Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Stefan Zweig

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Kitaplardan Alıntılar kategorisinde Objectivity tarafından oluşturulan Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Stefan Zweig başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 1,852 kez görüntülenmiş, 5 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Kitaplardan Alıntılar
Konu Başlığı Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Stefan Zweig
Konbuyu başlatan Objectivity
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan Objectivity

Objectivity

Kahin
Onursal Üye
Katılım
23 Ara 2012
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
319
Puanları
83
Tanınmış roman yazarı R., dağlara yaptığı üç günlük dinlendirici bir geziden sabahın erken saatlerinde tekrar Viyana’ya döndüğünde ve garda bir gazete aldığında, tarihe şöyle bir bakar bakmaz o günün doğum günü olduğunun farkına vardı. Kırk birinci, diye geçirdi hemen aklından ve bu saptamadan ne haz ne de acı duydu. Gazetenin hışırdayan sayfalarına çabucak göz attı ve bir taksi tutarak evine gitti. Uşak, o yokken gelen iki ziyaretçinin ve birkaç telefonun haberini verdikten sonra, bir tepsiyle biriken postayı getirdi. R., kayıtsız bakışlarla gelenleri gözden geçirdi, birkaç zarfı, gönderenler ilgisini çektiği için açtı; el yazısı yabancı gelen ve epey kalın gözüken mektubu ise bir kenara ayırdı. Bu arada çay getirilmişti, R. koltukta rahatça arkasına dayandı, gazetenin ve başkaca basın organlarının sayfalarını biraz daha karıştırdı; daha sonra bir puro yaktı ve ayırmış olduğu mektuba uzandı. Yabancı ve huzursuz bir kadın elinden çıkma, acele kaleme alınmış yaklaşık iki düzine sayfaydı, mektuptan çok bir müsveddeye benziyordu. R. elinde olmaksızın bir defa daha, acaba içinde açıklayıcı bir yazı kalmış mıdır diye, zarfı yokladı. Fakat zarf boştu ve kâğıtlar gibi onun da üstünde ne bir gönderici adresi ne de imza vardı. Tuhaf, diye düşündü R. ve mektubu tekrar eline aldı. “Sana, beni asla tanımamış olan sana,” diye yazılmıştı en üste, bir hitap, bir başlık yerine. R. hayretle durdu:
Ona mıydı bu, yalnızca düş ürünü bir insana mı yazılmıştı? Ansızın merakı uyanmıştı. Ve okumaya başladı:

Çocuğum dün öldü – üç gün ve üç gece boyunca o küçücük, pamuk ipliğine bağlı hayat uğruna ölümle savaştım, kırk saat süreyle, grip onun zavallı, sıcak vücudunu ateş nöbetleriyle sarsarken, yatağının yanında oturdum. Yanan alnına serinletici bir şeyler koydum, onun o tedirgin, küçücük ellerini gece gündüz tuttum. Üçüncü akşam çöktüm. Gözlerim artık tükenmişti, ben farkına varmadan kapandı. Üç veya dört saat boyunca sert sandalyede uyuyakaldım ve bu arada ölüm onu benden aldı. O tatlı, zavallı oğlum şimdi orada, daracık çocuk yatağında, öldüğünde nasıl idiyse yine tamamen öyle yatıyor; sadece gözlerini, o akıllı bakan, koyu renk gözlerini kapatmışlar, ellerini de beyaz geceliğinin üstünde kavuşturmuşlar ve yatağın dört köşesinde dört uzun mum yanıyor. Oraya bakmaya cesaret edemiyorum, kımıldamaya cesaret edemiyorum, çünkü mumlar titrediğinde oğlumun yüzünün ve kapalı ağzının üzerinden hızla gölgeler geçip gidiyor, yüz hatları sanki kıpırdıyor ve o zaman onun ölmediğini düşünebilirim, yeniden uyanacağını, aydınlık sesiyle bana tatlı ve çocukça bir şeyler söyleyebileceğini sanabilirim. Ama biliyorum, o öldü, artık dönüp ona bakmak istemiyorum, bir defa daha umuda kapılmamak için, bir defa daha hayal kırıklığına uğramamak için. Biliyorum, biliyorum, çocuğum dün öldü – şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. Evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.

***********
Benim için her şey, ancak seninle ilintili olduğu ölçüde vardı, hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağıntılı olduğu ölçüde anlamlıydı. Bütün hayatımı değiştirmiştin. O güne kadar okulda kayıtsız ve sıradan bir öğrenci iken, ansızın birinci oldum, gecenin geç saatlerine kadar pek çok kitap okuyordum, zira senin kitapları sevdiğini biliyordum, senin müziği sevdiğine inandığım için birdenbire, neredeyse inatçı bir ısrarla ve annemi hayretler içersinde bırakarak piyano çalışmaya başladım. Hoşuna gidebilmek ve sana layık görünebilmek için giysilerimi temiz tutuyor ve söküklerini dikiyordum, ve eski okul önlüğümle – annemin eski bir ev elbisesinden bozmaydı – sol tarafındaki eski ve dört köşe lekeden dolayı kendimi korkunç hissediyordum. Onu fark edip beni aşağı görmenden korkuyordum; bu yüzden ne zaman korkudan titreyerek merdivenlerden yukarıya koşsam okul çantamı lekenin üstüne bastırıyordum. Oysa bu, son derece aptalcaydı: Çünkü sen beni asla, neredeyse hiçbir zaman görmedin.
 

Objectivity

Kahin
Onursal Üye
Katılım
23 Ara 2012
Mesajlar
4,763
Tepkime puanı
319
Puanları
83

Sıradışı bir aşk hikayesi. Stefan Zweig'in neredeyse tüm romanlarını ilgili ile okumuştum, iki tanesini de paylaşmak istedim..

Çevirmenin Ahmet Cemal'in notları;

Aşkın Psikolojisi
Avusturyalı yazar Stefan Zweig (1881-1942), Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Brief einer Unbekannten) adlı öyküsünü 1920’li yılların ilk yarısında – büyük bir olasılıkla 1922’de – kaleme aldı. Öyküyü ve içerdiği gerçekliği yeterince kavrayabilmek açısından bu tarihi göz önünde tutmak önemlidir. Orta Avrupa’da 1870’lerde başladığı kabul edilen bu dönem kozmopolit, yani çok kaynaklı kültürün Avrupa’daki doruk noktasını oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi de sergiler. Çünkü sözü edilen bu zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eşzamanlı ve birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan çok geniş bir yelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır. Bu, kültürdeki eskimişlikten ya da Sigmund Freud’un çok doğru nitelendirmesiyle, bu eskimişlik sonucu “kültürde tedirginliğin” başlamasından kaynaklanan bir çöküştür.
Böyle bir çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynı çöküşe koşut ilerleyecek bir yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanında Freud, Adler ve Jung’un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen kuramlar, insana ve topluma ait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak, insan karakterinin belirleyici etmenlerini yeni yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlar arasındaki türlü iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını alacaklardır.
Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle Orta Avrupa’nın bu kendine özgü kozmopolit yapısıyla biçimlenen bir “Çöküş ve Yükseliş” döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandan Rönesans’ın ve onun has çocuğu Erasmus’un büyük mirası olan Batı Hümanizmi’ni tam olarak özümsemiş, aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısının, Montaigne’in düşünsel eğitiminden geçmiş kimliğiyle – bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu çağdaşlarınca “Son Avrupalı” diye anılacaktır –, öte yandan da bu kimliğin doğal Rönesans uzantısı olan araştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz dönemin gerçek önderlerinden biridir.
 
Son düzenleme:
L

lamei

Ziyaretçi
Kitapyurdunda gördüm,
Ha bire denk geliyor yahu.

"Pöpüler kültür oyunudur, kapitalizm tuzağıdır .." vbvbvbvbbb düşündüm almadım.

Şimdi burda görünce ,
Fikriyatım,
" Bi kere okusam bişi olmaz" a döndü.

Bi ara bakarım,
Unutmaz isem.
 

sherlockholmes

Yeni üye
Yeni Üye
Katılım
30 Kas 2016
Mesajlar
84
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İyi okumalar ;
aslında bir okuma grubu olusturup kitap tartışmalıyız...
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst