Felsefe Tarihi

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Felsefe Tarihi kategorisinde fides tarafından oluşturulan Felsefe Tarihi başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 4,198 kez görüntülenmiş, 4 yorum ve 1 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Felsefe Tarihi
Konu Başlığı Felsefe Tarihi
Konbuyu başlatan fides
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Nejdet Evren

fides

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,694
Tepkime puanı
5
Puanları
38
İlk çağ felsefesi deyince, dar anlamında Yunan felsefesi ile bu felsefeden doğmuş olan Helenizm-Roma felsefesini anlayacağız. Belli bir tarih dönemini adlandıran İlkçağ kavramı, bilindiği gibi, geniştir: Bu dönem, ilk yazılı belgelerle başlar aşağı yukarı dördüncü bin yıldan İsa'dan sonra 476 yılında Batı Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar sürer. Bu uzun zaman aralığında da, birçok kültürler doğup gelişmiştir.


Uzakdoğu ve Hint kültür çevrelerini bir yana bırakırsak, yalnız Akdeniz çevresinde başlıcalarını sayalım: Mısır, Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Asur), Hitit, Fenike, Yahudi, Yunan, Pers, Roma, Kartaca kültürlerini buluruz. İlkçağ kavramı, bütün bu kültürleri içine alır. Öyle ise, neden İlkçağ felsefesi derken, yalnız Yunan felsefesi ile bundan türemiş olan felsefeleri anlıyoruz? Neden bin yıllarca sürmüş olan bu çağın, felsefe bakımından başarısını yalnız Yunanlılara ayırıyoruz? İlkçağı bir bütün olarak ele almak doğru olmaz mıydı?


Doğru olmazdı, çünkü, göreceğiz ki, bugün bildiğimiz anlamdaki felsefeyi ilk olarak ortaya koyan, yaratan eski Yunanlılar olmuştur. Böyle bir felsefe, Klasik İlkçağ ya da Antik Çağ adı verilen, yalnız Yunan ve Roma kültürlerini içine alan, İsa'dan önce 8. yüzyılda başlayıp, İsa'dan sonra 5. yüzyılda sona eren, demek ki bin yıldan çok. süren bir tarih aralığının ürünüdür. Bundan dolayı, şu sınırladığımız biçimiyle İlkçağ felsefesine Antik felsefe de denilir. Buna göre, Antik felsefe denilince: Yunan felsefesiyle, bundan türemiş olan Helenizm ve Roma felsefesi anlaşılır. İşte bizim konumuz da bu Antik felsefe olacaktır.


Yunan kültürüyle onun izinde yürüyenlerin dışında kalan kültürlerde, hiç olmazsa felsefeye benzer bir şeyler yok muydu? Elbette vardı. Çünkü, hangi kültür basamağında bulunursa bulunsun, her toplumun, bir yandan birtakım dini tasarımları -mythosları, efsaneleri- öbür yandan da birtakım bilgileri vardır. Bu mythoslar, bilinçsiz olarak çalışan ve yaratan kolektif hayal gücünden doğmadırlar; gelenekle kuşaktan kuşağa geçerler, bunların köklerinin Tanrı'da olduğuna inanılır, onun için bunlara oldukları gibi inanılır. Sözü geçen bilgiler ise, tek tek kişilerin veya kuşakların görgülerinden, pratik amaçlar bakımından doğa üzerinde durup düşünmelerinden meydana gelmiştir.


Bu pratik bilgiler insana, varlığını ilgilendiren belli birtakım doğa olaylarına az ya da çok egemen olmak olanağını sağlarlar. Şimdi sözü geçen mythoslarda: "Bu evren nereden gelip nereye gidiyor?" "Bu dünyada insanın yeri ve yazgısı nedir?" sorularına, bu en son sorulara bir cevap vardır. Bu cevaplar da oldukları gibi benimsenirler, bunlara hiçbir kuşku duymadan inanılır, bunlar yalnız inanç konusudurlar. Ancak, bir yerde ve bir zamanda öyle bir an gelir ki, bu yanıtlar insanı artık kandıramaz olurlar.


İnsan, son sorular üzerinde artık kendisi de düşünmeye başlar; din ile geleneğin verdiği yanıtlarla yetinmeyip bilmek anlamak istediğine kendi aklı ile, kendi görgüleriyle ulaşmaya çalışır. İşte o zaman, insanın kendi bulduklarıyla dinin, geleneğin sunduğu tasarım arasında bir çatışma başlar; o zaman insan dinin açıklamaları karşısında eleştirici bir duruş alır; bunlara gözü kapalı inanmaz olur, bunların doğrusunu, eğrisini ayırmaya, eleştirmeye koyulur.


Pratik bilgiler bakımından da durum böyledir: Burada da öyle bir an gelir ki, insan, aklını ve görgülerini, yalnız varlığını ayakta tutmak için gerekli pratik-teknik bilgiler edinmek yolunda kullanmakla yetinmez olur; yalnız bilmek için de bilmek ister, böylece de praxis'in üstünde tlıeoria'ya yükselir, dolayısıyla bilime varır. İşte felsefe böyle bir anda, böyle bir durumda doğmuştur.


İsa'dan önce 6. yüzyılda Yunan kültürü, gerçekten de, böyle bir durumu yaşamıştır. Bu yüzyılda Yunanlılar için kutsal gelenek çağı kapanmaya yüz tutmuştu: Din ve geleneğin çizdiği dünya görüşü sarsılmış, bunun yerini, tek kişinin kendi aklı, kendi görgüleriyle kurmaya çalıştığı bilime dayanmak isteyen bir tasarım almaya başlamıştı. İşte felsefenin adını da, kendisini de 6. yüzyılın Yunan kültüründeki bu gelişmeye borçluyuzdur.


Bugün bizim de kullandığımız felsefe deyimi, Yunanca philosophia sözcü-günden gelir. Felsefe, philosophia'nın Arapça'da aldığı biçimdir. Türkçe'ye de Arapça üzerinden bu biçimde girmiş. Philosophia bileşik bir sözcüktür, iki sözcükten kurulmuştur: philia ile sophia'dan. İlki sevgi, ikincisi bilgelik, geniş anlamıyla bilgi demektir. Buna göre philosophia: bilgiyi, bilgeliği sevme demekti. Platon'un öğrencilerinden Herakleites Pontikos'un söylediğine göre, philo-sophia deyimini ilkin Pythagoras kullanmış.
Pythagoras kendine philosophos (filozof) dermiş. Çünkü, ona göre sophia, bilgelik, eksiksiz doğru yalnız tanrılara yakışır; insana ise ancak philosophia, yani bilgeliği sevmek, dolayısıyla ona ulaşmaya çalışmak yaraşır. Herakleides Pontikos'un bu bildirdiğinin doğru olduğuna inanmak pek güç. Burada sophia ile philosophia birbirinin karşısına öyle bir biçimde konu yor ki, bu karşılaştırma Sokrates ile Platon'un Sofistlerle savaşmalarını pek andırıyor. Gerçekten de, Sokrates ile Platon, kendi bilgisizliklerini bilmelerini, yani neyi bilmediklerini bilmelerini gerçek bilginin kaynağı sayıyorlar, bunun karşısına da Sofistlerin şişirme, temelsiz bilgilerini koyuyorlardı.


Herakleides Pontikos, philosophia deyimini 11km Pythagoras'ın, hem de bu anlamda kullandığını ileri sürerken, öğretmeni Platon'da gördüğü bu karşılaştırmanın çok etkisinde kalmışa benziyor. Ama, Herakleides Pontikos'un söyledikleri tarih bakımından doğru olmasa bile, philosophia deyiminin o sıralarda kazandığı anlamı çok güzel dile getiriyor: Buna göre, philosophia durup dinlenmeden bilgiyi, doğruyu arama işidir.


Düşünme ile olsun, deney ile olsun, burada varılmak istenen şey: doğrudur, hakikattir. Felsefe, doğruya varmak ister, bunun için uğraşır; eldekilerini bu amacı bakımından boyuna ayıklar, eleştiren bir süzgeçten geçirir. Kısaca: philosophia bilgi bir sevmedir, ona varmak özleyişiyle yoluna bir düşmedir, onu elde etmek için bir çabadır. Bunun karşısında: bu bilgeliğin, sözde eksiksiz olarak, elde bulunduğuna inanma var. Bu da, akıl ve gözlemden çıkarılmamış olan, olduğu gibi benimsenen bir inanç ancak. Felsefenin adını olduğu gibi, kendisini de, 11km eski Yunan'da buluyoruz.


İsa'dan önce 6. yüzyılda, o zaman İonia adı verilen bölgede (Aşağı yukarı bugünkü İzmir ve Aydın illeri ile karşılarındaki adalar) birtakım düşünürlerle karşılaşıyoruz ki, bunlar yapıtlarına peri plıyseos (Doğa üzerine) karakteristik adını veriyorlar. Bu yapıtlar, doğanın, evrenin bilimsel bir tablosunu çizmek için yapılmış olan ilk denemelerdir, dolayısıyla da, dini bir dünya tasarımından ayrılan ilk felsefe yazılarıdır. İşte İonia'da bulduğumuz bu gelişme ile Yunan felsefesi başlamış oluyordu. Nitekim, göreceğiz, bu gelişme bizi sonra dosdoğru Platon ile Aristoteles'e, Yunan felsefesinin bu iki doruğuna ulaştıracaktır.


İonia'da karşılaştığımız bu gelişmeden önce, hiçbir yerde bu çeşit düşünceler, bu çeşit yazılar bulamıyoruz. Hint kültürünün çok derin düşünceleri saklayan ünlü Upanişad'ları bile sıkı sıkıya dine bağlıdırlar. Bunlarda da doğa üzerine birtakım görüşler var. Ama bunlar, İonia düşünürlerinin yazılarında olduğu gibi, doğanın önyargılardan uzak, özgür kalarak bir araştırılması olmayıp, din açısına bağlı kalarak yapılmış yorumlardır. Yunan felsefesini Doğu'dan gelen etkilerden türetmek denemeleri yapılmıştır. Bu denemelerin daha İlkçağ sonlarında yapıldığını görüyoruz:


Yahudiler, Yeni pythagorasçılar, Yeniplatoncular ile Hıristiyanlar Yunan felsefesinin kökünün Doğu'da olduğu savını yaymışlardır: Örneğin, 1.8. 2. yüzyılda yaşamış olan Numenios adında bir Yeni pythagorasçı "Platon, Attika diliyle konuşan Musa'dan başka bir şey değildir" demiştir. Ayrıca Elealılarda Hint, Pythagorasçılarda Çin, Herakleitos'da Pers, Empedokles'de Mısır, Anaxagros'da Yahudi dininin etkileri olduğu ileri sürülmüştür.


Günümüze kadar sürüp gelmiş olan bu denemeler, bazı bakımlardan haklıdırlar, ama pek çok zorlamalara da kaçmaktadırlar. Çünkü varlıkların özü, yapısı üzerine Özgür bir düşünce olan Yunan felsefesi, Doğu dinlerinden alınma çeşitli tasarımlarla açıklanamaz. Bunu bilgi konusunda açık olarak görebiliriz: İlk Yunan düşünürleri, birtakım bilgilerini elbette Doğu'dan almışlardır; bu arada, özellikle geometri bilgilerini Mısırlılardan, astronomi bilgilerini de Babillilerden edinmişlerdir. Ama, Yunanlıların Doğu'dan aldıkları bu bilgileri, bu bilme gereçlerini işleyiş ve değerlendirişlerinde, Yunan düşüncesinin, başka hiçbir yerde bulamadığımız başarısını çok açık olarak görebiliriz.


Mısır geometrisi pratik-teknik gereksemelerden doğmuştu: Ülke için hayati önemi olan Nil'in yıllık taşmalarını düzenlemek, bunun için kanallar açmak zorunluluğu, bu gereksinme, Mısır geometrisini ortaya koyup geliştirmişti. Böylece doğan bu geometri, pratiğe bağlı olmaktan hiçbir zaman da kurtulamamıştır. Mısırlılar, buldukları geometri teoremlerine empirik bir yolla varmışlardı; onun içindir ki, örneğin yüzeyleri ölçmede kullanılan formüller, bugünkü geometride olduğu gibi, birtakım axiom ve tanımlara dayanan bir Sistem meydana getirmiyordu; bunlar tek başlarına, dağınık bir halde idiler, aralarında bir bağlantı yoktu. İşte Yunanlıların bu alanda ulaştıkları büyük başarı: Mısırlıların parça parça bilgilerinden bir sistem geliştirmek, yalnız teknik nitelikte olan bilgilerinden teorik bir bilim yaratmak olmuştur.


Thales, Pythagoras, Eukleides, böyle bir geometriye yol açanların başında yer alırlar. 0 sıralarda Doğu'da çok ilerlemiş olan başka bir bilgi kolunda, astronomide de durum böyle: Babillilerin ünlü astronomisi, yıldızlara tapan Babillilerin dinine dayanıyordu, bu dinin ve pratiğin hizmetinde idi. Yıldızlar üzerinde yapılan inceden inceye gözlemler, güneş ve ay tutulmalarının hesaplanması, hep dini-pratik amaçlar içindi.


Burada da Yunanlılar, Babillilerin zengin gözlem gereçlerinden yararlanmışlar, ama sonunda, bu pratiğin emrindeki dağınık gereçlerden Anaximandros'tan Ptolemaios'a kadar ki çalışmalarıyla gökyüzünün bilimsel bir görünüşünü çizen bir teori kurmuşlardır. Bütün bunlardan görüyoruz ki: Yunanlılar, doğruya ve bilgiye, doğrunun ve bilginin kendisi için yönelmiş olan bir bilimin, bir felsefenin ilk yaratıcılarıdır.. öyle bir şeyi de bilgiye, bilginin kendisi için ulaşmak istemeyi Eski Doğu'nun hiçbir yerinde bulamıyoruz.
Eski Doğu kültürü, bilgi ile ya dini bakımdan ya da teknik bakımdan ilgilenir. Mısır ve Babil örneklerinde gör-düğümüz gibi. Yunan felsefesinin köklerini Doğu'da bulmak için uğraşmalar, bir yandan Doğu'nun efsanelik bir bilgeliği olduğu inancına dayanır; öbür yandan da İlkçağ sonlarında Doğu ve Yunan bilgeliklerini geniş bir dini felsefi sinkretizm içinde karıştırıp eritmek eğiliminden ileri gelmiştir denilebilir.
İlkçağda filozof tipini de yalnız Yunanistan'da bulabiliyoruz. Bir yandan ha-yatının en yüksek ereğini bilgide bulan, bilmek için yaşayan; öbür yandan, edindiği bilgileri yaşamasına temel yapmak isteyen filozof denilen bu insan tipi ancak Yunanistan'da var. Bir Thales, bir Protagoras, bir Empedokles, böyle bir insan için tipik örneklerdir. Eski Doğu kültürlerinin hepsinde bulduğu-muz bir kurum, Tanrı ile kul arasında aracılık eden, dolayısıyla gizli, esrarlı birtakım güçlere sahip olduğuna inanılan kapalı rahipler kastı, Yunanistan'da hiçbir zaman olmamıştır. Burada din adamı yerine araştırıcıyı, düşünürü buluyoruz. Bu düşünür tipi de, büyük bir saygının konusudur.


Pythagoras ve başkalarında gördüğümüz gibi, bu düşünürlerin adı, zaman zaman başka ulusların peygamberleri, ermişleri gibi bir efsaneye bürünür. Bu düşünürler, hiç olmazsa başlangıçta, okul ile akademi arasında bir şey olan bir çevrenin ağırlık merkezidirler. Burada, öğretmek ve öğrenmek için, birlikte bilimsel çalışmalar yapmak için birleşilmiştir; bu çevreler, birer bilim derneği, birer bilim tarikatı gibi bir şeydirler. Bu dönemin düşünürleri, siyaset alanında da önder rolünü oynarlar.
Başlangıçlarda bulduğumuz bu filozof tipinden sonra, yavaş yavaş, bir yandan: hayattan çok kendi düşünce dünyasına çevrilmiş olan bir bilgin, bir araştırıcı, bir derleyici tipi - Anaxagoras, Demokritos, en sonra da Aristoteles'de gördüğümüz gibi - öbür yandan da: daha çok hayata yönelmiş bir pratik filozof, bir yaşama sanatçısı, bir eğitici tipi gelişmiştir: Sokrates, bu tipin, bütün İllkçağ için en büyük örneği olacaktır. Yunan felsefesinin ancak son döneminde, Batı'nın bilimi ile Doğu'nun dini kültlerinin karşılaştıkları bu dönemde, daha çok din coşkusu ile dolu, kurtuluşu öğütleyen tipi görüyoruz.


Bu söylenenleri göz önünde tutarsak, yani bugünkü anlamında bilim ve felsefenin beşiğinin eski Yunanistan olduğunu düşünürsek, Yunan felsefesinin büyük önemi kendiliğinden belli olur. Yunan düşüncesi, bilim ve felsefeyi yaratan özelliği ile, sıradan bir tarihi araştırmanın konusu değildir. Avrupa kültürünün, bütün Batı kültür çevresinin kurucu düşüncelerinin, bugüne kadar süregelen başlıca ilkelerinin kaynağı burası olduğu için, üzerinde çok önemle durulmaya değer.


Yalnız pratiğe yarayan bilgileri toplamada, yalnız din gereksemesini besle-yen hayal gücüyle yüklü tasarımlarla yetinmeyen Yunanlılar, temellendirilmiş, bir birlik içinde derlenip toplanmış bilgilere varmaya çalışmışlardır. Onun için Yunan felsefesinin tarihi, ilk planda Batı biliminin doğuşunu görmek, öğrenmek demektir. Ama Yunan felsefesi tarihinden, bir de, tek tek bilimlerin meydana gelişlerinin tarihini öğrenebiliyoruz. Çünkü düşüncenin mitolojiden ve günlük yaşayıştan çözülmesiyle başlayan bilimin, kendi içinde de yavaş yavaş ayrılmalar başlamıştır. Bilgi gereçlerinin birikmesi ve organik olarak bölümlenmesi yüzünden, başlangıçta yalın ve kapalı bir birlik olan bilimden, giderek, tek tek bilimler ayrılıp, az veya çok, kendi başlarına gelişmeye koyulmuşlardır.
Felsefenin eski Yunan'da sözü geçen bu başlangıçları, onun sonraki, bugüne değin süren gelişmesi için başlıca bir ölçü olmuştur. Yunan felsefesi, elindeki öyle pek geniş olmayan bilgi gereçlerini bilimsel olarak işlemek için gerekli kavram kalıplarını araştırıp bulmuş, pratik-dini kaygılardan bağımsız kalarak dünya üzerine olabilecek hemen hemen bütün görüşleri ortaya koya-bilmiştir. Antik düşüncenin özelliği ile tarihinin öğretici önemi işte buradadır.


Batı kültür çevresinin bugünkü dünya anlayışı da, dilleri de Antik felsefenin varmış olduğu sonuçlarla yüklüdür, bu sonuçlardan yoğurulmuştur. Yunan felsefesi, Batı kültürü dünya görüşünün, bu görüşe dayanan başarıların bir ana kaynağıdır. Yukarıda, Antik felsefe ile Yunan felsefesi deyimlerini, yer yer, eşanlamda kullandık. İlkçağın Yunan ve Roma tarihlerini içine alan dönemine Antik Çağ denildiğine göre, Antik felsefenin de Yunan ve Roma felsefelerini kapsaması gerekir. Ama Yunan felsefesi yanında başlı başına olan bağımsız olan bir Roma felsefesinin sözü olamaz. Çünkü, göreceğiz, Romalılar felsefeye yeni, özgün denebilecek pek bir şey katamamışlardır; düşünceleri, hemen hemen Yunanlıların çizdiği yolda yürümüştür.
Öbür yandan, İskender'in seferleriyle, Yunan kültürü Akdeniz'in doğusuna, ta Asya'nın içerlerine kadar yayılmıştı. Hellenizm (Doğu Akdeniz çevresinin hellenleşmesi, kültürce Yunanlılaşması) denilen bu süreçte, tabii, Yunan felsefesi de Doğu'ya ulaşmış ve böylece Doğu Akdeniz'de, en önemlisi İskenderiye olan yeni bilim merkezlerinin kurulmasına yol açmıştı. Bu dönemin başlıca düşünürleri, Grekçe yazan Doğululardı. Burada da temel Yunan felsefesidir; ancak, içine, kökleri Doğu'da olan birçok düşüncenin karıştığı bir Yunan felsefesi.


Yunanlıların siyasi tarihinde üç dönem vardır. Bunlara paralel olarak Yunan kültür tarihinde de üç dönem ayırabiliriz: Siyasi hayatlarının ilk döneminde Yunanlılar, ayrı boylar, bağımsız şehirler halinde, aralarında sıkı politik bir bağlılık olmadan yaşamışlardır. Bu ilk dönemde, düşünce hayatı da felsefe de, birbirinden oldukça bağımsız olan ayrı ayrı merkezlerde gelişmiştir. Buralarda aynı zamanda siyasi bir rol de oynayan düşünürler sivrilip bir felsefe geleneğinin ilk temellerini kurmuşlardır. Bu dönemin sonlarına doğru gezici birtakım öğretmenlerin ortaya çıktıklarını, felsefe bilgilerini şehirden şehire taşıdıklarını görüyoruz.


Pers savaşlarının kazanılması Yunanistan'ın siyasi hayatında ikinci dönemi açmıştır. Bu dönemde Yunanlılar aralarında az-çok siyasi bir birliğe ulaştıkları gibi kültür bakımından da bir birliğe varmışlardır. Atina'nın bulun-duğu Attika bölgesinin Yunan kültür hayatında önder duruma geçmesi bu dönemde olmuştur. Bu arada Atina'da meydana gelen iki büyük felsefe sistemi Platon felsefesiyle Aristoteles felsefesi, kendilerinden sonraki zamana, ta günümüze değin, yön verici bir etkide bulunmuşlardır; öyle ki, bu etki olmaksızın Batı düşüncesini tasavvur etmeye imkan yoktur.
Aristoteles, İskender'in öğret-meni idi. İskender'in seferleriyle de Yunan siyasi hayatının üçüncü dönemi başlamış (Hellenistik dönem), bu arada Yunan düşünce hayatı yeni merkezler kazanmış, bunların karşısında Atina, yavaş yavaş önemini yitirmiştir. Dışarıdan bakıldığında, Yunan felsefesi böyle bir gelişme geçirmiştir. Bu felsefenin ele alıp işlediği konular bakımından gelişmesini görmek istersek, şunu buluruz:


1. İlk döneminde Yunan felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir.
2. Bundan sonra insana karşı uyanan ilgi klasik dönemin geniş sistemlerine yol açmıştır. Bu sistemlerde Tanrı, insan ve doğa, bir düşünce bağlantısı içinde kavranmak istenmiştir.
3. Aristoteles'in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür. Aristoteles'ten sonraki felsefe, her şeyden önce, doğru yaşayışı gösterecek, gönülleri doyuran bir dünya görüşüne ulaştıracak yolu arayan bir öğretidir. Bu özelliği ile de, az veya çok pratik bir felsefe, aydınlar için de dinin yerine geçen bir felsefe olmuştur. Bu gelişme, Antik felsefenin son dönemine bir geçittir.
4. Bu son döneminde Antik felsefeye gittikçe daha çok dini öğeler karışmıştır. Bunların arasında Doğu'dan gelenleri de vardır: Bu arada Hint ve Mısır dinlerinin birtakım görüşleri, bazı Antik düşünürlere özlenilen örnekler gibi görünmüştür. En sonunda, yığınların din gereksemesini daha iyi karşılayan Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu dönem de kapanmış, böylece Antik felsefe de sona ermiştir. Antik felsefeyi öğrendiğimiz başlıca kaynaklara da bir göz atalım:


a. İlk Yunan fllozoflarının yapıtları ancak fragmentler (parçalar) halinde kalmıştır. Bunları da, sonraları yaşamış olan yazarların yapıtlarında alıntılar (citationlar) olarak buluyoruz.
b. Platon ile Aristoteles'in en önemli yapıtları elimizde bulunmaktadır.
c. Eski Stoacılar, Epikurosçular ile Septiklerden de yine ancak birtakım fragmentler kalmıştır.
ç. Daha sonraki dönemden elimizde bulunanlar şunlardır: Roma Stoa'sından Seneca, Epiktetos, Marcus Aurelius ile Cicero'nun; Septiklerden Sextos Empirikos ile İskenderiyeli Philon'un yapıtları; Yeni pythagorasçı literatürden kalıntılar; Plotinos'un Ennead'ları; Yeniplatoncuların bazı yapıtları - özellikle Proklos'un - Yeni platoncuların ve başkalarının Platon ile Aristoteles'in yapıt-ları üzerindeki yorumları (kommentarlar).
Bu orijinal yapıtlar yanında İlkçağ'da bir de felsefe tarihleri var. Bu konuda ilk denemeyi Aristoteles'in yaptığını görüyoruz: Aristoteles, kendisinden önceki fılozofların görüşlerinden, sırası geldikçe, uzun uzun söz açar. Metafizik'inin başında, kendisinden önceki felsefenin tarihine toplu bir bakış var ki, Sokrates'ten önceki filozofları bilmek bakımından büyük bir önem taşır. Aristoteles'in öğrencilerinden Theophratos da, eski filozofların görüşlerini anlatan bir felsefe tarihi yazmış yalnız bunun, yazık ki, ancak küçük bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Theophrastos, doxograflar literatürü denilen türü başlatmış-tır. Doxograflar, fllozofların problemler bakımından görüşlerini anlatırlar.
Doxografların yanında, bir de, felsefenin tarihini, fılozofların yaşamları bakımından anlatan biografların yapıtları var. Bunlardan kalanlardan en önemlisi, en ünlüsü, İ.Ö. 220 sıralarında yaşamış olan Diogenes Laertios'un kitabıdır. Bu yapıt, bir çeşit derlemedir, çeşitli kaynaklardan derlenmiş, kaynakların eskiliği değişmektedir. Felsefe, varolanlar üzerinde bilinçli, planlı bir düşünmeden doğmuştur.
Öteden beri cevapları yalnız dinden, mythostan edinilen birtakım sorunlar, bir zaman gelip de eleştiren bir düşünmenin ve gözlemenin konusu yapılınca, felsefe tarihi de başlamıştır. Bu soruların başında da: Varolanların kökeni, dolayısıyla evrenin (kosmos'un) meydana gelişiyle insanın bu dünyadaki yeri ve ödevinin ne olduğu soruları gelir. Bilimsel-felsefi görüşün dini görüşten ayrılıp doğması, tabii, birdenbire, hiç geçitsiz olmamıştır.


Nitekim bir yandan Yunan doğa filozoflarının ilk düşünme denemelerine birçok mitolojik öğenin karıştığını görüyoruz; öbür yandan da, en eski filozofların "doğa üzerine" adını taşıyan yapıtlarıyla mythoslar ve Tanrı masalları arasında bir ara basamağı buluyoruz: Bu ara basamak da eski ozanların theogonia'ları (Tanrıların doğuşu) ile kosmogonia'larıdır (Evrenin doğuşu). Bunlarda tanrıların, yarı tanrıların, insanların meydana gelişi üzerine birçok şeyler anlatır.
Aristoteles, Metafizik'inin birinci kitabında, ilk felsefe tarihi denemelerinden biri olan bu taslakta, bu "En eskilerin", yani eski ozanların, bu konular üzerinde eski filozoflardan daha önce düşünmüş olduklarını, yalnız, bilimsel olarak değil de, dine bağlı kalarak düşündüklerini söyler. "En eskiler"in tipik örneği olarak Hesiodos'u alabiliriz. Hesiodos'un Theogonia adlı yapıtının başında Khaos kavramı yer alır. Bu da, felsefi düşüncenin uyanmaya başladığını gösteren ilk belirtidir. Hesiodos'a göre, başlangıçta Khaos vardı.


Khaos, türevi bakımından, "esneyen boşluk" demektir. Bu da bize, hiçliği, boş uzayı, zamanı, sonra kendisinden bütün varolanların oluşacağı o düzensiz, karmakarışık yığını düşündürüyor. Bu, varolanlardan önce gelmiş olan ve varolanların kendisinden doğmuş oldukları hiçliği, kavram olarak belirlemek için yapılmış olan ilk denemedir. Bu denemede, salt düşünce ile bir şey saptanmak isteniyor; burada mythostan bir ayrılma, işin içine tanrıları vb. karıştırmama eğilimi var; Hesiodos, burada inançlarını bir yana bırakmak, gelenek-görenekten edindiklerine dayanmamak istiyor. Hesiodos, Khaos'un yanına iki güç, iki ilke daha koyuyor:


1. Gaia: Geniş göğüslü yer, doğurucu ilke,
2. Eros: Doğurtucu erkek ilke.


Bu iki güç de, kişiliği olan, insanımsı birer varlık ile kişi olmayan, salt kavram arasında bulunan şeylerdir. İşte, bu üçünden - Khaos, Gala ve Eros'tan - sonra tanrılar ve nesnelerin çokluğu meydana gelmiştir: Khaos, kendisinden Erebos - karanlığı, geceyi - ile Aitheros'u - aydınlığı, gündüzü - ortaya çıkarmıştır; Gaia da bağrından göğü, denizleri ve dağları yaratmıştır; gök ile yer de, tanrılar soyunu meydana getiren çifttir.
Sözü geçen dönemde "Kosmos (evren), nereden gelip nasıl oluşmuştur?" sorusu yanında, üzerinde durulup düşünülen ikinci ana soru "İnsanın bu dünyadaki yeri ve ödevi nedir? Doğru olan yaşayış hangisidir?" sorusudur. Başka bir deyişle: Kosmogonia üzerindeki düşünceler yanında, bir de etik üzerinde düşünüldüğünü görüyoruz. Bu düşüncelere de, ilkin, Yedi Bilge'nin özdeyişlerinde, öğütlerinde rastlıyoruz. Yedi Bilge'nin kalan sözlerinden bir iki örnek: Atmak Solon: "İşin sonunu düşün"; Korinthoslu Periandros: "Öfkeni yen"; Lesboslu Pittakos: "Hiçbir şeyde aşırı olma".
Bunlar, görülüyor ki, doğru, akıllıca yaşamak için birtakım öğütler. Öbür yandan Yedi Bilge'nin düşüncelerinde tanrılar da ahlaki güçler ve hak ile kanunun koruyucuları olarak belirtilir. Ama bu arada eski mythoslar da yinelenir: Tanrılar pek çok insana benzetilir. Yedi Bilge de, Kosmogonia ozanları gibi, bir geçit döneminin tipleridir. Onlarda olduğu gibi bunlarda da, mitolojik fantezi ile bilimsel-bilinçli düşünce yanyana bulunup birbirine karışırlar.


Theogonia-kosmogonia ozanlarının anlattıkları ile Yedi Bilge'nin özdeyişleri felsefi düşünceye bir hazırlıktır. Ama bundan sonra bilimsel düşünce boyuna dini-mitolojik öğelerden sıyrılacak, gittikçe kendi arınmış biçimine yaklaşacaktır. Bugünkü anlamıyla felsefe, nerede ve nasıl başladı? Felsefeye ve düşünce tarihine ilişkin bugünkü bilgilerimiz, felsefenin eski Yunanistan'da başlamış olduğunu söylememizi gerektiriyor.
Gerçekten de, felsefenin cevap vermeye çalıştığı çevrenin kaynağı ve temeli nedir?, sorusu) verilen karşılıklar inanca dayanıyor; inanç, üzerinde temelleniyordu. Başka bir deyişle, mitoslarda, akla dayanan 'özgür düşüncenin işleyişi görülmüyordu. Üstelik mitoslarda, kavramlar değil imgeler (imailar) ağır basıyordu. Yani sundukları açıklamaların temelinde, kavramlar (genel ve soyut düşünceler) değil, somut varlıklar ve bunların insan zihnindeki yansıları (tasarımları) yer alıyordu. Demek ki mitoslar, insan gibi tasarladıkları (insan suretinde ve kişi olarak kavradıkları) bazı güçleri, yani çeşitli tanrıları işin içine sokarak, evrenin ve insanoğlunun Orta'ya çıkışını açıklamaya çalışıyorlardı.
Evrenin kaynağında (kökünde) diye sormuyorlardı; diye soruyorlardı. Mitoslar, evreni ve tüm doğa olaylarını, kişi olarak tasarlanan ve inanç konusu akın güçlerle açıklama çabasından başka şey değildi. Örneğin Türk mitolojisi, evrenin yaradılışını şöyle açıklıyordu: Daha gök ve yer yaratılmadan önce her şey sudan ibaretti. Ne toprak, ne güneş, ne de ay vardı. Bütün tanrıların en büyüğü; her varlığın başlangıcı ve insanoğlunun atası Tanrı Kara-Han, önce kendisine benzer bir mahluk yarattı ve ismine Kişi dedi.
Kara - Han ve Kişi, iki siyah kaz gibi rahatça, su üzerinde uçuşuyorlardı. Fakat Kişi bu mesut sükunetten memnun değildi. 0, Kara-Handan daha yükseğe uymak istiyordu. İşte felsefe, Türkistan'da, Çin'de, Hint'te, Mısır'da. eski Yunanistan'da ve başka birçok yerde örneklerine bol bol rastladığımız 'imgeye dayanan bu mitosçu düşüncenin eleştirilmesinden ve imgelerin ya da tasarımların yerine, inanca değil, akla dayanan felsefesel-bilimsel kavramların ve açıklamaların kanmaya çalışılmasından doğmuştur.
Demek ki felsefe, dinlere kaynaklık etmiş olan ve özü bakımından dinden farklı almayan mitosların aşılmasıyla; evrenin kaynağı ve insan yaşamının anlamı gibi en genel sorunlara, dinsel düşüncenin etkisinden sıyrılarak kavramlarla ve akıl yürütmeyle cevap verme çabasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu türden ilk cevaplara ise, yukarda belirttiğimiz gibi eski Yunanistan'da rastlıyoruz. Eski Yunan'dan önce felsefesel ve bilimsel düşünce kesinlikle yok muydu? Eski Çin.
Hint ve Iran dinlerinde ve mitoslarında, hem dağa hem de insan yaşamı konusunda derin felsefesel düşünceler bulunduğu bir gerçektir. Hatta Çin ve İran dinlerinde, varlıkları ve olayları karşıtlıklarla ve birbiriyle çatışan gerçeklerle açıklama eğilimi de görülüyor. Yani eski Doğu düşüncesinde, diyalektik görüşe benzer ilkel bir düşünüşe rastlandığı bile söylenebilir. Her ne olursa olsun, bura-da dikkatimizi çeken nokta, felsefesel düşünceye oranla din düşünce-sinin ağır basmasıdır.


Başka bir deyişle, eski Doğu düşüncesinde felsefe, dinden tamamen sıyrılarak bağımsızlığını elde edememiş ve kendini yalnızca akla ve mantığa dayanan özgür bir araştırma olarak ortaya koyamamıştır. Oysa eski Yunan düşünürleri, bazı felsefesel düşünceleri olduğu gibi bazı bilgileri de Doğudan ya da başka yerden aldıkları halde, bambaşka bir biçimde işlemiş, geliştirmiş ve düzenlemişlerdi.
Örneğin eski Mısır'da geometri, Nil Irmağının belli zamanlarda doğurduğu taşkınları önlemek ve bu amaçla kanallar açmak zorunluğundan doğmuştu. Yani, pratik bir amacı göz önünde tutuyordu. Ve bu pratik amaçlardan hiçbir zaman sıyrılamamış, bağımsız ve dedi toplu yani sistemli bir bilgi haline gelememişti: bölük pörçük kalmıştı. Oysa Yunan düşünürleri ve özellikle Eukleides, yalnızca teknik've pratik özellik taşıyan bu bilgileri, sistemli ve kuramsal (teorik) bir bilim (geometri bilimi) durumuna getirmeyi başardılar.
Aynı şeyi, Babil'lilerin dinsel amaçları gözetmekten doğan astronomileri için de söyleyebiliriz. Bu bilgi dalı da, eski Yunan düşünürlerinin ve bilginlerinin elinde, derli toplu, düzenli ve yalnızca pratik amaçlara değil kuramsal amaçlara da yönelen, yani bilmek için bilmek isteğine cevap veren bir bilim durumuna geldi. Yunan düşünürleri. din ve mitoslarda. dağınık ve birbiriyle ilintisiz durumda bulunan; imgelerle ya da simgelerle (sembollerle) dile getirilmiş alan felsefesel düşünceleri de, mantıksal ilintilerle birbirine bağlanmış. amacını kendi içinde taşıyan bağımsız ve kurumsal bir bilgi durumuna getirmeye çalıştılar.


Felsefeyi, yalnızca dine ya da pratik amaçlara yararlı bir çaba olarak değil, doğruluğu (hakikati) salt doğruluk olduğu için arayıp bulmaya çalışan bir çaba alarak benimsediler. Bundan ötürü "bilgi ve bilgelik sever" düşünür tipine, yani bilimsel açıklamalar yapmaya çalışan özgür düşünceli filozofa da. ilk olarak eski Yunanistan'da rastlıyoruz.
 
F

faust

Ziyaretçi
Ynt: Felsefe Tarihi

Tarih Felsefesi" | Can Murat Demir

"TARİHİN BELİRLENMİŞ BİR FİZİĞİ YOKTUR"
Tarihin ne olması ya da olmaması gerektiği üzerine o kadar değerlendirme mevcuttur ki ister felsefi ister ideolojik olsun, olgu, tam anlamıyla bir türlü kendini ifade etme şansını bulamamış ve bu sayede tarafsız bir ihtiva barındıramamıştır diyebiliriz. Belki de doğru olan da budur; "tarihin tam olarak tarifinin hiçbir zaman mümkün olamayacağı" gibi... İşte tam bu noktada tarihin hem olgusal yönünün hem de kavramsal yönünün bu yazıda nasıl ele alınacağını da kestirmek mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Kısacası bu yazı birçok filozoftan ve düşünürden alıntı üzerine kafa yormakla beraber hiçbir ideolojik kaygı taşımaksızın sadece insanları düşünmeye, irdelemeye sevk etmeyi arzulamaktadır. Bu aşamada yazı, yaşamı, tarihi, ideolojiyi, düşünceyi, yani felsefeyi barındıran her şeyi, "tüm şeyleri" yepyeni bir prototip haline getirmede araç olarak tasarlanmıştır diyebiliriz.
Tüm bu irdelemeleri yaparken eski ya da modern entelektüel birkaç söylemi de yinelemekte yarar olacağını düşünüyorum. Referanslarımızın, felsefi-siyasi literatürden esinlenerek oluşturulmasına dikkat edilecektir.

Tarih, her şeyin süreklilik içinde yok edilip, yerine yenisinin inşa edildiği bir savaşımın, kısacası fikir karmaşasının doğal arenasıdır.
Tarihin kendisini yenilediğini çoğunluk kabul etmiş durumdadır. Asıl sorun da bu aşamada ortaya çıkmaktadır. Yani bu devinimin ya da değişimin dinamikleri nelerdir? Kaygılarımız -bu noktadan sonra- tarihin edimselliğinin sebepleri konusunda daha da yoğunlaşmaktadır diyebiliriz. Yapılacak olan açıklamaların ideolojik ya da önyargısal çıkarımlar içermesi son derece normal karşılanmalıdır; çünkü bizim için önemli olan yapılan açıklamaların ideolojisi ya da duruşu değil bunların bizim fikri anlamda olgunlaşmamız ve düşüncenin akışına hız verecek olmasıdır. İleri atılan görüşlerin bu nüanslar ışığında gözden geçirilmesi gerekmektedir; bilhassa bunların sayesinde yapılan alıntılara karşı bir önyargı duvarını da kısmen yumuşatacaktır.

Tarih, salt olarak karşıt fikirlerin mücadelesidir, ama bazen de aynı anlayışa sahip tezlerin ileri varyasyonlarıdır. Bütün bunlar tarihi etkilemekte ve derinden sarsmaktadır.
Tarih hakkında söylenenlerden biri de onun devrimin gölgesi olduğunu ileri süren görüştür. Klasik olarak tüm komünist veya radikal liderlerin feyz aldığı bu savunu tarihin edimselliğini kabul etmeyip, onu şekillendiren şeyin eylemler olduğunu ileri sürer. Gerilla lideri aynı zamanda halen Küba Komünist Partisi lideri olan F. Castro şunu dile getirmektedir: "Tarih eylemlerin bir yan ürünüdür."
Gerçekten de tarih eylemlerin bir yan ürünüdür derken ünlü lider Castro'nun, samimiyeti kuşkusuzdur; fakat ileri sürülen düşünce tamamen ideolojiktir. Çünkü Castro, inatçı bir Marksist ve gerilla lideridir; kısacası Marksist öğretinin kararlı bir savunucusu ve pratikçisidir. Onda hayat bulan tarih anlayışı ve fikri, sadece mücadeleci bir komünist anlayışa göre şekillenip, yönünü bulmuştur diyebiliriz. Tarihi sadece eylem savaşı ve sonucu olarak görmek kuşkusuz bu yazıyı tatmin açısından imkânsıza yakındır. Bu yüzden daha bireysel ama çok aşırı ideolojik unsurlar içermeyen tanımlara bakmaya devam edeceğiz.


Tarih tekdüze bir süreci kaldırabilir miydi?
Geçmişte üzerinde çok tartışılan hatta gelecekte de tartışılmaya devam edilecek olan konudur tarih. Şimdi gelin Nietzsche'ye kulak verip onun postmodern anlayışına bir göz atalım. Burada ona yer vermemizin nedeni ise kendisinin felsefi alanda çarpıcı ve farklı noktalarda bir anlayış geliştirmiş olmasıdır. 20. yüzyılın en başat ve enerjik düşünürlerinden biri olan Nietzsche, Tarih Üzerine adlı eserinde şunları söylemektedir: "Tarih ancak güçlü kişilikler tarafından çekilip taşınır, güçsüzler ise bütünüyle söndürürler onu."(1)
Nietzsche'de dillenen ve vurgulanan üstün insan kavramı onun tarihe bakış açısını bile şekillendirmiştir, bu açıkça görülmektedir. Nietzsche'nin entelektüel birikimine bakarsak bu son derece normaldir. Çünkü çağının geleneğini farklı şekilde algılamış hatta reddetmiştir. Bu açıdan düşünürün açıklamalarını ideolojik olarak değilse de bunu bireysel -vargılar- olarak değerlendirmek daha akıllıca olur herhalde. Ayrıca onun tarih anlayışındaki bengi-dönüş kavramına da değinmekte yarar olacağını düşünüyorum.
İşin özü şu: Düşünür tarihin bir tekrardan ibaret olduğunu ileri sürerek belki de kendi tutarlılığı açısından felsefesinde en büyük çelişkisi de burada ortaya çıkmaktadır diyebiliriz. Çünkü düşünür her şeyin yenisine karşı direnmenin önemini söylemiş ve karşı çıkmış olup, bunların yeniden yok edilerek tasarlanmasını istemiş ve arzulamıştır. Nietzsche tarafından serimlenen, kötümsenen tarih yine aynı düşünürün ağzından şöyle dökülür: "Tarih, yazısına benzer bir şey ender bulunur birinin kafasından çıkmıyorsa bu yazıya inanmayın."

Bütün bunlar gösteriyor ki uyarılar, Nietzsche'de vücut bulurken önemli olanın, sanat-üstün insan modeliyle bizzat kurulmuş bir tarih görüntüsü olduğuna bizi götürür ki bu da onun yargılarının hiç de nesnel olmadığını gösterir. Anlatmak istediğimizi Thucydides şöyle bir savunuyla vurgulamaktadır. Thucydides bu sözüyle insan doğasının en büyük merakını yani "bilmeyi" törpülemektedir sanki: "İnsan, doğası gereği değişmediğinden geçmişin siyasal olayları gelecekte tekrarlanacaktır."(2)

18. ve 19. yy değerler dizisine baktığımızda bu dönemde, dünyanın fikri ve felsefi planda şekillendiğini görmekteyiz; bu, kuşkusuz tartışılmaz bir gerçektir. Bu dönemde, adıyla Alman Aydınlanmasının baş tacı sayılan Hegel'e kulak verelim. Kuramsal düşüncenin mimarı olarak da bilinen Hegel, Tarih Felsefesi adlı eserinde şunu söylemektedir: "Dünya tarihi, özgürlük bilincinin ilerlemesidir."(3)
Felsefi içeriğe düşünce eylemi diyen Hegel, burada içinde bulunduğu sistematiği bize çok açıkça göstermektedir. Hegel'in, tarihi bir düşünce ilerlemesi ya da bilinç olarak görmesi doğaldır. Onun felsefesini üç sacayağı oluşturur: Bunlardan birincisi, evrenin yaratılışı, dolayısıyla Tanrı varlığını bir varlıkbilim sorunu olarak işleyen mantık, ikincisi tanrısal varlığın özdeksel evrende tinsel bir nitelik taşıyan açılımını konu edinen doğa felsefesi, üçüncüsü de insan tininde, yaratılış olayından kaynaklanan ve yeniden Tanrı'ya dönüşü açıklamaya çalışan tinin felsefesidir.

Bütün felsefesini metafizikle besleyen Hegel bunları söylüyor ve başka bir çıkışında da devam ediyor: "Tarih, mükemmelliğin rasyonel bir tarzı olarak gelişmektedir."(4)

Bu kadar çeşitli görüşlerle dolu olan felsefi yazın, daha birçoğunu da türetmektedir. Var olmasını da buna borçludur. Tarih bu çeşitliliği sayesinde belki de tarih olarak adlandırıldı. Tarih tekdüze bir süreci kaldırabilir miydi? Ya da tarihi tarih yapan onun bu fikri zenginliği miydi? Kesinlikle tarih tekdüze bir forma bürünemezdi, çünkü diyalektik dağarcığa sahipti, sonrasında bu diyalektik kendi içselleştirdiklerinden tarihi yarattı.
Bütün yazı boyunca anlaşılacağı üzere hiçbir surette objektif bir tarih yorumu ve analizi mümkün olamamaktadır. Bu tanımların, yorumların gerçeklik iddiası birer kuruntudur. Bu açıdan tarih kendi içerisinde kural ve yasa tanımayan bir yapıya mahkûmdur, bu yüzden tarihin sonunu bilmek ya da geleceği tahmin yeteneği de burada çürütülmektedir diyebilir miyiz? Bakalım bunun zıddı bir anlayış sergileyen determinist anlayış tarihin şeceresi hakkında neler sarf etmiş? Hayattayken determinizme (gerekircilik) bel bağlayanlardan bir düşünür ve devrimci olan Karl Marx da, kendi içerisinde tutarlı olan ideolojisini sistematize ederken, tarihi salt ekonomik bir devinim (sınıf çatışması) olarak tasarlamış ve gerçek kılmaya çalışmıştır.

Tarih, doğaya karşı gelmenin meydana getirdiği şeylerin toplamıdır; tarih, doğaya karşı gelme isteğinin bir sonucudur, ürünüdür. Marx'ın siyaset kuramı, geleneksel türde -insanın ihtiyaçları veya insan doğası üzerine bir kuram, devlet, yurttaşlık kuramı, adalet, hukuk ve insan hakları kuramı gibi- bir kuram değildi. Onunki daha ziyade, içinde siyasal düşüncelerin, davranışların ve kurumların ortaya çıktığı bir yapı kuramıydı. Önsözde dediği gibi, bu, görüngüleri "koşullayan" ve onların "tepkisine cevap veren" bir yapıydı. 5 Mart 1852 tarihli bir mektupta Marx, yaptıklarını özetliyordu: "Benim yeni olarak ortaya koyduğum;

1) Sınıfların varlığının ancak üretim sürecindeki belli tarihsel evrelere bağlı olduğunu,
2) Sınıf çatışmasının, zorunlu olarak proleterya diktatörlüğüne yol açacağını,
3) Bu diktatörlüğün sadece bütün sınıfların kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişi sağlayacağını kanıtlamaktı."
Uzlaşmaz siyasal bir görüşe ve kendi içinde şartlı-kapalı bir evrene sahip olan dünya görüşünü ya da tarihi, böyle sınırlandıran Marx, tam bir taraftar gibi kısacası bütün şeyleri ekonomik nedenlere indirgeyen bir perspektiften ele almış, yorumlamıştır. Peki, bu ne kadar gerçektir, ya da doğrudur? İktisadi çıkarlar tarihi belirleyici başat bir rol üstlenebilir mi? Zihinsel üretim, maddi üretim değiştikçe orantılı olarak değişir mi? Tarih, hâkim (egemen) sınıfın dürtü ve görüşüyle mi yıkılır, değişir, evrilir?

Karşıt bir örnek: "Isaac Newton'un yerçekimi yasası formülasyonu, İngiltere'deki sınıf mücadelesinden mi doğmuştur?" Bu örnekten de anlaşılacağı gibi Marx'ın determinist tavrı kendi içinde çelişmektedir. Eğer tüm fikirler (tarih) iktisadi bir itici tarafından yaratılıyor ya da yaratıldıysa Marx'ın kendine ait düşünceleri de böyle mi oluşmuştu? Kısacası, acaba Marx'ın fikirleri gerçekle uyuşmuyor mu, ya da kendi fikirlerinin arka planının -o kendine has iktisadilikten- bir istisna olarak etkilenmediğini savunursa bu kendi ileri sürdüğü tezi yadsımaz mı?

"Komünizm, tarih bilmecesinin çözülmesidir."(5)

Marxizm'in tarihe bakış açısı, kahramanların, bireylerin değil, başat olarak kitlelerin (ekonomik anlamda) daha doğrusu çıkarları birbirine zıt toplulukların kavgası olarak özetlenebilir. Marx'ın görüşlerinin arka planını gerekircilik (determinizm), diyalektik, pratiğin hayati önemi, şeklinde de izah edebiliriz.
Marx'ı tartıştıktan sonra şimdi eski Britanya Komünist Parti üyesi ve tarihsel sosyolojide adını duyurmuş olan Thompson'a değinelim: "Tarih ne büyük teori imalatı için bir fabrika değildir; seri halinde küçük küçük teorilerin üretildiği bir montaj hattı da değildir. Yabancı imalatçıların teorilerinin"uygulanabildiği "sınanabildiği" ve doğrulanabildiği devasa bir deney istasyonu da değildir. Tarihin işi asla bu değildir. Onun işi kendi nesnesini, gerçek tarihi yeniden bulmak "açıklamak" ve "anlamaktır".(6)
Thompson bunları dillendirirken, birçok tarihsel verinin, olgunun insanların kendi görüşleri olduğunu ve bu sürecin varsayımları olduğu fikrini yadsımakta, hatta bunu reddedip, revizyonist bir karakterle kabullenememektir. Kendisinin eleştirel tutumuyla kendine has yöntemini kullanarak ele aldığı tarih anlayışı, zamanın İngiliz işçi sınıfı mücadelesi ve sanayi kapitalizmi ışığında şekillenmiştir. Sözün özü olarak Thompson belki biraz daha farklı düşünerek tarihin özgün evrimini idrak etmiş ve ifade etmeye çalışmış.

Sonuç olarak;
Her bir fikir tarihi yaratır, tarihse fikri yaşatır (mekânsal işlevi). Fikirler görünmezdir ve sürekli değişir, tarih de fikirleri barındırdığına göre, kesinlikle kestirilemez, öngörülemezdir. Bu sebeple tarihin belirlenmiş bir fiziği yoktur diyebiliriz.
Tarihle ilgilenme olayı ve söylenenler fark edildiği üzere çok farklı şekillerde ve yöntemlerle karşımıza çıkmaktadır; tekrar yinelersek "bu son derece doğal bir şeydir". Kimisi tarihi, bir sanatçının ellerinde görmektedir, kimisi iktisadi bir koşullamayla sonlandırmıştır, kimisi de bilinemezliği üzerinde durmuştur. Fakat gerçek olan şu ki genelde tarih konusunda söylenenler ideolojik ve önyargısal ifadelerle doludur. Bu açıdan tarihin ne olması ya da olmaması hakkında bilgece ileri sürülen bu savlar kesin bir sonuç ortaya koyamamaktadır. Kesin olan bir şey varsa o da "tarihin hiçbir zaman durağanlığı kaldıramayan bir yapıya sahip olduğudur". Bu konu da Sartre'ın yorumu şudur: "Tarih düzen değildir, düzensizliktir, rasyonel bir düzensizlik… Tarih tam da düzeni sağladığı anda onu (düzeni) bozma yolundadır."
Sartre, bize göre yazının nihai amacını ve tutarlılığını işaret eden bu cümleleri, "Tarihin Kendine Has Çelişkisini" ve savaşını en iyi şekilde açıklamak için söylemiş sanki. Fakat tam olarak kastettiği neydi? Tarihin hiçbir zaman bayat olarak muhafaza edilemeyeceğiydi, o her zaman tazelenmeliydi, çünkü gelişmeliydi, bunu kendine has tılsımına borçluydu. Tarih şekilsizdi, ama bu tarihi tarih yapandı, onun sabit bir toplam olmamasındandı. Araştırmaya son derece elverişli bu yapı, sonsuz bir çabanın ürünüydü. Felsefeyle ilgisi de buradan kaynaklanmaktadır. Tarih kesinlikle mekânla, düşünceyle sınırlı değildi ve onun yaratıcısı da sadece düşüncenin doğurganlığı, üretkenliğiydi. Unutulmamalıdır ki fikir anaçlığı olmaksızın ne tarih ne sosyoloji ne de felsefe olamazdı. Nietzsche'nin de vurguladığı gibi: "Tarihi objektif olarak anlamaya çalışmak yanlıştır, böyle bir düşünce kuruntudur."(7)
Sonuç olarak tarihe güvenerek yaşamak veya yaşamı tarihe göre ayarlamak yanılsamadır, çünkü biz ânı yaşarken aciz duruma düşeriz. Bu çaresizlik de bizi mecburen tarihi yorumlamaya itmektedir. Düşünürün de söylediği gibi bu sadece bir kuruntudur, kişisel bir tasavvurdan ve tatminden öteye geçemez.

NOTLAR:
(1) Nietzsche'nin tarih anlayışında ayrıca "bengi dönüş" kavramı yer almaktadır. Bu kurama göre evren sürekli bir dönüş halindedir. Yani şu anda olan şeyler, geçmişte olanların bir benzeri olmaktan öte bir şey değildir.
(2) Thucydides, burada Antik Yunan ve Roma felsefesinin anlayışını yinelemiştir. Çünkü antik felsefeye göre tarih sadece tekerrürden ibarettir. Ayrıca belirtmek gerekirse, bu geçkin düşünce yapısının Nietzsche üzerindeki etkisi de herkes tarafından bilinmektedir.
(3) Hegel özgürlük çerçevesinde aslında devlet egemenliğini öngörür. Çünkü ona göre akli olan şey devlettir. Ve bahsedilen özgürlük erk aktörlüğüdür diyebiliriz. Bu yapı faşist devlet modelinin de referans noktasıdır aslında, çünkü faşist özgürlük modelinde devlet içindeki birey özgürlüğünü savunur ve bu özgürlük bilinci Tanrı kutsallığıyla benzeşmiştir. Şöyle der Hegel: "Devlet yeryüzü tanrısıdır."
(4) Hegel; tarihin sonunun bilinebileceği görüşünü savunur. Çünkü o bu bilişi Tanrı'nın iradesiyle bağdaştırmış, Tanrının iradesini bilebileceğini iddia etmiş ve savunmuştur. Bu açıdan bakıldığında Hegel'in tarih felsefesi Hıristiyanlık açısından da bir küfürdür.
(5) Marx; tipik materyalist tarzda düşünmüş radikal bir filozoftu, bu yüzden tarihin sonunu o da kendi sistemini kurma hayaliyle yani komünizmle sonlandırmıştır. Tarihi mekanize eden Marx'a göre tarihi sonlandıran bilimsel sosyalizm, bunu yapacak olan ise işçi sınıfıdır.
(6) E. P. Thompson: Eski İngiliz sosyalisti ve eleştirel Marxist teorisyen, aynı zamanda tarihsel sosyolojide de adını duyurmuş bir akademisyen.
(7) Nietzsche'de var olan reddetme eğilimi ve sorgulama isteği onun en belirgin özelliğidir. Çünkü o değerlerin ve görüşlerin hep aynı mantıkla yapıldığını öne sürer. Bu mantık ideolojik ve kişisel olmak üzere iki anahtar kavramdan oluşur. Nietzsche bunların yadsınması gerektiği üzerinde ısrarla durur. O bu tarz düşüncelerin içgüdü ve tutku orijinli olduğunu vurgular.


KAYNAKÇA
1. Plato'dan Rawls'a Siyasi Düşünce Tarihi, Larry Arnhart. Çeviren: A. Kemal Bayram – (Adres Yayınları)
2. Nietzsche'nin Tarih Anlayışına Genel Bir Bakış, Eylem Kızıltepe – (Uludağ Üniversitesi Yayınları)
3. Siyasal Düşüncenin Temelleri "Karl Marx: Kapitalist Sınıfın Mezar Kazıcısı", Brian Redhead (Derleyen), Terrell Carver – (Alfa Yayınları)
4. Tarih Üzerine, Friedrich Nietzsche – (Say Yayınları, 2001)
5. Çağdaş Siyasal Akımlar Alâeddin Şenel – (İmaj Yayınevi, 2001)
6. Tarihsel Sosyoloji, Bloch'dan, Wallerstein'e Görüşler ve Yöntemler, Theda Skocpol (Editör) - (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Çeviren: Ahmet Fethi, 2.baskı)
Sayı: 28, Yayın tarihi: 23/07/2008
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
Ynt: Felsefe Tarihi

Nasıl ki zamanın, ağırlığın ve uzunluğun evrensel sabite olmadıkları; ve nasıl ki yer-çekimi denilen fizik yasasının kütle çekimi olduğu ve bunun ivmenin ayrılmaz iki parçasından bir yüzü olduğu ve ışık hızının evrensel bir sabite olduğu anlaşılmış ise, diyalektiğin tarihsel dokusunun zaman boyutu ile ele alındığında düşünceye bir kapı araladığı; tarihin geçmişte değil bu-gün içerisinde yazıldığı gerçeği onun zaman ögesi ile yıpranmışlığının rengini ortaya çıkartmaktadır. Üç-boyutlu biçim/madde olmadan yıpranma söz-konusu edilemeyeceğine göre sonsuzluğun biçimsiz biçimi bu biçimler ile biçimlenir ve sonsuzlaşır. Tarihin nesnesi/aracı olarak algılanan bireyin bu edimsizliği ile determinis/fatalist/yazgıcı duruşu belirsizleşen gelecek karşısında çok sayıdaki olasılıklar üzerinde tercihler yaparak özne olması ile çözümlenecek bir sorun olmayı sürdürecektir. Olasılıkların neler olduğu bu-gün ve geçmiş zaman dilimlerindeki olgular içerisinde gizlidir. Önemli olan kategorize edilmiş kalıplar içerisinde değil, çelişkinin özde olduğu tarihsel bilinci ile algılama, yorumlama,değerlendirme ve değiştirme yöntemlerini doğru bilmekte yatmaktadır. Tüm filozoflar geleceği ön-görmek istemişlerdir.bunu yaparlarken de geçmişi gözlemlemiş ve değerlendirmişlerdir. Her birinin açmış olduğu düşünsel açı tortusal bilginin yoğrulma biçimini değiştirmiş ve tarih buna göre yeniden ve yeniden yazılmıştır. Ve hiç biri aşılamaz olduğunu asla benimsememiş ve insan denilen canlı türünün önünü görmesi için çaba harcamışlardır. Tarihi belirsizleştirirken geçmişteki filozofların yaklaşımlarını olduğu gibi almak kendi içerisinde bir çelişkidir. Demek ki, hiç de söylendiği gibi tarihsel iz-düşümler bilinemez ve değerlendirilemez değillerdir. Önemli olanının ise bunu doğru değerlendirmek olduğu söylenebilir...
 

mavimor

Kahin
Yeni Üye
Katılım
15 Şub 2008
Mesajlar
1,456
Tepkime puanı
3
Puanları
38
Yaş
44
Farklı bir yaklaşım;

''Tufandan sonra nuh, çifter çifter gemiden inen insanlara, bitkilere
baktı. yorgun ama umutlu görünüyorlardı. herkes ve her şey aşağıya
indiğinde, onları selâmete çıkaran gemiyi son bir kez dolaşmak istedi.
kendi elleriyle diktiği ve kırk yılda büyüttüğü çınar ağacından yaptığı
geminin güvertesinde dalgın dalgın dolaşırken, köşede tir tir titreyerek
birbirlerine sarılmış bir dişi ile bir erkek gördü. ötekilere katılıp
gemiden inmeye, bilmedikleri hayata yeniden başlamaya cesaret
edemedikleri âşikardı. yaklaştığında bunların mana ile akıl olduklarını
anladı. onları gemiye ne zaman aldığını hatırlamıyordu. dikkatlice
baktığında, mananın kat kat kabaran eteklerinin altında kıpırdayan bir
bebek olduğunu fark etti. henüz gözleri açılmamış bebeği kucağına aldı
ve adını "felsefe" koydu. böylece felsefe, geçmişin felaketleri ile
geleceğin vaatleri arasında ve her ikisine de değmeden yüzen bir gemide
dünyaya gelen ilk ve son bebek oldu.''

Elif Şafak "Şehrin Aynaları"
 

Nejdet Evren

Kahin
Yeni Üye
Katılım
19 Ağu 2008
Mesajlar
3,589
Tepkime puanı
179
Puanları
63
Yaş
60
kutsal elma insanın var-oluşuna dair neredeyse genel-kabul-görmüş bir mit olduğuna göre, bu elmanın farklı olması gerektiği su-götürmez bir gerçekliktir. insan mitolojik elmayı neden üretmiştir? Bu elma neyi simgelemektedir? Mitolojik olgular boşuna üretilmemiş iseler, bunun bir anlamı olsa gerek?!
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst