Islam Siyaset Felsefesinde Deger Algisi

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefi Tartışmalar kategorisinde phi tarafından oluşturulan Islam Siyaset Felsefesinde Deger Algisi başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,915 kez görüntülenmiş, 0 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefi Tartışmalar
Konu Başlığı Islam Siyaset Felsefesinde Deger Algisi
Konbuyu başlatan phi
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan phi

phi

Felsefe.net
Yeni Üye
Katılım
13 May 2008
Mesajlar
1,906
Tepkime puanı
174
Puanları
63
Siyasal etkinlik o kadar kötü görülmüştür ki siyaseti din veya İslam ile bir arada düşünmek demek kesinlikle bu siyaset için dinin veya İslam’ın istismarından,kötüye kullanımından başka bir yol bulunamamış olduğu varsayılır.“İslam’ın siyasete alet edilmesi” deyimi başlı-başına irdelenmesi gereken bir deyimdir. Bu deyim sonuçta İslam’ın ulvi bir değer olarak yerli yerine oturtulduğu bir duyarlılığın sonucu değil, aksine bir tür siyaset-karşıtı söylemin mantıksal sonucudur. İslam’ın siyasal söylemlerinin bizzat birçok Müslüman
tarafından da hor görüldüğüne ve bunun İslam’ı kültürel veya otantik özünden saptıran bir müdahale olarak düşünüldüğüne tanık olabiliyoruz. Bediüzzaman Said Nursi’nin “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” şeklindeki ifadesi siyasetin dindar kesimler nezdinde hem anlamını sınırlayan hem de bu sınır içinde de onu bir hayli itibarsızlaştıran bir düstur oluşturmuştur. Bu yüzden İslam’ın siyaset felsefesi üzerine düşünmeden önce İslam ile siyaset arasındaki bu sorunlu ilişkiyi, daha doğrusu siyaset kavramının bu bozuk itibarını düzeltmek gerekiyor. Siyasetin anlamı çoğu kez iktidarın veya devlet aygıtının ele geçirilmesi veya
elde tutulmasıyla ilgili bir uğraş olarak görülür. Hem iktidar kavramı hem de devlet kavramının kendiliğinden olumsuz bütün anlamları siyaset kavramına da bu yüzden bulaşıyor. Öyle ya, iktidar bozucu bir şey, mutlak iktidar mutlak bozucu bir şey olduğuna göre iktidardakilerin bir değere sahip olması da çok
zordur. Ayrıca devlet aygıtı işledikçe bir çıkar bölüşümü ve yerleşik bir düzen de kurar. Devlet ile ulema ve entelektüeller arasında tarih boyunca hep sorunlu bir ilişkinin var olduğuyla ilgili hikayeleri de bolca duyarız. İslam ulemasının makbul olanı devletle mesafeyi korumuş olanlarıdır. Ebu Hanife’nin, İbn Hanbel’in, İmam Malik’in, İbn Teymiyye’nin devletle ilişkileri, devlet ile ulema, yani İslam’ın örnek şahsiyetleri için bir emsal oluşturduğuna göre devlet ve de siyaset ideal anlamda uzak durulması gereken bir ilişkiler ağına işaret ediyor. Oysa aynı âlim şahsiyetler İslam’ın siyasetine dair, hatta Müslüman bir idarecinin siyasetine dair ideal sınırları işaret etmekten de geri durmamışlardır. İslam’ın bu dünyadaki bütün idealleri ve düsturları güçlü bir siyasallığı da gerektiriyor.Bu idealler basitçe bir İslam devleti talebi olarak formül edilemez tabii ki. Bu sınırlar içinde konuya yaklaşmanın bile konuyu çok daralttığı artık görülmelidir. İslam’ın bir Müslüman birey veya topluluktaki her türlü temsilinin son derece yoğun bir siyasallığı içermesi, belki de bir Müslüman’ın kendini tanımladığı, kendinin farkında olduğu andan itibaren başlayan bir şeydir. Bir Müslüman’ın kendi farkına varışı da tamamen dinsel sayılan ritüellerin, ibadetlerin idraki esnasında gerçekleşen bir şeydir. En basitinden Fatiha suresini okuduğu andan itibaren bir Müslüman Allah’a en samimi yakarışını “biz” tırnağının içine alır. Böylece bir topluluğa dahil olduğunu hissetmeye başlar.
Allah’tan başkasına ibadet etmeyen, O’ndan başkasından yardım istemeyen bir topluluğa doğrudan dahil olmayı umarak duasını yapar. Bu dua kipinin ikinci şahıs olmasının anlamı basitçe geçiştirilemez. Dahası hemen sonraki ayetlerde Allah’tan “kendilerine gazap verilmiş veya dalalete sürüklenmiş olanların yolundan başka bir yola hidayet etmesi” talebinde bulunmak açık bir siyasal topluluğun sınırlarını net bir biçimde işaret eder. Tıpkı İslam’ın özü olan Kelime-i Tevhid’de olduğu gibi, sadece ait olunan bir topluluk değil, aynı zamanda kendisinden ayrı düşülen bir topluluğun özellikleri de çiziliyor. Esasen bu nokta tam da siyasallığın en temel düzeyinin gerçekleştiği noktadır. Siyasalın anlamını salt bir devlet idaresi veya iktidarın ele geçirilip elde tutulmasından ibaret görmekten kurtulduğumuz zaman, onun daha geniş ve temel anlamlarına döneriz. Aristo siyasalı insan varoluşunun en temel düzeylerinden biri olarak tasvir ediyordu. Çağımızın ünlü Alman siyaset felsefecilerinden Carl Schmitt ise siyasalı “biz” ve “onlar” ayrımını yaptığımız andan itibaren başlayan bir sosyalleşme süreci olarak tasvir eder. Siyasal kavramı için bu tasvir ve tanım temel alındığında Müslümanlığın en dindarca biçimleri bile siyasal bir düzeyden ayrı düşünülemez. Daha doğrusu Müslümanlığın en temel dindarlık biçimleri bile Müslüman için dünyayı siyasalın gerektirdiği bütün kategorilerin yer aldığı bir yere dönüştürür. Bununla birlikte siyasalı Carl Schmitt’in tanımladığı şekilde sadece “dost-düşman” ayrımına indirgemekle ilgili olarak ciddi bir sorun vardır. O da şudur: Dost-düşman ayırımına indirgenmiş bir siyaset felsefesinde siyasetin değerleri gözeten yanı ciddi bir zaafa uğrar. Siyaset her halükarda kendi taraftarlarıyla başkalarına karşı verilen bir mücadele anlamında bir “kimlik siyaseti” olarak kurgulanacağından değerler de bu taraftarlıklara bağımlı olarak gelişmek durumunda kalır. Bu durumda siyaset şu veya bu versiyonuyla bir tür milliyetçiliğe dönüşür. İslami bir siyaset pratiği de bir tür Müslüman milliyetçiliğinden, yani ne yaparlarsa yapsınlar Müslümanların çıkarlarını korumaktan öteye gitmeyen bir Müslüman fanatizmden ileri gidemez. Birçok durumda İslami siyaset pratiğinin böylesi bir sapma ile karşılaşma riski vardır. Bu durumun siyasetin doğasından bir sapma olmasa bile İslam’ın siyaset felsefesinden bir sapma olduğunu görmek gerekir. Çünkü Müslümanın siyasetin temel kategorilerini “biz ve onlar” düzeyinde kuruşunda bile “adalet” esasını gözetmek gibi bir sorumluluğu vardır. Kur’an-ı Kerimde başka kavimlere olan öfkenin onlara karşı bir adaletsizliğe sevk etmemesi gerektiği yönünde ciddi bir uyarı vardır. O yüzden İslami siyaset pratiği mutlaka bütün siyasallık pratiklerinde olduğu gibi bir dostdüşman ayırımını haizdir, ancak hem bu pratiğin bütün felsefesi bu ayırımdan ibaret değil, hem de bu ayırımın olduğu yerde bile dost ve düşmanlar ebedi dost ve ebedi düşman değildir. İnsanı eylem ve niyetinden ibaret bir varlık olarak gören İslam siyaset felsefesi, bu eylem ve
niyetlerin dinamik bir mahiyete sahip olduğunu da müdriktir. Mutlak bir “öteki”, yani mutlak bir “düşman” kategorisi yoktur o yüzden. Doğru eylemi ve niyeti benimsediği andan itibaren bir düşman, dosta dönüşebilir. Dostluk kategorisi sadece bir defa bir tarafa mensup olmakla temin edilen bir şey değil, sürdürülebilmesi için belli temel değerlere de sahip veya bağlı olunması gereken bir kategoridir. O yüzden Bir Müslüman’ın bir gayr-ı Müslime haksızlık yaptığı durumda bir Müslüman’ın lehine bir kararda bulunmak da zulümdür ve İslami bir siyaset böylesi bir zulme karşı da belli bir duyarlılığı temsil eder. Günümüz şartlarında bir İslami siyaset pratiği, o yüzden sadece Müslümanların başka topluluklara karşı çıkarlarının korunduğu, öncelendiği ve bunun yerine başka hiçbir şeyin gözetilmediği bir pratik değildir. Tekrarlamak gerekirse birçok durumda böylesi bir fanatizme dönüşme riski vardır.
Siyasal kamplaşmanın insanların grup çıkarlarından başka bir şeyi gözetemedikleri bir gerilim ortamı yaratabilir. O durumda insanlar ideal değerleri gözetmeyi süreli olarak düşmana karşı bazı mevziler kazanma uğruna askıya almayı, ertelemeyi veya tamamen lağvetmeyi makul bir seçenek olarak görmeye başlarlar. Bir iyilik ideali olan birçok siyaset felsefesinin tökezlediği an tam da bu reel-politik anıdır. Oysa İslam’ın ideali ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın her zaman doğruluğu veya haklılığı garanti edilmiş, bir “kurtulmuş topluluk” yaratmak değildir. Bir kez kurtulduktan sonra kendini diğer bütün insanlara karşı imtiyazlı gören bir “üstün toplum” ideali de yoktur. Bütün siyasi iyilik ideali insanlar için çıkarılmış “hayırlı bir ümmet” olma ilkesine dayanır. İyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmak, kınayanların kınamasından korkmamak, küfredenlere karşı sert, Müminlere karşı yumuşak bir mizacın ayırımını yapan bir ümmet ilkesidir bu. Bir zaman için kurtulmuş olan bir
toplumun bu durumu “bütün zamanlar için bir imtiyaz” haline getirmesi, belki siyasallık için yeterli bir bilinç düzeyidir, ancak bu düzey İslami bir siyaset felsefesinin şartlarını temin etmez.
(Degerler Egitimi Dergisi)
Yasin Aktay
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst