıyla ilgili teorik önermeleri önemsendi. J.J.Rousseau, Friedrich Nietzsche, Andre Gide, Paul Valery,Albert Camus gibi yazarları erken dönemde okuyan Derrida, Bergson ve Sartre etkisiyle felsefe çalışmalarına yönelmiştir. Bu yönelim sonrasında, sürekli felsefenin ve düşüncenin kıyılarında dolanacak, düşünce tarihi içinde geri alınması ya da yok sayılması olanaksız müdahaleler gerçekleştirecektir.
Yapısökümcülük denilen Derridacı yöntem, yani metnin derin yapılarını ayrıştırmayı hedefleyen yöntemsel yaklaşım edebiyat kuramı, dilbilim, felsefe, hukuk, sosyoloji, kültür kuramı, mimarlik gibi disiplinler başta olmak üzere birçok alanda yeni açılımlar getirdi.Onun çalışmaları köktenci bir şekilde, Platon’dan günümüze çeşitli ve karşıt eğilimlerle gelmiş olan metafizik felsefenin sorgulanması ve böyle bir sorgulama ışığında örneğin Marks, Freud ya da Nietzsche gibi düşünürlerin yeniden değerlendirilmesi olanağını sağladı.
Yapısalcılık’dan sonra

Derrida, Dil’i yeniden sorunsallaştırır. Dolayısıyla yapısalcılıgı özellikle Saussaur’u ve Levi-Strauss’u da kendi sınırlılığı çerçevesinde sorunsallaştırır. Ona göre, dil, yapısalcıların sandığı ve gösterdiklerinden çok daha fazla oynak ve belirsiz bir şeydir.Anlam, karşıtlık içinde başka bir anlama gönderme yapmaksızın doğamaz, ve analamın sınırları Dil’in tarihselliği içersinde sürelki yer değiştirir; çünkü göstergeler her zaman başka anlam bağlamlarından geçerler, başka anlamlara gelirler, asla kapatılamazlar.
Bağlamdan bağlama değişen göstergeler zincirinde anlam, dolayısıyla durmadan değişen bir nitelik arz eder. Derrida bağımsız bir gösterilenler alanının olamayacağını ileri sürer. Burada iki önerme belirginleşir: Birincisi, bağımsız bir gösterilenler alanının olanaksızlğğı ve ikincisi, hiçbir şekilde ya da herhangi bir şekilde bir gösterge dizgesinden kaçılamayacağı.
De la Grammatoligie 1967’de yayınlandı. O dönem yayınlanan, yazı üzerine diger iki ayrı çalışmasıyla birlikte bunlar derida’nin çizgisinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bu metinler fenomenoloji (ve Edmund Husserl’i), dilbilimi (ve Ferdinand de Sausseur’ü), psikanalizi (ve Jacques Lacan’ı), yapısalcılığı (ve Levi-Strasuss’u) eleştiriye aldığı temel ve öncü çalımalardır.Yapısalcılığı ve fenomenolojiyi, bir yapısalcının ve fenomenologun yapamayacağı şekilde kendi icinde mantıksal sonuçlarına götürerek dilin ve yapı’nın merkeziligini sorunsallaştırdı. Buna bağlı olarak yapıların tarafsızlığı/yansızlığı önermesini geçersiz kıldı.
Yapısalcılık iç-ögelerinin ayrımı olarak yapıyı tanımlamakla geleneksel felsefedeki ” merkez ” anlayışını yerinden etmişti. Derrida, bu noktada yapıların merkeziligine yönelik eleştirisiyle devreye girer ve yapısökümcülüğü oluşturarak yapısalcılığı yerinden eder. Yapısöküm, burada, Deconstruction’un türkçe karşılığı olarak kullanılmaktadır. Başka yerlerde bunun yapıbozum ya da yapıçözüm olarak karşılandığı da görülür.
“Mevcudiyet metafiziği”ne karşı

Derrida’nın yapısalcı Dil anlayışına itirazı, kendisinin asıl temel sorgulama konusu olan mevcudiyet metafiziği (başka bazı çevirilerde “bulunuş metafizigi” olarak çevrilir) dedigi geleneksel düşünce yapısına karşı itirazının temelini oluşturur. Mevcudiyet metafizigi, Platon’dan Husserl’e ve Heidegger’den yapısalcılığa kadar uzanmaktadır ve sonuçta hepsi bağımsız bir mevcudiyet ya da varlık alanının olduğu varsayımından haraket ederler; oysa Derrida, göstergelerin ( ya da işaretlerin) işaret ettigi ve bu göstergelerden tamamen bağımsız bir alanın olanaksızlığını ileri sürer ve gösteren‘den bağımsız bir gösterilen‘in mümkün olmadığını ortaya koyar.
Buna göre, anlama işaret eden işaretlerden ya da göstergelerden bağımsız bir anlam alanının olamayacağı gösterilmiş olunur, yani hiçbir koşula bağlı olmayan bir bulunuşun ya da mevcudiyetin sözkonusu olamayacağı belirtilir. Şu-anda-bulunuş, dil bağlamında sözkonusu olamaz. Çünkü ” aşkın bir gösterilen yoktur “. Her gösteren, başka bir göstereni gösterir ve buradan elde edilecek olan yalnızca mevcudiyet degil anlama kaynaklık eden ” gösterge zincirleri “dir. Böylece “anlam oyunu” sonusuz/ bitimsiz bir oyuna dönüşür
Ses-merkezcilik ve Söz-merkezcilik
Derrida’nın ses-merkezcilik’i ve söz-merkezcilik’i reddedişi de tam bu noktaya ilişkindir. Bunların yapılarını sökerek Derrida, mevcudiyet metafiziginin örtülerini kaldırır. Idea, Tanrı, Akıl ya da Madde gibi merkezlerin başka nosyonlara dayanak olmaları sözkonusu olamaz Derrida’ya göre. Çünkü “aşkın bir göstergenin yokluğu” sözkonusudur. Dolayısıyla, yazı karşısında ses’e ve söz’e öncelik ve ayrıcalık verilmesi de anlamsızdır. Söz-yazı ayrımının kendisi bizzat, bu metafiziksel düşüncenin ürünüdür, yani belirli bir merkez üzerinde ikili karşıtlıklarla işleyen felsefe geleneğinin bir sonucudur.
Her tür metafiziksel düşünce Derrida’ya göre ikili karşıtlıklarla taşınır. Madan Sarup bunları şöyle belirtir: gösteren /gösterilen, duyulur/ düşünülür, konuşma /yazı, söz/dil, artzamanlı/eşzamanlı, uzam/zaman, edilgenlik/etkenlik. Ayrıca bunlara daha ideolojik kullanımları olan ikilikleri de ekler: madde/tin, özne/nesne, yanlışlık/dogruluk, bedeb/ruh, temsil/mevcudiyet, görünüş/öz, içsel/dışsal vb. gibi. Derrida, yapısalcılarırın bu ikilikleri fazla sorgulamadan kabul ettiklerini söyler. Bu karşıt terimlerin her biri ancak digerinin varolmasıyla birlikte varolurlar. Derrida bunu anlamanın yöntemsel araçlarını geliştirir yapisökümcülüğü ile.
Söz-yazı ayrımı, metafiziğin en gizli ve güclü argümanının kalbindir ve kabul edilemezdir; cünkü Derrida’ya göre, geleneksel düşüncede konuşmanın birincil konuma çıkarılmasının gerisinde “bulunuş metafiziği”nin temel mantığı yatmaktadır.Buna göre konuşmada, konuşan kişi ürettiği sözle eş-anlı bulunmakta yani sözüyle arasında zamansal ya da uzamsal bir uzaklık olmamaktadır. Bu doğrudanlık, konuşmada, dolayısıyla ses ve söz’de, konuşan kişinin ürettiği söz ve o söz aracılığıyla anlatmaya çalıştığı şey arasında bir örtüşme (özdeşlik) olduğunu varsayar. Başka bir deyişle, anlamın söz’de içkin olduğunu kabul edilir burada. Derrida bunun böyle olamayacağını gösterir.
Şimdi-burada-varoluş, söz’ün içinden belirlenebilecek bir şey değildir. Yazı için geçerli olan söz için de geçerlidir; her söz söyleyenin ve söylenenin yoklugunda söylenmiştir, dil’e gelen aşkın bir gösterilene asla işaret edemez. Derrida, teorik anlamda, bir an olsun gerilimi bırakmaksızın Heidegger’e saldırır.
Logos’un sökümü

Derrida yaptığı yapısökümcü okumalarla, klasik felsefenin, yani Derrida’ya göre mevcudiyet metafiziğinin bilinçdışı kaynaklarını ortaya koymaya çalışmış, metinin yapısındaki ikili karşıtlıkları sorunsalaştırmış ve böylece mevcut düşünüş yapısını sökmeyi denemiştir. Bir ” merkez ” ve ” “dışarısı” olduğu varsayımına karşı, Derrida’nin ünlü argümanı ve sav sözü şöyledir:
  • Metnin dışında hiçbir şey yoktur.
Bu noktada, Derrida, nın çalışmasında Logos‘a yönelik temelli itirazların geliştirildiği görülür. Batı felsefesi‘nde hem söz hem de akıl anlamına gelir Logos. Derrida’nın eleştirisinin tam da bu hedeflere yöneldigi açıktır. Burada metafizik bir varlık görüşü gizlidir çünkü ve Derrida, bir yandan akıl’ın konumunu sorunşallastırarak bir yandan da söz-merkezcilik’in yapısını deşifre ederek, mevcudiyet metafiziğinin ardındaki temel dayanak olan Logos’un sökümünü gerçekleştirir. Bunun sonucunda özne’nin metafizik mecudiyet fikrinin merkezindeki konumu sona erdilir. Söz ve akıl sahibi özne artık metafizik mevcudiyetin merkezi dayanak noktası degildir.
Derrida’nın Türkçede bazı yapıtları:

  • Marks’ın Hayaletleri,1993 (çev:A.Tümertekin, Ayrıntı yay.2001)
  • Marks ve Mahdumları, 2002
  • Siir Nedir?, Babil yayınları, Ahmet Sarı / Abdullah Arslan
  • Mahmuzlar/ Nietzsche’nin Uslüpları, Babil yay.
  • Tutkular, Melih Başaran, Bağlam yay.
  • Bağışlama ve Kozmopolitizm,2005 çev:Ali Utku – Mukadder Erkan Birey yay.
 
F

faust

Ziyaretçi
Jacques Derrida

Giriş için, “Marx ve Mahdumları” isimli yapıtın Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan çevirisinin Derrida’yı tanıtım yazısını temel aldım.

1930 yılında Cezayir’in El-Biar kasabasında doğmuş, on dokuz yaşında, Althusser, Foucault gibi dönemin belli başlı aydınlarını yetiştiren, daha sonra kendisinin de dersler vereceği Paris’teki Ecole Normale Supérieure’e (Yüksek Öğretmen Okulu) gitmeden önce, erken bir dönemde yaptığı Rousseau, Nietzsche, Gide, Valery, Camus gibi yazarların okumalarıyla beslenerek yazın ve felsefeye yönelmiştir.


1956 yılında kazandığı bir bursla ABD’ye Harvard Üniversitesi’ne gitmiş, Husserl’in Ursprung der Geometrie (Geometrinin Kökeni) adlı çalışmasını uzun bir önsözle Fransızcaya çevirmiştir ( Introduciton à l’Origine de la geometrie, 1962).

1960’ta Paris’e dönerek, 1964’e kadar Sorbonne Üniversitesi’nde, 1965’ten sonra da E.N.S.’de asistanlık yapmıştır.

İlk makaleleri Fransa'da sol avant-guarde teorinin forumu işlevini üstlenen Tel Quel dergisinde yayınlandı. 1960'ların başında Sorbonne'da dersler verdi. Aynı yıllarda tarih ve yazının doğası üzerine incelemeleri Critique dergisinde yayınlandı.

Bu çalışmalar, yazarın, düşünce dünyası üzerinde büyük etki yaratan Grammatoloji Üzerine adlı kitabının temellerini oluşturdu.

1967’de üç kitap birden yayımlar: La Voix et le phénomène, Introduction au problème da signe dans la phénoménologie de Husserl (Ses ve Görüngü, Husserl Fenomenolojisinde İm Sorununa Giriş), De la Grammatologie (Yazımbilim Üzerine) ve L’ écriture et la différence (Yazı ve Ayrım).
Grammatoloji (Yazınbilim) 'de arkadaşı Levinas'ın hissedilir etkisi altında Batı felsefesinin pre-Sokratiklerden Heidegger'e uzanan çizgisini bir analize ve eleştiriye tabi tuttu. Derrida konuşma ve eylem arasında dolaysız bir bağ olduğu savına yaslanan ve kimliğin/özdeşliğin ve/ya da öznelliğin merkezi varlığına dayandığını ortaya koyduğu Batı felsefesinin ayrıcalıklı logos kavramını karşısına alıyordu. Yazar, birçok filozofun konuşmayla yazılı metni uzlaştırma girişimlerine rağmen logos'un Batı felsefesi içindeki ayrıcalıklı konumunun yazıyı değersiz kıldığını ortaya atmıştı.
Böylece Derrida yazma eyleminde bu tip yaklaşımları teşhis etmeye yönelik yapıbozumu (déconstruction) olarak adlandırdığı yöntemi geliştirdi. Yapıbozumu ikili karşıtlıklar gibi sözmerkezli paradigmaları ortaya çıkarmaya çalışır ve varlığın olanaklılığının herhangi bir bağlamsal dil içinde sabit bir oyunda olduğunu ve öznenin/nesnenin bir iz bırakarak sürekli başka bir şeye dönüştüğünü gösterir. Yapıyı bileşenlerine ayırmaya dayalı bu yaklaşım Derrida'ya metafiziği kökten eleştirmiş filozofların bile başvurduğu , metafizik varsayım ve önkabulleri açığa çıkarma olanağı verir.
Bu yöntemin temel hedeflerinden biri de Derrida’nın “logos egemenliği” ya da “sözmerkezcilik” adını verdiği yapısal eğilimin eleştirisidir. (A.B.)

Derrida 1967'de İnsan Bilimleri Söyleminde Yapı, Gösterge ve Oyun adlı konferansı vereceği John Hopkins Üniversitesi'ne davet edildi ve bundan sonraki zamanının büyük bir bölümünü Atlantik'in iki yakası arasında bölünmüş olarak geçirdi.

1957’de J. Hyppolite’le başladığı “Yazınsal nesnenin idealitesi” başlıklı doktora tezi bir türlü tamamlanmamaktadır.

1966’da Hyppolite ona, “Nereye gittiğinizi gerçekten görmüyorum” der. Artık bambaşka bir yola girmiştir.

Bu yol;
è hem 50’li yıllarda Fransız entelektüel çevrelerinde, Sartre ve Marleau-Ponty etkisiyle başat durumda olan Husserl’in fenomenolojisinin bir “algı fenomenolojisi”ne indirgenmesinden,

èya da Heidegger’in felsefesinden bir “hümanizma” yapılmasından,

èhem de Hegel’in akademik okunuşundan,

èyine başat durumda olan dar anlamda bir Marksist teoriden uzaklaştığı kadar,

èSaussure’ün dilbiliminin etkisiyle giderek İnsan bilimleri alanında çalışan akademik çevrelerde, özellikle 1958-1968 arası de Gaulle cumhuriyetinin siyasal anlamda en kımıltısız dönemine uygun düşercesine yaygınlık kazanan biçimsel bir yapısalcılık akımından da,

Derrida’nın bu akımla olan karmaşık, eleştirel ilişkisi bir yana, aynı oranda ayrılır.

Derrida, felsefe tarihinde hem “söz” hem de “akıl” anlamlarına gelen bir logos-merkezciliğin egemenliğini, dolayısıyla dar anlamda “yazı’ya da indirgenmeyen bütün “teknik” dolayımların mevcudiyetin doluluğuna ulaşmayı engellediği iddia edilip ikincil ve yabancılaştırıcı olarak görülüp değerden düşürülmesinin gizlediği stratejileri açığa vurmaya koyulur.

Bu “açığa vurma” işlemi, bilinen kuramsal söylemlerin ötesinde “edimselliği” de hesaba katan farklı yazı stratejileri de gerektirdiğinden, Derrida’nın metinleri giderek merkezden yoksun bir dağılmaya uğrar, marjinalize olur.

l972’de yayımlanan La Dissémination (Yayılım) ve Marges de la philosophie (Felsefenin Kenarları) bu “dağılma”yı haber verir.

1974’de yayımlanan Glas ve l978’deki La Vérité en peinture (Resimde Gerçek/Resim Olarak Gerçek), yazın için çok yeni olmasa da felsefe için son derece yeni ve hâkim olunması güç bir dağılmayı edimsel olarak gerçekleştirirler. Bu yeni dil anlayışının temelleri, Derrida’nın 1977’de Amerikalı “speech act” (söz edimleri) kuramcılarıyla giriştiği bir polemikte bir ölçüde aydınlanır (Limited Inc, 1977 ve 1990), 1980’de yayımlanan La cartepostale, de Socrate à Freud et au-delá (Kartpostal, Sokrates’ten Freud’a ve Ötesine) yine söylemiyle, içeriğiyle bir sınır-kitap olmayı sürdürür.

1987’de Psyché, Inventions de l’autre (Psyché, Ötekinin İcatları), 1990’da felsefe eğitimi sorunları üzerine makalelerinin derlendiği Du Droit à la philosophie (Felsefe Hakkı Üzerine).

199l’de ise “gelecek demokrasi” sorununun işlendiği L’Autre cap (Öteki Hedef, Başka Baş, çev. M.Başaran, Bağlam Yay.. İstanbul, 2003) önemli toplamlar olarak göze çarpar.

Derrida’nın yapıbozuma dayalı eleştirel stratejileri Fransa’nın dışında özellikle ABD de post-modernist düşüncenin önemli bileşenlerinden biri olmuş , Paul de Man , Goeffrey Hartman ve Harold Bloom gibi eleştirmenlerin yapıtlarıyla daha çok edebiyat eleştirisi alanında yaygınlaşmıştır. (A.B.)
Derrida'nın etkinliği yalnızca felsefeyle sınırlı olmamıştı. Özellikle '60'lardan sonra yoğunlaşan siyasal konjonktür içinde yazar ırkçılık karşıtı hareketlerde yer almış, Fransa'daki Cezayirli mültecilerin haklarını aramış ve Soğuk Savaş dönemi Çekoslavakya'sının muhalif hareketlerini desteklemiş ve bu nedenden 1982 yılında aynı ülkede tutuklanmıştı. Son olarak savaşın başlamasından hemen sonra Alman filozof Jürgen Habermas'la birlikte Frankfurter Allgemeine'de kaleme aldıkları bir yazıda dünya entelektüellerini A.B.D.'nin Irak'a karşı giriştiği saldırıya tavır almaya ve Avrupa'nın dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya çağırmıştı.

Derrida, 1997 yılında İstanbul’a da gelip çeşitli konferanslar vermiştir (bkz. Pera Peras Poros, Jacques Derrida ile birlikte disiplinlerarası çalışma, yay. haz. F. Keskin, Ö. Sözer, Y.K.Y., İstanbul, 1998).

Haziran 1999’da İstanbul’u ikinci ziyaretinde ise soykırımla ilgili “To forgive the unforgiven” (Affedilemez olanı affetmek) ve de “Profession of faith of a professor” (Bir profesörün itirafı) başlıklı iki konferans vermiştir.

Türkçedeki diğer kitapları: Marx’ ın Hayaletleri; Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonal, çev.: A. Tümertekin, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2001; Babil Yayınları. 2002; Mahmuzlar, Nietzsche’ nin Üslupları, Babil Yay., 2002

Kaynaklar:
  1. <LI style="MARGIN: 0cm 0cm 0pt; tab-stops: list 36.0pt; mso-list: l0 level1 lfo1" ="Msonormal">Ana Britannica
  2. Kitap Gazetesi
 
F

faust

Ziyaretçi
Göstergebilim ve Gramatoloji

Önsöz
Tülin Akşin
Afa Yayıncılık-1994

Jacques Derrida, 15 Temmuz 1930’da Cezayir’in banliyösü El—Biar’da, yazlık bir evde; Yahudi bir anne—babanın ikinci oğlu olarak dünyaya geldi (asıl adı Jackie Derrida idi; Paris’te ilk kitabını yayımladığı sıralarda ‘Jacques’ adını almıştır).

Çocukluğu ve orta eğitimi sırasında El—Biar’ı hiç terk etmedi. İkinci Dünya Savaşı’nın ve Yahudi düşmanlığının kötü izler bırakan etkilerini burada yaşamış (bu yüzden okuldan atılmış, başka bir okula gitmek zorunda kalmıştır.) ve buradaki eğitimi sırasında Gide, Camus, Valéry, Nietzsche, Rousseau, Bergson, Sartre gibi büyük edebiyat ve felsefe yazarları ile ilk olarak tanışmıştır. Derrida, o sıralarda, çok erken yaşta bütün Gide’i okuduğunu, “Dünya Nimetleri”ni sanki İncil gibi ezbere bildiğini söylemektedir

Kısacası, yaşamının bu devresinde Derrida, hem heyecanlı ve tutkulu bir edebiyat ve felsefe okuyucusu, dergilerde küçük şiirler yazan, günlük tutan bir edebiyat tutkunu, hem de derslerden çok futbol ile ilgilenen, biraz serseri bir arkadaş grubu içinde iyi futbol oynayan (hatta, bunu meslek olarak bile düşünmüş) bir futbol meraklısı alarak görülüyor.

EI—Biar’ı ilk terk edişi ilk yolculuğu, on dokuz yaşında Paris’te Ecole Normal Superieure’da okumak üzeredir. Paris’te ENS’in giriş sınavlarına hazırlandığı ‘Louis—le—Grand’da ve ENS’de geçirdiği eğitim yılları, onun için çok sancılı, bunalım ve sinir

bozukluklarının kıyılarında dolaştığı çok zor yıllar olmuştur.

Fransa’da ancak en seçkin öğrencilerin kabul edildiği bir okul olan ENS’e girdiği ilk günden (1952) kendisi gibi Cezayir doğumlu ve o sırada bu okulda asistanlık yapan Althusser ile tanışmış ve arkadaşlıkları meslektaş olarak da sürerek, yirmi yıla yakın devam etmiştir. Aynı yıl, komünist almayan aşırı solcu gruplarda aralıklı çalışmalar yapmış bir kişi olan ve sonradan karısı olacak Marguerite Aucouturier ile de tanışır. Daha sonra, birlikte dersleri takip ettiği Foucault ile de yakın arkadaşlık kuracaktır.

Halen arkadaşlıkları devam eden L Bianco, M.Deguy, P. Nora, J. M. Pontévia, M. Serres gibi ünlülerle de Paris’teki bu ilk yıllarda tanışmıştır.

Derrida, 1957’de mezun olduktan sonra bir burs kazanır ve özel öğrenci olarak Harvard Üniversitesi’ne, Husserl ’in yayımlanmamış mikrofilmlerini incelemek üzere gider. Orada Joyce okur 1957 Haziranında Boston’da Mergueritte Aucouturier ile evlenir (1963’de Pierre, 1967’ de Jean adlı iki erkek çocukları olacaktır.)

1957-59 yılları arasında Cezayir savaşının tam ortasında, askerlik görevini sivil olarak, bir okulda Cezayirli ve Fransız çocuklara Fransızca ve İngilizce öğretmenliği yaparak geçirir .

Derrida sık sık Fransa’ nın Cezayir sömürgeci politikasını eleştirmiş, 1962 de son dakikalara kadar, yerli halkın Cezayirli Fransızlarla birlikte yaşamasını olanaklı kılacak bir çeşit bağımsız idarenin kurulabilmesini umut etmiştir. Hatta, anne ve babasına Cezayir’i terk etmemeleri için baskı da yapmıştır. Ama kısa sürede bu konudaki hayalleri sona erecektir.

Derrida 1960— 1964 yılları arasında, Sorbonne’da S. Bachelard ve P. Ricoeur ’ün asistanlığını yaparak genel felsefe ve mantık dersleri verir. Bu yıllar da College de Philosophie’de ilk konferansını Foucault üzerine vermiştir. Crittique ve Tel quel dergilerinde ilk yayınlarına başlar Phillipe Solers ile tanışır ve 1972 -de arkadaşlıkları- sona erene dek, ona büyük bir dostlukla bağlanır. <1972 de, kesin olarak Tel quel ile de ilişkisini keser)

E. Husserl in Geometirinin Kökeni- yazısına yazdığı giriş, Jean-Cavailles ödülünü kazanır, Hypolite ile Althusser tarafından ENS e davet edilerek, burada 1984’te kadar sürecek olan öğretim üyeliği başlar.Bu sıralarda Bernard Pautrat diğer bir meslektaşıdır.

Derrida 1986’da Baltimore’da John Hopkins Üniversitesinde, o zamandan beri tekrarlanarak çok ünlü olacak büyük kollokyuma davet edilir Bu kollokyum, bundan böyle ABD’de bazı Fransız filozoflarına ve kuramcılarına yöneltilen büyük ilgi ve istemin başlangıcı olacaktır Derrida burada Paul de Man, Jacques Lacan ile tanışmış, Barthes, Hypolite, Vernant, Goldman ’ı yeniden bulgulamıştır.

1967’de ilk üç kitabını De la Grarmmatologie, L Ecriture et Différance, Le voix et le Phenomene’i yayımlar. 1972 de üç yeni kitap daha yayımlar La-Dissemination, Marges —de la Philosophie, Positions.

1968’de Derrida, Mayıs 68 hareketlerinin bazı yönlerine karşı çekimser kalır. Halbuki ENS’de ilk toplantıyı o düzenlemiştir. Bu sırada Maurice Blanchot ile arkadaşlıkları ilerler. Bu ilişki Derrida için en önemli dostluk ve hayranlıkarından biri olacaktır

1974’de, kendisine dost ve düşünür olarak yakın kişilerle S. Kofman, Ph Lacoue-Labarthe ve J. L. Nancy ile Galliée yayınevinde “La Philosophie en effet” koleksiyonunu başlatır. Ertesi yıl ise, yakın arkadaşları, meslektaşları ve öğrencileri ile birlikte felsefe eğitimi üzerine araştırmalar grubunu kurar. John Hopkins Üniversitesine bağlı olarak her yıl Yale’de Paul de Man ve Hillis Miller ile birlikte, bir kaç hafta süren seminerler vermeğe başlar.

1981 de Vernant ve öbür bazı arkadaşlarla karşı görüşlü veya zulüm gören çek entelektüellerine yardım amacı ile L’Association Jean –Hus’ü kurar. Aynı yıl Prag’daki bir seminerden dönerken uyuşturucu ticareti yapma suçlamasıyla hava alanında tutuklanır ve hapsedilir. François Mitterrand’ın ve Fransız hükümetinin etkin müdahalesi ile serbest bırakılarak Çekoslavakya’dan sınır dışı-edilir.

l983’de “Collège international de philosophie” kurulur, Derrida kurulun ilk başkanı seçilir. Nelson Mandela için adlı yazarlar komitesinde yer alır. “Sosyal Bilimler Yüksek Araştırmalar Okulu”nda araştırmalar yöneticiliğine seçilir.

- I968’de Kudüs’e Üçüncü yolculuğunu yapar, işgal bölgesindeki Filistınli aydınlarla konuşur

1990’da SSCB Bilimler Akademisi’nde ve Moskova Üniversitesinde seminerler verir S. Friedlander’in Los Angeles, California Üniversitesi’nde düzenlediği uluslararası kolokyumda açılış konuşmasını yapar.

Yukarıda Derrida’nın yaşamı ve kişiliği hakkında bize fikir verebilecek bazı önemli noktalara değindik.

1967-72’de yayımlanan ilk dönem yapıtlarından sonra gelişen yaşamı ve çalışmalarının dünyada yarattığı etkiler üzerine genel olarak şunu söyleyebiliriz: bir yandan, Fransa dışında, gerek Avrupa gerek Amerika’da her yıl artan bir ilgi (Amerika’da ve Avrupa’ da pek çok üniversitede sürekli dersler, Avrupa ve Avrupa dışında yüzlerca konferans, özel sayılar birçok bilim ve sanat akademilerinde üyelikler, ödüller (1988 Nietzsche ödülü), onursal doktoralar (Essex , Louvain, New School Williams CoIlege) öte yandan, Fransa içinde Derrida’ya karşı - onunla birlikte çalıştığı herkes, iş arkadaşlar öğrencileri de dahil olmak üzere- ısrarlı bir karşı koyma görüIüyor ve üniversitelerin kapıları ona 1980’ den sonra kapatılıyor (Paul Ricoeur’ün boşalan yerine profesör tayin edilmesi gerekirken edilmiyor)

Derrida kurumsal ve sosyal ilişkilerde- ortaya çıkan bu durumları Du droit à la Philosophie’de Bu olguların incelenmesi onun için her zaman kuramsal bir görev ve bir “göreve çağrı yeri” olmuştur.

Derrida’ nın yapıtIarının dünyadaki etkilerine genel olarak baktığımız zaman, onun amaçlarının ve düşüncelerinin çoğu zaman yanlış anlaşıldığı görülüyor. Bunun nedeni 1972’den sonra yazılarında alışılmışın çok dışında bir biçem kullanması ve -zengin göndermelerle örülü olması kadar onun düşüncesinin geleneksel mantıkla anlaşılması olanaksız çok değişik bir mantığın ürünü olmasındandır (zaten alışılmamış biçemini de bu değişik mantık zorunlu kılmaktadır)

Örneğin, Derrida Anglo-Sakson dünyasında daha çok bir edebiyat eleştirmeni veya dil felsefecisi olarak ün yapmış olsa da, onu yalnızca bu yönden tanımak yazılarından çok şey kaybettirecektir. Çünkü bu üstlendiği görevi ancak bir görünüşüdür. Onun sorunu, ilk önce dilin ve yazının kendisinin , nasıl olanaklı olduğunu açıkça sorgulamaktan çekinmediği andan başlayarak, yanı sorunu bir “olanak” (“possibilité) sorusu şeklinde gördüğü andan başlayarak metafiziktir; yani topyekünün (totalité) sorgulandığı bir alandadır.

Derrida bir göstergebilimin, bir fenomenolojinin sınırlarını en temel kavramlarına kadar sorguladığında kendini Batı metafizik tarihinin içinde bulmuştur. Böylece gerçek çalışma alanı ve malzemesi Batı metafizik (felsefe) tarihinin tümü ve onunla içi içe dokunmuş olarak gördüğü tüm Batı külltür tarihi, edebiyat bilim ve sanatı olmuştur. Eski Yunan’dan günümüze kadar uzanan bir tarih diliminin içinde yer alan yapıların, yazıların birer “déconstruction”u olan Derrida ‘nın çalışmalarına tüm olarak Batı metafiziği ve onun tarihinin kökten bir eleştirisi olarak bakmak gereklidir.
<SPAN style="FONT-FAMILY: Arial; FONT-SIZE: 11pt">
<SPAN style="FONT-FAMILY: Arial; FONT-SIZE: 11pt">Derrida bugünden, bugünün göstergelerinden (yani göstergeden ) yola çıkar Ona göre bugün, gerek bilimlerde, gerek toplumsal-siyasal yaşamda ortaya çıkmakta olan yeni yeni olgular, Eski Yunandan beri Batı kültür ve uygarlığını oluşturan belli bir matafizik görüşe ait temel kavramları “ yerinden etmektedir” ? Değer-yitimine uğrayan en önemli kavram dil kavramıdır. Çünkü bugün tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar çok,-amaçlarında yöntemlerinde, ideolojilerinde ayrışık olan dil üzerine araştırmalar dünyayı sarmıştır. Enflasyona uğrayan dil sorunu, artık diğer sorunlar arasında herhangi bir sorun değildir. Bu durum ise, “dil” sözcüğünün kendisinin de değer — yitimidir, yani “dil’ göstergesinin, yani göstergenin kendisinin. Göstergenin kendisinin uğradığı bu “kriz “ise mutlak bir ‘kriz”, krizin ta kendisi demektir. <B style="mso-bidi-font-weight: normal"><SPAN style="COLOR: purple">3
 
F

faust

Ziyaretçi
Avrupa Kültürünün Krizi ve Jaques Derrida

Tülin Akşin
Toplumbilim Jacques Derrida Özel Sayısı
Ağustos 1999

“Kültürel kimlik veya “Avrupa kimliği” gibi konular çok eskidir. Bu metin, 1994’te İstanbul’da yapılan “Fenomenolojik Sorun olarak Avrupa’nın Dönüşümü’ adlı uluslararası bir kollokyumda sunmuş olduğum Fransızca bildirinin Türkçe çevirisidir. Bazı değişiklikler ve ilaveler yapılmıştır.


Bir kültürde “kriz denen olgu, her zaman bir “kimlik” veya “kimliklenme” sorunu olarak görülebilir. Çünkü, bütün kişisel kimlik ve kimliklenme sorunlarında görüldüğü gibi ‘kültürel kriz” dönemlerinde de genel olarak, yaşam ilişkilerinde yetersizlikler, uyumsuzluklar yaygın bir şekilde ortaya çıkar. Bu nedenlerden ötürü de endişe, korku, bunalım duyguları ve çoğu zaman bunlarla birlikte, bir başka dünyaya özlem ve umut da güçlenir, yaygınlaşır. Örneğin, günümüz dünyasında olduğu gibi.

Bu bildiride “Avrupa kültürü nün krizi sorununa, genellikle Derrida’yı L’Autre Cap (Diğer Başlık) adlı yapıtında izleyerek, bu soruna bir kimlik ve kimliklenme sorunu olarak yaklaşmaya çalışacağım. Bu metinde onun izinden giderek, Derrida’nın bize betimlediği ve bugünün sorunsal yaşam sahnesini yorumlayabileceğimiz, sorularını yanıtlayabileceğimiz, yani onun bizde bir önsezi, önyargı gibi bulunan yönelimine göre karar alabileceğimiz veya karar almakta olduğumuz iki farklı bakışı, iki farklı mantığı veya “iki yorum yorumu”nu göstermeye çalışacağım. Ve sonra da, bu durumun düşündürdüklerine kısaca değineceğim.


Ama bu konular her zaman içlerinde “taze bir damar taşırlar” der Derrida; ve işte bu nedenden ötürü, Avrupa kültürünün kendisi kadar eski olan bu sorunun bugün yepyeni bir şekilde ortaya çıktığını söylemektedir: “her zamanki gibi yeni değil, ama yeni olarak yeni” (L’Autre Cap, Minuit, 1991, s.22) Yani, Derrida’ya göre, bu eski sorunun, bugün yeniden ortaya çıkışı. geçmişteki örneklerinden radikal bir şekilde farklıdır. Çünkü, belli bir Avrupa kültürü bugün globalleşerek ve bütün dünyada egemen olarak, ilk defa (bölgeden bölgeye ölçüsü değişse de) insanların tümünü ve hepimizin yurdu olan gezegenimizi derinden ve olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Bu eski sorun, bugün ilk defa, sadece Avrupa’ya ait veya sadece Avrupalıyı göreve çağıran bir sorun değildir. Bütün dünya insanlarını, yeniden bir başka türlü düşünmeye ve sorumluluk almaya çağıran, kendini bize zorlayan genel bir yeniden-kimliklenme, yeni bir varoluş sorusu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Derrida’ya. göre, bugün genel olarak dünyamızı saran tüm sorunlar:

Øzengin ve fakir arasında gittikçe büyüyen uçurum,
Øsonu gelmeyen etnik çatışmalar,
Ødinci veya milliyetçi köktencilik
Øve dolayısıyla dünyamızda hergün daha da çoğalan çeşitli biçimlerde şiddet, dökülen kan, açlık, yalan ve korku,

Avrupa kökenli bu Batı kültürünün ve onun bugün dünyaya egemen olan bakış tarzının et-kilerinin ürettikleridir.

Eski Yunan’da doğuşundan beri binlerce yıldır insanlık tarihine büyük iyilikler ve başarılar sağlamış bu baş kültüre ait koskoca bir dönem (Epoque) bugün artık, kendi kapanışının (clôtüre) belirtilerini sergilemektedir.

İşte yaygınlaşan şiddet, korku, yarından endişe ve her alanda görülen bir genel yetersizlik, Derrida’ya göre böyle bir durumun belirtilerindendir.

Dolayısıyla Derrida, bugünün sorunsal dünyasına artık, kullanmakta olduğumuz dilin -ki bu her zaman batı metafiziğinin dili olmuştur- kavram sınırları içinde bir anlam verebilmenin olanaksız olduğunu düşünmektedir.

Bir dil zaten hiçbir zaman masum ve tarafsız değildir, o her zaman bir mantığın, bir dünyaya bakışın dili olmuştur. İşte bu düşünceler doğrultusunda Derrida, bugün dünyada yaşanan tüm sorunlar en derinliklerinde herşeyden önce “sadece bir ulusal dilin üstünlüğü ile değil bir dil (langue) veya dil-yetisi (langage) kavramının üstünlüğü ile ilgili” olduğunu düşünmektedir (s.48).

Derrida’nın böyle bir dil sorununu nasıl varlık (L’être) sorusuna, yani, metafizik düşünceye bağladığını ve onu oradan bügünkü bilimlerin üretimleri bağlamında da düşünerek, bu sorunu yeni bir”yazı” kavramına gereksinim olarak gördüğünü ve bu yeni soruya ürettiği yanıtını, böylece gramme veya différance sözcükleri altında betimlediğini biliyoruz (Bkz. De la grammatologie, Minuit, 1967, s.1541).
 
F

faust

Ziyaretçi
Yapısal Dilbilim ve Ferdinand de Saussure (Derrida Notları)

Derrida’ya göre sözmerkezlilik dil ile gerçeklik arasındaki bağıntıyı yanlış kuran bir düşün sisteminden kaynaklanır. Yani bir göstergenin, dilin dışında ve dilden önce var olan bir nesnenin ya da kavramın göstergesi olduğu inancından. Derrida’nın ne demek istediğini açıklayabilmek için Saussure ’ün yapısal dil bilimine yeniden dönmek ve yukarıda sözünü ettiğimiz gösterge, gösteren ve gösterilen kavramlarıyla ilgili olarak dil konusunu biraz daha kurcalamamız gerekiyor.
Derrida, Saussure’den yola çıkarak Batı felsefesinin temellerinden sarsacak birtakım sonuçlara varmıştır. Bir gösterenin, anlamını, başka gösterenlerle arasındaki ses ayrılığına borçlu olduğunu söylemiştik. Bu ayrılık da gösterenin dışına taşan bir ilinti olduğu için hiçbir göstergenin anlamı hazır olarak kendinde mevcut (perésent) değildir. “Taş” anlamını başka ses birimlerine borçludur. Örneğin “baş” ve “kaş”taki ses birimlerine. Başka şekilde söylersek, bir göstergenin anlamını oluşturan, onda yalnız var olan değil, var olmayan ses birimleridir. Yani, onda “yok olan”dır. Öyleyse dilden önce kavram olamaz ve bir kavramın anlamı da başka gösterenlerle tamamlanır.
Oysa, diyor Derrida, Batı felsefesi Platon’dan günümüze kadar, kendi kendine yeterli, dilden önce var olan bir temel ilkenin (Tanrı, ruh, madde ya da doğruluk gibi) peşinden koşmuştur. Anlamın dilden önce var olmasını gerektiren bu görüş, Derrida’ya göre sesmerkezcil düşüncenin düştüğü bir yanılgıdır. Bu yanılgıyı kolaylaştıran ve Saussure gibi bir yapısalcıyı da bu noktada sözmerkezcil görüşe sürükleyen, Derrida’nın, sesmerkezcilik (phonocentrisme) dediği inançtır. Onun için sözkonusu yanılgıya az sonra yeniden dönmeden önce sesmerkezcilikten ne kastedildiğine bakalım.


Sesmerkezcilik , sözü yazıya üstün saymaya Derrida’nın verdiği addır. Platon ’dan bu yana ağızdan çıkan sözün, anlamı dile getirmek bakımından yazıdan çok daha güvenilir olduğu kabul edilmiştir, çünkü sözün doğrudan doğruya düşünceyi aktardığına inanılır. Bu nedenden ötürü, sözün, düşünceyi değil de sözü kopya eden yazıdan, kastedilen anlama daha yakın sayılması doğaldır. Bu görüşe göre, konuşan, bilincindeki düşünceleri söze döker ve dinleyen kişi de onları doğru olarak anlamaya çalışır. Anlayamazsa, kuşkulu bir nokta kalırsa, konuşan düşüncesini yeniden açıklar. Yazı ise konuşandan kopmuştur, bilinci doğrudan doğruya yansıtmaz, dolambaçlı bir yoldan, ikinci elden aktarır ve aktarırken yetersiz kalabilir. Bu kez yeniden açıklama olanağı da yoktur, çünkü yazıya geçen düşünce, sahibinin denetiminden çıkmıştır.
Derrida’ya göre söz ile yazı karşıtlığında bu tür bir değerlendirme yine sözmerkezciliğin bir ürünüdür, çünkü dilden bağımsız olarak bilinçte düşünceyi varsaymakta ve dili, mevcut düşünceyi aktaracak bir araç olarak görmektedir. Sözmerkezciliğin kandırıcı tuzağı, söz ile bilinç arasındaki bu ilişkide ortaya çıkar. Özellikle kendi kendime konuştuğum zaman sözlerimle kafamdan geçenler öylesine çalışıyorlar ki, bunların ayrılmazlığına inanıyorum. Durum şöyle de ifade edilebilir: Gösteren aradan çekilmiş izlenimi verdiği için, düşünce, dolaysız biçimde kendi başına varmış şansını uyandırıyor. Oysa, kendimin özne olma bilincine varabilmemi bile, “ben”i, “ben olmayan”dan ayıran dile borçluyum. Dilden önce var olduğuna inandığımız “ben” kavramı, aslında, dil sayesinde var olan bir “metin”dir. Zaten Derrida’ya göre “metin”in dışında hiçbir şey yoktur. Belirtmek gerek ki, Derrida “yazı”yı, anlamı oluşturan “ayrılık” (différance) ile eşit sayıyor ve işte bundan ötürü, mantıksal bakımdan “yazı”nın sözden önce var olduğunu iddia ediyor

Edebiyat Kuramları ve Eleştiri-Berna Moran- İletişim Yayınları
 
F

faust

Ziyaretçi
Yapısalcılık içinde Derrida’nın konumu.

Derrida’nın yapısalcılık içindeki özel konumu , , gösterene göre gösterilenin sonul durumları sorununun, ya da daha gündelik dille söylersek, düşüncelerle sözcükler arasındaki sorun’un reddi üzerine kuruludur.

Fakat Derrida’ya göre sorun, yanlış bile olsa, bir bütün olarak Batı felsefesinde büyük bir bozukluğun belirtisi olması bakımından yararlıdır. Kendi düşüncelerini dile getirdiği terimler, Heidegger ’in kendini ortaya koyduğu terimler —Seinsfrage’nin ya da varoluş üzerine düşünmenin gizinin kaybı— olmasa bile, onun yapıtının Heidegger’in tarih eleştirisini en yakından izlediği yer burasıdır.

O, aynı zamanda, aşkınlık ve Batı metafiziği üzerine eleştirisi kendi konumuna benzerlik gösteren Nietzsche ’ye de başvurur. Düşüncelerle sözcükler arasındaki ilişki sorunu “varlık”ın bir fizikötesini ele verir ve ;

ètek anlamlı tözlerin var olduğu, nesnelerle ilk ve son olarak yüz yüze geldiğimiz katkısız bir şimdiki durumun var olduğu;

è anlamların var olduğu, öyle ki, onların başlangıçta sözlü olup olmadıklarına “karar verme”nin olanaklı olduğu;

è insanın elle tutulur ya da devamlı bir tarzda edinebileceği bilgi diye bir şeyin var olduğu

yanılsamasını örtük olarak söyler.

Bütün bu kavramlar aslında, mutlak varlığın başlangıç metafiziği temelleridir (hypostases), özneyi, kendi parçalı yaşantısı ne olursa olsun bir yerlerde mutlak doluluk diye bir şeyin var olduğu inancın da cesaretlendirir (Sartre’cı en-soi göz yanılmasından farklı bir şey değildir bu). Clôture ya da Batı düşüncesinin kavramsal tavanını oluşturan da varlığa bu inanıştır; Derrida ’nın kendi ikilemiyse bu geleneğin bir parçası olmasında, bu geleneğin diline ve kurumlarına içinden çıkılmaz biçimde bağlanmış olmasında (Bartes ’ın yazın’ın olanaksızlığı tanımına benziyor), varlığın metafiziğini, kendileri de kullanılır kullanılmaz katılaşan ve başlangıçta savuşturmaları tasarlanan varlık yanılsamasının sürdürülmesine alet olan sözlerle ve terminolojiyle suçlamak gibi olanaksız bir duruma yargılı olmasında yatmaktadır.

Dile yönelik bir tür şiddete başvurmanın nedeni budur: Derrida (Heidegger gibi, ve her ikisi de kökenbilimsel akıl yürütümde [argumentation] Platon örneğini izleyerek), sözcükleri içersinde özel bir yeri açık tutmaya çalışır bununla, böylece terminolojisinin, adların ve tözlerin yanılsamalı düzeni içine yeniden yerleşmesini engeller.

Aynı zamanda differance ya da differance kavramıdır bu: Derrida bununla, İngilizcede differ ile defer olarak birbirinden ayrılabilecek şeyler arasında büyük aynılığı vurgulamayı kasteder. (Daha önce gördüğümüz gibi dilbilimsel yapının temeli olan ve bir anlamda özdeşlik duygu- suyla da birleşmiş olan) Difference (fark, ayrılık), bir differance’tır ya da hiçbir zaman kendi dural varlığı içine hapsedilemeyecek olan; hatta, biz onun bilincine vardıkça zaman içinde uzağımıza kayan ve varlığı aynı anda bir yokluk olan, temel geçiciliği, yapısı içinde tam süreç olarak ertelemedir.


Derrida bu differance’ın dilde aldığı biçime “iz” diyor. Yukarıda anımsattığımız sözcükler-anlamlar karşıtlığı sahte sorununu bu iz kavramıyla ortadan kaldırır Derrida. Çünkü zaten var olan cümlenin ya da sözcüğün gerisine, zaten sözel bir biçim almış olan düşüncenin gerisine gitmeye çalışmak, bir “kökenler miti”nin saygınlığına teslim olmak ve kendi kendimizi yapay olarak, sanki canlı birimin henüz oluşmadığı, dünyanın yaratılışından önce sandık odasına benzer bir yerde bir yandan katkısız ses gibi, öte yandan katkısız anlam ya da fikir gibi bir şeyin olduğu bir geçmişe yerleştirmek demektir.

Tüm dilin bir iz olduğunu söylemek anlamlama paradoksunun altın çizmek demektir: Yani, onun farkında olabilmemiz için geçmişte meydana gelmiş olması gerekirdi; hep geçmişte, yakın bile olsa bir geçmişte olan bir olaydır o. Hegel’den, Varoluşçuların da kendi tarzında düşkün oldukları bir cümle anımsatabiliriz: “Wesen ist, was gewesen ist” (öz, halihazırda meydana gelmiş olan şeydir), Hegel’in dural bilgi kategorilerini hareket halinde büyük tarihsel ve zamansal görüngülere çevirmede kullandığı bir formüldür bu, bizim bağlamımızda, “Anlam, yapısı bakımından daima bir izdir, halihazırda olmuş bir şeydir” diye çevirebiliriz.

Bu fikrin sonucu, gösterge daima bir biçimde saf değildir, katışıktır. Bizim onun karşısındaki kuşkumuz, kesin olamayışımız; kendini kimi zaman saydamlık, kimi zaman engel olarak verişindeki, bizim katıksız sesi ve katıksız anlamı akıl yoluyla değiştirebildiğimiz belirsiz tarz — bütün bunlar, söz konusu görüngüyle ilgili bizim noksan bilgimizin sonucu değildir pek, daha çok dilin kendisinin yapısından kaynaklanır.

Göstergenin zorunlu olarak bir iz olduğunu söylemek, ister maddi olarak ister kavramsal olarak odaklanabileceğini, bir göstergenin hem bir madde olduğunu hem de olmadığını ve içersinde bir tür zorunlu dışsallık (exteriority) taşıdığını kabul etmek demektir. Bu anlamda, varlık miti, katıksız konuşma ya da konuşulanın yazılı olan üzerindeki önceliği mitidir aynı zamanda. Derrida bir dizi çözümlemede (Platon, Rousseau, Saussure, Husserl) sözelin bağışladığı içgüdüsel önceliğin, sonunda nasıl geriye doğru, anlamın mutlak saydamlığı ya da bir başka deyişle mutlak varlığı gibi bir yanılsamaya kadar götürülebileceğini gösterir. Böylece onun dizgesi MacLuhan’cılığın değer biçtiği her şeyin tersine çevrilmişi olarak durur; fakat bu sonuncunun büyük başarıları —örneğin, Walter J. Ong’un Presence of the Word’ü— yazmanın evrimi ile psikoseksüel gelişmenin aşamaları arasındaki özdeşliğe kadar Derrida’yı doğrular ve onunla bağlantılı olarak, kültürel gerçekliğin aynı düzeyinden olumlu ve olumsuz olarak söz edilirse, büyük bir özdeşliğe ulaşan iki zıt gibi okunabilir.

Konuşulan sözün sahte görünüşlerinin bu reddinden, Derrida için her dilin, hatta yazı-öncesi ya da sözlü kültürlerin temel yapısının aslında yazı (script) olduğu sonucu çıkar: İlk yazı ya da onun bu temel dışsallığı ya da her dilin kendi içinde taşıdığı ve daha sonraki bütün deneysel yazı dizgelerinin üzerinde kurulduğu, kendinden uzaklığı vurgulamak için verdiği adla:archi-écriture. Bu, bir yandan, metinle onun anlamı arasında bir boşluk olduğu; açımlamalar ya da yorumlamaların metnin kendisiyle ontolojik bir noksanlıktan doğduğu anlamına gelir. Fakat aynı zamanda bir metnin sonul bir anlamı olamayacağını, yorumlama, gösterilenin birbirini izleyen tabakalarını açma sürecinin —o zaman da her biri başlı başına yeni bir gösterene ya da anlamlayıcı dizgeye dönüşür— doğallıkla sonsuz bir süreç olduğunu da anlatır örtük olarak.

Dil Hapishanesi- Frederic Jameson-Çev: Mehmet H. Doğan- YKY
 
F

faust

Ziyaretçi
“BULUNUŞ METAFİZİĞİ”

Yakın dönem Fransız düşüncesinin en etkili düşünürlerinden Jacques Derrida’nın, bütün bir Batı felsefesinin düşünme geleneğinin köküne dek işlediğini düşündüğü en temel, en sorunlu metafizik varsayımlarından birini anlatmak amacıyla başvurduğu kilit önemi bulunan felsefe terimi. ,

Bu anlamda “bulunuş metafiziği” deyişi, enson gerçeklik diye adlandırılanın kendi içinde değişmez ve bölünmez bir “birlik” oluşturduğu, bu enson gerçekliğin birliği karşısında görünürdeki ayrılıkların gerçek anlamda birer ayrılık olmadıklarının düşünüldüğü her türden metafizik yönü ağır basan düşünceyi tanımlamaktadır




. “Bulunuş” sözcüğünün özellikle Batı dillerindeki karşılıklarına bakıldığında ayni anda hem “yer” hem de “zaman” bildirdiği görülür. Bu nedenle terim üzerine yürütülen tartışmaların odak nokrasını, terimin bir yanda “buradalık” bildiren bir “yer belirteci” olması, öbür yanda “şimdi”yi ya da “şu an” bildiren bir “zaman kipi” olması oluşturmaktadır.

Derrida. “bulunuş metafiziği’ diye adlandırdığı bütün bir Batı felsefesi geleneğinin karşısına kendi geliştirdiği yapısökümcü okuma yordamıyla dikilmektedir. Buna göre Platon’dan Husserl’e değin hemen bütün filozoflar dolaysız, doğrudan, hiçbir aracıya ya da dolayımlamaya konu olmaksızın varolan bir kesinlik alanı olduğunu baştan sorgulamaksızın varsaymışlardır.

Derrida, felsefe tarihinde büyük filozoflarca yazılmış belli başlı klasik felsefe metinlerini yapısökümcü okuma yordamıyla ele alırken, böyle bir kesinlik alanının daha varolup olmadığını kesinlemeden, filozofların söz konusu alanın peşine düşme çabasının önü alınamaz, son derece tehlikeli bit metafizik istekten kaynaklandığını göstermeye çalışır.

Nitekim Derrıda’nın hemen bütün yapısökümcü okumalarının ana hedefini, pek çok filozofun düşüncesinin kaynağının ve kökeninin “bulunuş” sayıltısında yattığını göstermek
oluşturmaktadır.

Sözgelimi Husserl’ın felsefece düşünme izlencesinde arı bir anlam biçemi bulgulamak adına yürütülen araştırma, aslında değme bir ‘‘bulunuş’’ arayışına karşılık gelmektedir. Böylelikle Derrida, geleneksel felsefe yapma tarzının enson olanağı “bulunuş”u tanımayarak, şu ana gelinene değin filozoflarca tutulmuş yolun temellerini ve dıyanaklarını, yolun bugüne gelinene dek katedilmiş bölümünü yerinden oynatarak söker.

Derrida ‘bulunuş” gibi yanıltılı bir metafizik tasarımı olumsuzlamakla, felsefe metinlerinde izine rastladığı her yer de onu yoksaymakla, “bulunuş” düşüncesinde içerimlenen “şimdi” diye nitelenebilecek belli bir tikel ana göndermede bulunuyor olma varsayımının da yapısını sökmüş olmaktadır. “Bulunuş metafiziği” bu anlamda o an deneyimlediğimiz algısal dünyanın kendisine duyulan inançtan kaynaklanmaktadır.

“Bulunuş’ önkabülüne karşı açtığı savaşla Derrida, ilk bakışta karşıt konumda gibi görünen pek çok felsefe konumunu, sözgelimi “mantıkçı olguculuk’ ile “görüngübilim” arasındaki ilişkide olduğu üzere, aynı temel yanlış tasarımlamanın değişik yüzleri olarak bulunuş metafiziği içine yerleştirmiş olmaktadır. Özünde bulunuş metafıziğinin maskesini düşürmeyi amaçlayan Derrida’nın bu yöntemi, felsefe tarihinin nasıl okunabileceğine yönelik çok özgün bir okuma yordamını dolaşıma sokuyor olması bakımından da ayrıca önemlidir.

Derrida’nın bulunuş metafiziği diye adlandırdığı sorunsala karşı geliştirdiği yapısökümcü konumun üstünde, Nietzsche ‘nin bütün bir felsefe tarihinde hakikatin beşiği olarak değerlendirilen “iç yaşantı” varsayımını yoksaymayı erek edinmiş sözdeyişlerinin önemli bir etkisi olduğu gibi Wıttgenstein’ın “özel dil uslamlaması”nın olanaksızlığını tanıtlamak amacıyla yürüttüğü felsefece soruşturmaların da derin izleri daha ilk bakışta duyumsanmaktadır.

Felsefe Sözlüğü- A.Baki Güçlü , Erkan Uzun, Serkan Uzun , Ü.Hüsrev Yolsal- Bilim ve Sanat Yayınları
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst