"Çılgınlık ve Çöküş" -Sosyonomi

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Ekonomi kategorisinde "ictenlik" tarafından oluşturulan \"Çılgınlık ve Çöküş\" -Sosyonomi başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,776 kez görüntülenmiş, 1 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Ekonomi
Konu Başlığı \"Çılgınlık ve Çöküş\" -Sosyonomi
Konbuyu başlatan "ictenlik"
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan "ictenlik"

"ictenlik"

Kahin
Onursal Üye
FS - KT. Yöneticisi
Katılım
7 Ara 2013
Mesajlar
6,615
Tepkime puanı
504
Puanları
113
"sosyonomi, sosyolojik olayların(savaşlar, ittifaklar, ekonomik daralmalar ve genişlemeler vb.) toplum psikolojisini etkilemediğini, tam tersine toplum psikolojisinin sosyal olayları etkilediğini iddia eder. örneğin "borsa yükseldiği için herkes umutludur yanlış bir önermedir. doğrusu herkes umutlu olduğu için borsa yükseliyordur."

http://www.uludagsozluk.com/k/sosyonomi/"

Çılgınlık ve Çöküş isimli ikinci kitabım, Türkiye tarihinin en ilginç aşırılıklarının yaşandığı bir arkaplanda yazılmaya başlandı. Birbirinin içine girmiş çılgınlık ve çöküş süreçlerinin piyasa profesyonellerinin amentüsü olan Fama yaklaşımları ile öngörülemeyeceği açıktı. Çünkü ne 1999 yılı içinde yaşanan çılgınlık, ne de bu çılgınlığı takip eden üç yıllık çöküş, bu yöntemleri kullananlarca öngörülebilmişti. Oysa bütün bu korku ve coşku dönemlerinde, grafiklere yansıyan görüntüler kusursuzca düzenli kalıpların ilerlediğini gösteriyordu. Bu süreç içinde bir dalga kabarmış, geri çekilmiş ve yeni bir dalganın zeminini oluşturmuştu. Hem geçmiş dönemde ne olup bittiğini anlamak, hem de gelecekte nelerin yaşanacağını tahmin etmek mümkündü. Çünkü herşey tekrarlara dayanıyordu ve "eğer yasayı biliyorsak" doğru tahminler yapabilirdik.



2001 sonbaharında yazılmaya başlanan Elliott Dalga Prensipleri'nin Gelecek Projeksiyonu bölümünde, çöküşün sona ermekte olduğu ve "sonu bir çılgınlıkla bitecek olan" yeni bir dalganın başladığı tahminini yapmıştım. Çılgınlık ve Çöküş'te ise aşırılıklara giden süreçlerin nedenlerini, sosyal psikolojinin deneysel sonuçları ve kitle davranışları ile psikiyatrinin manik depresyon olarak tarif ettiği hastalıkla kurulan bir analoji ile sürü davranışlarının nedeni ve piyasalarda nasıl vücut bulduğu sorularını inceleyerek sorguluyorum. Bu sorgulamada ABD'de bir yüzyıldır, Türkiye'de 25 yıldır ilerleyen dalganın grafiklere ve sosyal arkaplana nasıl yansıdığını araştırıyor ve bugüne kadar etraflıca tartışılmamış bir soruyu soruyorum: Gelecekte borsalar olacak mı?



Çılgınlık ve Çöküş bu anlamda hem bir meydan okumadır, hem de bir uyarı. Ancak bu uyarı bugünün değil, geleceğin yatırımcısınadır. Çünkü 2000 yılında sona eren çılgınlığı takip eden çöküşle başlayan süreç yeni bir çılgınlığın zirvesine ulaşmaya adaydır ve hem bu zirvede yaşanacak çılgınlık, hem de bu çılgınlığı takip edecek olan çöküş, 2000-2003 dönemini mumla aratacak ölçekte olacaktır. Gelecekte yaşanacak olan süreçler, geçmişte yaşananlara benzer olacaktır, çünkü herşey bir doğa yasasının sonucu olan tekrarlara dayalıdır. Tekrarların yaşandığı süreçlere gene budalalıklar hakim olacaktır, çünkü bir çılgınlık yaşanırken pek az insan yaşananların farkında olacaktır. Aynı geçmişte olduğu gibi.




Acaba bu eğlenceli öykü, tarihin çok özel bir bölümüne ait sıradışı bir olayı mı anlatıyor, yoksa tarih aslında buna benzer öykülerin bir toplamı mı?
Sadece ürkü ve korkuya kapıldığında değil, aynı zamanda gündelik yaşamın sıradan alışkanlıkları ile hareket ederken de kalabalıkların davranışlarını güdüleyen nedir? Alışveriş merkezlerini doldurup boşaltan, futbol stadyumlarında takımlarını destekleyen, politikacıları protesto eden, pop müzik konserlerinde söylenen şarkılara coşku ile katılan, trafikte birbirini takip eden araç konvoyları oluşturan, savaşmak için ordular kuran, borsalarda hisse senedi alıp satan insanları bu şekilde davranmaya iten nedir?


Acaba borsa yatırımcılarını bir duygusal aşırılıktan diğerine savuran dinamik 1938 paniğindeki dinamikle aynı mıdır? Eğer kitleleri bu tip aşırılıklara savuran bir dinamik varsa bu dinamik nedir ve nasıl işlemektedir? En önemlisi de, insan kitleleri sadece aşırı coşku ya da korkuya kapıldıkları zaman değil de, her zaman sürü psikolojisi ile mi güdülenmektedir?
1938 yılında, New York halkı, radyo tiyatrosu ile ateşlenen bir kitlesel paniğe kapılmışken, yaşamının önemli bir bölümünü demiryolları muhasebecisi olarak geçirdikten sonra yakalandığı bir hastalık nedeniyle evinin dört duvarı arasına kapanmak zorunda kalan Ralph Nelson Elliott o yıl kaleme aldığı The Wave Principle’da şöyle diyordu:
İnsan etkinlikleri olarak isimlendirilebilecek konularla ilgili kapsamlı araştırmalar, sosyal-ekonomik süreçlerimizin sonucu olan tüm gelişmelerin, gerçekte bu süreçlerin sürekli kendilerini tekrar etmesine neden olan bir yasayı izlediğini ve belirli sayı ve kalıpta, sabit bir şekilde yinelenen dalga ya da itki serileriyle kendilerini tekrarladığını göstermektedir. Benzer biçimde görülmektedir ki bu dalga veya itkilerin şiddeti, birbirleriyle zamanın akışı içinde tutarlı bir ilişki içindedir. Bu olguyu en iyi şekilde göstermek ve açıklamak üzere, insan etkinlikleri içinde güvenilir bir veri alanını temel almak gerekir ki, bu amaca hisse senedi borsalarından daha iyi hizmet edecek bir alan yoktur.” (R.N. Elliott’s Masterworks, The definitive collection, Edited by Robert R. Prechter, Jr)
Elliott henüz 20. yüzyılın ilk yarısı tamamlanmadan, insan etkinliklerinin konusu olan bütün alanların bir doğa yasasını izleyerek, kendilerini sürekli tekrar eden kalıplar halinde değiştiğini söylerken, bu olguyu en iyi gözlemleyebileceğimiz alan olarak hisse senedi borsalarına dikkat çekiyordu. Elliott’ın hisse senetlerini işaret etmesinin nedeni, dalgalar halinde yükselip çöken kitlesel yönelişlerin sadece borsalarda gerçekleşiyor olması değildi. Borsalarda kaydedilen veri sıklığı, insan etkinliğinin diğer alanlarına göre daha fazlaydı; dolayısıyla dalgalar en iyi borsalarda gözlemlenebiliyordu.
Elliott, kitlesel yönelişlerin dinamiğinin nasıl işlediğini tarif eden Dalga Prensibi’ni duyurduğu The Wave Principle’ı yazdıktan 2 sene sonra kaleme aldığı bir makalede şöyle diyordu:
Uygarlık değişime dayanır. Bu değişim, kökeni ve karakteristiği gereği çevrimseldir. Aşırı değişimlerin ritmik serisi bir çevrimi oluşturur. Bu çevrim tamamlandığında başka bir çevrim başlar. Süresi ve uzunluğu değişse de, yeni çevrimin ritmi kendisinden önceki çevrimle aynı olacaktır. Çevrim, hareketin doğal yasalarına uygun olarak ilerler.
Bu çevrimsel değişimlerin nedenleri açıkça, insan davranışlarının farklı ruh hallerini de içeren her şeyi yöneten değişmez doğa yasalarından kaynaklanır. Sonuç olarak nedenler çevrimin uzun vadeli gelişimi içinde göreceli olarak daha önemsiz hale gelirler. Bu temel yasa, statülerle ve kısıtlamalarla tersine çevrilemez, ya da bir kenara itilemez. Gündemi oluşturan haberler ve siyasal gelişmeler, sadece anlık öneme haizdirler; kısa zamanda unutulacaklardır. Piyasa trendlerine yaptıkları varsayılan etkiler, çoğunlukla inanıldığı kadar ağırlıklı değildir.
Doğanın yasaları kaçınılmazdır ve gezegenlerin hareketlerini ve gelgitleri bu yasalar denetler. Haklı olarak söylendiği üzere, değişimler “yaşamdaki tek kaçınılmaz” olgulardır. Doğal bir olgu olarak, göreceli olarak daha durağan bilimler olan biyoloji ve botanikte olduğu gibi tüm insan etkinliklerini de yönetirler. Ritmin bu yasasının uygulamasına, saatlik en küçük birimden on yıllar, yüz yıllar, bin yıllar süren zaman aralıkları boyunca zaman ve matematik de eşlik eder. Bu nedenle çevrimlerin davranışlarının ölçülmesi, nedenlerden bağımsız olarak değişimlerin tahmin edilmesinde güvenilir bir araçtır.”(R.N. Elliott’s Masterworks, The definitive collection, Edited by Robert R. Prechter Jr, S.192-193)
Elliott bu makalede bir duygusal aşırılıktan diğerine savrulan kitlesel davranışların genel kabul gören neden-sonuç ilişkilerine değil, engellenemez bir doğa yasasına bağlı olarak değiştiğini söylüyor, en küçük birimden yüz yıllara kadar hep aynı kalıpların söz konusu olduğuna dikkat çekiyordu.
Elliott’ın o günlerde söyledikleri, akademik çevrelerde kabul görmedi. Ölümünden sonra, Dalga Prensibi unutulmaya yüz tutarken, okullarda verimli piyasa ve rastgele yürüyüş teorileri öğretildi. Fizik temelli bilimler Newton’ın karşılıklı etkileşime dayalı evren modelini çoktan terk etmişken, insan bilimleri hisse senedi hareketleri de dâhil olmak üzere tüm insan etkinliklerini neden-sonuç ilişkilerine dayalı bir modelle izah etmeye yöneldi. 20. yüzyıl, pek çok tarihçiye göre, bir aşırılıklar çağı olarak yaşanırken, insan bilimleriyle uğraşanlar bu aşırılıkları neden-sonuç ilişkileri ile izah etmeye çalışıyordu.

1978 yılı ekonomilerin krizle, borsaların panikle savrulduğu bir yıl oldu. A.J. Frost-Robert Prechter’ın tahmini, büyük bir yükseliş dalgasının başlaması için herhangi bir “neden”in olmadığı bir ortamda yapılmıştı. Doğal olarak ne yatırım çevreleri, ne de akademik çevre Elliott Wave Principle’a ilgi gösterdi. Buna karşılık, daha sonraki yıllarda borsa yükselişleri hızlanarak devam ettikçe, kitap en çok satanlar listesine girmeye başladı.
Teoriye daha fazla insan ilgi göstermeye başlamıştı ve analizlerinde Dalga Prensibi’ni kullanan analist sayısı artıyordu. 1970’li yılların sonunda büyük bir yükseliş dalgasının başlamak üzere olduğunu duyuran Robert Prechter, 1990’lı yılların sonlarında perspektifini değiştirdi ve tarihsel ölçekli bir yükseliş dalgasının sonlarına gelindiğini duyurdu. "Prechter’ın Elliott Dalga Prensibi’ni kullanarak yaptığı analiz, sona ermekte olan yükseliş dalgasının ardından 1929 borsa çöküşünden de büyük bir borsa düşüş süreci öngörüyordu. "

Elliott Dalga Prensibi’nin 1980’lerde yarattığı heyecan 1990’larda kaybolmaya yüz tutmuşken, Prechter 2000’lerde Socionomics: The Science of History and Social Prediction isimli kitabını yayımladı. Bu kitabın önsözünde Prechter şöyle diyordu:
İnsanlar, binlerce yıldır sosyal olayları tahmin etmeye çalışıyorlar. Sosyal kestirimlerin uzun tarihi boyunca büyük hatalara neden olan kronik eğilim doğrusal düşünmekten, başka bir ifadeyle, mevcut trendleri geleceğe ötelemekten kaynaklanmıştır. Sık rastlanan yaklaşım, bilardo topunun davranışını yöneten yasaların insan davranışlarına da uygulanabileceği varsayımının sonucudur. Ekonomistler ve sosyal mekanistler de dâhil olmak üzere pek çok insan, piyasaların ya da toplumların, dışsal bir etki, yani bir güç ya da engelle durdurulana kadar ölçülebilir bir yörüngede hareket eden ve ancak bu güçle karşılaştığında yörünge değiştiren, hareket halindeki bir cismin özelliklerini taşıdığına inanırlar.
Sosyal güçler “dışsal etkiler” olamazlar; çünkü insanın toplumsal deneyimlerinin içinde ve bütün unsurlarıyla ilişkidedirler. Yine de, geleceğin önemli olduğu pek çok alanla ilgili insanlar, tahmin etmeyi umdukları trendlerin potansiyel “nedenleri” üzerinde saatlerce tartışır ve bu tuhaf dışsal neden-sonuç ilişkisi varsayımını sürdürürler. Sonuçta, genellikle güvenilir bir şekilde tahminde bulunmanın olanaksız olduğuna karar verir, gene de bu denemelerde ısrar ederler. Oysa insan davranışlarındaki değişimleri tahmin etmek mümkündür; ancak dışsal kuvvetleri tahmin etmeye çalışarak değil, içsel kuvvetlerin neler olduğunu bilerek.” (Pioneering Studies in Socionomics, Robert R. Prechter Jr)
Bu sözleriyle Prechter, 1940’larda Elliott’ın dikkat çektiği doğa yasalarının işleyişini daha geniş bir çerçevede ele alıyor, insan kitlelerinin davranış dinamiğinin analizinde ve bu dinamiğin sonucu ortaya çıkacak süreçlerin tahmininde “dışsal etkilerin” değil, “içsel kuvvetlerin” incelenmesi gerektiğine işaret ediyordu.
Peki, neydi bu içsel kuvvetler?
Genel anlamda insan zihninin iki tip tepkiye yol açan ikili özelliği vardır. Rasyonal, bilinçli zihinsel işlevler uçakları, bilgisayarları, gökdelenleri yaratmayı sağlayan etkinliklere yol açar. Bilinçsiz zihinsel işlevler ise mal ve hizmet üretemez, buna karşılık itkisel eylemleri tetikleyen duygusal sinyaller üretir. Bu duygusal sinyaller evrimin sonsuzluğu içinde gelişmiştir ve bu nedenle bölge işgali, savaşma, kaçma ve çiftleşme gibi daha alt hayvan türleri ile ilgili eylemlerin tümünü harekete geçirirler. Bilinçsiz zihnin uğraşlarından biri de, sosyonominin biyolojik ve psikolojik temelini oluşturan sürü itkilerini yansıtan taklit yoluyla hayatta kalma şansını arttırmaktır.”(a.g.e.)
Prechter’a göre, insanları sürü davranışlarına uymaya iten, insan zihninin ikili yapısıydı. Bu yapılardan ilki insan beyninin rasyonal düşünceyi yöneten merkezi, ikincisi ise sürü davranışlarına uymaya zorlayan, ilkinden daha önce evrimleşmiş duygusal düşünce merkeziydi. Duygusal düşünce itkisel davranışları tetikliyor ve bireyi sürüye uymaya zorluyordu. Böylece insan, diğer bireylerden gelecek sinyalleri arıyor ve bu sinyallerle yönlendirilmiş davranışlarında kendisini güvende hissediyordu. Bu şekilde itkisel olarak güdülenen kitleler doğanın büyüme ve daralma süreçlerini yöneten yasalar doğrultusunda, belli matematik modellerle belirlenmiş dalgalar halinde hareket ediyordu. Prechter bu dinamiği şu sözlerle anlatıyor:
Tüm ekonomik, politik ve kültürel gelişmeler, insanın toplumsal davranışlarının Dalga Prensibi’ne bağlı olarak şekillenir ve yönlendirilir. Popüler hevesler ve modadan, tarihi yaratan kolektif eyleme kadar tüm olayların itici motoru budur. Çünkü kitlesel ruh hali dinamiği doğada büyüme ve çökme, genişleme ve daralma, ilerleme ve gerileme gibi pek çok sürecin temeli olan phi’ye (Fibonacci oranı, ya da altın oran) bağlı bir prensibe dayanır. İnsanlığın toplumsal deneyimlerinin genel olarak yaşamın ve evrenin süreçlerinin temel özelliğini yansıttığını görebiliriz.”(a.g.e.)
Böylece, Elliott Dalga Prensibi’nin temel kalıplarını model olarak alan yeni bir bilim doğuyordu: Sosyonomi.
Toplumsal ruh hali değişimlerinin temelinde yatan dinamiği anladığınız anda sosyonomik anlayışa yaklaşıyorsunuz demektir.
Sosyonomik yaklaşıma göre, sosyal neden-sonuç ilişkilerine yönelik geleneksel varsayımlar sadece yanlış değildir, aynı zamanda gerçekte tam tersi doğrudur. Yaygın olarak kabul edildiği gibi, sosyal olaylar kitlesel ruh halini değiştirmez, tam tersine kitlesel ruh hali kalıpları ve sosyal olayları değiştirir. Örneğin, kitlesel ruh halinin temelini ekonominin durumu oluşturmaz, ekonominin temelini kitlesel ruh hali oluşturur. Uygulanan politikalar kitlesel ruh halini etkilemez, kitlesel ruh hali uygulanan politikaları etkiler. Toplumsal istatistikler hisse senedi trendlerini belirlemez, hisse senedi trendlerini de belirleyen kitlesel ruh hali toplumsal istatistikleri belirler. Yükselen borsa kitlelerin ruh halini iyileştirmez, insanların iyileşen ruh hali borsaları yükseltir. Popüler sanat ve eğlence modaları kitlesel ruh haline etkide bulunmaz, kitlesel ruh hali muhtelif sanat ve eğlence modalarını belirler. Savaş borsaları etkilemez, borsaları yöneten kitlesel ruh hali savaşma yönelimlerini belirler. Sosyonomik hipoteze göre, toplumsal davranışlardaki aşırılık, kitlesel ruh hali ritimlerindeki aşırılıkla doğrudan orantılıdır. Gerçekte durum budur. Güçlenen pozitif ruh halinin bir göstergesi olarak hisse senedi yükselişleri uzadıkça ve daha yükseklere gittikçe ekonomi de sürekli bir şekilde genişler, vatandaşlar oylarını “rotada kal” doğrultusunda kullanır ve daha çok çocuk yaparlar. Negatif ruh halinin bir göstergesi olarak borsa düşüşleri yaygınlaştıkça da, ekonomi daha derin bir şekilde daralır, daha fazla insan “bu aylakları silkeleyin” oyu kullanır, daha az çocuk yapılır, sonuç olarak toplumsal gerginlik ve çatışma artar.” (a.g.e.)
Geleneksel yaklaşımın varsayımlarını temelden yadsıyan ve neden olduğu düşünülen gelişmelerin de aslında temel dinamiğin kaçınılmaz sonuçları olduğunu ileri süren sosyonomi disiplini sadece süreçleri doğru analiz etmeyi değil, aynı zamanda tutarlı tahminler yapmayı da mümkün kılmaktadır. Çünkü geleceğe yönelik doğru tahminler ancak, hangi “nedenlerin” hangi “sonuçları” yaratacağını kestirmeye yönelik öznel değerlendirmelerle değil, kusursuz bir şekilde işleyen doğa yasasının matematik modelini analiz ederek yapılabilir.
Prechter’ın ulaştığı sonuç şudur:
“Hisse senetlerinin yükseliş ve düşüşlerinde görülen biçimiyle değişen kitlesel ruh hali, Dalga Prensibi’ne bağlı olarak kalıplar halinde ilerlediği içindir ki, daha geniş bir sosyonomik hipotez önerebiliriz: İnsan kitlelerinin tüm etkinlik alanlarının gerisindeki dinamik, nihai olarak Dalga Prensibi’ne göre şekillenmektedir. Kısacası, Dalga Prensibi, tarihin değişim motorudur.” (a.g.e. S. 63-64)
2002 yılında yayınladığı The Wave Principle of Human Social Behavior and the New Science of Socionomics kitabının önsözünde Prechter’ın iddiası şudur:
Toplum bilimlerinin bugün bulunduğu aşama, fizik bilimlerinin yüzyıllar önce bulunduğu aşamadır: Bir devrimin hemen öncesinde!




İnsan uygarlığı tarihsel bir yükseliş dalgasının eşiğinde; ancak önümüzde, dalganın son geri çekilme dönemi var. Bu dönem, toplumlar, uluslar, devletler için bir var olma/yok olma dönemidir; sağduyusunu koruyamayanın, barbarca yöntemlerle güç elde etmeye çalışanın, hırsını, açgözlülüğünü dizginleyemeyenlerin, kısacası insanlık tarihindeki bütün inanç ve ahlak sistemlerinin reddettiği aşırılıklara savrulanların yok olacağı, yeni dünyayı insanlığın yüksek değerlerini koruyanların kuracağı bir dönem…

Sosyonomi, günümüzde henüz emekleme aşamasında olan bir büyük bilimsel devrimin en temel yaklaşım yöntemidir.


Varyemez Amca Kültü

İktisat ve finans tarihçileri, tarihin değişik dönemlerinde pek çok spekülatif balonun şiştiğine dikkat çekerler. Bu çeşitlilik lale soğanlarından borçlanma piyasalarına, değerli madenlerden hisse senetlerine, tarım mallarından biriktirilebilir metalara kadar çok geniş bir spektruma yayılır.
Yüzyıllardır yükselen dalganın hiç değişmeyen tek bir spekülatif unsuru var; o da paranın kendisi. Bugüne kadar hep gözden kaçan asıl spekülatif unsur bu. Tarihin farklı dönemlerinde şu veya bu “yatırım enstrümanı” değerlendi ya da çöktü. Ancak bir tek spekülatif unsur hiç değişmeden hep gündemde kaldı: Para. Herkes onu kontrol etmek istedi. Herkes ona sahip olmak istedi. Bugün öyle bir noktaya geldik ki, artık devletler neredeyse asli işlevlerini terk edip parasal sistemleri çevirme rolünü üstlenen aygıtlara dönüştü. Artık ne çevresel faktörlerin önemi kaldı, ne enerji kaynaklarının, ne hayvancılığın, ne tarımın, ne de insan yaşamının sürdürülebilir olmasının. Sürdürülebilir olması arzulanan tek bir şey var bugün: Para-kredi sisteminin devamlılığı.
Bunun adı mülksüzleşmedir.
Bir yol ayrımına yaklaşıyoruz. Seçeceğimiz yol bizi ya yıldızlara götürecek, ya da aynı döngüler içinde her yaptığımızı yeniden yıkarak bu dünyaya hapsolacağız.

 

"ictenlik"

Kahin
Onursal Üye
FS - KT. Yöneticisi
Katılım
7 Ara 2013
Mesajlar
6,615
Tepkime puanı
504
Puanları
113
Para nedir?

Ekonominin nasıl çalıştığını anlamak için para
kavramını iyi anlamamız gerekiyor. Kitabi anlamda
paranın üç özelliği olması gerekiyor: Birikim aracı
olması, değişim aracı olarak kabul görmesi ve ölçü
birimi olması.
Peki, para gerçekte neyi ölçüyor?
Para işgücünün ve malın değerini ölçüyor. Mal dediğimiz
ise doğada ya da evlerimizde kullanıma hazır olarak
beliren bir şey değil. Er ya da geç bir insan
tarafından işlemden geçirilmesi gerekiyor. Pınardan
akan su, toprakta biten tahıl, yerin altında ya da
üstünde dağınık bir şekilde bekleyen madenin malın
orijinal, el değmemiş halleri. Bunların ekonomiye
kazandırılıp nüfus tarafından paylaşılması ve
tüketilmesi için emek gerekiyor. Yani pınardan akan
suyu içince para ödemiyoruz. O suyu birisi şişeleyip
evinize kadar getirdiğinde para ödüyoruz. Yani
aslında parayı o insanın emeğine ödüyoruz. Yiyecek
ve maden için de aynı hikaye geçerli. Bir kaç küçük
istisna dışında bütün malların ve değerlerin kökeni
de bu üçü olduğuna göre, paranın sadece ve sadece
emeği ölçtüğünü söyleyebiliriz.


Yani
aslında para, karşılığı emekle ödenen “hak ediş”tir.
“Kağıt para eninde sonunda gerçek değerine döner.
Sıfıra.”
-Voltaire, 1729

“Lenin haklıydı. Toplum düzenini yok etmenin en
emin, en etkili, en kurnaz yolu para birimini
saptırmaktır.”
-John Maynard Keynes

Özet
Buraya kadar çok kısaltarak ve özetleyerek
anlattığım paranın evrimi öyküsünden
çıkarabildiğimiz kavramları ve gerçekleri kısa kısa
yazarak olayı netleştirmek istiyorum. Amerikan
ekonomisinin dünya ekonomisinin önemli bir
kısmını oluşturduğu, her para biriminin kaderinin
dolara bağlı olduğunu, hiç bir para biriminin
karşılığı olmadığı gerçeklerini hatırınızda tutarsanız
Amerika merkezli bu gelişmelerin aslında bütün
dünyayı ilgilendirdiğini takdir edersiniz.
Merkez bankaları asırlar önce sarrafların
yaptıkları hilenin ve hırsızlığın yasallaşmış
halidir. Kısmi rezerv bankacılığının
kalpazanlıktan hiç bir farkı yoktur. Bir banka
hissedarı sadece yasalar size değil, ama
bankaya para basma yetkisi verdiği için para
kazanmaktadır.
Bankalar faiz varsa vardır. Faizsiz banka,
bankasız faiz olmaz. Faiz var olduğu sürece
paranın altın ya da gümüş karşılığı olması
sistemin adaletsiz olmasını engellemez.
Paranın karşılıksız olması sadece durumu
daha da kötüleştirir.
ABD’nin yaptığı ithalatların maliyeti yoktur.
Parayı basan hazine değil, FED olduğu için
dünyaya yayılan her bir dolar faiz yoluyla
FED’i zengin etmektedir, ABD halkını ise
borçlandırmaktadır. Aynı şekilde, her
devletin borcu bankaların karı olurken,
halkın geleceğine konan ipotektir.
Bretton-Woods, IMF, serbest kur rejimi… bu
düzenlemelerin tamamı bankerlere hizmet
eder ve dünya halklarını köleleştirir.
Bankacılık, parayı kullanarak dünyanın
bütün varlıklarının bankanın eline geçmesi
sürecidir. Banka, üreten ve doğayı işleyen
işgücünün asalağıdır. İlişkilere kurallarını
kendinin koyduğu parayı sokarak oturduğu
yerden varlıkları mülkiyetine geçirir.

Para II: Para Ölçü Birimi Değildir

Daha önceki yazımda belirttiğim gibi para insan
emeğinin ölçüsüdür. Diyelim petrolün varili 80
dolar. O 80 dolar bir varil petrolün değerini ölçmez.
Petrolü yattığı yerden çıkarıp size getiren insanın
emeğini ölçer. Bir kg buğdaya ödediğiniz para,
tarlasına ektiği ürünü size satan adamın emeğini
ölçer. Bir litre tatlı su, suyu şişeleyip size getiren
adamın emeğini ölçer. Peki, gerçek doğal kaynağın;
petrolün, buğdayın, suyun değerinin ölçüsü nedir?
Çok basit. Bunların değerini ölçemeyiz.

Gördüğünüz üzere para, bireyleri dolaylı olarak
toplumdan zihnen yalıtıyor. Sosyal yapıların
olmazsa olmazı olan güven, ahlak, dürüstlük ve
sadakat kurumlarına ihtiyaç yokmuş gibi bir
illüzyon oluşturuyor.

Sürekli borçlanmayı öngören modern teori dünyayı
kana boğmuş, üzerinde yaşayanları durmadan artan
bir yükle ezmiştir.
-Thomas Jefferson



---
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst