Erich Fromm - Kendini Savunan İnsan

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Kitap Kulübü kategorisinde "ictenlik" tarafından oluşturulan Erich Fromm - Kendini Savunan İnsan başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 368 kez görüntülenmiş, 5 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Kitap Kulübü
Konu Başlığı Erich Fromm - Kendini Savunan İnsan
Konbuyu başlatan "ictenlik"
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan "ictenlik"

"ictenlik"

Kahin
Onursal Üye
FS - KT. Yöneticisi
Katılım
7 Ara 2013
Mesajlar
6,615
Tepkime puanı
504
Puanları
113
Bu kitap, pek çok bakımlardan, içinde çağdaş insanın kendinden ve özgürlüğünden kaçışını çözümlemeye çalıştığım özgürlükten Kaçış (Escape from Freedom) adlı kitabımın bir devamıdır. Bu kitapta insanın kendini ve yeteneklerini gerçekleştirmesine yol açan ahlak felsefesi (etik) sorununu, kuralları ve değerleri ele alıyorum.

Okuyucuların çoğuna bir psikanalistin ahlak felsefesi (etik) sorunları ile uğraşması, özellikle ruhbilimin/psikolojinin yalnız yanlış ahlaksal yargıların putlarını kırmakla kalmayıp bundan da öte nesnel ve geçerli davranış kuralları için bir temel olması gerektiğini savunması şaşırtıcı gelebilir. Bu tutum günümüz çağdaş ruhbiliminde egemen olan ve etik görecilikten yana olup «iyilikten» çok «uyarlamayı» vurgulayan eğilimin tam karşıtıdır. Uygulamacı psikanalist olarak
geçirdiğim deneyler, ister kuramsal ister sağaltıma (tedaviye) ilişkin olsun, etiğin sorunlarının, kişiliğin incelenmesi savsaklanarak çözümlenemeyecekleri konusundaki görüşümü pekiştirdi.

Ruhbilimin/psikolojinin ahlak felsefesinden (etikten) ayrılması, görece yakın bir tarihte gerçekleşmiştir. Bu kitaptaki görüşleri yapıtlarına dayanarak temellendirdiğimiz geçmiş dönemlerin büyük insancı (hümanist) etikçileri, hem filozof hem de ruhbilimciydiler. Onlar insan doğasını anlamakla insan yaşamının kural ve değerlerini anlamanın birbirine bağlı olduğuna inanıyorlardı. Oysa Freud ve Okulu usdışı değer yargılarının putlarını kırmakla hernekadar etik düşüncenin gelişmesine değerli bir katkıda bulunmuşsa da değerlere karşı göreci bir tutum takınmakla, yalnız etik kuramın gelişmesinde değil, ruhbilimin kendi gelişmesinde de olumsuz bir etki yapmıştır.
Psikanaliz içinde bu eğilimi benimsemeyen önemli düşünürlerden biri C.G. Jung'tur. O, ruhbilim ve psikoterapinin (ruhsal sağaltım) insanın ahlaksal ve felsefi sorunlarıyla bağlantılı olduğunu kabul ediyordu.

"Tektanncı Batı dinlerinin olduğu kadar Hindistan ve Çin'deki büyük dinlerin de gücünü doğrulukla (hakikatle) ilgilenmeleri ve dizgelerinde dile getirdiklerinin doğru olduğunu öne sürmeleri oluşturuyordu. Bu kam çok kez başka dinlere karşı yobazca bir hoşgörüsüzlüğe neden olurken aynı zamanda o dinin hem yandaşlarına hem de karşıtlarına benzer bir doğruluk (hakikat) saygısı aşıladı. "

Ruhbilim/(insanın psikolojik incelenmesi) felsefeden ve etikten ayrılamayacağı gibi toplumbilim ve ekonomiden de ayrılamaz. Bu kitapta ruhbilimin felsefi sorunlarını vurgulamaya yönelmiş olmam sosyo-ekonomik etkenlerin daha az önemli olduklarına inandığım anlamına gelmiyor.

Burada küçük bir uyarıda bulunmam gerekiyor. Günümüzde insanların çoğu ruhbilime ilişkin kitapların kendilerine «mutluluğu» ya da «ruh huzurunu» nasıl elde edecekleri konusunda reçeteler vereceğini umuyorlar. Bu kitap bu türden öğütleri içermemektedir. Bu kitap ahlak felsefesi ve ruhbilim sorununu aydınlatmak için kuramsal bir girişimden ibaret olup amacı, okuyucuyu yatıştırıp dinginleştirmekten çok, kendi kendisini sorgulamaya yöneltmektir.
 

"ictenlik"

Kahin
Onursal Üye
FS - KT. Yöneticisi
Katılım
7 Ara 2013
Mesajlar
6,615
Tepkime puanı
504
Puanları
113
Bölüm I- SORUN

Son birkaç yüzyılda (insan olmaktan duyulan) bir onur/gurur ve iyimserlik ruhu, Batı kültürünün ayırıcı bir özelliği olmuştur. İnsanın doğayı anlama ve ona egemen olma aracı olan us'tan gurur duyulmuş; insanlığın en tatlı umutlarından biri olan «çok sayıda insan için en çok mutluluğu sağlama» işinin başarılacağı konusunda iyimserlik üretilmiştir. İnsanın gururu haklı çıkarılmıştır. O, usu aracılığıyla içindeki gerçeklikler düşlerdeki, masallardaki ve ütopyalardaki imgelerden daha üstün olan bir özdeksel/maddi dünya kurmuştur. Ayrıca insan ırkına onurlu ve üretken bir varoluş için gerekli olan özdeksel koşulları sağlayıp güvence altına alacak fiziksel güçleri işe koşmaktadır. İnsan, hernekadar henüz amaçlarının çoğuna erişemediyse de artık bu amaçlara yaklaşıldığı ve -geçmişin sorunu olan- üretim sorununun ilkece çözülmüş olduğu konusunda kuşkuya yer yoktur.

İnsan, tarih boyunca ilk kez şimdi, insan ırkının birliği ve doğanın insan uğruna fethedilmesi düşününü artık bir düş olarak değil de gerçekçi bir olanak olarak algılayabilmektedir. Acaba, o, gurur duymakta kendine ve insanlığın geleceğine güvenmekte haksız mıdır?

Buna karşın, çağdaş insan bir tedirginlik ve giderek artan bir aşkınlık duygusunu yaşamaktadır. Çalışmakta, çabalamakta ama belirsiz bir şekilde, etkinliklerinin yararsız olduğu duygusuna kapılmaktadır. Madde üstündeki gücü artarken kendi bireysel yaşamında ve toplumda kendini güçsüz hissetmektedir. İnsan doğaya egemen olmak için yeni ve daha iyi araçlar yaratırken bu araçların ağına düşmüş ve onlara anlam veren -asıl ereği- kendini yitirmiştir. Doğanın efendisi olma süreci içinde kendi ellerinin yapmış olduğu makinenin kölesi haline gelmişir. Özdeğe ilişkin tüm bilgisine karşın, insansal varoluşun en önemli ve temel sorunları konusunda bilgisizdir. Çünkü, insanın, ne olduğunu, nasıl yaşaması gerektiğini, içindeki sayısız güçlerin nasıl özgürleştirilebileceğini ve nasıl üretken bir şekilde kullanılabileceğini bilmemektedir.

Çağdaş insansal bunalım, siyasal ve ekonomik gelişmemizi başlatmış olan Aydınlanma düşün ve umutlarından vazgeçmemize yol açmıştır. Gerçek ilerleme düşünü artık çocukça bir yanılsama olarak adlandırılmakta onun yerine insana duyulan tam bir güvensizliği dile getiren yeni bir sözcük, «gerçekçilik» öğütlenmektedir. İnsana son bir kaç yüzyıldaki başarıları için kuvvet ve cesaret vermiş olan 'insan onuru' ve 'İnsanın gücü' düşününe insanın kesin güçsüzlüğü ve önemsizliği inancını yeniden benimsememiz gerektiği görüşü ile karşı çıkılmaktadır. Ama, bu görüş, kültürümüzün kendisinden kaynaklanmış olduğu asıl kökleri yoketme tehlikesini taşımaktadır.

Aydınlanma düşünleri insana, geçerli ahlaksal kurallar koyacak bir yol gösterici olarak kendi usuna güvenebileceğini; iyi'yi ve kötü'yü bilmek için kilisenin ne göksel esinlemelerine ne de yetkesine gereksinmesi olmadığını; bu konuda kendi kendisine dayanabileceğini öğretmişti.

Aydınlanma'nın «bilmeye cesaret et» deyip «bilgine güven» düşüncesini dile getiren savsözü, çağdaş insanın çeşitli çaba ve başarıları için bir uyarıcı olmuştu. İnsanın özerkliğine ve insan usuna ve göksel esinlenmenin yolgöstericiliğinden yoksun bırakılınca, ahlaksal bir kargaşa yaratmıştı. Bunun sonucu, değer yargılarının ve etik normların beğeni sorunları ya da keyfi seçimler olduklarını ve bu alanda nesnel geçerliği olan önermeler dile getirilemeyeceğini öne süren göreci tutumun binemsenmesi oldu. Ama insan, değerler ve normlar olmaksızın yaşamayacağına göre, bu göre-cilik onu kolayca usdışı değer dizgelerinin avı yapmaktadır. O, Grek Aydınlanmasının, Yeniden Doğuş'un (Rönesans) ve on sekizinci yüzyıl Aydınlanma'sının çoktan aşmış olduğu bir tutuma yeniden geri dönmektedir. Böylece, güçlü liderlerin büyülü nitelikleri, güçlü makineler ve özdeksel başarı için duyulan coşkunluk, insanın normlarının ve değer yargılarının kaynaklan olmuştur.

Bu işi böylece bırakacak mıyız? Din ve görecilik arasındaki seçeneğe razı olacak mıyız? Ahlak felsefesine (etik) ilişkin sorunlarda usun aradan çekilmesi görüşünü onaylayacak mıyız? Özgürlük ve kölelik, sevgi ve nefret, doğruluk ve yanlışlık, bütünsellik ve fırsatçılık, yaşam ve ölüm arasında yapacağımız seçimlerin yalnızca pek çok öznel tercihlerin sonuçları olduğuna inanacak mıyız?

Gerçekte bir başka seçeneğimiz daha var: Geçerli ahlaksal normlar yalnız ve yalnız insan usu tarafından oluşturulabilirler. İnsan, ustan türetilen tüm öteki yargılar kadar geçerli olan değer yargılan verme ve bu tür yargıları kavrayabilme yeteneğine sahiptir. İnsancı (hümanist) etik düşünce geleneği, insan özerkliği ve usuna dayanan değer dizgelerinin temellerini belirlemiştir. Bu dizgeler, 'insan için iyi ya da kötü'nün ne olduğu bilmek istiyorsak insan doğasını bilmek zorundayız' öncülü üstüne kurulmuşlardır. Onlar, bu nedenle, aynı zamanda ruhbilimsel araştırmalardır. Eğer insancı etik, insan doğası bilgisi üstünde temelleniyorsa, modern ruhbilim, özellikle de psikanaliz, insancı (hümanist) etiğin gelişmesi için en güçlü uyarıcıdır. Ama psikanaliz insana ilişkin bilgilerimizi büyük ölçüde arttırmış olduğu halde, insanın nasıl yaşaması ve ne yapması gerektiği konusundaki bilgilerimizi arttırmamış-tır.

Psikanalizin ana işlevi «putları kırmak», değer yargılarının ve etik normların usdışı -ve çok kez de bilinçdışı- istek ve korkuların ussallaştırılmış anlatımları olduklarını ve bu yüzden nesnel geçerlilik savında bulunamayacaklarını göstermek olmuştur. Bu putları kırma işlevi, kendi basma çok değerli bir işlev olduğu halde, salt eleştiri olmaktan öteye geçemediği zaman çok kısır kalmıştır. Ruhbilimi doğal bir bilim olarak kabul ettirme girişiminde bulunan psikanaliz, onu felsefe ve etiğin sorunlarından ayırmak gibi bir yanlışa düşmüştür. İnsana bütünlüğü içinde bakmadığımız takdirde insansal kişiliğin anlaşılmayacağı gerçeğini bilmezlikten gelmiştir. Söz konusu edilen insan bütünlüğü, onun varoluşunun anlamı sorusuna bir yanıt bulma ve kendilerine göre yaşamak zorunda olduğu normlar keşfetme gereksinmesini de içermektedir. Fre-ud'un «ruhbilimsel insanı» (homo psychologicus) en az klasik ekonominin «ekonomik insanı» (homo economicus) kadar gerçekçi-ol-mayan bir yapıdır. Değerin ve ahlaksal çatışmaların doğasını kavramadan, insanı ve onun duygusal ve düşünsel tedirginliklerini anlamak olanaksızdır. Ruhbilimin gelişmesi «doğal» olduğu öne sürülen bir alanı «tinsel»
olduğu öne sürülen bir alandan ayırmak ve dikkatleri ilkine toplamakla değil; insanı fiziksel-tinsel bütünlüğü içinde ele alan; insanın amacının 'kendi kendisi olmak' ve bu amaca erişmenin koşulunun 'insanın kendini savunması 'olduğuna inanan büyük insancı etik geleneğe geri dönmekle sağlanabilir.

Bu kitabı insancı etiğin geçerliliğini yeniden-evetlemek; insan doğasına ilişkin bilgimizin bizi etik göreciliğe götürmediğini; tersine, etik eylem normlarının kaynaklarının insan doğasında bulunabileceği inancına yol açtığını göstermek amacıyla yazdım. Ahlaksal normlar insanın doğuştan nitelikleri üstünde temellenirler. Bu normların çiğnenmesi düşünsel ve duygusal bölünmelerle sonuçlanır. Ben, olgun ve bütünleşmiş bir kişiliğin özyapısının, üretici özyapının «erdem»in temelini ve kaynağını oluşturduğunu; kötülüğün ise son çözümlemede, insanın kendi ben'ine kayıtsızlığı ve kendi-kendisini sakatlaması olduğunu göstermeye çalışacağım. İnsancı (hümanist) etiğin en yüksek değerleri, ne kendinden vazgeçme ne de bencillik değil; ama kendini-sevme; bireyin olumsuzlanması değil, ama gerçek insansal ben'inin onaylanmasıdır. Eğer insan, değerlere güvenecekse hem kendini hem de doğasının iyilik ve üreticilik konusundaki yeteneğini bilmek zorundadır.
 

"ictenlik"

Kahin
Onursal Üye
FS - KT. Yöneticisi
Katılım
7 Ara 2013
Mesajlar
6,615
Tepkime puanı
504
Puanları
113
BÖLÜM II İNSANCI AHLAK FELSEFESİ (HÜMANİST ETİK): YASAMA SANATININ UYGULAMALI BİL

I. Yetkeci Ahlak Felsefesine Karşı İnsancı Ahlak Felsefesi -

Eğer etik göreciliğin yaptığı gibi, nesnel geçerliliği olan davranış kuralları aramaktan vazgeçmezsek acaba bu türden normlar için ne gibi ölçütler bulabiliriz?


Bu ölçütlerin türü, normlarını incelediğimiz etik dizgenin tipine bağlıdır. Yetkeci (otoriter) etikteki ölçütler zorunlu olarak insancı (hümanist) etikteki ölçütlerden temelli bir şekilde farklıdır. Yetkeci etikte insan için neyin iyi olduğunu bir yetke (otorite) bildirir ve davranış kuralları ile yasalarını bu yetke koyar. İnsancı etikte ise insan kendisi, hem kural koyucu hem de bu kuralların öznesi olan kişidir. Bu yetkenin eleştirilmesi yalnızca istenmemekle kalmaz aynı zamanda yasaklanmıştır da. Ussal yetke, yalnız belli bir alandaki bilgi ve becerileri bakımından ayrılan yetke ile bu yetkeye boyun eğenin eşitliklerine dayanır. Usdışı yetke ise, kendi doğası gereği, eşitsizlik üstünde temellendiği gibi kendişi ile uyruğu (boyun eğeni) arasında değer bakımından bir ayrım olduğunu da dile getirir. «Yetkeci etik» teriminin kullanımında «yetkeci» sözcüğü güncel anlamında totaliter ve antidemokratik dizgelerin yetkeciliği ile anlamdaş olan bir yetkeyi gösterecek şekilde ele alınmaktadır. Okuyucu, bir süre sonra, İnsancı etiğin ussal yetke ile bir uyuşmazlığı olmadığını görecektir.

Biçimsel olarak, yetkeci etik insanın neyin iyi neyin kötü olduğunu bilme konusundaki yetisini yadsır. Norm koyucu, herzaman bireyi aşan, onun üstünde olan bir yetkedir. Böyle bir dizge, us ve bilgiye değil; yetke korkusuna, uyruğun zayıflık duygusu ile bağımlılığına dayanır. Karar verme işini yetkeye bırakma, yetkenin büyülü gücünün sonucudur. Onun kararları tartışma konusu yapılamaz ve yapılmamalıdır da. Maddi bakımdan ya da içeriğe göre, yetkeci etik neyin iyi ya da kötü olduğunu uyruğun değil, öncelikle yetkenin çıkarları aracılığıyla yanıtlar. Bu etik, uyruk ondan ruhsal ya da maddi bazı yararlar sağlasa bile, sömürücü bir etiktir. Yetkeci eğitin hem biçimsel hem de maddi yönleri çocukta etik yargının doğuşunda ve sıradan yetişkinin nahif değer yargılarında apaçık olarak görünür. İyi'yi kötü'den ayırdetme yetimizin temelleri, ilkin fizyolojik işlevlerle ilgi içinde, sonra daha karmaşık davranış sorunlarıyla ilgili olarak çocuklukta atılır. Çocuk, uslamlama yoluyla ayırdetmeyi öğrenmeden önce, iyiyi kötüden ayırdetme için bir duyu geliştirir. Değer yargıları, yaşamındaki önemli kişilerin gösterdikleri dostça ya da düşmanca tepkilerin sonucu şeklinde biçimlenir.

«İyi», kendisi için övüldüğümüz; «kötü» ise, yaptığımızda hoş görülmediğimiz ya da toplumsal yetkeler ve türdeşlerimizin çoğunluğunca cezalandırıldığımız şeydir. Beğenilmeme korkusuyla beğenilmek için duyulan gereksinmenin gerçekte etik yargının en güçlü ve hemen hemen herşeyi dışta bırakan güdümleyicisi olduğu görülüyor. Bu yeğin duygusal baskı, çocuğun sonra da yetişkinin bir etik yargıdaki «iyi»nin kendisi için mi yoksa yetke için mi «iyi» anlamına geldiğini eleştirel bir yaklaşımla sormasını engeller. Nesnellerle ilgili değer yargılarnı incelediğimizde bu yöndeki seçenekler daha açık seçik olarak görünürler. Bir arabanın ötekinden «daha iyi» olduğunu söylediğimde, burada «daha iyi» dediğim arabanın, bana ötekinden daha çok yararlı olduğu için, bu şekilde nitelendiği kendiliğinden apaçıktır. İyi ya da kötü, bir nesnenin benim için yararlı olup olmadığını gösterir. Eğer köpeği olan biri, köpeğinin «iyi» olduğunu düşünüyorsa o gerçekte köpeğindeki kendisi yönünden yararlı olan belli bazı nitelikleri gösteriyordur. Örneğin, onun bir bekçi köpeği, bir av köpeği, ya da bir süs köpeği olarak sahibinin duyduğu bir gereksinmeyi giderdiğini dile getiriyordur. Bir şey, eğer onu kullanan kimse için iyi ise, iyi diye adlandırılır. Aynı değer ölçütü, insan sözkonusu olduğunda da kullanılabilir. İşveren, işverdiği kişi kendisi için yararlı olduğunda onu iyi diye niteler. Öğretmen, öğrencisi uysal, sorun çıkarmayan ve kendisine saygınlık kazandıran biri olduğunda onu iyi diye adlandırır. Aynı şekilde bir çocuk da uslu ve itaatkâr olduğu zaman iyi diye nitelenir. Oysa, «iyi» çocuk, yalnızca ana-babasının istençlerine boyun eğerek onları hoşnut etmeye çalışan korkmuş ve güvensiz biri olabileceği gibi, «kötü» çocuk da anababasının hoşuna gitmese bile kendi istenci ve içten ilişkilerine göre eylemde bulunan biri olabilir. Açıkça görüldüğü gibi, yetkeci etiğin biçimsel ve özdeksel yönleri birbirinden ayrılamaz. Eğer yetke uyruğu sömürmeyi istemeseydi korkutarak ve duygusal yönden boyun eğdirterek yönetme gereksinmesini duymayacak; kendisinin yetersiz bulunması tehlikesini göze alarak ussal yargı ve eleştiriyi yüreklendirecekti. Ama kendi çıkarları tehlikeye girdiği için yetke, boyun eğmenin en büyük erdem, başkaldırının ise en büyük suç sayılmasını ister. Yetkeci etikte bağışlanamayan suç, başkaldırma ve yetkenin kural koyma hakkıyla koyduğu kuralların uyruklar için en yararlı kurallar olduklarına ilişkin görüşü sorgulamadır. Suç işleyen birinin cezalandırılmasını kabul etmesi ve suçluluk duygusu duyması, ona yeniden «iyilik» niteliğini kazandırabilir. Çünkü, o böylece yetkenin üstünlüğünü kabul etmiş olduğunu dile getirmektedir.
 

"ictenlik"

Kahin
Onursal Üye
FS - KT. Yöneticisi
Katılım
7 Ara 2013
Mesajlar
6,615
Tepkime puanı
504
Puanları
113
Nesnelci Ahlak Felsefesine Karşı Öznelci Ahlak Felsefesi

Eğer insancı etik ilkeyi kabul edersek insanın nesnel geçerliliği olan normativ ilkelere ulaşma konusundaki yeteneğini yadsıyan düşünürleri nasıl yanıtlayabileceğiz?

Gerçekte, insancı etik akımlardan biri, bu karşı çıkışı haklı görmekte ve değer yargılarının hiçbir nesnel geçerlikleri olmadığını; ancak, bireylerin keyfi seçim ya da hoşnutsuzluklarını dile getirdiğini onaylamaktadır. Bu görüş açısına göre, örneğin «özgürlük, kölelikten daha iyi bir şeydir» önermesi hiçbir nesnel geçerlilik taşımayan, yalnızca bir beğeni ayrımını betimleyen bir önermedir. Bu anlamında «değer», «istenen her iyi şey» diye tanımlanmakta ve isteğin ölçüsü değer değil, değerin ölçüsü istek olmaktadır. Bu türden köktenci bir öznelcilik, kendi özü gereği, etik normların evrensel ve tüm insanlara uygulanabilir olmaları gerektiği düşüncesi ile uyuşamaz. Eğer, insancı etiğin biricik türü bu öznelcilik olsaydı, etik yetkecilikle genel geçer normlara ilişkin tüm savlardan vazgeçme arasında bir seçim yapma durumuyla karşı karşıya kalacaktık.

Etik hazcılık, nesnelik ilkesine tanınan ilk ayrıcalıktır. Bu görüş, hazzın insan için iyi, acının ise kötü olduğunu öne sürmekle istekleri kendisine göre değerlendirebileceği bir ilke sağlamaktadır. Bu ilke, 'ancak doyurulmaları hazza neden olan istekler değerlidir; ötekiler değildir' demektedir. Ama, Herbert Spencer'in hazzın dirimbilimsel (biyolojik) evrim süreci içinde nesnel bir işlevi bulunduğu savına karşın, haz bir değer ölçütü olamaz. Çünkü, öyle insanlar vardır ki özgürlükten değil, boyun eğmekten hoşlanırlar. Yine öyleleri vardır ki
sevgiden değil, nefretten; üretici emekten değil, sömürüden haz duyarlar. Bu nesnel bakımdan zararlı olandan haz duyma olayı, nevrotik özyapılara (karakterlere) özgü bir olay olup psikanaliz tarafından enine boyuna incelenmiştir. Bu soruna özyapıyı tartışırken ve mutluluk ile hazzı ele alan bölümde yeniden geri döneceğiz.

Epikuros tarafından ileri sürülmüş olan hazcı ilkenin değiştirilmesi, daha nesnel bir değer ölçütü bulma yönünde atılan önemli bir adımdı. Epikuros karşılaştığı güçlüğü hazzın «daha yüksek» ve «daha aşağı» düzeyleri arasında bir ayrım yaparak çözümlemeye çalışmıştı. Böylece, hazcılığın kendine özgü güçlükleri olduğu kabul edilmişti bir girişim olarak kalmıştı. Buna karşın, hazcılığın yine de büyük değer taşıyan bir yanı vardır; Bu görüş, insanın kendi haz ve mutluluk yaşantısını değerin tek ölçütü sayar. Böylece, insana kendisi için en iyi olduğu söylenen şey hakkında düşünme fırsatı vermeksizin «insan için en iyi olanın ne olduğunu» belirleyen bir yetkeye sahip olma girişimlerinin tümünü dıştalar. Hazcı etiğin, Grek dünyasında, Romada, Modern Avrupa ve Amerikan kültüründe insanın mutluluğuyla gerçekten ve tutkuyla ilgilenen ilerici düşünürlerce savunulmuş olması, bu yüzden pek şaşırtıcı değildir. Ama, değerli olan yanlarına karşın, hazcılık, nesnel geçerliliği olan etik yargıların temelini oluşturamazdı. Öyleyse, insancılığı seçtiğimizde acaba nesnelcilikten vazgeçmemiz mi gerekecektir? Ya da acaba insanın tüm insanlar için nesnel geçerliliği olan eylem kuralları koyup değer yargılan vermesi hem de bunu insanı aşan bir yetkenin değil de, insanın kendisinin yapması olanağı var mıdır? Ben bunun gerçekten olabileceğine inanmaktayım ve şimdi bu olanağı betimleme girişiminde bulunacağım.

İlkin şunu unutmayalım ki «nesnel bakımdan geçerli», «saltık»la özdeş değildir. Örneğin, bir olasılık, bir kestirim anlatımı ya da herhangi bir varsayım hem «geçerli» hem de «göreli» olabilir. Göreli olması, sınırlı kanıtlara dayandırılmış ve eğer olgular ya da yöntemler buna izin verirse gelecekteki düzeltimlerin konusu olması anlamındadır. Saltık'ın karşıtı olarak göreli kavramı, tanrıbilimsel düşünceden kaynaklanmaktadır. Tanrıbilimsel düşüncede göksel bir
alan olarak «saltık», insanın yetkinsiz alanından ayrılmıştır. Saltık kavramı, bu tanrıbilimsel bağlamı dışında anlamsızdır ve etikte de genel bilimsel düşüncede olduğu kadar az bir yeri vardır. Ama biz bu noktada anlaşsak bile, etikte nesnel geçerlilikte önermeler bulunmasının olanaksızlığını dile getiren ana karşı-çıkış hâlâ yanıtlanmayı beklemekte. Bu karşıçıkışa göre, «olguların» değerlerden» açık seçik bir şekilde ayırdedilmeleri gerekmektedir. Kant'tan beri, ancak olgulara ilişkin nesnel geçerliliği olan önermeler yapılabileceği; değerlere ilişkin önermelerin nesnel geçerliliği olamayacağı yaygın bir şekilde savunulmuş ve değer önermelerini dışta bırakmanın, bilimsellik ölçütlerinden biri olduğu öne sürülmüştür. Ama biz, sanatlarda nesnel geçerliliği olan kurallar koymaya alışkınız. Bu kurallar, olguların gözlemlenmesinden ya da çok sayıda matematiksel çıkarım aracılığıyla kurulmuş olan bilimsel ilkelerden sonuç olarak çıkarılırlar. Hernekadar fiziksel ve dirimbilimsel bilimlerde bile onların nesnelliklerini bozmayan kural koyucu bir öge işe karışıyorsa da salt ya da «kuramsal» bilimler, olguların ve ilkelerin bulgulanmasıyla ilgilenirler. Uygulamacı bilimler ise, öncelikle şeylerin kendilerine uygun olarak yapılması gerektiği eylemsel kurallarla ilgilenirler. Buradaki gereklilik, olguların ve ilkelerin bilimsel bilgisi aracılığıyla belirlenir. Sanatlar, özgül bilgi ve
beceriyi gerektiren etkinliklerdir. Bazıları yalnız herkesçe bilinen bilgileri gerektirirken, mühendislik ya da tıp sanatı gibi başka bazı sanatlar, büyük ölçüde kuramsal bilgi gerektirirler. Tüm sanatlarda kuramsal bilime dayanan eylem (uygulama) ' kuramını nesnel geçerliliği olan bir kurallar dizgesi oluşturur. Her sanatta yetkin sonuçlara ulaşmanın çeşitli yöntemleri olabilir ama kurallar, hiçbir zaman keyfi değildir.

Sanatlar yalnız tıb, mühendislik ve resimden ibaret değildir. Yaşamın kendisi de bir sanattır. Gerçekte, insanın uygulayacağı en önemli, aynı zamanda en güç ve karmaşık sanattır. Bu sanatın konusu, şu ya da bu uzmanlaşılmış uygulama olmayıp yaşama. Bununla birlikte, «sanat»ın bu kullanımı «yapmak» ve «eylemek» terimlerini birbirinden ayıran Aristoteles'in terimler dizgesine karşıttır. uygulaması; insanın yetenekli olduğu şeye doğru gelişmesi sürecidir. Yaşam sanatında insan, hem sanatçı hem de sanatının objesidir. Bu sanatda o, hem yontucu hem mermer; hem doktor hem de hastadır. «İyi»yi insan için iyi, «kötü»yü insan için kötü olanla anlamdaş kabul eden insancı ahlak felsefesi, insan için neyin iyi olduğunu bilmek istiyorsak, insan doğasını bilmemiz gerektiğini öne sürer. İnsancı etik, kuramsal «insan bilimi» üstünde temellenen «yaşamamsanatının» uygulamalı bilimidir. Başka sanatlarda olduğu gibi, burada da insanın yetkin başarıyamulaşması insanbilime ilişkin bilgilerine, becerisine ve uygulamalarına bağlıdır. Ama insan, kuramlardan ancak belli bir etkinliği seçmiş olması ve belli bir ereğe ulaşmayı istemesi öncülüne dayanarak kurallar çıkarabilir.
 

"ictenlik"

Kahin
Onursal Üye
FS - KT. Yöneticisi
Katılım
7 Ara 2013
Mesajlar
6,615
Tepkime puanı
504
Puanları
113
BÖLÜM II - İNSAN DOĞASI VE ÖZYAPİ (KARAKTER)

Ben bir insanım ve
budur paylaştığım öteki insanlarla.
Görmem, işitmem,
yemem ve içmem,
tüm hayvanların da aynı şekilde yaptıklarıdır.
Ama, 'Ben' olmam yalnız benimdir.
O, yalnız bana aittir,
başka kimseye değil;
Ne bir başka insana
ne bir meleğe, ne de Tanrı'ya ama,
Onunla en çok birleşebildiğim zamanların dışında

-Master Eckhart Fragmantlar


İnsansal Durum

Bir birey insan ırkını temsil eder, O, insan türünün özgül bir örneğidir. Hem «kendisi», hem de «herkestir.» Özellikleriyle bir birey ve bu anlamda eşsiz olan insan, aynı zamanda insan ırkının tüm özelliklerinin temsilcisidir de. Onun bireysel kişiliği, tüm insanlarda ortak olan insansal varoluş özellikleriyle belirlenmiştir. Bu yüzden, kişilik tartışmasından önce, insansal durum tartışmasının yapılması gerekir.

A. İNSANİN DİRİMBİLİMSEL (BİYOLOJİK) ZAYIFLIĞI

İnsansal varoluşu hayvansal olandan ayıran ilk öge, olumsuz bir öğedir. Bu olumsuz öge, dış dünyaya uyarlanma sürecinde içgüdüsel düzenlemenin insanda görece eksik oluşudur. Hayvanın dünyaya uyarlanma biçimi, baştan beri hep aynıdır. Eğer içgüdüsel donanımı artık değişen çevre koşullarına başarılı bir şekilde uyum göstermezse, o hayvan türü ortadan kalkar. Hayvan, değişen koşullara kendisini değiştirerek uyarlanabilir. O, çevresini değiştirerek uyarlama yapamaz. Bu şekilde uyumlu olarak yaşar. Ama bu uyum, bir savaşımın yokluğu anlamında bir uyum olmayıp hayvanın doğal donanımının, onu dünyasının belirli ve değişmez bir parçası kılması anlamındadır. Hayvan ya bu dünyaya uyar ya da yok olur. Hayvanların içgüdüsel donanımları ne denli eksik ve değişken olursa, beyinleri, bundan ötürü de öğrenme yetileri o ölçüde gelişir. İnsanın ortaya çıkışının, evrim süreci içinde içgüdüsel uyarlamanın minimum düzeye düştüğü noktaya rastladığı söylenebilir. Ama o, kendisini hayvanlardan ayıran yeni niteliklerle doğmuştur. Bu nitelikler, insanın ayrı bir varlık olarak kendisine ilişkin bilinçliliği; geçmişi anımsama, geleceği gözünün önüne getirme, nesne ve edimleri simgeler aracılığıyla gösterme yeteneği; dünyayı algılamak ve anlamak için bir usa sahip oluşu ve aracılığıyla duyular alanının çok ötesine erişebildiği düşgücüdür. İnsan tüm hayvanların en zayıfıdır ama, bu dirimbilimsel zayıflık, aslında onun gücünün temeli, kendi özgül insansal niteliklerinin ana gelişme nedeni olmaktadır.
 

"ictenlik"

Kahin
Onursal Üye
FS - KT. Yöneticisi
Katılım
7 Ara 2013
Mesajlar
6,615
Tepkime puanı
504
Puanları
113
B. İNSANDAKİ VAROLUŞSAL VE TARİHSEL İKİYE - BÖLÜNMÜŞLÜK

Kendi bilincine-varma, us ve imgelem (düşgücü), hayvansal varoluşu karakterize eden «uyum»u bozmuşlardır. Bunların doğuşu, insanı ötekilerden ayrı bir varlık, evrenin doğal olmayan bir yaratığı haline getirmiştir. O, doğanın bir parçasıdır; doğa yasalarına boyun eğer, onları değiştirecek güçte değildir ama yine de doğadaki tüm öteki varlıkları aşan bir yana sahiptir. İnsan doğanın bir parçası olduğu halde, doğadan ayrılmıştır. Bir yuvası olmadığı halde, tüm öteki yaratıklarla paylaşmakta olduğu yuvaya zincirlenmiştir. Rastlantısal bir yer ve zamanda bu dünyaya fırlatılmış olan insan, yine rastlantısal bir şekilde oradan çıkmak için zorlanmaktadır. Kendi bilincine varmış olduğu için, güçsüzlüğünü ve varoluşunun sınırlamalarını algılamaktadır. Kendi sonunu yani, ölümü gözünün önüne getirmektedir. O, varoluşunun ikiye-bölünmüşlüğünden hiçbir zaman kurtulamaz; istese bile, kendisini ruhundan özgür kılamaz. Yaşadığı sürece bedeninden de kurtulamaz. Bedeni ise, onun yaşamayı istemesini sağlar.

İnsanın kutsanması olan us, aynı zamanda onun lanetidir de, Us, onu içinden çıkılmaz bir ikiye-bölünmüşlüğün içinden çıkma ödeviyle başa çıkmak üzere sürekli olarak zorlar. Bu yönüyle insansal varoluş, tüm öteki canlılardan farklıdır. İnsan, sürekli ve kaçını-lamaz bir
dengesizlik durumu içindedir. Onun yaşamı kendi türünün örneğini yineleyerek «yaşanılamaz».

İnsan, yaşamaya mecburdur. O, canı sıkılabilen, hoşnutsuzluk duyabilen, cennetten çıkarıldığını hissedebilen tek hayvandır. İnsan, varoluş sorununu kendi başına çözmek zorunda olan ve bu sorundan kaçamayan tek hayvandır da. O, insansal durum öncesinde yaşadığı, doğa ile uyum durumuna geri dönemez. Usunu doğanın ve kendi kendisinin efendisi oluncaya değin geliştirmeyi sürdürmesi gerekir. Usun doğuşu, insanın içinde bir bölünmeye neden olmuştur. Bu ikiye-bölünmüşlük onu sürekli olarak yeni çözümler bulmak üzere savaşmaya zorlar. İnsanın tarihinin canlılığı (dinamizmi), gelişmesinin nedeni olan ussal varoluşuna özgü bir canlılıktır. İnsan, bu ussal varoluş aracılığıyla, içinde kendisini ve türdeşlerini kendi yuvasında hissettiği, kendisinin olan bir dünya yaratır. Ulaştığı her basamak onu hoşnutsuzluk ve şaşkınlık içinde bırakır. Ama bu şaşkınlık, onu yeni çözümlere doğru devinecek şekilde zorlar.

İnsanda «ilerleme için» doğuştan getirdiği bir «itki» yoktur. Onu yola çıktığı noktadan ileriye doğru götüren şey, varoluşundaki çelişkidir. İnsan, cenneti, doğa ile olan birleşikliğini yitirmiş olduğu için ebedi gezginci (Odyseus, Oedipus, Abraham, Faust) haline gelmiştir. O, ileriye doğru gitmeye; ve sürekli bir çabayla bilinmeyeni, bilgisinin boş bıraktığı yerleri yanıtlarla doldurup bilinir kılmaya zorlanır. İnsan kendisine, kendisinin ve varoluşunun anlamının hesabını vermek zorundadır. O, içsel bölünmüşlüğünü, «saltıklık» için duyduğu yeğin isteğin acısın çekerek yenmeye itilir. «Saltıklık», onun doğadan, türdeşlerinden ve kendinden ayırılmasına neden olan laneti kaldırabilecek bir başka uyum türüdür.

İnsan'ın doğasındaki bu ayrılma, insan varoluşunun asıl özünden kaynaklandıkları için, benim varoluşsal diye adlandırdığım ikiye-bölünmelere yol açar. Bu ikiye-bölünmeler, insanın ortadan kaldıramayacağı, ama özyapı ve kültürüne göre, değişik biçimlerde tepki göstereceği çelişkilerdir.

En temel varoluşsal ikiye-bölünme, yaşam ile ölüm arasındakidir. Ölmek zorunda olduğumuz olgusu insanın değiştiremeyeceği bir olgudur. İnsan, bu olgunun bilincine varmıştır ve bu türden bir bilinçlilik onu derinden etkiler. Ama, ölüm yaşamın tam karşıtı. Bu terimi varoluşçuluğun terimler dizgesine gönderme yapmaksızın kullandım. O, yaşama deneyinin dışında ve onunla uzlaşmayan bir şeydir. Ölüme ilişkin tüm bilgiler onun yaşamın anlamlı bir parçası olmadığı ve bizim için ölüm olgusunu, bundan ötürü yaşamamız sözkonusu olduğu sürece, yenilgiyi kabullenmekten başka yapacak bir şey bulunmadığı gerçeğini değiştirmez. «İnsan, yaşamı uğruna sahip olduğu herşeyi verecektir» . İnsan, bu ikiye-bölünmüşlüğü ideolojiler aracılığıyla yadsımaya çalışmıştır. Örneğin, ruhun ölümsüz olduğunu öne süren Hıristiyanlığın ölümsüzlük anlayışı, insan yaşamının ölümle sona erdiğine ilişkin trajik olguyu yadsır.

İnsanın ölümlü olması, bir başka ikiye-bölünmüşlüğe neden olur. Her insan, tüm -insansal-? güçlerin taşıyıcısı olduğu halde, yaşamının kısa oluşu onun en uygun koşullarda bile, bu güçleri tam olarak gerçekleştirmesini engeller. Eğer bireyin yaşam süresi insanlığın yaşam süresiyle özdeş olsaydı, insan ancak o zaman tarihsel süreç içinde ortaya çıkan insansal gelişmeye katılabilirdi.

İnsan'ın ırkın evrimsel süreci içinde rastlantısal bir noktada başlayan ve biten yaşamı, bireyin tüm güçlerini gerçekleştirme savı ile trajik bir şekilde çelişir. Onun gerçekleştirebilecekleri ve gerçekleştirdikleri arasındaki bu çelişkiye ilişkin donuk da olsa bir algısı vardır. Burada da ideolojiler, çelişkiyi asıl yaşam doyumuna ölümden sonra ulaşılacağını ya da içinde yaşanılan tarihsel dönemin insanlığın son ve en yüksek başarılarını içerdiğini varsayarak uzlaştırma yahut yadsıma eğilimini gösterirler. Yine bir başka ideoloji ise, yaşamın anlamının onun kendisini tam olarak açmasında değil, toplumsal görev ve ödevlerde olduğunu öne sürer. Bu ideolojiye göre, bireyin gelişmesi,özgürlüğü ve mutluluğu, devletin, toplumun ya da bireyi aşan öncesiz-sonrasız gücü temsil eden her ne ise, onun mutluluğu karşısında ikinci derecede önem taşıyan, giderek yersiz bir olaydır.

İnsan, yalnızdır. Ama o, aynı zamanda bağlantıları olan bir varlıktır da. İnsan, başka hiçkimseyle özdeş olmadığı, eşsiz bir varlık olduğu ve ayrı bir varlık olarak kendi bilincine vardığı ölçüde yalnızdır. O, yargı vermek zorunda olduğunda ya da salt usunun gücü aracılığıyla kararlar vermesi gerektiğinde, yalnız olmalıdır. Ama insan, yalnız başına olmaya, türdeşleri olan insanlarla ilişki kurmamaya katlanamaz. Mutluluğu, türdeşleri ve geçmiş ve gelecek kuşaklarla kendisi arasında bulunduğunu duyumsadığı dayanışma duygusuna dayanır.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst