Aziz Nesin’iN Kendi Kaleminden Yaşam Öyküsüaziz Nesin’iN Kendi Kaleminden

Konu İstatistikleri

Konu Hakkında Merhaba, tarihinde Yazarlar kategorisinde dragon tarafından oluşturulan Aziz Nesin’iN Kendi Kaleminden Yaşam Öyküsüaziz Nesin’iN Kendi Kaleminden başlıklı konuyu okuyorsunuz. Bu konu şimdiye dek 715 kez görüntülenmiş, 1 yorum ve 0 tepki puanı almıştır...
Kategori Adı Yazarlar
Konu Başlığı Aziz Nesin’iN Kendi Kaleminden Yaşam Öyküsüaziz Nesin’iN Kendi Kaleminden
Konbuyu başlatan dragon
Başlangıç tarihi
Cevaplar

Görüntüleme
İlk mesaj tepki puanı
Son Mesaj Yazan dragon

dragon

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eki 2022
Mesajlar
441
Tepkime puanı
27
Puanları
28
Konum
dünya
Üniversite Bölümü
Sosyoloji
Ünvan
dünyalı

Aziz Nesin’in kendi kaleminden


Yıl 1915, Çanakkale Savaşının en kızgın, en civcivli zamanı. Nusret, “yardım, Tanrı yardımı, başarı, üstünlük” anlamına geliyor. Tanrı yardım etsin de Çanakkale Savaşını kazanalım diye, böyle bir dilekle adımı Nusret koyuyorlar. Mehmet de dedemin adı. Ben Mehmet Nusret…


Uygunsuz Biyer ve Zaman​


Anadolulu bir köy çocuğu olan babam, onüç yasında gurbetçi olarak geldiği İstanbul’a yerleşmiş. Annem de Anadolu’nun bir başka köyünden, o da çok küçük yasında İstanbul’a gelmiş. Çünkü benim dünyaya gelebilmem için, onların bu uzun yolculuğa katlanarak, İstanbul’da buluşup evlenmeleri gerekiyormuş.

Seçmek elimde olmadığı için, çok uygunsuz bir zamanda doğmuşum; Birinci Dünya Savaşının en kanlı, en ateşli günleri, 1915’te… Yine seçmek elimde olmadığı için, yalnız uygunsuz zamanda değil, uygunsuz biyerde doğmuşum: Türkiye’nin en büyük zenginlerinin oturduğu İstanbul adalarından Heybeliada’da… Heybeliada, zenginlerin yazlığıdır. Ama zenginler, yoksullar olmayınca yasayamadıklarından, yoksulluklara çok gereksindiklerinden, biz de Heybeliada’da otururduk.

Bu sözlerimle şanssız olduğumu söylemek istemiyorum. Tersine, zengin, soylu ve ünlü bir aileden gelmediğim için, kendimi çok şanslı sayıyorum.

BuyukKitap1.jpg


Ölen kız kardeşim Nurhayat ile birlikte. Saçları kurdeleli olan benim. Aziz Nesin




Annemin hiç fotoğrafı yok. Çünkü o dönemde kadınların resim çektirmeleri günah sayılıyordu. Babam da çok az resim çektirmiştir. 83 yaşında ölen babamın, şimdiki benim yaşımdayken (75 yaş) çekilmiş resmi.


BABAM​


Dünyaların en iyi babası benim babamdır
Düşmandır düşüncelerimiz
Dosttur ellerimiz
Dünyada tek elini öptüğüm
Babamdır
Kırkını geçtin adam olmadın der
Başım önümde dinlerim
Önünde tek bas eğdiğim babamdır
Sabahlara dek Kuran okur
Anamın ruhuna
İnanır ona kavuşacağına
Bana gâvur der
Diş bilemeden
Dünyada tek bağışladığı ben
Tek bağışladığım odur
Başım derde girdikçe bakar çocuklarıma
Bitürlü ölemiyorum der senin yüzünden
Çocuklar ortada kalacak
Ölemez kahrımdan benim
Yasamak zorunda benim yüzümden
Gözlerindeki ateş bakışlarında söner
Tuttuğun altın olsun der
Çocukluğumu tek anlayan odur
Dünyaların en iyi babası benim babamdır


Annemin hiç fotoğrafı yok. Çünkü o dönemde kadınların resim çektirmeleri günah sayılıyordu. Babam da çok az resim çektirmiştir. 83 yaşında ölen babamın, şimdiki benim yaşımdayken (75 yaş) çekilmiş resmi.

Yıl, 1919-1920 olacak… Babam yok ortalarda. O, çok daha önceleri Anadolu’ya gitmiş, bizi öyle bırakıp… Anadolu’da Kurtuluş Savası var.




BuyukKitap-1-677x1024.jpg


GALİP AMCAM​


Yıl 1921, Galip Amcam bir roman: Arapça, Farsça, Fransızca ve yüksek matematik bilen, şiirler yazan bir Rufaî ve Kadirî dervişi… Zamanına göre çok devrimci, ilerici bir adam olduğu için ne hocalarla ne şeyhlerle uyuşabilirdi; buyüzden işi gücü de yoktu. Hem de hattattı, hem de beste yapardı, hem de marş bile bestelerdi.

Galip Amcamdan her nasılsa bana kalmış birkaç defter vardır. Şimdi o defterleri karıştırıyorum; onlarda kırk beş yıl önce Gebze’deki çınar altında arkadaşlarına okuduğu manzumelerden kimisini buluyorum.

Beni Galip Amcam okuttu. İlkin ondan okuma yazma öğrendim, sonra Arapçaya başladık… Sekiz yasımda hafız oldum…

“Hüsn-ü hat” öğreniyorum, yani güzel yazmak, kaligrafi… Hesap, hendese (aritmetik, geometri) öğreniyorum. Öfff Patlıyorum, boğuluyorum… Çocukluğumu hiç yasamadım. Çember çevirmedim, zıpzıp, bilya alamadım elime. Uçurtma uçurmadım. El bende, sobe, körebe, birdirbir, uzuneşek, kovalamaca oynamadım… Hiç, hiçbisey… Çocuk olmuş tek günüm yok yaşamımda… Oysa öyle severdim ki koşup oynamayı…




BuyukKitap2-822x1024.jpg


İLK OYUN DENEMESİ​


Yil 1922-1923, ilk oyunumu yedi yada sekiz yaşımdayken yazmıştım. Bir ramazan gecesiydi. Cerrahpaşa’da oturuyorduk. Fatma’nım, yani Fatma Hanım adında, tanıdığımız bir kadın vardı. İşte o Fatma’nım beni bir ramazan gecesi, Cerrahpaşa’yla Hekimoğlu Ali Pasa arasındaki bir yangın yeri arsasında kurulmuş bir çadır tiyatrosuna götürmüştü. Orda bir ortaoyunu seyretmiştim.

Bu benim ilk tiyatro seyredişimdi. Sabaha dek rüyamda tiyatro görmüştüm. O zaman dahaca okula bile gitmiyordum. (Okula on yasımda, üçüncü sınıftan başlayarak gitmiştim.) Ortaoyunu seyrettiğim gecenin sabahında da, yedi yada sekiz yasımda, yaşamımın ilk oyununu yazmaya başlamıştım. Elbette bu oyun, seyrettiğim oyunun öykünmesi, çok benzeriydi. Üç beş sayfa yazdığımı anımsıyorum.




BuyukKitap3-680x1024.jpg


DARÜSSAFAKA​


1926’da Darüşşafaka’nın giriş sınavını biz yüz çocuk kazanmıştık. Aklımda kaldığına göre okula otuz çocuk alacaklardı. Bahçede, merdiven dibinde kura çekiliyordu. Çocuklar gelip, elini torbaya sokuyor:

Boş… Boş… Boş…

Boş çekenler, boynu bükük, küskün, dargın dönüp gidiyorlardı, ağlıyorlardı.

Boş… Boş…

Ilk doluyu ben çekmiştim. Şimdi düşünüyorum, acı acı düşünüyorum Ya boş çekseydim?.. Belki okuryazar bile olamazdım, şimdi yoktum. Bütün bir yasam, küçük bir kâğıdın üstünde “boş” yada “dolu” yazılı olmasına bağlı…

*Darüşşafaka’ya yalnız babasız çocuklar alınıyordu. Oysa benim babam vardı. Vardı ama, neredeydi? Belki o gün, belki bikaç ay sonra babam çıkıp gelecekti biyerlerden…




İLK ROMAN DENEMESİ​


Yil 1927, ben o zaman, on iki yaşımda bir ortaokul öğrencisiydim. Bir roman yazmaya başlamıştım. Bir küçük defterin yarıdan çoğunu yazmıştım. Babıâli’deki kitapçıların hepsine mektuplar yazıp gönderdim: “Bir roman yazdım. Yayımlamak ister misiniz?” Ağdalı sözcüklerle çok ağırbaşlı bir mektup yazmıştım ki, kitapçılar benim bir çocuk olduğumu anlamasınlar.

Basarmış olacağım ki, salt bir kitapçıdan çok usturuplu, saygılı bir yanıt almıştım. Uçmuştum, uçmuştum sevincimden… Daha ortada roman yok. Basarız diye yanıt alırsam, hemen romanın gerisini de yazacağım. Roman yazmak da bir iş mi sanki… Kendim götürmeyecektim, postayla gönderecektim. Romanım basıldıktan sonra ortaya çıkacaktım ve o zaman karşılarında bir çocuk görüp şaşacaklardı. Gelen yanıtta “Elde nesir sırasını bekleyen pek çok roman bulunduğundan maalesef romanınızın tab edilemeyeceği” yazılıydı. Öyleyse nedendi bu sevincim? Çünkü mektup “Muhterem Mehmet Nusret Beyefendi” diye başlıyordu ve bu denli ciddi bir mektubu ilk alıyordum. Yazık, bu mektup şimdi elimde değil.



BuyukKitap5-1-695x1024.jpg


ANNEMIN ANISINA​


Bütün anneler, annelerin en güzeli,
Sen, en güzellerin güzeli.
Onüçünde evlendin,
Onbeşinde beni doğurdun,
Yirmialtı yasındaydın,
Yasamadan öldün.
Sevgi tasan bu yüreği sana borçluyum.
Bir resmin bile yok bende,
Fotoğraf çektirmek günahtı.
Ne sinema seyrettin, ne tiyatro.
Elektrik, havagazı, su, soba,
Ve karyola bile yoktu evinde.
Denize giremedin,
Okuma yazma bilmedin.
Güzel gözlerin,
Kara peçenin arkasından baktı dünyaya.
Yirmialtı yasındayken
Yasamadan öldün…
Anneler artık yasamadan ölmeyecek…
Böyle gelmiş,
Ama böyle gitmeyecek




BuyukKitap6-1024x714.jpg


NESİN?​


1934 yılında Soyadı Kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendisine soyadını kendisi seçtiği için, insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı.

Dünyanın en cimrileri “Eli açık”, dünyanın en korkakları “Yürekli”, dünyanın en tembelleri “Çalışkan” gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazılabilecek bir zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine “Çeviker” soyadını almıştı.

Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılık anlatan soyadlarını kapışıyorlardı.

Hertürlü yağmada hep sona kaldığım için, güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime “Nesin” soyadını aldım. Herkes “Nesin?” diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim, istedim.





ÇIÇEGİ BURNUNDA BİR SUBAY​


1937’de subay oldum, yani bir Napolyon… Daha doğrusu, Napolyon’lardan biriydim. Her yeni subay, kendini Napolyon sanır. Kimilerinde bu kendini Napolyon sanma hastalığı bütün yaşamlarınca sürer. Kimileri, bisüre sonra kendilerini bu hastalıktan kurtarabilirler. Napolyonculuk tehlikeli ve bulaşıcı bir hastalıktır. Bu hastalığın belirtileri şunlardır: Hastalığa tutulanlar, Napolyon’un yalnız utkularını düşünür, ama bozgunlarını hiç düşünmezler, sağ ellerini ceket düğmelerinin arasından geçirmeyi severler, dünya haritasını önlerine koyup kırmızı kalemle haritaya oklar çizerek bütün dünyayı beş dakikada zapt ve istila ettikten sonra dünyanın bu denli küçük olmasına üzülürler.

22-23 yaslarında çiçeği burnunda bir subayken, harita üzerinde kırmızı kalemle dünyayı günde birkaç kez fethederdim. Benim Napolyonluk hastalığım ancak biriki yıl sürdü̈. Bu hastalık sırasında bile faşist eğilimli olmadım.





GÜZEL SANATLAR AKADEMİSİ​


Yil 1938, Fen Tatbikat Okulundayken Güzel Sanatlara yazıldım. Akademinin Doğu Süsleme Sanatları Bölümüne devam etmeye başladım. Askerliği sevmemiştim. Akademiyi bitirmek için sınıfta kalmak istedim. Bunu anladılar. Sınıfta kalmadım. Beni daha sonra kıtaya gönderdiler. Akademiyi bitiremedim.




BuyukKitap10-791x1024.jpg


İLK ÖYKÜLER​


Yıl, 1942… Üsteğmenim. “Aziz Nesin” takma adıyla dergilere öyküler gönderiyorum. Bunlardan biri, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Yeni Adam’ı, biri Sedat Simavi’nin Yedi Gün’ü, biri Remzi Oğuz Arık’ın Ankara’da yayımlanan Millet’i… Bir Memurun Masası adlı öykümü Akbaba’ya postaladım. Şimdi adlarını ansıyamadığım iki öykü̈ daha göndermiştim, onlar da yayımlanmıştı. O sıra ne sağcıyım, ne solcu… Dünyadan haberim yok.

O zamanlar gazetelerde yazan askerlere üstleri iyi gözle bakmadıklarından, yazılarımı kendi adımla değil babamın adıyla, Aziz Nesin diye yazdım. Bu ilk takma adım gerçek adımı örttü, Nusret Nesin unutuldu.





ASKERLİKTEN KURTULMAK…​


Yıl, 1944… Profesyonel yazarım artık, kalemimle geçiniyorum. Sedat Simavi’nin Yedi Gün ve Karagöz’ünde çalışıyorum.

İyi ki mutlu bir tesadüfle asker olabildim de okuma olanağı elde ettim, hiç değilse böylece yazar olabildim. Yoksa yazar olmak isteyip olamamış, ama kendini yazar sanan, doyumsuzlukları ve aşağılık duyguları yüzünden o dünyanın en kötü insanlarından biri olacaktım.

Yazar olayım diye, askerlikten kurtulmak için yıllarca çırpınışlar… İkinci Dünya Savası yılları, subaylar ne istifa edebilir, ne de emekliye ayrılabilirdi. On yıl önce emekli olmuş subayları bile orduya almışlardı. Sekiz yıl doğu ve batı sınırlarımızda görev… O koşullar içinde havaya uyarak erkenden evlilik…

Askerlikten mahkeme kararıyla çıkartılıp üç ay on gün cezaevinde kaldıktan sonra, issiz ve parasız kaldığım gün, zengin olma yoluna değil yazar olma yoluna gitmiştim.





TAN GAZETESİ​


1944-45 yıllarında Tan gazetesinde köşe yazarıydım. O zaman fıkra yazarı deniyordu. O çağda genç yazarlar fıkra yazarı olmazlardı. Beni biçok gazete köse yazarı olarak Tan’dan almak istiyordu. Tan, Babıâli’nin enaz para veren gazetesiydi. Ama ben Sabiha ve Zekeriya Sertel dolayısıyla Tan’a sempati duyuyordum; ayrılmadım.





CUMARTESİ​


Tan gazetesinin komünist olduğu yolunda yapılan kışkırtmalar sonunda, 1945 yılında tek parti iktidarı CHP, üniversite öğrencilerine gazeteyi ve Tan Matbaası’nı yıktırttı.

Ne zaman ki Tan yıkıldı, bana hiçbiyerde is vermediler. Onun için Cumartesi adlı magazini çıkardım.

El dizgisiyle çalışan basımevinde bir magazin çıkarmaya kalkıyoruz. Olacak şey değil elbette. Elimizde malzememiz yok, büyük sermayemiz yok… Dımdızlak kaldık yani sonuç olarak. O zaman bana yardım edenlerden biri Sait Faik’ti. Rıfat Ilgaz o zaman çok yakın bir dostumdu, şimdi aynı dostluk ilişkimiz yok.

Yedi sayı çıkabildi Cumartesi. Destek görmedik. Benim de acemiliğime geldi. Daha basın yaşamına gireli bibuçuk, iki yıl olmuştu, piyasayı bilmiyordum. Tamamen magazindi ama, ben sunu yapmak istiyordum, gene de aynı şeyi yapmak isterim fırsatım olsa, enerjim olsa… Magazin olarak düşünceyi vermek.

Parasız yönden umarsız kalıp Cumartesi’yi kapattım. Elimde dağlar kadar iade sayılar kaldı. Satılmayıp geri gelmiş Cumartesi’leri iskele ve vapurlardaki satıcılara verdik. Onlar, diyelim 10 kuruşluk dergiyi bizden 2 kurusa alıp, yine diyelim 5 kurusa satıyorlardı. Cumartesi’lerin vapur ve iskelelerde satıldığı günlerde (1946) Markopaşa adlı haftalık gülmece dergisi çıkarıyordum.




BuyukKitap14-761x1024.jpg


MARKOPASA​


Yil 1946, Markopaşa adıyla haftalık bir gülmece gazetesi çıkarmayı düşünüyor, hiç param olmadığı için bu işe sermaye arıyordum. İşte bu günlerde Ankara’dan gelen Sabahattin Ali “Sermayeyi ben vereyim, gazeteyi birlikte çıkaralım,” dedi. Anlaştık.

Markopaşa gülmece yoluyla bir kavga basbayağı bir kavga gazetesiydi. Markopaşa’nın gerçek değerini anlayabilmek için, o koşulları ayrıntılarıyla bilmek gerekir. Kavgaya girmişsin, elinde hiçbir silah yok. Birden taşı kapıp düşmana fırlatıyorsun. O kavga önemli, ama taş önemli değil…

Yıllarca süren tek parti iktidarının antidemokratik baskılarından halk öyle bunalmıştı ki, yüreklenip de kendi söyleyemediklerini Markopaşa’da buluyor, Markopaşa’yı dilmacı sayıyordu. işte büyüden okurlar olağanüstü ilgi göstermişlerdi; kendilerini Markopaşa aracılığıyla bu siyasal kavgaya katılmış duyumsuyorlardı. 1946 yılında en büyük satışlı gazete olan Cumhuriyet’in satısı ortalama 30 bindi. Yalnız bitek gün, 1946 seçim günü̈ Cumhuriyet 40 bin, Vatan gazetesi de 50 bin satılmıştı. İşte bu dönemde Markopaşa’nın sürekli satışı 60 bindi.

Markopaşa’nın siyasal gülmecesinin etkisi öylesine büyük olmuştu ki, daha ikinci sayısı yayımlanır yayımlanmaz, 4 Aralık 1946’da Büyük Millet Meclisinde söz konusu edilmişti. İktidar partisi olan CHP sıkıyönetimi uzatabilmek için Markopasa’yı bahane diye ileri sürüyordu. Valiler ve emniyet müdürleri birçok vilayete gazeteyi sokmuyorlardı. Gericiler, durmadan gazete aleyhinde tertipler ve gösteriler yapıyorlardı. Gazete aleyhinde birçok dava açılmıştı…

Markopaşa o denli ağır baskılara uğramış, sık sık kapatılmıştır ki, tam altı kez adını değiştirerek, başka adlarla yayımını ve yayım yoluyla politik savaşımını sürdürebilmiştir: Malum Pasa, Ali Baba, Yedisekiz Hasan Pasa, Bizim Pasa, Medet.





PARTİ KURMAK PARTİ VURMAK​


Yayımlanmış ilk yapıtım, yapıt sayılmayacak olan Parti Kurmak- Parti Vurmak adlı onaltı sayfalık bir kitapçıktır.

Bu kitapçıktan elde kalan tek nüsha Nesin Vakfı kitaplığındadır. O kitapçıkta yazdıklarımı beğenmediğim için kırküç yıldan beri ne yeni basımını yaptım, ne de o yazıları başka bir kitabıma aktardım.





NEREYE GİDİYORUZ?​


Yıl 1947, İkinci Dünya Savaşı sonu… Türkiye’nin bugünkü acıklı durumunun başlangıcı ve kaynağı olan Truman Doktrini adı altında modern emperyalizm, özellikle geri kalmış ülkelere yardım maskesi altında sömürü ağlarını germeye başlamıştı.

Öyle biyer geliyor ki, artık o yerde gülmece yoluyla savaşma olanağı da kalmıyor. Modern emperyalizmin Türkiye’ye girişine karsı halkımızı uyarmak için gülmece dışında yayın yapmamız gerekiyordu. İşte bu amaçla Nereye Gidiyoruz? başlıklı küçük bir kitapçık yazdım. Tek yanı basılmış o kitapçıktan şimdi elde hiç yoktur. Sıkıyönetim arşivlerindeki mahkeme dosyasında bulunup da çıkarılsa, o yazı yüzünden bir yazarın nasıl olup da hapse ve sürgüne mahkûm edildiğine, beni mahkûm edenler bile şaşarlar.

Savcı yirmi iki yıl hapsimi istiyordu. Suç eylemi eksik kaldığından, her ne kadar sıkıyönetim varsa da savaş hali sayılamayacağından… Pazarlık, pazarlık… Tut aşağı, vur yukarı: On ay hapis ve Bursa’ya sürgün…

Kitapçığımın adı Nereye Gidiyoruz?’du. Bugün nereye gittiğimizi görüp bilmeyen kalmadı ama ben hapse ve sürgüne gidiyordum. 1947 yılında Pasakapısı Cezaevine kapatılmamdan iki üç gün sonra, cezaevine bakan savcı İzzet Akçal koğuşa geldi. Dışarı yazı çıkarmamam koşuluyla ne istersem yapılacağını, her kolaylığın gösterileceğini söyledi. Bu onun kendi isteği değil, CHP iktidarının isteğiydi. Nasıl olsa o günlerde yazımı yayımlayacak dergi, gazete kalmamıştı. Hepsi kapatılmıştı. Bu nedenle İzzet Akçal’a yazı yazacağımı, ama dışarı çıkarmayacağımı söyledim.




BuyukKitap17-779x1024.jpg


ZİNCİRLİ HÜRRİYET​


Bigün Mehmet Ali Aybar ziyaretime geldi; haftalık bir dergi çıkaracağını, bu derginin arka sayfasını benim yazmamı söyledi. Elbet yazacaktım. İzzet Akçal’ın yazımı yayımlatmak istemeyişi, yasadışı bir hükümet buyruğuydu. Başka bir ziyaret günü̈ Aybar’a yazdığım yazıları verdim. İkinci dizi olarak Zincirli Hürriyet’in ilk sayısı 5 Şubat 1948’de çıktı. Arka sayfasının baslığıysa Zincirli Mizahtı.




BuyukKitap20-1024x301.jpg


  • BuyukKitap18-798x1024.jpg
  • BuyukKitap19-799x1024.jpg



BuyukKitap21-754x1024.jpg


BURSA’DA SÜRGÜNKEN​


Güzeldir bu şehr-i dilara-yı Bursa

Şeftalisi var yiyemedik

İpeklisi var giyemedik

Kaplıcası var giremedik

Lakin güzel şehirdir Bursa




BuyukKitap22-750x1024.jpg


BASDAN​


Yıl 1948, Sürgünde bulunduğum Bursa’dan, cezam bitmiş, İstanbul’a dönmüştüm. Bulabileceğimi sandığım her yerde Sabahattin Ali’yi aradım. Ortalarda yoktu. Sabahattin için son bilinen, taşıyıcılık yaptığı kamyonla biyelere gittiğiydi.

Bastan adlı haftalık bir siyasal gazete çıkarmaya başladım. Sabahattin Ali’nin kişiliğini bildiğimden, onun bir yazısını yayımlarsam dayanamaz, ortaya çıkar diye düşündüm; Türkiye’nin neresinde olursa olsun, ya gelir ya bir haber ulaştırırdı. Markopasa’da çıkmış başyazılarından birini Baştan’da yayımladım. İkincisini yayımladım. Günler, haftalar geçti, Sabahattin’den haber çıkmadı.

Bigün evime İstanbul Savcılığından bir çağrı yazısı geldi. Belki beni yazdığım yazılardan yine savcılığa çağırıyorlardı…

Savcı,

– Sizi tanıklık için çağırdık, dedi, bazı eşya göstereceğim, kimin olduğunu bilirseniz, söyleyiniz Bulgaristan sınırında, çalılar arasında biyerde bir ceset bulunmuş. Cesedin üstünden bu eşya çıkmış. Sabahattin Ali’nin olduğu sanılıyor.

Savcının elindeki kırık gözlük camlarına baktım, gözlerim doldu.





AZİZNAME​


1948 yılında Azizname adlı bir taslama kitabı yayımlamıştım. Bu taslama kitabının ilk sayfasında su dörtlük vardı:

Zannetme ki daim bişekcesine,

Siz her anırdıkça huu çeker milleti

Alkış beklerken siz eşşekcesine,

Verir hakkınızı yuu çeker milleti

Zamanın basın savcısı Hicabı Dinç, bu taşlama dörtlüğüyle hükûmeti aşağıladığımı iddia ederek aleyhime dava açmıştı. Tutuklanmam için emir alan polis beni arıyordu. Büyük geçim sıkıntısı çektiğim o günlerde, cezaevine girmeden önce, tutuklu kalacağım sürece iki çocuğumun geçimini sağlayacak parayı bulmaya çalışıyordum; ondan sonra da polise gidip teslim olacaktım. İstanbul siyasî polisi büyük bir çabayla beni altı ay aradı. Polis beni bulamadı. Çünkü̈ o kaçak gezdiğim günlerimi, İstanbul’un genel kitaplıklarında, gülmece konusunda çalışarak geçiriyordum ki, kitaplıklar polisin uğradığı, uğramayı akıl edeceği yerler değildi.

Gazeteciliğe başladığım 1944 yılından Azizname adlı taslama kitabım yüzünden polisçe arandığım 1948 yılına dek, gülmece yazdığım, gülmece yazarı olarak tanındığım halde, gülmecenin ne olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini, tarihini, kuramlarını, oluşumunu bilmiyordum, bu konular üstünde hiç düşünmemiştim. Siyasî polisin beni aradığı, kaçak olarak kitaplıklarda geçirdiğim o altı ay içinde, ilk olarak, yaptığım işin niteliği ve gülmecenin tarihi üzerinde çalışma olanağını elde ettim.





YENİ BASTAN​


Yıl 1950, Georges Politzer, Fransa Nazi işgalindeyken, Paris’te isçilere geceleri dersler veriyordu. Üniversite derslerinden oluşan felsefe kurslarını Felsefe Dersleri adıyla çevirttim. 1950 yılında çıkarmakta olduğum Yeni Bastan adlı dergide tefrika etmeye başladık. Ya üç ya dört tefrika çıkmıştı ki büyüden tutuklandım.

“Bu eseri sen çevirdin” diye komünistlikten mahkûm ettiler. Bar bar bağırdım “Ben Fransızca bilmiyorum” diye. Çevirmediğim bir yazıdan mahkûm oldum. Ve tabii mahkûm olunca da, ister istemez komünist olmuş oldum.

Hapisane bana kitap okumak, düşünmek, dinlenmek olanağını veriyor. Biçok iş planımı hapishanelerde yaptım. Bu iyi taraflarına karşılık, biçok da fenalıkları var ki, bundan laf etmeyeceğim.





GAZETE SATICILIGI​


1953-54 yıllarında, iki küçük çocuğumu geçindirebilmek için, babamın bizi geçindirmek için eşekle zerzevat sattığı durumdan çok daha aşağı düzeylerde isler yapmak zorunda kalmıştım.

Bu islerden biri gazete satıcılığıydı. Daha gün dogmadan Cağaloğlu’na gidip gazeteleri bayiden alır, Levent’e dek taşır, evlere dağıtırdım. 38 yasımdaydım, üstelik yüksek öğrenim görmüş, subaylık ve yazarlık yapmış biriydim.

Gazete satıcılığı yaptığımdan dolayı iki çocuğum benden utanıyorlar mıydı? Sormadım ama davranışlarından aşağılık duygusuna kapıldıklarını sezmiştim. Çocuklarım benden utanıyorlardıysa, sanki babama yaptığım kaba haksızlığın birazını olsun ödeyecekmişim gibi gelirdi bana. Babama yaptığımı, çocuklarım bana ödetecekti.





OLUS KİTABEVİ VE PARADİ FOTOGRAF STÜDYOSU​


1953 yada 54 yılıydı. Levent’te “Oluş Kitabevi” adıyla bir kitabevim vardı. Kitap ve gazete satıyordum. Ama bu kitabevi kazanmıyor, zarar ediyordu durmadan. Beyoğlu’nda bir ortakla fotoğraf stüdyosu kurdum. Bir ortağım vardı, onunla beraber. Paradi Fotoğraf Stüdyosu’ydu. Burası daha da çok zarara sokmuştu beni. Çok borçlanmıştım. Geçinebilmek için biseyler yapmak zorundaydım.





GERİYE KALAN​


Yıl 1953, Geçinebilmek için bir küçücük kitap çıkarmayı tasarladım. Başvurduğum yayıncıların hiçbiri bu kitabımı yayımlamak istemedi. Kendim yayımlayabilmem için de param yoktu. Babıâli’de kâğıt alışverişi de yapan hamallardan birinden krediyle kâğıt aldım. Bir basımevinde de yine krediyle kitabımı dizdirtip bastırdım. Ressama para veremeyeceğim için kapak resmini de kendim yaptım. Ucuz olması için, kapak kötü̈ bir kâğıda iki renkli olarak basıldı.

Bu benim ilk öykü kitabımdı. Hiç satılmadı. Basımevine olan borcumu başka yerden borç alarak ödedim. Kâğıtçının borcunu ödeyemedim. Kâğıtçı benden alacağına karşılık, fiyatı 50 kuruş olan kitapları basılı kâğıt fiyatına okkayla tartıp kiloyla aldı, işportaya, sergicilere verdi. Geriye Kalan adlı ilk kitabım aylarca sokak sergilerinde, kaldırımlarda, toz toprak, çamur içinde sürüklendi durdu.





AKBABA​


Yıl, 1953… Türlü olaylar, türlü belalar gelmiş geçmiş başımdan. Bigün, Akbaba’nın sekreteri Selami Münir Yurdatap’ı gördüm. Akbaba için üsteleyerek benden yazı istedi. Doğrusu, Akbaba’ya yazmak içimden gelmiyordu. Genellikle Akbaba gülmecesine karsıydım. Bundan da önemlisi, Ortaç, yıllarca çatıştığımız, çarpıştığımız tek parti iktidarı olan CHP’nin o günkü milletvekiliydi.

Yazarlıktan gittikçe umudumu kesmekte olduğum acılı günlerimdi. Bitakım dergilere polisiye romanlar yazıyordum, gazetelere takma adlarla röportajlar yapıyordum. İşte o günlerde Akbaba’ya yazmaya başladım.

Bikaç ay sonra, Akbaba’nın hemen bütün yazılarını ben yazmaya başlamıştım. Elime daha çok para geçmesi için üstüme çok iş almak zorundaydım. O zaman da aldığım işleri tam zamanında yetiştiremiyordum. Ortaç’la aramızdaki anlaşmazlık en çok bu yüzden çıkmıştır. Haklıydı Ortaç. Derginin yazılarını zamanında istiyordu. Bundan başka bisey daha istiyordu; yazıların güzel de olmasını… Ben, verdiği paranın artırılmasını isteyemiyordum; çünkü bana yazı yazdırmakla zaten iyilik yapmıştı. Ama bu durum aramızda bir tedirginlikti.

Yazılarım Akbaba’da basından beri hep imzasız, baska, uydurma adlarla çıkardı; ama olsun, ne olursa olsun, benim o günlerde Akbaba’dan başka hiçbir gelir kaynağım yoktu.





6-7 EYLÜL


1955 yılı, 6-7 Eylül gecesi, zamanın hükümeti Kıbrıs konusunda Türkiye’nin duyarlığını dünyaya göstermek için İstanbul’da el altından bir miting düzenlemişti. O miting serserilerin, ayaktakımının ve yoksulların gösterisine dönüşmüş, İstanbul’un bütün baldırı çıplakları sokaklara dökülmüş ve bu mitingin yönetimi hükümetin elinden çıkarak bütün gece sabaha dek İstanbul, özellikle Rum, Ermeni, Yahudi evleri ve malları yağmalanmıştı. Sabah olunca hükümet ne yapacağını sasırmış, olmayan suçluları bulma telasına kapılmış ve suçluları bulmuştu. Benim de içinde bulunduğum altmış kadar yazar, sair, çevirmen ve aydını… Hepimizi askerî cezaevine tıkmış ve zamanın sıkıyönetim komutanı,

– Bunlar salkım salkım asılacaklar! diye buyruğunu vermişti.

1955’te, Harbiye’deki askerî cezaevinin daracık hücresinde Kemal Tahir’le birlikteydik. Bu dar hücreye, yatarken ikimiz birden sığışamadığımızdan, geceleri yere benim basım onun ayaklarına, onun ayakları benim basıma gelmek üzere, birbirimize ters uzanırdık. Hücre karanlıktı. Tepede, örgü tel içindeki kör lamba hücreyi aydınlatmıyor, karanlığın yoğunluğunu daha çoğaltıyordu. Evimizdekiler nerde olduğumuzu bilmiyorlardı. Hiç kimseyle görüştürülmüyorduk. Geceleri hücrenin çıplak taş tabanına uzanıp yatıyorduk.

Hapisteyken asılacağımızı söylediklerinde gülmüştük. “İlgisi olmayan insanları nasıl asarlar?” diye. Ama şu kadarını söyleyeyim: O zaman asılsaydık, yağma ve yıkmaları bizim yapmadığımıza kimse inanmazdı. Herkes, “Yağmacı olmasalardı asılmazlardı,” derdi. Çünkü öyle bir hava estirildi ki, biz bile inanmaya başladık. “şu İstanbul’u acaba biz mi yağmaladık?” diye.




BuyukKitap31-1003x1024.jpg


FİL HAMDİ’YLE ALTIN PALMİYE ÖDÜLÜ​


1956 yılında İtalya’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik alıp Altın Palmiye [Palma D’oro] kazandım. O güne dek kendi adımla yazılarımı basmayan gazete ve dergiler, Altın Palmiye’yi kazandıktan sonra yazılarımı adımla yayımlamaya başladılar. Ama bu uzun sürmedi. Adım yine gazetelerden silinince, 1957 yılında bu yarışmayı ikinci kez kazanıp bir Altın Palmiye daha almak zorunda kaldım. Bundan sonra adım yine gazete ve dergilerde görünmeye başladı.

27 Mayıs darbesinden sonra devletin yoksullaşmış bütçesine yardım için halk nişan yüzüklerini, altınlarını askerlere bağışladı. Ben bile Altın Palmiye ‘mi altı ay sonra beni tutuklayacak olan 27 Mayısçılara teslim etmiştim, bütçemize bir küçücük katkı olur diye… Tam o sırada, emekliye ayrılan subaylar için İstanbul’un Gayrettepe’sinde evler yaptırılmıştı. Halk, bu bağış aptallığını çabuk anlayarak, bu evlerin yapıldığı yere Alyans Mahallesi, Yüzük Mahallesi adını takmıştı. İkinci Altın Palmiye ile Altın Kirpi’yi, ilerdeki sevinçli günlerde, yine gerekir diye saklıyorum.





Altın Palmiye ödülünü askeri yönetime teslim ederken. Yaşamımın en büyük aptallığıydı.




DÜSÜN YAYINEVİ​


1957’de Kemal Tahir’le birlikte Düşün Yayınevini kurmuştuk.

Cumhuriyet’ten önce Ahmet Mithat Efendi gibi basımevi kurmuş yazarlar vardı ama Cumhuriyet tarihinde o güne dek kendi kitaplarını yayımlamak için yayınevi kuran ilk yazar ben olacaktım. Beni buna kitaplarımı çıkarmak istemeyen kitabevi ve yayınevi sahipleri zorlamıştı.

Kemal Tahir’le pek çok konuda anlaşamazdık. Yine de dosttuk. Ben Kemal’i çok sevmişimdir, bütün yanılgıları, eksikleriyle… Onun da beni sevmiş olduğuna, dünyada sayıları az olan gerçekten beğenerek sevdiği insanlardan biri olduğuma inanırım. Ama beni bunca sevmiş olması, karakterinin gereği olarak, arkamdan ve aleyhimde konuşmasına hiç de engel olmamıştır.





OYUN YAZMAK​


Yıl 1958, İlkin oyun yazışımı yadırgadılar. ‘‘Gülmececiliği, öykücülüğü küçümsüyor da…’’ dediler. Bunca yıllık uğraşımı küçümser miyim hiç, öper basıma korum kutsal ekmek gibi…

Sonra, kırküç yasımdayken ilk oyunumu bastırdığım için de kınadılar. “Kırkından sonra azmış’’ gibi geliyordum onlara. Bilemezlerdi ki… Askerî ortaokulun yedinci sınıfında Türkçe öğretmenimiz Bahri Baba, derste tiyatro bölümünü̈ anlatırken dalmışım, dalmışım da dalıp gitmişim. Bahri Baba çocuklara,

– Görürsünüz, oyun yazarı olacak derken kendime geldim. Suçüstü yakalanışımdan bir utandım ki… Oysa biz o sıralara general olmak için oturmuştuk.




“YAZAR DEGİL, O BİR ROTATİF…”​

Kaç yılıydı? Anımsayamıyorum. Erenköy, Ethem Efendi Caddesi’ndeki evde oturuyorduk. 1958-59 olabilir. Kalabalık ev… Çok ucuza yazıyorum. Makine gibi çalışmak zorundayım. Yusuf Ziya Ortaç’ın benim için “Yazar değil, o bir rotatif…” dediği günler.
Yazarlığımın 1960 yılına kadar olan evresinde, benim için ne yazdığım önemli ama nasıl yazdığım önemli değildi. Beni bu sanıya zorlayan biçok etken vardır. Ama başlıcası ekonomik etkendi.
Sık sık sorarlar:
– Nasıl bu kadar yazabiliyorsun?
Derler ki, kimi sanatçıların esin perileri varmış da, bu periler onların ruhuna sanatı üflermiş. Esin perim yok ama, benim de esin cinim, esin cadım, esin devanam var. Benimkilerin yarısı kus, yarısı kız değil, olsa olsa onda biri insan da geri yanı canavar. Omzuma tünememiş, sırtıma binmiş, ben altta iki büklüm, kan ter içinde, yorgun bitik… Hem benim esin cinim, esin cadım bitane değil, sürü sürü… Ikisi inse, üçü biniyor sırtıma. Sırtıma binmiş, üstüme çullanmış olan esi n cadıları, esin cinleri, esin canavarları durmadan buyuruyor, zorluyor, azarlıyor:
– Yaz Hadi yazsana Durma yaz Ne duruyorsun? Uyumaya hakkın var mı senin… Uyan Oturma öyle… Kalk çabuk… Hasta da olamazsın… Sissst, kalk bakalım… Yaz
Benim esin cinlerim, cadılarım, canavarlarım: Kira isteyenlerim, para isteyenlerim, alacaklılarım, bitürlü bitip tükenmeyen gereksinimler…




 

dragon

Sorgucu Üye
Yeni Üye
Katılım
14 Eki 2022
Mesajlar
441
Tepkime puanı
27
Puanları
28
Konum
dünya
Üniversite Bölümü
Sosyoloji
Ünvan
dünyalı

Biyografisi​

1915. 20 Aralık’ta Çanakkale Savaşı’nın en civcivli zamanında, İstanbul’un Heybeliada’sında, Mehmet Nusret adıyla ve yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.
1920. Galip Amcayla tanışıyor. Galip Amcadan okuma yazma öğreniyor. Bu ve daha sonraki yıllarda Galip Amcadan kaligrafi, Arapça, Fransızca, Matematik dersleri alıyor.
1921. Mahalle mektebine gidiyor bir süre. Kuran sureleri ezberliyor. Mahalle mektebine en çok bir yıl gitmiş olmalı. Okulu bıraktıktan sonra Galip Amcasından ders alıyor.
1923. Hafız oluyor. Bir komşu kadın bir tuluat tiyatrosuna götürüyor. Eve geldiğinde o oyuna öykünerek bir piyes yazıyor.
1925. İstanbul’da Süleymaniye’de Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebinin üçüncü sınıfına sınavla giriyor. (Sonradan okulun adı, İstanbul 7. İlkokulu olacak).
1926-27. Darüşşafaka Lisesinin ilkokul 4. sınıfına giriyor. Beşinci sınıfa geçiyor. 15 Eylül de annesi ölüyor. Darüşşafaka’nın 5. sınıfında devamsızlıktan okuldan atılıyor. Evden kaçıyor. İzmit’e gidiyor ve Akçakoca İlkokulundan sınava girerek diploma alıyor.
1928. Cağaloğlu’ndaki Vefa Ortaokulunun 6. sınıfına giriyor, devamsızlıktan sınıfta kalıyor.
1929. Davutpaşa Ortaokulunda 6. sınıfta. Sınıf birincisi. O yıldan sonra hep sınıflarının en iyisi olacak. İlk romanını yazıyor. Her cuma, Şehzadebaşı’ndaki ya Millet Tiyatrosuna ya Ferah Tiyatrosuna gidiyor. Naşit’e hayran. Millet Tiyatrosunun açtığı bir oyun yarışmasına katılıyor.

1930​


1930. Çengelköy Askeri Okuluna 7. sınıftan giriyor.
1932. 28 Haziran’da Askeri Ortaokulu bitiriyor. Yabancı dil dışında her dersi “pekiyi”, yabancı dili “iyi”. Eylülde Kuleli Askeri Lisesine geçiyor.
1935. Mayıs’ta Kuleli Askeri Lisesini bitiriyor. 30 Haziran’da er eğitimi görmek üzere Balıkesir’in Kepsut ilçesine gidiyor. Eylülde Ankara’da Harp Okulunda. Ankara’da iki yıl istihkâm okuyacak.
1937. 30 Ağustos’ta Harp Okulu bitiyor. Subay çıkıyor. Rütbesi Yar. Subay. Eylülde Beyoğlu Maçka Askeri Fen Tatbikat Okulunda. Meslek eğitimi görüyor. Ta başından beri sık sık disiplin cezası alıyor, okuldan kaçıyor. Bir yandan da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Doğu Süsleme Bölümü öğrencisi. Akademide minyatür, tezhip, hat, çinicilik, ciltçilik dersleri alıyor. Aynı zamanda resim çalışıyor. Öykü ve şiir yazmaya bu yıllarda başlıyor. Ya bu yıl ya da bir sonraki yıl ilk eşi Vedia Hanımla tanışıyor.
1938. 28 Şubat’ta teğmen oluyor. 9 Aralık’ta Kuyumcular Caddesinden senetle iki nişan yüzüğü alıyor. (24 Mayıs 1939’da alacaklı haciz yolunu seçecek.) 17 Aralık’ta ilk eşi Vedia Hanımla nişanlanıyor.
1939. Haziran’da Fen Tatbikat Okulu bitiyor. Muratlı’ya gidiyor. Millet ve Yedigün dergilerinde öyküleri ve şiirleri yayımlanıyor. 31 Aralık’ta ilk eşi Vedia Hanımla evleniyor.

1940​


1940. 24 Şubatta Maçka Fen Tatbikat Okulunda ekskavatör kursuna gidiyor. Kurs 5 Nisanda bitiyor. 23 Mayısta tabur olarak Kırklareli Tahkimat Komutanlığının emrine giriyorlar. 20 Haziranda Erzurum’a tayin ediliyor. 28 Temmuzda Erzincan mühimmat deposuna gidiyor. Erzincan’da depremde yıkılmış olan ordu cephaneliğinin boşaltılmasıyla görevlendiriliyor. Bir bomba kazasında yaralanıyor. 23 Eylülde Erzurum’a dönüyor. 28 Eylülde Kars’a tayin ediliyor. 16 Aralıkta ilk çocuğu kızı Oya doğuyor.
1941. 30 Ağustosta Kars’ta üsteğmen oluyor.
1942. 21 Aralıkta ikinci çocuğu Ateş doğuyor.
1943. 7 Gün’de yazar ve yönetici. Şiirleri yayımlanıyor. (1942 de olabilir.) 20 Ağustosta Safranbolu’da bölük komutanı oluyor.
1944. 1 Ocaktan itibaren Millet dergisinde Aziz Nesin takma adıyla öyküleri yayımlanıyor. Savaş yüzünden izinlerin kaldırılmasına karşın, iki ere acıyarak izin veriyor. İzinden zamanında dönmeyen erlerin tehditlerine kulak asmayarak erleri cezalandırıyor. 23 Haziranda Onbaşı Günenli ve Mustafa Karakaş Aziz Nesin aleyhine ihbarda bulunuyorlar. 4 Temmuzda tutuklanıyor. Mahkemede kendini savunmuyor. 18 Temmuzda mahkeme karar veriyor: İzin verdiği erlerin tayınları zimmetinde göründüğünden 4 ay 10 güne mahkûm oluyor ve askerlikten ihraç ediliyor. Mahkeme kararını Aziz Nesin temyiz etmiyor ve karar 24 Temmuzda kesinleşiyor. 23 Eylülde Üsküdar Paşakapı Cezaevine giriyor, 11 Kasımda tahliye oluyor. Hak kazandığı emeklilik maaşını reddetiyor.
1945. Nuruosmaniye’de bakkallık, Karagöz gazetesinde ve Yedigün dergisinde redaktörlük ve yazarlık yapıyor. Profesyonel olarak yazarlığa başlıyor. Tan gazetesinde köşe yazıları yazıyor. Yayımlanmış ilk bağımsız yapıtı Parti Kurmak Parti Vurmak adlı on altı sayfalık broşürü çıkıyor. Cumartesi adlı haftalık bir magazin çıkarıyor (8 sayı). 4 Aralıkta Tan Gazetesi yıkılıyor ve işinden oluyor. Sedat Simavi çekindiğinden Yedigün’den de çıkarılıyor. Geceleri, ayda 60 liraya Vatan’da Ankara muhabirlerinin verdiği telefon haberlerini alıyor. Kendi ifadesiyle “çok sıkıntılı günler.”
1946. Yaşamında ilk ve son kez bir siyasi partiye giriyor. Yakın dostu Esat Adil Müstecaplı’nın kurduğu Türkiye Sosyalist Partisinde iki ay üye kalıp istifa edecek. Esat Adil Gerçek gazetesini çıkarıyor. Aziz Nesin gazetenin sekreteri ve köşeyazarı. Gerçek 25 sayı çıktıktan sonra kapatılıyor. 4 Aralıkta faşistlerin yıkacağı Yeni Dünya gazetesinde çalışıyor. Yusuf Ahıskalı’nın çıkardığı Ses dergisinde Türk sosyalistlerini birleşmeye çağıran bir yazı yazıyor. Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz ve karikatürist Mim Uykusuz’la birlikte haftalık Markopaşa gülmece gazetesini çıkarıyorlar. 25 Aralıkta Markopaşa’nın birinci sayısı çıkıyor. Markopaşa’nın satışı zamanla 70 binlere kadar çıkacak, ki o tarihte onca satan gazete yok. Matbaa, kağıt, dağıtıcı ve satacak bayi bulmakta zorluk çekiyorlar, gerek polisten, gerek faşist gençlerden sık sık tehditler alıyorlar. Gazete sık sık kapatılacak.
1950’ye değin çeşitli adlarla çıkacak mizah gazetelerinin taklitleri piyasaya sürülecek (Alay, Lalapaşa, Mazete, Bekri Mustafa, Salamon…). 16 Aralıkta “Büyük Tutuklama” başlıyor; aralarında Dr. Şefik Hüsnü, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Yusuf Ahıskalı, Ressam Faris Erkman olmak üzere 40-50 kadar kişi birkaç gün içinde tutuklanıyor, birçoğu işkence görüyor. İki sosyalist parti, birçok dergi, gazete ve matbaa kapatılıyor. Markopaşa da kapatılan gazeteler arasında.
1947. Yıl başında serbest bırakılıyor. Bu ve daha sonraki yıllarda, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz ve Mustafa Uykusuz, Aziz Nesin’in yazdığı yazıları üstlenerek sık sık yargılanacak ve mahkûm olacaklar. Markopaşa 6 Ocakta yeniden çıkıyor. Amerikan emperyalizmi ve Türkiye’ye uygulanmaya başlanan Truman Doktrini’ne karşı yazdığı “Nereye Gidiyoruz” başlıklı bir broşürden dolayı 30 Nisanda sıkıyönetimce tutuklanıyor. Broşür basılırken toplatılıyor. Tutuklu görülen yargılanması sonunda askeri mahkemece “yayın yoluyla milli menfaatlere aykırı eylemde bulunmak” suçundan on ay ağır hapse ve dört buçuk ay sürgüne mahkûm ediliyor. 20 Şubat 1948’de tahliye edilip sürgün olarak Bursa’ya gidecek. Yasadışı yasaklara aldırmadan cezaevinden yazı kaçırıyor. Eylül’de, kapatılan Markopaşa yerine Malumpaşa çıkıyor. Ekim ayında Orhan Erkip adında biri, Malumpaşa ve Markopaşa gazetelerini yasadışı yollardan ele geçirip bu gazetelerde sağcı yayın yapıyor. Ekim ayında ve sonrasında, cezaevinde olmayan Markopaşacılar, Geveze, Merhumpaşa ve Ali Baba gazetelerini çıkarıyorlar.
1948. 20 Şubatta tahliye olup Bursa’ya sürgüne gidiyor. Büyük geçim sıkıntısı içinde. 20 Mayısta sürgünü bitiyor. İlk eşi Vedia Hanımdan ayrılıyor. İkinci kitabı Azizname’yi çıkarıyor. Bu kitap için İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde dava açılıyor. Dört ay tutuklu süren yargılanma sonrasında aklanıyor. Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı Zincirli Hürriyet’te yazıyor. “Ey Türk Faşisti” adlı yazıya sağcı basından büyük tepki geliyor. Temmuz ayında Başdan adlı siyasi bir haftalık gazete çıkarıyor. Bu gazete gülmece gazeteleri kadar tutmuyor ve sürekli zarar ediyor. Başdan’ı Markopaşa parasal olarak destekliyor. Baskılar sürüyor, gazeteler sık sık kapatılıyor, toplatılıyor.
1949. Ocak ayında Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü öğreniliyor. Markopaşa yerine Hür Markopaşa, Yedi-Sekiz Paşa, Bizim Paşa ve Öküz Mehmet Paşa gazeteleri çıkıyor. Başdan’ın yayını sürüyor. İngiltere Prensesi Elisabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk, Aziz Nesin aleyhine dava açıyorlar. Aziz Nesin 7 ay hapse mahkûm ediliyor ve ceza infaz ediliyor. Zincirli Hürriyet’ten dolayı mahkûm olan Mehmet Ali Aybar’la Üsküdar Paşakapısı Cezaevinde yatıyor.

1950​


1950. Fransızcadan çevirdiği öne sürülen bir yazı yüzünden (Politzer’in Felsefe Dersleri adlı kitabının önsözü) 16 ay hapse ve 16 ay güvenlikçe gözaltında tutulmaya mahkûm ediliyor (Aziz Nesin Fransızca bilmezdi!) Cezaevinde de yazmayı sürdürdüğünden ve yazılarını gizli gizli dışarı çıkardığından, cezasının bitmesine 40 gün kala Nevşehir Cezaevine gönderiliyor. Medet çıkıyor. Başdan gazetesi Yeni Baştan adıyla çıkıyor. Yurtdışına kaçmaya çalışırken yakalanıyor.
1951. Sultanahmet, Üsküdar ve Nevşehir cezaevlerinde yatıyor. Üsküdar Cezaevinde Biraz Gelir misiniz’i yazıyor (1963’te gözden geçirecek ve Aralık 69’da yayımlayacak.) Tahliye edildiğinde, Levent’te Sabahattin Erdem adlı bir arkadaşıyla Oluş Kitabevini açıyor. Sabahları Levent’teki evlere gazete dağıtıyor. “Şunca yıllık geçmişime bakıyorum da, çocukluk günlerimi saymazsam, karşılıksız, benden hiç karşılık beklemeden, bişey ummadan bana yardım ve iyilik etmiş olan ancak bir kişiyi anımsayabiliyorum. O bir kişi: Yüzbaşı Sabahattin Erdem… Tanıdığım en içli, en coşkun, en duygusal insandır.”
1953. Bir ortakla Beyoğlu’nda Bursa Sokağında yeni yapılmış bir hanın odasında Paradi Fotoğraf Stüdyosunu kuruyor. Bir yandan da şiir yazıyor.
1954. Akbaba’da takmaadlarla yazıyor.
1955. Kemal Tahir’le birlikte Düşün Yayınevini kuruyor. On Dakika adlı ilk şiir kitabını yayımlıyor (3 bin tane). Yahya Kemal ve Faruk Nafiz’in etkisinde kaldığından ve Nâzım’a öykündüğünden, kitapları dağıtıma vermeden Düşün Yayınevinin bahçesinde yakıyor. 6-7 Eylül olaylarında tutuklanıyor. Harbiye Askeri Cezaevinde Meral Çelen’le nişanlanıyor. Altı ay sonra sorgusuz bırakılıyor.
1956. Meral Çelen’le evleniyor. Halil Lütfi Dördüncü’nün Yeni Gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. İtalya’da Bordighera’da 22 ulus arasında yapılan Altın Palmiye gülmece öyküsü yarışmasını Kazan Töreni adlı öyküsüyle kazanıyor. İstanbul’da üçüncü çocuğu, ikinci oğlu Ali Nesin doğuyor.
1957. Altın Palmiye uluslararası gülmece öyküsü yarışmasını Fil Hamdi adlı öyküsüyle ikinci kez kazanıyor. Bu yıl 11 kitabı birden yayımlanacak. İstanbul’da dördüncü ve son çocuğu Ahmet Nesin doğuyor.
1958. Akşam, Ulus ve Yeni Gazete gazetelerinde köşeyazıları, Demokrat İzmir’de “İstanbul’dan Ne Haber” başlıklı yazılar yazıyor. İstanbul 1’inci Sorgu Hakimliği, Mahallenin Kısmeti adlı kitabındaki beş öykü için dava açılmasına karar veriyor.
1959. Uzun bir yurt gezisine çıkıyor. Gazeteciler Cemiyeti Fıkra Ödülü birincilik ödülünü alıyor.

1960​


1960. Sürgüne mahkûm oluyor ama 27 Mayıs darbesi imdadına yetişiyor. Yassıada duruşmalarını izliyor ve izlenimlerini kaleme alıyor. Gazeteciler Cemiyeti fıkra birincilik ödülünü alıyor.
1961. Kazandığı “Altın Palmiye”lerden birini devlet hazinesine bağışlıyor. Tanin gazetesinde köşeyazıları yazıyor. Bu yazılardan dolayı tutuklanıyor. Balmumcu cezaevinde 3 ay tutuklu kaldıktan sonra aklanıyor (31 Ekim). Tanin gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İhsan Ada’yla birlikte tutuklanıyor. Düşün Yayınevi ve evi aynı gün aranıyor. Çuval çuval not, belge, yazıya el konuluyor. Harbiye’de lağımlı bir hücreye atılıyor. Bütün geceyi ayakta geçiriyor. 8 Temmuzda tahliye edilecekler. Öncü’de yazmaya başlıyor. Adana’da linç edilmek isteniyor.
1962. Kemal Tahir’le birlikte kurduğu Düşün Yayınevi anlaşılamayan bir nedenden yanıyor. Zübük adıyla haftalık bir gülmece dergisi çıkarıyor. Babası Abdulaziz Efendi 11 Şubat 1962 Pazar günü ölüyor.
1965. İlk kez yurtdışına çıkıyor ve yurtdışında 5 ay kalıyor. Berlin ve Weimar’daki Antifaşist Yazarlar Toplantısına katılıyor. Almanya, Polonya, Sovyetler, Finlandiya, Romanya, Bulgaristan, Kiev’e ve Tiflis’e gidiyor.
1966. Bulgaristan’da Vatani Vazife öyküsüyle Altın Kirpi ödülünü alıyor.
1967. Bir yurtdışı gezisi dönüşünde, siyasi polis tarafından gözaltına alınıyor ve yasadışı olarak 8 saat sorguya çekiliyor. Meral Çelen’den ayrılıyor.
1968. Üç Karagöz Oyunu’yla Milliyet’in Karacan Karagöz Oyunları yarışmasında birincilik ödülünü alıyor.
1969. Moskova’da İnsanlar Uyanıyor adlı öyküsüyle Altın Krokodil ödülünü alıyor. Günaydın gazetesinde Eller Aya Biz Yaya adı altında köşe yazıları yazıyor. Günaydın’ın gülmece eki Ustura’yı hazırlıyor. Sonbahar’da Meral Çelen’le barışıyorlar.

1970​


1970. Meral Çelen’le ikinci kez evleniyor. TDK oyun ödülünü alıyor.
1971. 12 Mart darbesinden sonra Maltepe Zırhlı Tugay kışlasında dört gün tutuklu kalıyor. Tutuklu bulunduğu sırada Zat-ı Devletleri İbiş Hazretleri oyununa başlıyor ve oyunu Ekim ayında bitiriyor.
1972. 27 Nisan günü Noter huzurunda Nesin Vakfı’nı kuruyor. Yeni Ortam gazetesinde tefrika edilmek üzere, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’in ikinci cildine başlıyor.
1974. Asya-Afrika Yazarlar Birliginin Lotus ödülünü alıyor. TYS Genel Başkanı seçiliyor. Bu görevi 15 yıl boyunca, 1989’a dek yapacak.
1977. Bulgaristan’da Uluslararası Hitar-Petar ödülünü alıyor. Basın Şeref Kartı alıyor.

1980​


1982. TYS davasında sorguya çekiliyor. Bir Güneydoğu Asya yolculuğu dönüşünde kalp sorunlarından Moskova’da hastaneye kaldırılıyor, hastanede 1 ay kalıyor. Stenokardi, angina pektoris, kalp büyümesi, kalp damarlarından birinin genişlemesi, glokom, bel kemiğinde kireçlenme, pyelonefrit… İki küçük enfarktüs geçirmiş ama haberi bile olmamış! İstanbul’a döner dönmez sıkıyönetim savcılığınca Barış Derneği kurucularından olduğundan sorguya çekiliyor.
1983. TYS davası başlıyor. 26 Kasım 1983’te inme iniyor. Çapa Nöroloji Kliniğine kaldırılıyor. Sağ tarafı tutmuyor ve konuşamıyor. İki gün sonra sol eliyle şiir yazmaya başlıyor. Zamanla iyileşecek.
1984. Yirmi dört yıl önce Öncü gazetesinde yazdığı bir yazı yüzünden dava açılıyor ve bu yüzden pasaport alamayıp kalp ameliyatı için ABD’ye gidemiyor. “Aydınlar Dilekçesi” ve “Barış 2″ davaları başlıyor. Aydınlar Dilekçesi davasındaki savunmasına yayın yasağı getiriliyor. Vakıf’ta 16 çocuk var. Ama aşçı yok. Çocuklara hergün yemek yapıyor. İşçilerle birlikte toplam 25 kişiye…
1986. Ekin-Bilar ve TYS davaları açılıyor. İnsan Hakları Derneğinin kuruluşuna önayak oluyor. Ekmek ve Hak Bildirgesi hazırlanıyor. İstanbul Marmara Etap Otelinde Tüyap Halkın Seçtiği Yılın Yazarı ödülünü alıyor.
1987. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e hakaret davası açıyor.
1988. Ankara’da ilk film şenliği girişiminde bulunuyor, Türk-Yunan Dostluk Derneğinin çalışmaları, çıkarmayı tasarladığı günlük gazetenin (Onbinler) ilk girişimleri… Kürtlerin kültürel bağımsızlıklarını savunduğundan DGM’de yargılanıyor.
1989. Bulgaristan Türkler’ine yapılan insan haklarına aykırı davranışlar konusunda TYS başkanı olarak basın toplantısı yapıyor. Bu yıl sonunda TYS başkanlığından istifa ediyor.

1990​


1990. Tüyap Kitap Fuarında halkın oylarıyla ikinci kez yılın onur yazarı seçiliyor. Tolstoy Altın Ödülü ve Viyana Tiyatro Ödülünü alıyor.
1991. Fransa Devletinin verdiği Şövalyelik nişanını alıyor.
1992. Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü ve Altın Madalyasını alıyor. Florence Nightingale Hastanesinde by-pass oluyor. Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü ve Karşıyaka Belediyesi İnsan Hakları Ödülünü alıyor. Şiir yazıyor.
1993. Dionysos Şiir Ödülü ve Carl-von-Ossietzky Madalyasını alıyor.
1994. Amerikan Gazeteciler Cemiyeti tarafından “yılın gazetecisi” seçiliyor. İnsan Hakları Ödülünü alıyor.
1995. Orhan Apaydın Demokrasi ve Barış Ödülü ve Hiroşima Vakfı Ödülünü alıyor. 15 Haziranda, Nesin Vakfında beşinci katta, “dayanılmaz bir yürek acısıyla” uyanıyor. 30 Haziran’da Köktendinciliğe Karşı Konferans için basın toplantısı yapıyor. 6 Temmuzda sabaha karşı saat 0,30 sıralarında, konuşma ve kitap imzalamaya gittiği Çeşme’de ölüyor.
 
Tüm sayfalar yüklendi.
Sidebar Kapat/Aç
Üst