Hırıstiyanlık Felsefesi

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe Akımları kategorisinde mavimor tarafından oluşturulan Hırıstiyanlık Felsefesi başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 3,714 kez görüntülenmiş, 2 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe Akımları
Konu Başlığı Hırıstiyanlık Felsefesi
Konbuyu başlatan mavimor
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan rainbow64

mavimor

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,456
Tepkime puanı
3
Puanları
38
Yaş
44
HIRİSTİYANLIK FELSEFESİ

Düşünce akımlarının temel hatlarını çizdiğimiz İlkçağın bu son döneminde yeni bir din, yeni bir örgüt olarak "Hıristiyanlık" ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık, kaynağı yönünden, Roma'daki çeşitli hellenistik tapınmalardan biridir.

M.Ö. tahminen I. yüzyılda hellenistik dinlerin Roma'da tutunmaya ve örgütlerini kurmaya başladıklarını görmüştük. Ancak Doğu'dan gelen bu dinsel akımlar, zamanla, Roma'nın resmi diniyle uyuşmazlığa düşmüştür. Çünkü Roma dini gittikçe bir devlet dini durumuna gelmişti.

Bir hellenistik dine. bağlı olmak aynı zamanda resmi dinin çerçevesinde kalmaya, imparatora karşı gerekli tapınmalarda bulunmaya bir engel oluşturmuyordu. Romalıların birçok Tanrıların varlığını benimsemesi, çeşitli dinlere aynı zamanda bağlı olmayı kolaylaştırıyordu. Ancak tüm hellenistik dinlerin temelini, "ruhun ölümsüz olduğu" düşünüşü oluşturur.

İşte doğudan gelen dinlerin Roma'da kazandıkları büyük etkinliğin nedenini, özellikle bu noktada, yani bireye ölmezliği vadetmelerinde aramak gerekir. Oysa resmi Roma dini, bireylerin gelecekleri ile hiç ilgilenmeyen soğuk bir devlet dini idi.

Hellenistik dinlerde ruhun ölümlü olmadığı düşüncesi, bir başka anlayışla da ilgili bulunmaktadır. Bu dinlerde önce ölen sonra da "tekrar dirilen" bir Allah kabul edilir; yani ilkin ölüme yenilen Allah'ın, sonradan ölümü yendiğine inanılır. Böyle bir Allah'a inanan bir kişiye, belli törenlerden geçtikten sonra, bu Allah'ın sonuna katılacağı, tıpkı onun gibi yeniden dirileceği vadedilir. İşte tüm hellenistik dinler için ortak olan bu görüşler, ilk Hıristiyanlığın da karakteristiğini oluşturur.

İlk Hıristiyanlığın başlangıcında iki ana fikir ile karşılaşıyoruz: Önce ölümün nedenini "günah"ta aramak gerekir. Çünkü insanlar günah işlemekle Allah'tan uzaklaşmış, bu nedenle alın yazısına (kadere) katılamaz olmuş ve ölüme mahkûm edilmiştir. İnsanın ölümden kurtulabilmesi için günah işlememesi gerekir.

Ne var ki insan yalnızca kendi olanaklarıyla ya da yalnızca kendi gücüyle günahtan uzak duramaz. İnsanın günahtan kurtulması için, Allah'ın "şefaat" (bağışlanma) edip onu günahtan kurtarması gerekir. Böylece Hıristiyanlığın ikinci ana fikrine gelmiş oluyoruz: Allah "Îsa"nın varlığında insan şekline girmiştir. Allah bir büyük kahraman, bir büyük imparator şeklinde görünmemiş, aksine aşağılanan, yoksul ve zavallı bir insan biçiminde görünmüş (tecelli etmiş)tür.

Bu zavallı insan biçiminde Allah, pek çok hakaretlere uğramış, sonunda çarmıha gerilerek ölen bir insan olarak kendi ölümünü algılamıştır. Fakat ölümünden üç gün sonra yeniden dirilmesiyle, Allah ölmezliğini kanıtlamıştır. İşte önce ölen sonra yeniden dirilen bu Allah'ın alın yazısına (mukadderatına) katılan bir insan, aynı onun gibi, ölümden sonra yeniden dirilecektir.

Bu görüşleri ile, öteki hellenistik dinlerle ortak düşünmekte olan Hıristiyanlığın, onlardan "ayrılan" yanları vardır. Hıristiyanlık öteki hellenistik tapınmalardan, Allah'ın büyük bir kişi varlığında değil de, İsa gibi "zavallı bir insan "da görünmesi (tecelli etmesi) ile ayrılır. Bu düşünce Hıristiyanlığın geniş biçimde yayılması için can alıcı bir nokta olmuştur. Bu görüş yardımıyla Hıristiyanlık, İlkçağın son dönemlerinde büyük ölçüde var olan "işçi" sınıflarının dini olmak imkânını bulmuştur.

Hıristiyanlığı öteki hellenistik tapınmalardan ayıran ikinci nokta, aslında yahudilikten alınmış olan, "ölümün günahın bir sonucu olduğu" düşüncesidir. Evrenin iyi ve kötü güçlerin bir savaş alanı olduğu, kötülüğün Allah'a karşı gelmekten doğduğu düşüncesine Hıristiyanlık öncesi dönemlerde de rastlandığını biliyoruz. Nitekim Yeni Eflâtunculuk iyi ile kötüyü karşı karşıya getirmiş, iyi ve kötüyü Allah ile hiçliğin bir karşıtlığı olarak düşünmüştür. Hıristiyanlık ise savaşın "Allah" ile "Şeytan" arasında geçtiğini kabul eder.

Hıristiyanlığı öteki hellenistik dinlerden ayıran üçüncü nokta, kökü yine Yahudilikte olan, Hıristiyanlığa bağlı bir kişinin "başka bir dine girme yasağı"dır. Yahudilik, İlkçağda inananları yalnızca kendisine bağlamak isteyen tek dindir. Yahudilik öteki dinlerin Tanrılarını bir "put" olarak görür.

Başka bir deyişle: Yahudilik İlkçağda inananlarından yalnız Yahudi Allah'ına tapılmasını isteyen, onların başka Tanrılara inanmalarını yasaklayan tek "tekelci din"dir. Yahudilik, cemaati sınırlı olan ve inananlarına belli üstünlükler tanıyan dar bir dindir. Küçük bir cemaate dayanan bu din, misyonerlik yapmaya, yani Yahudiliğe yeni insanlar kazandırmaya girişmemiştir. Oysa Hıristiyanlık başlangıcından itibaren "misyonerlik" yapan bir dindir.

Hıristiyanlık, aynı Yahudilik gibi, inananlarının başka Tanrılara tapınmalarını kesinlikle yasaklar. Bu yasağın resmî Roma dinini de kapsadığı, Hıristiyanların imparatora tapınmalarını yasakladığı açıktır. Sonraları büyük bir sorun olan Roma devleti ile Hıristiyanlık arasındaki çekişmenin kaynağını bu "Yasak"ta aramak gerekir.

Roma dininin son zamanlarında imparatora tapınma gittikçe artan bir önem kazanmış, böylece bu din, devleti, imparatorun kişiliğinde Allahlaştıran bir "imparator dini" durumuna gelmiştir. Oysa Hıristiyanlık, kendi Allah'ı konusundaki tekelciliği yüzünden, imparatora tapınma ve kurbanlar sunmayı başından beri yasaklamıştır.

İki din arasındaki bu görüş ayrılığı, Roma devleti ile Hıristiyanlığın anlaşmazlığa düşmesine ve bunun sonunda Hıristiyanlarla ilgili "kovuşturma" yapılmasına yol açmıştır. Ancak bu uygulama Hıristiyanlığı zayıflatacağı yerde büsbütün güçlendirmiştir. Çünkü pekçok inatçı din mazlumlarının ortaya çıkmasına neden olan bu uygulama sonunda, Hıristiyanlık direnç kazanmaya ve değerini, önemini kanıtlamaya fırsat bulmuştur.

Önemli olan, bu uygulama sonunda Hıristiyanlığın sağlam ve köklü bir "örgütlenme" yapmak zorunda kalmış olmasıdır. Oysa öteki hellenistik dinlerden hiçbiri bir kilise, bir ümmet örgütü oluşturamamıştır. Hıristiyanlık inananlarını cemaatler halinde örgütlemekle sanki devlet için de devlet gibi bir güce kavuşmuştur. Yeni dinin tümüyle bağımsız örgütü, devletin kendisine karşı çıkmasına neden olmuştur.

Hıristiyanlığın örgütlenmesinin güçlendiği bu dönemde, Roma devlet örgütü gücünü yitirmeye başlamış bulunuyordu. Varlığını sürdürebilmek için ağır girişimlerde bulunmak zorunda kalan imparatorluğun siyasal örgütü, birlik ve beraberliğinden çok şey yitirmişti.

Roma devletinin çözülme döneminde Hıristiyanlık, günden güne büyüyen bir güç olarak belirmiştir. Sonuç olarak öyle bir an gelmiştir ki, Roma imparatorları Hıristiyanlık örgütüyle boğuşmaktan cayarak, bu örgüte yaslanma gereği duymuştur. Nitekim Hıristiyanlar konusunda en şiddetli ve en son uygulamayı yapan Diocletion'ın takipçisi (halefi) olan Konstantin, 300 yıllarında Hıristiyanların izlenmesine ait tüm yasakları kaldırmak ve Hıristiyanlığı resmen tanımak zorunda kalmıştır. Konstantin'in takipçisi Julianus Yeni Eflâtunculuğa dayanarak Roma dinini yeniden canlandırmak istemişse de, bu girişiminde, bilineceği gibi, başarılı olamamıştır.

Yeni dinde "yayıncılık" dikkat çekici olmuştur. Hıristiyanlık çerçevesinde yapılan ilk yayının henüz felsefe ile ilgisi yoktur. İlk Hıristiyan eserleri "dört incil" kadrosu içinde yazılmış olup, aslında İsa'nın yaşam ve düşüncelerini açıklar. Birincisi İsa'nın ölümünden 30, dördüncüsü 90 yıl sonra yazılmış olan dört incil, kuşkusuz, İsa'nın düşüncelerini gerçekçi biçimde ele almayan, daha çok İsa'nın kişiliğine ve doktrinine duyulan inançtan kaynaklanan eserlerdir.
 

chimera

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
9 Mar 2008
Mesajlar
463
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
56
Ynt: Hırıstiyanlık Felsefesi

1. İSEVİ YÖNETİM FELSEFESİ

İsevilik (Hristiyanlık)
İsevilik, dünyadaki en yaygın dindir. Dünya nüfusunun yaklaşık % 20’si (1 Milyar civarı) kendilerini Hristiyan olarak tanımlamaktadır. Hristiyanlar’ın büyük çoğunluğu Avrupa ve Amerika kıtalarında yaşamaktadır. Afrika’da da Hristiyan nüfus hızla artmaktadır. Hristiyanlık, Musevilik’ten doğmuştur. Musevilik ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinler arasında yer alır. 11. yy’da Hristiyanlık, iki büyük örgüt arasındaki çekişme yüzünden mezhepler ayrılmıştır (Roma Katolik Kilisesi ve Ortodoks Kilisesi). Günümüzde, Hristiyanlar’ın yaklaşık yarısı Roma Katolik Kilisesi’nin öğretilerine bağlı yaşamaktadır. Bu kişilerin çoğu, Güney Avrupa ve Latin Amerika’da yaşamaktadır. Bugün, daha az etkin olan Ortodoks Kilisesi’ne bağlı kişiler de başta Rusya ve Yunanistan olmak üzere diğer Slav ülkelerinde yaşamaktadırlar. 16.yy’daki Reform hareketinin sonucunda, Roma Ortodoks Kilisesi ikiye bölünmüş ve Protestanlık doğmuştur. Protestanlık şemsiyesi altında birçok mezhep varlığını sürdüregelmiştir (Baptistlik, Methodistlik, Calvinistlik vb.).

Hristiyan Felsefesi
Hristiyan düşünürleri tarafından ileri sürülmüş bütün düşünceci öğretiler (idealizm), özellikle nesnel idealizm bütünüyle bir Hristiyan felsefesidir. Antikçağ Yunan felsefesi temeline dayanan Batı felsefesinin Ortaçağ dönemi, bütünüyle bir Hristiyan felsefesidir. Hristiyan felsefesi patristik ve skolastik adları verilen iki döneme ayrılır. Patristik dönem, Platon egemenliği, skolastik dönem de Aristo egemenliği dönemleridir. Patristik felsefe, Hristiyanlık’a yapılan saldırılara karşı koymaya çalışan bir savunma felsefesidir. Skolastik felsefeye hazırlık gibidir. Skolastik felsefe tüm Ortaçağı kaplar. Ayırt edici niteliği dogmatik oluşudur. Belli bir konuyu incelemek demek, o konuda Aristo’nun ne yazdığını okumak demektir. Daha derin bir inceleme Aquinolu Thomas’ın (dönemin ünlü Hristiyan filozofu) Aristo’nun bu yazısı üzerine ne yazdığını okumak demektir. Bilimsel bir inceleme ise, Aristo’nun ve Thomas’ın bu yazılarını tekrarlayan üçüncü bir kitabı okumak demektir. Hiçbir kişisel görüş, tartışma,kuşku ve kurcalamaya izin yoktur. En küçük kişisel çıkışa cesaret den ölüm ya da bir çeşit diri diri ölüm demek olan aforoz cezasına çarptırılır.

16. yy’a kadar süren Hristiyan felsefesinin skolastik dönemi, Rönesans ve Reform hareketleriyle yıkılmıştır. Aydınlanma hareketi ve hümanizm, Rönesans ve Reform hareketlerinin felsefi alandaki temel yansımalarıdır. Aydınlanma hareketinin amacı, insanları, esasta kötü olduğuna inanılan önyargı ve hurafelerin, dolayısıyla da bunları üreten ve kurumsallaştırdığı varsayılan dinin, temsil ettiğine inanılan “eski düzen”den kurtararak, yine esasta “iyi” ve “özgürleştirici” olduğu kabul edilen “aklın düzeni”ne sokmaktır. Aydınlanma aynı zamanda “akıl çağı” olarak da adlandırılmaktadır.

Hümanizm, insanı evrenin merkezine alır. İnsan, en büyük özelliği olan özgürlüğüyle kendi kaderini çizebilecek durumdadır. Dünya, insanın değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede bulunmaktadır. Bu evrede, insanın evrensel doğasına büyük bir evrensel inanç beslenir. Buna göre, doğru bir eğitim sürecinden geçmiş olan herkes aynı sonuca ulaşmak zorundadır.

Hristiyanlık’ın Ekonomik Sonuçları: Protestan İş Ahlak

Bazı sosyologlar, Hristiyanlık’ın iki ana kolunun –Katoliklik’in ve daha çok da Protestanlık’ın- çok önemli ekonomik sonuçları doğurduğu konusunda hemfikirlerdir. 1904’te, Alman bir sosyolog olan Max Weber, Protestan ahlakı ile “kapitalizmin ruhu” arasında bir ilişki olduğunu öne sürmüştür.

Weber’in, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” başlıklı çalışmasını belirleyen temel soru, kapitalizmin neden bir başka yerde değil de Batı’da ve Batı’nın da belli bir bölgesinde ortaya çıktığıdır. Böylece Weber, kapitalizmi, hiç değilse ortaya çıkışı itibariyle bütün bir ‘Batı’ya genellememiştir. Bu çalışmanın temel bulgusu, kapitalizmin oluşumunun Protestanlık’ın yaygın olduğu yerlerde ve Protestan girişimcilerin önderliğinde ortaya çıktığıdır. Protestanlık’ı, temelde ortaçağın manastır rahiplerinin sıkı bir disiplin içindeki oldukça planlı, yöntemli ve dakik biçimde akılcı araçlarla ahirete gerektiği gibi geçmeyi amaçlayan yaşam tarzlarının toplum geneline yaygınlaşması olarak gören Weber açısından Protestanlık, böylece Hristiyanlık dininin üst düzey manevi gereklerinin az sayıda din adamının icra etmek durumunda olduğu vasıflar olmaktan çıkarak geniş kesimler arasında uygulama alanı bulması ve bu anlamda da dünyevileşmesidir. Böylece, dinde reform (Protestanlık) kilise ve din adamları ile halk kesimleri arasında giderek büyümüş olan açıklığı kapatmaya dönük radikal bir kopuş anlamına geldi (Weber’e göre evrensel olarak geçerli bir ahlaktan söz etmek, özellikle seçkinler için özel bir yasanın geçerli olamayacağının kabul edilmesi anlamına geliyordu.).

Bu dünyevileşme süreci, aynı zamanda planlı, sistematik, kılı kırk yaran biçimde hesap ve kitaba dayalı bir akılcı yaşam kurgusunu gerektirdiğinden Weber, kapitalizmin akılcılık, bilimsellik, teknoloji ve akılcılığın rutinleşmesi anlamına gelen bürokratikleşmeyi, kapitalist sistemin temel özelliği olarak ortaya koymuştur.

Bu dünyevileşme sürecinde, dindar kişinin dinsel bir “çağrı” içinde belli bir dünyevi etkinliğe (ve bu tanrısal görev çağrısı “meslek” olarak nitelendirildi) öte dünya için hazırlanır gibi kendisini adaması ve bu dünyadaki kazançlarının ve etkinliklerinin çokluğu, onun dindarlığının göstergesi ve Tanrı tarafından seçilmişliğinin bu dünyadaki işaretleri olarak görülmeye başlandı. Buna göre, her türlü mesleğin icrası Tanrı’ya hizmettir; çünkü, komşuya hizmet zaten Tanrı’ya hizmettir.Bu çerçevede Protestan inancın vurguladığı nokta, iş yapılırken takınılan tavırla ilintilidir. Bir kavramın, varlığın ve davranışın (dinen ve ahlaken) doğruluğunu ya da yanlışlığını belirleyecek olan, işte bu, edip-eyleme tarzıdır. Ayrıca çalışma ve servete yönelimli olma eğilimlerinin dinsel açıdan akılcılaştırılması, insanın yeteneklerini değerlendirmesinin insanlığa faydalı olmanın; ülkeye ve Tanrı’ya karşı vazifelerini yerine getirmenin ve kamu yararının bir gereğidir. Bu çerçevede, “Hayatımın kiliseye, ülkeme, aileme ve insanlara ne hayrı var?” sorusunun sorulması insanlara tavsiye edilmektedir. Böylelikle Protestan püritenlerin (dini ve ahlaki konularda aşırı duyarlı kimse) yapmaya çalıştıkları şey, bir bakıma, “iktisadi işleri manevileştirme”ye çalışmaktı. Tüketmek konusunda eli oldukça sıkı olan ve bütün kazancını yeniden toplum hizmetine, yani, üretime yönlendiren püriten girişimcilerin kapitalizmin temel gereksinim ve felsefesini destekleyen tutumlarının dindarlıkla olan bağlantısı buna örnek olarak gösterilebilir.

Ancak, Weber iktisat ile maneviyat arasındaki bu bağlantının uzun vadede korunamayacağına inandığından insanlığın geleceği konusunda karamsardır. Modern akılcı kapitalizme ilişkin bütün karamsarlığına karşın, (bu karamsarlığın kaynağında, Weber’in öngörüsü ve gözleminin, kapitalizm gelişkin bir sistem olarak bir kez yerleştikten sonra Protestanlıktan kaynaklanan dinsel ahlakın yerini bütünüyle dinsel bir meşrulaştırıcıya artık ihtiyaç duymayacak olan maddi çıkar dürtüsünün alacağına duyduğu inanç yatmaktadır) Weber, insan özgürlüğü için dinsel, bilimsel ve sanatsal konuları içeren ileri zihniyet etkinliklerinin özgürleştirici potansiyel alanları olarak belirlemek suretiyle insanlığın dikkatini çevirmesi gereken yerleri etkinlik alanlarını da göstermiş oluyordu. Şayet bürokrasinin “demir kafes”i nedeniyle, korktuğu gibi ileri seviyede akılcılaşma ve bürokratikleşme bütünüyle insanların özgürlük potansiyellerini geliştirmelerinin önünde bir engel oluşturmayacaksa, bir sonraki sisteminin filizleneceği alan, bu çerçevedeki samimi –duygusal, akılcı olmayan ve kişisel düzeylerde sürdürülen- insan etkinliği olacağını düşünmektedir (bu noktada Weberci düşüncede temelde dinsel bir kökene sahip ve rasyonel alan dışında kalan ‘karizma’ kavramı, mevcut sistemin dönüşümü açısından tek kaynak durumundadır).

Hıristiyanlığa Göre Çalışanların Hakları ve Sorumlulukları

Roma Katolik Kilisesi’nin sosyal öğretileri, çalışanların sorumluluklarını ve haklarını, çok gelişmiş bir şekilde ele almıştır. Papa II. John Paul, “iş”in kendinsin çok büyük bir itibara sahip olduğunu, çünkü Tanrı’nın görüntüsünün yansıması olan insan tarafından “yapıldığını” söylemiştir. “İş”in itibarı o kadar yüksektir ki, çalışabilecek durumda olanlar için yanı zamanda bir görevdir de. Tüm çalışan insanlar, üretimde ve hizmette “mükemmellik” arayışı içinde olmalıdır. Mülkiyet hakkı; çalışma, yaratıcılık ve girişimcilik için meşru bir teşvik aracıdır. Yöneticiler, sermayeyi ve iş gücünü, gereksininim duyulan mal ve hizmetlerin üretimi için organize etmelidir. Bu nedenle, yöneticilerin çalışanları görevlere atama, o görevlerin yerine getirilmesini bekleme ve gerektiğinde çalışanlarının disiplinini sağlama hakları vardır. Çalışanların, kendi yetenekleri doğrultusunda en üst noktada performans sergileme sorumlulukları vardır. Tüm çalışanların, yalnız kendilerinin ya da çalıştıkları örgütlerin menfaatine değil, toplumun ortak çıkarı için çalıştıklarını unutmamaları gerekir.

Katolik sosyal öğretisi, çalışanların (yöneticilerin ve iş gücünün) bazı özel haklara sahip olduğunu da belirtmektedir. Tanrı tarafından onlara verilen insanlık haysiyetine uygun olarak, işe girme, karşılığında ücret alma, sağlıklarına dikkat etme ve ileri yaşlarda veya özürlülük durumlarında sosyal güvenlik haklarına sahiplerdir. Çalışanlar, ek olarak, ayrımcı muamele görmeme, sağlıklı çalışma şartlarında bulunma, dinlenme ve tatil, keyfi işten çıkarmalara karşı korunma, sendikalaşma ve toplu pazarlık haklarına sahiptir.

2. MUSEVİ YÖNETİM FELSEFESİ

2.1. Musevilik

Musevilik olarak da adlandırılan Yahudilik yaşayan dinlerin en eskilerindendir. Yahudilik, İsrailoğulları’nın tarihi içinde ortaya çıkmış olan bir dinsel gelenektir. Hz. Musa tarafından temsil edilen tevhidi düşünceyle Filistin-Ürdün’ün yerel dinsel geleneklerinin karıştırılması ve sık sık yaşanan yabancı istilalar ve sürgün olayları nedeniyle çeşitli yabancı inanç sistemlerinden etkilenme sonucunda Yahudilik geleneği oluşmuştur.

Bununla birlikte Yahudiliğin bir din mi yoksa ırk mı ya da bir kimlik mi olduğu hâlâ tartışmalıdır. Günümüzde pek çok Yahudi bile bu soruya net bir cevap vermekte zorlanmaktadır. Bir gerçek var ki Yahudilik İsrailoğlu kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Günümüz Yahudiliğinin sistematize edilişinde en önemli dönem, MÖ 6. yy’daki Kudüs’ün Babilliler’ce yakılıp yıkılmasını izleyen sürgün sonrası dönemdir. Bu dönemde İranlıların izni ve desteğiyle Filistin’e dönen katip Ezra, günümüz Yahudiliğinin temelleri sayılabilecek olan kutsal metinlerin ortaya çıkarılması, ırksal temizlik faktörünün vurgulanması ve bazı ritüellerin belirlenmesi gibi birçok önemli reform girişiminde bulunmuştur. Yahudilik tarihindeki ikinci önemli dönemeç ise Sanhedrin adı verilen yüksek kurumun kurulması ve faaliyetleridir.

Monoteist dinlerin en önemlilerinden kabul edilen Yahudilikte yüce bir tanrıya Yehova ya da Yahve’ye inanç vardır. Ancak inanılan bu tanrı, özelde Yahudi halkının tanrısı olarak kabul edilir; aynı şekilde Yahudiler de tanrının seçilmiş üstün halkı olarak görülür. Yahve ismi Musa öncesi dönemde Kenan bölgesi kavimlerinden biri olan Kenitlerin tanrılan pateonunundaki bir tanrı ismi olarak bilinmektedir. Yine Yahve yerine kullanılan EL, El Şeddai, El Bethel, El Elyon, El Olam, El Roi gibi isimlerin de Filistin bölgesindeki tanrı isimleri olduğu iddia edilmiştir. Kutsal metinlerde Yahve’den antropomorfik ve antropopetik bir varlık olarak söz edilir. O, insan şeklinde ortaya çıkan, yorulan, merdiven başında ayakta dinlenen, koklayan, yiyip içen, ayaklarını yıkayan, kaprisli, insanları kıskanan, öğrenen, öfkelenen, nefret eden, intikam alan, pişman olan, güreş yapan bir tanrıdır.

Eski Ahit’in ilk beş kitabında yer alan tanrı anlayışı monoteizmden çok henoteizmi çağrıştıran bir özellik göstermektedir. Zira Yahve, yaratıcı, koruyucu, her şeye hakim olan bir tanrı olmakla birlikte bir klan tanrısı görünümündedir.

Yahudilikte ırk temeline dayalı bir din anlayışı hakimdir. Karailer gibi bir iki marjinal mezhep dışında genellikle Yahudiliğin belirli bir soya mahsus olduğuna inanılır ve dışarıdan bir kişinin Yahudi olmasının mümkün olmadığı düşünülür. Yahudilikte kutsal literatür olarak Torah, Neviim ve Ketubim’den oluşan Tanah kabul edilir. Ayrıca Talmud ve günlük dua kitabı olan Siddur da kutsal metinler arasındadır.

İbrahim dinsel ata olarak kabul edilmekle birlikte Yahudi dini genellikle Musa’yla başlatılır. Ayrıca Davud, en önemli dinsel kişiliklerin başında gelir. O devrinde altın bir çağın yaşanıldığı büyük bir kral, dinsel bir önderdir. Tarihin sonun da Davud’un soyundan gelecek olan bir Mesih’in dağınık kabileleri bir araya toplayacağı ve bir yeryüzü cenneti oluşturacağına inanılmaktadır.

Yahudilikte kalıplaşmış iman esasları olmamakla birlikte Tanrıya, ahrete, meleklere, kitaplara ve Mesih’e iman gibi inanç ilkelerinin varlığı bilinmektedir.

2.1.1. Musevilik’e Göre Çalışanların Hakları ve Sorumlulukları

Musevi geleneğin, iş ahlakına karşı bakışı, seküler (dünyevi) iş ahlakı anlayışından üç noktada ayrılır. Birincisi, Musevilik, Tanrı’nın “değer”in nihai kaynağı olduğu kabulünü temel alır. İnsanın değeri vardır çünkü Tanrı’nın suretinden yaratılmışlardır. İnsanın itibarına; güvenlik, dürüstlük, başkalarının haklarına saygı ve toplumsal hayata katılım kavramlarıyla saygı gösterilebilir. İkincisi, Musevi iş ahlakı topluluk şartları içinde anlaşılmalıdır. Ahlaki emirler, önce topluluğun sonra bireyin iyiliği için gönderilmiştir. En temel topluluk ailedir. Ardından, yerel topluluk gelir. Eğer yerel topluluk, özel sorumluluklar talep ederse, çalışanların ve yerel bölge sakinlerinin gereksinimlerinin ortak noktalarda kesişmesi çok güçlü bir şekilde onaylanır. Topluluğun “iyi” olması, koffin ilkesi ile teşvik edilir. Bu asgari standart, “B’nin durumunun iyileştirilmesinin A’ya herhangi bir maliyeti olmayacaksa, A, bu durumun gerçekleşmesi için kendi yasal haklarından isteyerek feragat etmelidir” der. Topluluğun “iyi” olması lifnim mishurat hadin (kanun maddesinin önünde gitmek) ilkesi ile de gelişebilir. Kişi, ahlaki sorumluluklar yüzünden, kendine belli bir maliyeti olacaksa bile, yasal bir hakkından vazgeçebilir. Üçüncüsü, Musevi iş ahlakı birbirinden ayrı faaliyetlerden çok kişiliğe odaklanmıştır. Bir topluluğun içinde yaşayan insanlar, kendilerine daha iyi kişilere ve topluluğu da daha iyi bir topluluğa dönüştürebilirler.

Musevi geleneği tarafından emredilen insan haysiyeti, çalışanlara uygulanabilir. Örneğin. Musevi kutsal metinler, çalışanların maaşlarının zamanında ödenmesini söyler. Bu ödeme karşılığında, çalışandan üstün performans ve verimli hizmet beklenir. İşverenler, çalışanları gereğinden fazla sıkıntıya sokmamalı ve yeteneklerinden fazlasını istememelidir. Çalışanlara karşı kötü davranışlarda bulunulmamalı ve çalışanlar aşağılatılmamalıdır. Yerel geleneklerin çalışma saatlerine uyulmalıdır. İşverenin çalışanlarla ilişkisi ırk, cinsiyet, yaş veya din temellerine dayanmamalıdır. Bütün bunlar için, çalışanlar da sorumluluklarını yerine getirmelidir.

2.1.2. On Emrin Musevilik’e Göre Örgütlerdeki Güç ve Otorite Kavramlarına Etkileri

3000 yıl önce Tanrılar’ın kendi töreleri bir biriyle çatışmaya, çakışmaya başlamıştı. Yaşam alanının sınırlılığına karşın 35 000 Tanrı görev başındaydı. İnsanlar tanrılar arasında tek ölçü bulma ihtiyacı duydular. İşte bu amaçla Musa, kendi soyunu, ama insanlığı değil sadece kendi soyunu kurtarmak amacıyla, kahin Yetro’nun yanına kaçtı. O musevilerin tanrısıyla konuşacak kişiydi. Musa yanında kaldığı ve kızıyla evlendiği Yetro’nun sürülerine çobanlık yapıyordu. Ve her şey bir gün sürüyü güderken başladı. Burada Tanrı onunla konuştu: “Ben senin Tanrınım. İsrailoğulları’nın Mısır’daki feryatlarını duydum.” Musa Tanrı’ya adını sorunca “Ben Yehova’yım. Sonsuza kadar adım bu” der. Daha sonra Yehova, Musa’dan Firavun’a gidip Yahudiler’in Tanrısı’nın onunla rast geldiğini ve onun için kurban kesmek istediğini söylemesini istedi. Musa’ya Firavun’un kabul etmemesi halinde Mısır’ı on lanetiyle vuracağını ve Musa ile halkının Mısırlıları soyup kaçması gerektiğini söyler. Her şey aynen Yehova’nın dediği gibi olur.

Ve sonra Sina Dağında Museviliğin on emri Musa’ya verilir:

1-Ben seni kölelikten kurtaran Yehova’yım.

2-Benden başka Tanrı’ya tapmayacaksın.

3-Put yapmayacaksın.

4-Kendini büyültüp, Yehova’nın adını almayacaksın.

5-Altı gün çalışıp Cumartesi dinleneceksin.

6-Anneni babanı sayacaksın.

7-Öldürmeyeceksin.

8-Çalmayacaksın.

9-Zina etmeyeceksin

10-Komşunun varlığına göz dikmeyeceksin.

Bu on emrin sekizi Mısırlıların ölüler kitabında aynen vardı. Buradaki yenilik tek Tanrı’ya tapmak ve bir gün dinlenmektir.

On emrin Musevilik inancı aracılığıyla örgütlerdeki güç ve ototrite kavramlarına yansımaları şu şekildedir:

Komuta birliği ve otoritenin merkeziliği.
Otoritenin ücretlendirilmesine bağlılık ve örgüt içi konumdan onur duyma.
Merkezi otorite yüceltilme ve minnettarlığın bir erdem olması.
İşe ve çalışma günlerinde otoritenin düzenlemelerine bağlılık. Eğlenme ve dinlenme tatil günlerine özgü.
Örgütlerde kıdeme saygı ve otoritenin arkasından konuşmama.
Çatışmayı çözmek için şiddet uygun bir yol değildir.
Ticari sözleşmelere bağlılık kesindir.
Örgütün varlıklarını ve kaynaklarını boşa harcamama.
Örgütün sürekliliği ve büyümesi için rakiplere, tedarikçilere ve müşterilere karşı sorumlulukları yerine getirmek.
Mevcut pazar şartlarına göre tedarikçilere ve müşterilere adil davranmak. Bir işletmeyi yönetirken iş ortamındaki topluluğa zarar verilmemeli.

KAYNAKÇA
ALİ, Abbas J., Robert C. Kamp ve Monton Gibbs. “The Ten Commandments Perspective on Power and Authority in Organizations”, Journal of Business Ethics, 26:4, s. 351-361, Ağustos 200.
CEVİZCİ, Ahmet. Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.
ÇİĞDEM, Ahmet. Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997.
HANÇERLİOĞLU, Orhan. Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1994.
HILL, Charles W. International Business, McGraw-Hill Irwin, New York, 2003.
GİDDENS, Anthony. Capitalism and Modern Social Theory, Cambridge University Pres, Cambridge, 1971.
KOYS, Daniel J. “Integrating Religous Principles and HRM”, Teaching Business Ethics, 5:2, s. 121-139, Mayıs 2001.
WEBER, Max. The Protestan Ethic and the Spirit of Capitalizm, Scribner’s Sons, New York, 1958.
 

rainbow64

Meraklı Üye
Yeni Üye
Katılım
6 Şub 2010
Mesajlar
331
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
35
Bence hristiyanlık kendi başına bir felsefe olamaz daha doğrusu din felsefesinin bir alt başlığı olarak değerlendirilmelidir. Nedenine gelince zaten aşağı yukarı tüm dünyada kabul gören dinler br açıdan kötü olanı insanı günaha götüreni ve yanlışlıklara yol açan davranımları yasaklarken insanı iyiye sevk eden ve bu yolda daha iyiyi oluşturmaya çalışan bir düşünce akımına sahiptir. Ama uygulamada her dinin kendine özgü bir birikimi vardır . Mesela Müslümanlıkta alkol haramdır ama Hristiyanlıkta dünyaya gelen her bebek alkol ile yıkanır ( şarap) bunun altında yatan nedenin ise dünyaya gelen bebeklerin doğmadan önece günahkar olduğuna olan inançdır ama iki dinde de aslolan yasaklan veya istenmeyen olgulara karşı tavır alma yatmaktadır . Bu yönden düşünürsek aslında hrsitiyanlık bir din değil sadece din felsefesinin ayrı bir uygulama çeşitidir.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç

Yeni Mesajlar

Üst